Yeni Akit’in “Şemdin Sakık’tan bombalar” diye ön-haberini verdiği kepazeliğin arkasında, bundan 14 yıl önce “Şemdin Sakık’ın itirafları”nda olduğu gibi “devlet içi bir odak”ın “parmak izleri”ni kolaylıkla farketmiştim. 14 yıl öncekinin Genelkurmay içinde hazırlanmış “andıç” olduğu ortaya çıktı. İkincisi, “asker-sivil işi”; bundan o tarihlerden, hatta öncesinden haberim var.
Yeni Akit-Habervaktim gibi “nefret üretim merkezleri”nin benim açımdan önemi yoktu. Kime aracılık etmiş oldukları önemliydi. O dönemde, işin sanıldığından daha girift olduğunu anlatmak için didinirken, “bizim mahalle” omuz silkiyordu; “Yeni Akit’in ne olduğu belli, ne önemsiyorsun” havasındaydılar.
Ne Yeni Akit’i, ne “ikiz kardeşi”ni önemsediğim vardı; mesele, bu ikisinin “arkası”ndaydı. Ondan da önemlisi, “kumpas”ın içine “iktidar merkezi”nin de girmiş olması ihtimaliydi.
Ağustos ayındaki çabalarımın doğrulanması ve isabetinin ortaya çıkması için üç ay yetti. Pervasız “devletimiz”, Şemdin Sakık’tan “Ergenekon tanığı” üretti. Aklı başında herkes, Şemdin Sakık sayesinde Ergenekon davası sürecinin “lekelenmek istendiğini” de farketti. Şemdin Sakık, gizli tanığı olduğu davayla hiç ilgisi olmayacak şekilde benim de dahil olduğum isimlere iftiralar ve yalanlar yöneltti.
Üç ay önce, namuslu Ömer Faruk Gergerlioğlu, Yılmaz Ensaroğlu, Hidayet Şefkatlı Tuksal gibi İslami kimlikli aydınlar “Sessizkalmamakgerek.com” adlı bir internet sitesiyle alçaklığa karşı durmuşlar ve aralarında çalıştıkları yayın organlarında işlerini kaybedenler olmuştu.
Üç ay sonra, Şemdin Sakık, “gizliden açığa dönen tanıklığı”nda hiç yeri yokken yalanlarla bizi tekrar hedef haline getirmeye kalkıştı ve bu kez Taraf gazetesi de hedef oldu. Taraf’ın bu kez “suç duyurusu”nda bulunmuş olmasını hayra alamet gördüm.
1998’de kamuoyuna “Şemdin Sakık’ın itirafları” diye sunulan, daha sonra Genelkurmay’da hazırlanmış olduğu ortaya çıkan sözde belge konuldu.
Buna göre, Şemdin Sakık, benim de dahil olduğum bazı isimlerin PKK’dan “para almış olduğu”nu itiraf etmişti. Bunun kirli bir tezgåh olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Şemdin Sakık’ın böyle bir ifade vermediğini, aynı yıl, DGM Savcısı tarafından önüme konulan “gerçek ifadesi”nde gördüm. “Andıç”a konu olan hiçbir şey söylememişti.
“Andıç”ın hedeflerinden M. Ali Birand, dünkü yazısında, “Her şeyden önce bizim “Andıç” davamızdaki tutumunu değerlendirerek konuya girersem, Şemdin Sakık'ın doğrucu bir insan olduğunu söylemem gerekir. Zira askerlerin, benim de içinde olduğum bir grup insanla ilgili lekeleme kampanyasına Sakık karşı çıkmıştır. İstese, Genelkurmay ile anlaşır, hatta cezaevi koşullarını iyileştirme pahasına sesini çıkartmazdı.? ?Bunu yapmadı ve demeç verdi. Genelkurmay'ın yalanını ortaya koydu. Bu açıdan baktığımda ben de namuslu bir insan izlenimi bıraktı” diye yazdı.
Ama Ergenekon davasının “gizli tanığı” olarak mahkemede söylediklerini duyduktan ve basındaki tartışmalara bakınca, M. Ali, besbelli fikrini değiştirmiş, ki, ardından şu satırlara yer verdi:
“Ancak, geçen Ağustos ayında Akit Gazetesi’ne yazdığı iddia edilen mektup ve önceki günü Silivri'de anlattıklarını dinledikten sonra da bu tanıklığın son derece hatalı olduğu sonucuna vardım.
Sakık'ın Akit gazetesine yazdığı iddia edilen mektubu o dönemde hiç ciddiye almamıştım. Ancak şimdi genel yaklaşımını bir araya getirince durumun garabeti ortaya çıktı.? ?Mektupta, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Yasemin Çongar, Ahmet ve Mehmet Altan'ların Öcalan ile görüşme amaçlarının sadece gazetecilik değil, örgütün gücünü kullanmak olduğu anlatılıyordu.? ?Hoppalaaa... Üstelik ne Yasemin ne Mehmet-Ahmet Altan kardeşler Öcalan ile görüşmüşlerdi. Hasan ve Cengiz hakkında böyle bir iddiada bulunmak ise, açıkça bir yalancılıktır…”
Benim hakkındaki fikrim, yaz aylarında M. Ali Birand’ın sözünü ettiği Yeni Akit gazetesi ve Habervaktim sitesi gibi “karanlık odaklar”ın sözcülüğünü yapan unsurlarla aşna fişne olduğunda değişmişti zaten. Şemdin Sakık’ı da içine alan yayın faaliyetinin arkasında kimlerin olduğunu öğrendiğim için, günler boyu, bu köşeden birşeyler anlatmaya çalıştım.
Adeta bir “uyulması gereken ilkeler” halinde, sürekli olarak hatırlanması için asılmış gibi duruyor:
“Düşünme,
Düşüneceksen konuşma,
Konuşacaksan yazma,
Yazacaksan yayınlama,
Yayınlayacaksan adlandırma,
Adlandıracaksan; hiç durma,
Başbakan Tayyip Erdoğan ise, “ölüm sınırı”na gelip dayanan “açlık grevleri”ne ilişkin kaskatı bir tavır aldı. “Dağda öldürmek ve cezaevinde ölmek yoluyla şantaja devlet boyun eğmez” dedi. Yani, bu durumda, açlık grevlerini sürdürenler, ya vazgeçecekler ya da ölecekler.
Önce bir “ahlåki vecibe”yi yerine getirmeli ve Diyarbakır Barosu’nun “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı dün yaptığı açıklamanın büyük bölümünü aktarayım; zira medyada olması gereken ölçüde yer bulmayacağına adım gibi eminim. Şöyle:
“12 Eylül 202 tarihinde 7 cezaevinde 63 mahpus ile başlayan ve şu an 65 cezaevinde bulunan 656 mahpusun ‘Ana dilde eğitim, Kürtçe savunma ve Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’ talebiyle sürdürdükleri açlık grevi 49. gününe geldi.
Açlık grevlerinde 49. Gün ölüm sınırı demektir. Cezaevlerinden her an bir ölüm veya toplum ölüm haberleri gelebilir. Mahpusların açlık grevleri sonucu ölmeleri, insanlık vicdanında hep yaralar açmıştır. Hiçbir vicdan bu trajik sona seyirci kalmamalıdır.
Mahpusların talepleri haklı, meşru ve demokratik taleplerdir. Bu taleplerden ‘Kürtçe savunma’ ve ‘Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’, herhangi bir yasal düzenlemeyi dahi gerektirmeyen, tamamen haksız uygulamadan kaynaklı sorunlardır. Hükümet son yıllarda restleşerek sorunları daha da içinde çıkılmaz hale getirmektedir...
Hükümet/devlet, yurttaşlarının bireysel ve kolektif haklarına saygı duyarak, İlahı hukuktan, uluslararası sözleşmelerden ve insanlık vicdanından doğan bu hakları bir an önce tanımalı; şiddetin, ölümlerin sosyo-politik nedenlerini ortadan kaldırmalıdır.
Mahpusların bu talepleri, gerek baro, gerek Kürt hukukçu ve avukatları olarak bizim de taleplerimizdir. Açlık grevinin ölüm gibi trajik bir sonuca ulaşmaması için herkesten, bütün taraflardan azami duyarlılık bekliyoruz. Aynı şekilde açlık grevlerinde bulunan mahpuslardan da eylemlerini ölüme vardırmamalarını talep ediyoruz. Eylemin büyük etki yarattığı ve kısa sürede taleplerin yerine geleceğini umuyor ve bekliyoruz. Aksine bir tutum veya meşru olmayan bir müdahale olması halinde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracak ve toplumda infial uyanacaktır...
Abdullah Öcalan’ın kardeşinin bir yıl içinde kendisiyle iki kez görüşebilmiş olduğunu biliyoruz. Avukatlarının her görüşme talebi ise, mevsim ne olursa olsun, “koster bozuk” gerekçesiyle yerine getirilmedi.
İmralı’ya ziyaretçi taşıyan kosterin “siyasi” olarak bozuk olduğu besbelli idi. İktidar, Kürt sorununa yaklaşımında, Abdullah Öcalan’ı “denklem dışı”na çıkarmaya karar vermişti. O yüzden, Öcalan ile görüşmelerin önünü de kesmekte kararlı davrandı.
1990’ların ikinci yarısından başlayarak, 2011’in ortalarına kadar, “devlet”, Öcalan ile çeşitli düzeylerde görüşürken, niçin, 2011 yılının ikinci yarısında başlayarak “denklem dışı” ya da “devre dışı” bırakılmasına karar verildi?
Buna verilen basmakalıp “devlet” cevabı, PKK’nın Oslo’da kurulmuş olan “barış masası”nı Silvan saldırısıyla bir tekmeyle devirdiği, PKK’nın barış istemediği, Abdullah Öcalan’ı da “boşa çıkarttığı”. Böyle bir durumda, yani “barış imkånları”nın bizzat PKK tarafından yok edildiği bir durumda, Abdullah Öcalan ile “diyalog”un bir yararının kalmadığı hükmüne varılmıştı. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın “güvenilirliği” ya da örgütüne sözünün ne derece geçtiği de şüpheliydi.
Dışarıya söylenenler bunlardı. “Devlet” kaynaklı bilgilerin “filtre”den geçirilmesi adeti bulunmadığı için, “Oslo süreci”nin PKK tarafından Silvan’da çökertildiği, tartışılmaz bir “tarih gerçeği” olarak kabul edildi ve müzakere yoluyla çözüm yanlıları dahi, “psikolojik savaş”a Silvan gerekçesiyle cephane taşıdılar.
“Oslo süreci”nin çöktüğü doğruydu. Nitekim, o gün bugündür şiddet tırmanmasıyla bir yaz dönemi içinde rekor can kayıpları yaşandı. Ancak, böylesine “dramatik” bir gelişmenin tek bir sebebi olamazdı. Azıcık siyaset kavrayışı ve tecrübesi olan, biraz Kürt sorununun tarihçesi ve arka planı ile ilgili bilgisi bulunan hiç kimse, “Oslo süreci”nin çöküşünü tek kelimelik bir cevaba, Silvan’a indirgeyemezdi.
Kendi payıma Silvan’a, “Oslo süreci”ni sona erdiren tek neden olarak hiçbir vakit inanmadım ve inanmamanın ötesinde öyle olmadığını da biliyorum.
Tıpkı, PKK’nın Kandil’deki yönetici kadrosunun ağır basan ve İran ve Suriye ile fingirdeyen bir bölümünün, Abdullah Öcalan’a rağmen olmasa bile, onu gözardı ederek “devrimci halk savaşı”nı dayattığını bildiğim gibi.
Yarın ise Cumhuriyet Bayramı. Suriye’deki ateşkesin de son günü. Uzayıp uzamayacağını göreceğiz. Kurban Bayramı, Türkiye’de 58 hapishanede 50’si “tehlike eşiğinde”, 700 dolayında kişinin “açlık grevleri”nin sona erdirilmesine vesile olmadı.
Ama, “açlık grevleri”ne ilişkin “toplumsal duyarsızlık” ile “medyatik suskunluk” da sona erdi. Bütün Bayram günleri, “açlık grevleri”, başka bir deyişle “ölüm oruçları” konusunda haberler, tartışmalar, hatta polemiklerle geçti.
Ortalıkta dolaşan, baktığınızda itirazı mümkün olmayan yani “doğru” gibi görünen ama bir sürü “boş” laf var. Örneğin, “Ölüm değil, hayattır kutsal olan. Bayramların bayram olabilmesi için yaşam’a, yaşam hakkına sahip çıkmak zorundayız” gibisinden güzel sözler…
Bu sözler, “açlık grevlerinin sona ermesi” için “ne yapılması gerektiği”ne dair, somut ve elle tutular hiçbir şey söylemiyorlar.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bir cezaevine gidip “açlık grevcileri”yle görüşmesi ve bu arada “anadilde savunma” konusunda yakın gelecekte önemli adımlar atılacağı “müjdesi”ni vermesi, olumlu karşılandı. Açlık grevlerinin sona erdirilebileceği konusunda umutlar yeşertilmek istendi.
“Dışarıda” ise dikkatler Suriye üzerinde yoğunlaşmıştı. Zira, Suriye’de bu bayram vesilesiyle bir “ateşkes”in yürürlüğe girmesi için ilk kez ciddi bir şansın doğduğu görüntüsü yayılmıştı. Suriye’ye ilişkin bu ani “umut kabarışı”na yol açan, BM ve Arap Birliği’nin ortak özel temsilcisi, Cezayirli kıdemli diplomat Lakhdar Brahimi’nin açıklaması oldu. Lakhdar Brahimi, BM Güvenlik Konseyi’ni haberdar etmeden önce, Kahire’de düzenlediği basın toplantısında “Suriye rejiminin bir ateşkes ilanına hazır olduğunu ve kendisiyle görüşen çeşitli isyancı fraksiyonların da ateşkese saygı göstereceklerine söz verdiklerini” bildirmişti. Brahimi, buradan hareketle, “Bu girişimin üzerine gerçek bir ateşkes müzakeresini konuşmayı oturtabiliriz; daha uzun ve daha güçlü ateşkesi” diye de eklemişti. Açıklamasını yaptığı sırada, “uluslararası arabuluculuk” çabalarıyla tanınan şahsiyetler arkasında sıralanmıştı: Eski ABD Başkanı Jimmy Carter ile eski İrlanda Cumhurbaşkanı Bayan Mary Robinson…
Lakhdar Brahimi, bugünkü sıfatını ve rolünü Kofi Annan’ın “başarısızlığa uğraması” üzerine üstlendi. Brahimi’nin Kofi Annan’ın olumsuz tecrübesinden yola çıktığını görerek, “Arap sahası”nı çok daha iyi bilip değerlendirebileceğine bakarak, “umutlu” olmak gerekir mi? Cevap, ne yazık ki, pek “umutlu” olmayacak. Zaten, Suriye’de barış girişiminin gelip dayandığı nokta, içine girdiği fazlaca “mütevazı” aşama, her şeyi yeterince açıklıkla ortaya koyuyor.
Kofi Annan, o sırada Suriye’de bulunan BM gözlemcilerinin denetiminde, Suriye ordusunun ağır silahlarının şehir merkezlerinden çıkartılmasını ve şehirlerin çevresindeki askeri kuşatmanın kaldırılmasını öngören ama , “rejim ile muhalefet arasında görüşmelerin başlatılması”nı “esas alan” bir “barış planı”nı gündeme getirmişti. Kofi Annan’ın planının “en sakat” noktası, rejime “meşruiyet kazandıran” veçhesi idi. Bir yanıyla, Rusya’nın hatta İran’ın aldığı pozisyonunu güçlendiriyordu. Lakhdar Brahimi’nin girişimi, Annan’a oranla daha gerçekçi ama bir yandan da Annan’ınkinden çok daha geride. “Rejim” ve “muhalifler”in görüşmeye oturmasını özendirdiği yok. “Önce ateşkes” derdinde. Üstelik, bu “Bayram ile sınırlı” yani bir “geçici ateşkes.”
Eğer, bu ateşkes tutarsa, ondan sonra nefes almadan bunun üzerine oturtulacak “gerçek bir ateşkes”in “müzakere edilmesi”ni düşünecek Brahimi. Kendi deyimiyle “daha uzun” ve “daha güçlü” ateşkesi…BM Güvenlik Konseyi’nin dönem başkanlığını yapan Guatemala, “Brahimi önerisi”ni açıklarken, Konsey’in şu çağrısını duyurdu: “Konsey, tüm tarafları, özellikle daha güçlü taraf olan Suriye Arap Cumhuriyeti’ni Ortak Özel Temsilci’nin (Lakhdar Brahimi) girişimine olumlu karşılık vermeye çağırır.”
Sonuç?
Dün bayramın birinci günüydü ve Suriye rejimi, dünden başlayarak pazartesine kadar sürecek bir ‘bayram ateşkesi’ ilan etti. Muhalifler de, ateşkese ‘uyacaklarını’ bildirdiler ve ‘mahkûmların serbest bırakılmasını’ istediler. Ama isyancı bazı komutanlar (Hür Suriye Ordusu), Başşar Esad, görünürde Şam’da ateşkes görüşmesi yaparken, ona bağlı güçlerin Hums yanındaki Kuseyr ve kuzeyde İdlib yakınındaki Maaret el-Numan’a top mermisi yağdırdıklarını açıkladılar. Onların arasındaki temel kanaate göre, Şam rejimi bir ateşkese, zaman kazanıp tekrar güçlerini düzenlemek ve isyancıların kazançlarını geri çevirmek amacıyla rıza gösterecektir.