Cengiz Çandar

Abdullah Gül’ün sağduyusu...

30 Kasım 2012
Tuhaf bir Türkiye tablosu oluştu. Başbakan, her ağzından çıkan sözle ülkeyi geriyor, tehlikeli gelişmelerin startını vermiş gibi gözüküyor; bir noktada Cumhurbaşkanı, devreye giriyor ve “sağduyu” mesajı veriyor. Bu, bir tür “iyi polis-kötü polis oyunu” mu?
Adı geçen “aktörleri” bir nebze tanıyor ve Türkiye’nin siyaset ortamının ne şekilde hareket ettiğine dair bir ölçüde bilgi ve fikir sahibiyseniz, bu soruya “evet” cevabı veremezsiniz.
Temel “demokrasi” konularında birbirinden bu kadar farklı yaklaşımlar ise, Başbakan’ın pek rahatsız olduğu “devlette çift başlılık” görüntüsünü de haliyle uyandırıyor. Nitekim, Anayasa Komisyonu başkanı Burhan Kuzu, “devletin başı ile hükümetin başı aynı telden çalmaz” dedi.
Son örnek, BDP milletvekillerinin “dokunulmazlığının kaldırılması” konusu. Başbakan, birkaç gün önce bir yurtdışı seyahatine çıkarken, BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması yönünde davranılacağını bildirdi, vakit yitirilmeksiniz “fezleke” TBMM Başkanlığı’na verildi. Ve, “fezleke” TBMM Adalet Komisyonu’na gönderilerek, “prosedür” başlatıldı.
Cumhurbaşkanı, tam bu noktada devreye girerek, dün, şu sözleri sarfetti:
“Geçmişte kendi siyasi tarihimizde, yakın siyasi tarihimizde bu olup bitenlerden örnekler var. Dolayısıyla kendimizi çıkmaz sokaklara itmememiz lazım. Burada herkesin sorumluluğu vardır. Bütün milletvekillerinin hepsinin sorumluluğu vardır. Yoksa geçmiş şeyler tekrarlanırsa bunların hiçbir yere götürmediğini de gördük. Daha önceki denemelerde de. Bu açıdan bu konuları herkesin çok büyük bir sorumluluk içinde götürmesi gerekir.”
Cumhurbaşkanı’nın bazı BDP milletvekilleri ile DHK Eşbaşkanı, bağımsız milletvekili Aysel Tuğluk’un Ağustos ayında Şemdinli’de PKK’lilerle kucaklaşma fotoğraflarını onayladığı kesinlikle söylenemez. Onaylamadığını açıkladı zaten. Ama, buna karşı tepkinin BDP’lilerin, tutuklanmalarına yol açacak biçimde dokunulmazlığının kaldırılması yolunun açılmasına da kesinlikle karşı olduğu dünkü açıklamasında besbelli.
“Geçmişte kendi siyasi tarihimizde, yakın siyasi tarihimizde”ki “örnekler”den kasıt,  2 Mart1994’te DEP (Demokrasi Partisi) milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması üzerine, TBMM’den yaka paça polis zoruyla götürülüp tutuklanmaları ve mahkum olmaları olayıdır.
Abdullah Gül, bu olayın “çıkmaz sokak” olduğunu isabetle tespit ediyor ve söz konusu “geçmiş şeylerin tekrarlanması”nın “hiçbir yere götürmediğini” de vurguluyor.
Gerçekten de öyle oldu.
DEP milletvekillerinden Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle, Selim Sadak, Sırrı Sakık, Sedat Yurttaş ile Ahmet Türk ve bağımsız milletvekili Mahmut Alınak tutuklandılar. İlk dördü TCK’nın “örgüt üyesi olmak” fiilini düzenleyen 168/2 ve 373 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun ceza arttırımını öngören 5. Maddesi uyarınca DGM tarafından 15’er yıl hapis cezasına çarptırıldılar. 10 yıl hapis yattıktan sonra Haziran 2004’te serbest bırakıldılar.
10 yıl hapis yatmış olan milletvekillerinden Orhan Doğan, 2007’de vefat etti. Leyla Zana bugün yine milletvekili. Selim Sadak, Siirt Belediye Başkanı ve KCK davası sanığı. Hatip Dicle, 2011’de Diyarbakır’dan yine milletvekili seçildi ama KCK’dan iki yıldır tutuklu. Yattıkları süre hesaplanarak tahliye edilmiş olan Ahmet Türk ile Sırrı Sakık yine milletvekili. Mahmut Alınak, KCK’dan nasibini aldı, bir süre içerde kaldı. Sedat Yurttaş, Diyarbakır’da “Kürt kimlik hakları” doğrultusunda mücadelesini sürdürüyor.
Arkadaşlarının tutuklanması üzerine yurt dışına kaçan Remzi Kartal, “sürgünde Kürt parlamentosu” çalışmalarında ön planda rol aldı. Zübeyir Aydar ise, TBMM çatısı altında onu barındırmayan “devlet”in karşısında Oslo’da “PKK müzakerecisi” olarak oturdu.
Yani, Adı geçen DEP’lilerden hemen hiçbirisinin “nedamet” getirmediği, bazılarının tekrar TBMM çatısı altına –tekrar çıkartılmak ve tutuklanmak tehdidi altında- girdiği, bazılarıyla –Zübeyir Aydar örneği- “devlet”in müzakereye oturmuş olduğu gibi bir tabloyla karşı karşıyayız. 1994’te yapılan, -“devlet” açısından bakıldığında- para etmemiş.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “geçmiş şeyler tekrarlanırsa bunların hiçbir yere götürmediği” dediği durum bu.
Ama, 1994’te olan Türkiye’nin “parlamenter demokrasi tarihi”nin kara bir lekesi olarak “sicil”e işlendi. Ülkenin “demokrasi açığı”nın 2000’li yıllarda tekrarlanması tehlikesi söz konusu şu sırada.
Aradan geçen yıllar, “TBMM’de mutlak çoğunluk” iksiriyle tütsülenmiş olan Ak Partililerin “geçmişten ders alma” yeteneğini köreltmiş olabilir ama eski DEP’li-bugünkü BDP’lilerin “geçmişten ders alma” dürtüsünü farklı biçimde harekete geçirmiş vaziyette.
BDP’liler, bugün gelinen noktada, haklı ya da haksız, doğru veya yanlış, “kaybedecek bir şeyleri olmadıkları” duygusundalar ve 1994’e oranla çok daha derin bir kitle desteğine ve çok daha yaygın bir siyasi harekete dayandıkları kanısındalar. Bu nedenle, dokunulmazlıklarının kaldırılması, TBMM’den çıkarılmaları ve hatta tutuklanmaları pek umurlarında olmayacak.
Daha önemlisi ise şu; eğer bir grup BDP milletvekilinin dokunulmazlığı kalkar ve tutuklanmalarının yolu açılırsa, geri kalan BDP milletvekilleri de TBMM’ye terkedecekler. Bu durumda, üç milyon dolayındaki oy –ki, sahip oldukları “siyasi özgül ağırlık”ın niteliksel değeri ve önem niceliksel olandan çok daha fazla- TBMM çatısı altında bulunmayacak demektir.
Türkiye’nin –BDP’ye ne kadar karşı olursanız olun- böyle bir “gerilim”e ve “siyasi kriz hali”ne ihtiyacı var mıdır?
Abdullah Gül’ün “Bu konuları herkesin çok büyük sorumluluk altında götürmesi gerekir” sözlerinden çıkartılacak anlam da budur.
İktidar, “tek adam” yönetimi görüntüsünü, “TBMM çoğunluğu” üzerinden bir “otoriter rejim”e dönüştürmeye başladı. Hrant Dink’i ölüme götüren utanç verici 301 uygulamasının yani ilgili Yargıtay kararının baş sorumlularından birini fütursuzca “Ombudsman” yani “kamu denetçisi” olarak seçti. “Kamu denetçisi” Nihat Ömeroğlu, Hrant Dink’i ölüme taşıyan, altında imzasının olduğu 301’e dayalı kararından pişmanlık bile duymuyor; “O gün önümüze gelen dosya o kararı vermemizi gerektirdi” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.
Son günlerin en büyük kepazeliği ise Pınar Selek davasının geldiği nokta. Bu, başlıbaşına bir yazı konusu. Bütün bir süreci, içinden geçtiği inanılmaz ve korkutucu tüm aşamaları, Pınar Selek’in avukatı Akın Atalay, “Bir Hukuk Garabetinin Öyküsü” başlığıyla T24 adlı internet sitesinde yazdı. Mutlaka ama mutlaka okunması gerekiyor, Türkiye’nin “hukuk” ve “adalet”te geldiği noktayı görmek için. Çok kötü bir nokta.
Daha da kötü bir noktaya gelmemek için ise, BDP’lilerin dokunulmazlığı konusunda, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e kulak vermek gerekiyor...
Yazının Devamını Oku

“Muhteşem tehlike”...

28 Kasım 2012
Orhan Pamuk’un tüm kitapları arasında “İstanbul”, dış dünyada tanınırlık ve Türkiye’yi ve İstanbul’un kendisini tanıma bakımından, kuşkusuz, en ön sırada gelir. Nobel ödüllü yazar onlarca yabancı dile çevrilmiş olduğu için, Çin’den İzlanda’ya, ABD’den Kore’ye, hangi kitapçıya gitseniz, orada “İstanbul” adlı kitabı kolayca bulursunuz. Orhan Pamuk, “İstanbul” kitabında “Dört Hüzünlü Yalnız Yazar” başlıklı bölümde, bunları Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülhak Şinasi Hisar, Yahya Kemal ve Reşat Ekrem Koçu olarak sıralar. Reşat Ekrem Koçu’ya ise “Reşat Ekrem Koçu’nun Bilgi ve Tuhaflık Koleksiyonu” başlığıyla apayrı bir bölüm açmıştır.
Pamuk, çocukluğunda eline geçen “Osman Gazi’den Atatürk’e-Osmanlı Tarihi’nin 600 Yıllık Panoraması” adlı Reşat Ekrem Koçu’nun bir kitabından söz eder. “Bakmaya doyamadığım elle çizilmiş siyah beyaz resimlerinin yanında kitabı o kadar hoş yapan şey Osmanlı tarihini, ders kitaplarının yaptığı gibi mağrur ve milliyetçi bir dille anlatılan birtakım savaşların, zaferlerin, yenilgilerin ve anlaşmaların toplamı olarak değil, bir dizi tuhaflıkların, acaip olay ve kişiliklerin, çarpıcı, ürpertici, korkutucu, hatta tiksindirici bir resmi geçidi olarak görmesiydi. Bu bakımdan kitap, padişahın önünden onu eğlendirmek için geçen loncaların geçit törenini anlatan Osmanlı surnamelerine benziyordu...” der.
Orhan Pamuk, Reşat Ekrem Koçu’nun “tuhaf hikayeler, acaiplikler” ile “tarihi ve ansiklopedik bilgiler ve elle çizilmiş siyah-beyaz resimlerin bu özel bileşimini halka sevdirip okutmaya” ta 1944’te başladığını hatırlatır. Yani, Tayyip Erdoğan doğmadan 10 yıl önce.
Benim yaş grubumdakiler “Osmanlı tarihi sevgisi ve merakı”nı o tarihi “mağrur ve milliyetçi bir dille anlatılan birtakım savaşların, vs.” toplamı olarak yansıtan Emin Oktay’ınki gibi ders kitaplarından değil, Reşat Ekrem Koçu’dan edindi.
Reşat Ekrem Koçu, muhtemelen, tarihi sevdiren ilk “popüler tarihçi”dir. Bu anlamda, Sezen Aksu’nun dilinden ölümsüzleşmiş nice güzel şiire, milyonlarca insanı ekran başına çeken nice senaryoya ve bu arada “Muhteşem Yüzyıl” dizisinin senaryosuna imza atmış olan Meral Okay’ın “görsel alanın Reşat Ekrem Koçu’su” olduğunu öne sürmek yanlış olmayabilir.
Zaten “Muhteşem Yüzyıl”ın, “Ortadoğu’dan Balkanlar’a” 150 milyon kişi tarafından izlendiğini ve bu sayede Türkiye’ye milyarlarca dolar kazandırdığını hatırlatırsak, bu rakamlar kendi başına kanıt sayılır.
Reşat Ekrem Koçu’nun, çocukluğumda elime geçmiş olan ve bir solukta zevkle okuduğum “Osmanlı Padişahları” adlı 1944’te yazımına başladığı “İstanbul Ansiklopedisi” arşivinden derlenmiş bir kitabı vardır. Gelin, Reşat Ekrem Koçu’nun 60 küsur yıldır hiç kimseyi “Biz, ecdadımızı böyle bilmiyoruz” diye öfkeden kıpkırmızı haykırtmayan ve “yargıyı göreve çağırtmayan” şu satırlarına bir göz atalım:
“Saray dilinde ‘Haseki’ denilen nikahlı zevcelerinden Hürrem Sultana şahane bir aşk ile bağlandı. Osmanlı sarayına esir pazarından bir cariye olarak girmiş olan bu güzel kadın Rusya ovalarında yaşayan ıslav ırkının Roksolan boyundandı... İstanbul sarayının bir numaralı kadını valide Hafsa Sultandı. Sultan Süleyman anasını, toprağa verinceye kadar baş tacı yaptı. Valideden sonra gelen ikinci sima, saray ananelerince, padişaha ilk şehzadesini Sultan Mustafayı doğuran Mahidevran Sultandı... Padişahın gönül tahtında oturduğu ve ona Mehmed, Selim, Bayazid ve Cihangir adında dört oğlanla Mihrimah adında bir kız evlad doğurduğu halde Hürrem bir müddet bu iki kadının gölgesinde kalı; fakat Osmanlı tahtına şehzade Mustafanın yerine kendi oğlu Mehmedi çıkartmak için çalışmaktan da geri kalmadı... Padişahın Mehmedi veliahd ilan edeceği anlaşılınca bir gün haremi humayunda büyük bir rezalet koptu; Mahidevran, narin yapılı Hürreme tecavüz ederek dayak attı, hatta saçlarından tutup yerde sürükledi ve yüzünü tırnak yaraları içinde bıraktı. Vak’ayı duyan ve çok üzülen padişah gönlünü almak için Hürremi huzuru çağırdı... Bu vak’adan sonra Mahidevran gözden düştü. Mağnisada bulunun oğlunun yanına gönderildi. 1533-1534 arasında Hafsa Sultan da ölünce haremi hümayunun baş kadını Hürrem oldu. Mahidevran’ın oğlu Mustafanın padişahlığı Hürremin felaketi demekti, güzel kadın amansız bir kin ile bu şehzadenin vücudunu ortadan kaldırmayı kendisine tek iş bildi ve zincirleme entrikalarla emelinde muvaffak oldu.”
Şu satırlara göz atmakta da yarar var:
“Büyük Padişahın yarım asır süren saltanatının ilk onbeş yılını sadrazam Pargalı İbrahim Paşa doldurur. Bu adam padişahın yalnız veziri değil, şehzadeliğinden nedimi, en mahrem dostu idi... Bağdad halifesi Harun El-Reşid’in Cafer Bermeki’sine benzer. Tıpkı onun gibi, vezir olduktan sonra padişahın kız kardeşi Hadice Sultan ile evlenmişti... Felaketi de Cafere benzedi. 536 yılı Martının 2-22 inci Çarşamba gecesi, ki Hicri 942 yılının Ramazanına rastlar, sahur yemeğini padişahla beraber yedikten sonra orucu niyet edip yattı, derin uykusunda iken cellad kemendi ile boğuldu. Yalnız, Sultan Süleyman Haruna benzemedi, idam ettirdiği yakın dostunun naşına hakaret ettirmedi... İbrahim Paşa Magnisa valisi bulunan büyük şehzade Sultan Mustafayı Hürremin kinine karşı koruyan tek kuvvetti. Ölümü bu güzel kadının padişah üzerindeki nüfuzu ve örülüş tarzı gizli kalmış entrikaları ile izah olunabilir...”
Bu satırlara bakıldığında, Meral Okay’ın “Muhteşem Yüzyıl” senaryosunun bir tv dizi için “kurmaca” olmaktan çıkıp, neredeyse bir “belgesel isabeti” kazanıyor
 “Gerçekçilikten uzak” olduğu yerlerin neresi olduğuna yine Reşat Ekrem Koçu yol gösteriyor: “Tarih kaynaklarımız Kanuni Sultan Süleymanın eşkalini şöyle çiziyor: Uzun boylu, geniş omuzluydu... karaya yakın koyu kumral saçlı, buğday benizli, koyu ela gözlü ve büyük dedesi gibi doğan burunluydu; yetmiş bir yaşındaki çıktığı son gazası Zigetvar seferine kadar da, babası gibi sakal salıvermemişti, pos bıyıklı, fakat bıyığı gür değil, köseçimsi, tel tel idi...”
Bu tanım, “Muhteşem Yüzyıl”da o rolde oynayan aktörün gür bıyığı ve göğsüne kadar inen gümrah sakalı ile pek uyuşmuyor. Zaten dizi herşeye rağmen bir “kurmaca”,  bir “tarih belgeseli” değil. Yine de, senaristine, bu yılın ilk çeyreğinde kaybettiğimiz Meral Okay’a ,ölüm döşeğinde iken, iğrenç iftiralar ve tehditler yöneltildi.
O, bütün bunları  gayet terbiyeli bir dille kaleme aldığı uzun bir mektupla Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e iletmişti. Herhalde, Başbakan’ın böyle kükreyeceğini aklından geçirmemişti.
Başbakan’ın “Muhteşem Yüzyıl”a ilişkin sözleri ne tevil edilmeli, ne de hafife alıp geçiştirilmeli. Önemsenmeli. Önemli çünkü.
Çünkü, ülkeye “tek tipleşme”yi dayatan, tepeden, keyfi, baskıcı ve “tekçi” zihniyetin tohumlarının Başbakan tarafından yeşertildiğini ortaya koyduğu için önemli.
“Muhteşem tehlike” bu...
Yazının Devamını Oku

Bağırarak, azarlayarak olmuyor…

27 Kasım 2012
Bir Amerikalı, hem Mısır ve hem de Türkiye uzmanı olarak kabul ediliyorsa, geçen hafta Washington’da öyle birisinin öne çıkması için idealdi. Türkiye ve Mısır’ın isimlerinin birlikte telaffuz edileceği bir durum Gazze krizi ve ardından gelen ateşkesle ortaya çıkmıştı.

Steven Cook, Council on Foreign Relations adlı ve dış politika konusunda etkili  Amerikan düşünce kuruluşunun Türkiye ve Mısır konulu çalışmalarında uzman sayılıyor. Türkiye ve Mısır üzerine yazdıklarına kulak veriliyor. Foreign Policy dergisine tam da bu konuda “Overdone Turkey” başlıklı bir yazı yazdı. Yazının üzerinde kocaman bir kızarmış hindi fotoğrafı iliştirilmiş.

Yazı başlığı İngilizce dilinin cilvelerinden yararlanmış besbelli. Türkiye’nin de, hindinin de İngilizce karşılığı Turkey. “Overdone” sözcüğü ise “çok pişmiş” anlamına da gelir ve fotoğraftaki gibi hayli kızarmış, hatta yer yer yanmış hindi ile irtibatlanabilir; aynı şekilde “miadını doldurmuş” gibi bir çağrışım yaparak, “Türkiye” sözcüğüyle ilişkilendirilerek, siyasi bir anlam da yüklenebilir.

Söz konusu yazının üzerinde hernekadar “kızarmış hindi” fotoğrafı varsa, yazının içeriği ve vardığı sonuç, Gazze krizinin çözülüş süreciyle birlikte, Türkiye’nin bölgede tekrardan olayların “gözlemcisi”, yani “geriden gelen” bir “izleyicisi”nden ibaret kaldığı; yani, bir başka deyimle “yön verici” rolünü kaybettiği.

Bu köşenin dikkatli izleyicileri açısından yeni bir değerlendirme sayılmaz bu. Bunu, dikkatli olmaya çalışan bir dille, bir süredir burada dile getiriyoruz zaten. İlginç olan, Washington’da Mısır ve Türkiye dendiğinde kulak verilen bir ismin, hafif “ironi” yaparak aynı şeyi vurgulaması.

Sakın yanlış anlaşılmasın, Steven Cook’un “Türkiye karşıtlığı” veya  bu iktidar ile bir sorunu filan yok. Tersine, Türkiye’nin son yıllardaki “Ortadoğu sicili”ni kaydederken, İsrail’e ilişkin tavrına da hak veren cümleler kullanıyor. Özellikle yazısının şu bölümü dikkat çekici:

“Jeostratejik düzeyde,Türkiye’nin Hamas ile ilişkileri, aynı şekilde Başşar Esad’ın Suriye’si, İran ve Libya ile ilişkileri, bunların yanısıra Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle yakın bağları, İsrail ile ilişkilerinin pahasına idi ama Ankara’nın bölgede ve Müslüman dünyada liderliğini oluşturmasıyla ilgiliydi. Gerçeklik şudur: “Kudüs’le stratejik bir ortak olarak, bölgesel bir lider olamazsınız. Ve bölgenin geleneksel büyük oyuncusu Mısır inişteydi. Mübarek döneminde Mısır’ın bir bölgesel lider olduğuna inanan sadece Mübarek’in kendisiydi; oysa Kahire’nin giderek anlamsızlaşması Arapların, Mısır’ın fazlasıyla İsrail ile bağlantılı olduğu algısına dayanıyordu.”

Gayet isabetli bir tespit bu. Bu bölgede “liderlik” gibi bir amacı, daha da yüksek hedefler uğruna, yani “Batı’da elinizi kuvvetlendirmek” ve “dünyanın önemli aktörlerinden biri olmak” için tasavvur ediyorsanız; bunu İsrail ile “stratejik ortaklık” kurarak yapamazsınız.

Ak Parti hükümetinin bunda bir yanlışı yok. “One minute”ta da bir yanlışlık yoktu, Mavi Marmara sonrası “özür dilenmesi” ve “tazminat ödenmesi” taleplerinde de.

Yazının Devamını Oku

Diyarbakır’dan hükümete bakış…

25 Kasım 2012
“Konu”nun siyasi merkezi Diyarbakır’da “hava” nasıl dersiniz?

Sabahın ilk ışıklarında Diyarbakır’a ayak basar basmaz, “açlık grevleri”nin bilinen şekilde çözülmesinden sonra, “patlamaya hazır bir bomba gibi” olan, “gergin şehir”de büyük bir rahatlamanın hüküm sürdüğünü öğreniyorsunuz.

“Yani, Diyarbakır ‘nekahat devri’ne girdi” diyecek oluyorum. “Aynen öyle. Diyarbakır, ağır bir hastalıktan yeni çıkmış, nekahat devrinin rehavetine girmiş gibi” cevabını alıyorum.

Diyarbakır deyince, onu bütün bölge diye de anlayabilirsiniz. Ya da daha da genellersek, Türkiye’nin tüm Kürtlerinin duygu iklimi olarak da.

Doğruca Diyarbakır’ın “muhafazakar çayhanesi”ne yollanıyoruz. Eski Diyarbakır’da çarşı içinde 20 yıldır her cumartesi günü sabah saat 7’de Diyarbakır’ın “muhafazakar kamuoyu” orada toplanıyor, kahvaltı ediyor. Diyarbakır’ın “nabız ölçüm araçları”ndan biri orası.

Umut ışığı arayan insanların şimdi yeni tutamak noktasının ne olduğu vakit geçirmeden anlaşılıyor. Başbakan’ın son günlerde “uslubu ve dilinin değişmiş olması”na bel bağlamaya çalışıyor besbelli ki insanlar.

“Ne dedi ki?” diye soruyorum. “Yani”, diyorlar, “açlık grevleri sırasındaki tahkir edici sözleri pek söylemiyor da…”

Bu gözlemi ileten, bu diyaloga taraf olanlar, BDP kitlesi değil, dikkat etmek gerek. Diyarbakır’ın “muhafazakar nabzı”nın temsilcileri. Başbakan’ın dilindeki “varsayımsal bir değişiklik”ten olumlu bir sonuç üretmeye çalışıyorlar.

Biraz ötedeki Hasanpaşa Hanı’na doğru yürürken, yanıma biri yaklaşıyor. “Size anlatacaklarım var. Medya yanlış biliyor. Size anlatayım, Silvan olayı, öyle medyada anlatıldığı gibi değil” diye söze başlıyor. Hasanpaşa Hanı’nda bir kahveye oturana kadar peşimi bırakmıyor. O da gelip oturuyor ve anlatmaya devam ediyor, herşeyin ters yüz olduğu ve “resmi sunuş” ve “medya dili” ile “PKK’nın Silvan saldırısı”nın nasıl cereyan ettiğini, bunun bir “saldırı” olmadığını, sabah gözlerini açtıklarında üç taraftan asker tarafından sarılmış olduklarını gören PKK’lılar aralarında kayıp vermeyi göze alıp ve üç kayıp verip (herbirinin nereli olduğunu anlatarak) kuşatmaya yarmaya çalıştığını, bir sürü ayrıntıyla dillendirerek konuşuyor.

Yazının Devamını Oku

Gazze ateşkesi: “Parlayan” Mısır, “sönük” Türkiye...

23 Kasım 2012
Bir önceki yazımızda tahmin ettiğimiz üzere Gazze’de “ateşkes” sağlandı. Gazze’deki Filistin halkı, İsrail gibi “askeri güç”e boyun eğmemenin “gururu” içinde, ateşkes ilanını “zafer kutlamaları”yla sokaklara döküldü. İsrailliler ise kararı “sessiz” geçiştirdiler.

“Ateşkes”in iki tarafı, Hamas ile İsrail. “Ateşkes” onlar arasında ama ateşkes “vekalet” yoluyla onlar adına, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Morsi tarafından üzerinden anlaşıldı.
Yani, İsrail, ABD’ye “vekalet” verdi; Hamas ise kendi adına Mısır’ın “arabuluculuğu”ndan medet umdu.
Ateşkes, daha önce de vurguladığımız gibi, Filistin sorununun çözümünde tek bir adım ifade etmiyor. Gazze’ye İsrail kara saldırısının önünü alıyor; önemli kayıplara yol açan (15 İsrailliye karşılık 135 Filistinli hayatını kaybetti), bazıları bakanlık binaları, Hamas merkezlerine yönelik vahşi İsrail hava bombardımanının ve Hamas’ın İsrail’in güneyine yağan İran kaynaklı füze yağmurunun durması anlamına geliyor.
Ortadoğu ve Filistin sorunlarının tarihçesine bakıldığında, “ateşkes”in bundan sonra “ateşkes” gerektirecek yeni ve kapsamlı bir çatışmaya kadar, “silahların teneffüse çıkartılması” anlamına geldiğini ifade edebiliriz.
Bu gibi durumlarda, “askeri olarak kazanan” bakmanın bir manası olmadığı için, “siyasi kazanan”a bakılır.
Gazze ateşkesinin “siyasi galibi”, tartışmasız, Mısır ve Müslüman Kardeşler mensubu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi olmuştur.
Peki, Türkiye? Türkiye’nin bu “ateşkes”te belirleyici bir rolü olmamış mıdır?

Yazının Devamını Oku

Gazze muhasebesi...

21 Kasım 2012
Bu satırlar yazıldığı sırada Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, İsrail’in Gazze saldırısının günün geç saatlerinde sona ereceğini açıklamıştı. Bu satırların yayınlandığı sırada, saldırı, belki de durmuş olacak.

İsrail’in Gazze saldırısı üzerine gelişmeler saate karşı yarış hızıyla, gerek askeri gerekse diplomatik alanda sürüyor. Muhammed Mursi’nin açıklamasından yarım saat sonra Kudüs’te BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ile görüşen Avigdor Lieberman, “İsrail, Gazze’ye karşı kara harekatına giriştiği takdirde, bunun geniş ve çok kapsamlı olacağını” söyledi. Lieberman’ın açıklamasından dört dakika önce İsrail uçakları Gazze’ye son bir buçuk saat içindeki üçüncü hava saldırısını gerçekleştirmişlerdi.
Tam bu sıralarda bir üst düzey İsrail yetkilisi, Gazze’ye kara harekatı başlatma kararının, Mısırlılara İsrail ile Hamas arasında bir ateşkesi sağlamaları için daha fazla süre tanımak amacıyla, en az bir gün ertelendiğini bildirdi.
Kahire’de bulunan Hamas’ın siyasi büro şefi Halit Meşal ile İslami Cihad örgütünün genel sekreteri, Mısır istihbaratının başı General Rifat Şehata ile salı günü (bugün) ateşkes anlaşmasının ayrıntılarını görüşmeyi tasarlıyorlardı. Hamas’ın önerilerine cevaplarını bildirmek üzere, görüşmelerde yer alan İsrail heyeti de bugün Kahire’de bekleniyor. Mısır yetkilileri, tarafların ateşkese çok yakın olduklarını, ama İsrail’den daha fazla “esneklik” beklendiğini İsrail gazetesi Haaretz’e açıkladılar.
Bu arada, Güneydoğu Asya’da bulunan Başkan Obama’nın bölgeye gönderdiği Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ile BM Genel Sekreteri Ban ki Moon’un bugün İsrail’e ulaşmaları ve yarın İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ile görüşmeleri bekleniyor.
Bu “diplomatik trafik” ve Mısırlılardan gelen sinyallere bakılırsa, İsrail’in Gazze’ye “geniş ve çok yönlü bir kara harekatı”na girişeceği, pek gerçekçi gözükmüyor.
Durumla ilgili en çarpıcı gelişmelerden biri, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Gazze’ye giden “ilk üst düzey Türk yetkili” olarak Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil el-Arabi başkanlığında 9 Arap dışişleri bakanıyla birlikte Mısır’ın Rafah kapısından, İsrail hava saldırısı altındaki topraklara girmesi oldu. Davutoğlu, yol boyunca ve Gazze’de Türk bayrakları ve Türkiye lehine tezahürat yapan Filistinliler tarafından selamlanarak karşılandı.
Türkiye’nin “Ortadoğu’da oyun kurucu” olmak gibi iddialı sözlerle uyuşmayan bir konuma girdiğini düşünmekten vazgeçmiş değilim ama Arap ve Müslüman halkın gönüllerinde, özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “İsrail terörist bir devlettir” diye haykırmasından ve İsrail’in Gazze saldırısı üzerine Obama’yı terslemekten çekinmemesinden ötürü, özel bir yere yerleşmiş olduğu da tartışılmaz.

Yazının Devamını Oku

Açlık grevlerinin ardından…

19 Kasım 2012
Yaklaşık iki haftadır her güne tedirgin başlayıp, üstelik Türkiye ile arasında büyük saat farkı bulunan ülkede o duygu daha da kuvvetlenmişken. “açlık grevleri”nin sona erdiğini duymak, tanımı zor bir sevinç hali.

İşin “insani” ve “vicdani” yanına yakın ölçüde, “siyasi önemi”  de vardı. Eğer tek bir can yitirilse, Kürt sorununun zaten içinde bulunduğu “şiddet sarmalı”, tamir edilmesi bundan böyle çok daha zorlaşacak biçimde “helezoni” olarak tırmanma potansiyeli taşıyordu.

 

“Açlık grevleri”nde ölüm vakaları kendiliğinden “efsane” oluştururlar ve o “efsane” üzerinden yeni “siyasi kimlik” oluşur. Hafta içinde, Bobby Sands ve IRA’yı bu bağlamda, İngiltere-Kuzey İrlanda tecrübesini bilenlerle konuşuyorduk. Birisi, “Sinn Fein de, IRA da vardı ama Sinn Fein de, IRA da, Bobby Sands’in açlık greviyle birlikte Sinn Fein ve IRA oldular” dedi.

 

Bobby Sands ve arkadaşları “açlık grevi” sonucunda, Kuzey İrlanda’nın bizdeki “Diyarbakır Cezaevi”ne tekabül eden kötü ünlü “Maze Hapishanesi”nde hayatlarını kaybettikleri vakit, IRA’nın silahlı mücadelesi 12 yaşındaydı. Onların ölümünden sonra, IRA, “Bobby Sands efsanesi” üzerinden güçlenerek ve katılaşarak, silahlı mücadelesini artan ölçülere vararak, 17 yıl daha sürdürdü. Sinn Fein, temel aktör oldu.

 

Yazının Devamını Oku

Gazze’nin “Acı Gerçeği”, Türkiye’nin hali…

18 Kasım 2012
Halifax-Kanada-ABD’nin Cumhuriyetçi yönetimlerinde en üst düzeyde görevler üstlenmiş olan ve bu dönem önemli düşünce kuruluşlarının birkaçını yöneten Dov Zakheim’a, “Ne düşünüyorsunuz?” diye soruya girdim, “İsrail, Gazze’ye girecek mi?*

Dov Zakheim, en ufak tereddüt göstermedi; “Kesin” diye cevapladı. Cevabı verilemeyen bir soru ise ortada duruyor: “Hamas, kendisini çok zora sokacak bir şekilde, İran’ın işini niçin üstlendi?”

 

Bu soru, Kanada’nın kuzey Atlantik kıyısında Halifax’da dördüncü kez toplanmış olan “Uluslararası Güvenlik Forumu”na katılmak üzere dünyanın dört bir köşesinden gelmiş uzmanların cevabını kolay veremedikleri bir soru.

 

Ortadoğu, dünyanın en ilginç bölgesi; bir anda ta Atlantik kıyısında dünyaca ünlü bir dizi güvenlik ve dış siyaset uzmanının gündemine kendi damgasını vuruveriyor.

 

Yazının Devamını Oku