Cengiz Çandar

“MHP ideolojisi” iktidarda mı?

14 Kasım 2012
12 Eylül askeri darbesinden sonra oluşan rejimin söylemlerine ve eylemlerine bakarak, darbenin hapse attığı dönemin MHP lideri Alparslan Türkeş, “Biz hapisteyiz, ideolojimiz iktidarda” demişti. Doğru söylemişti. 12 Eylül askeri rejimi, bir yandan yüzlerce MHP’li ve “Ülkücü”yü hapishanelerde inim inletir, işkence dahil her türlü baskıya maruz bırakır, hatta idam sehpasına gönderirken; MHP’liler kendi “söylemleri”nin “eylemi”ni askeri cunta yönetiminin uygulamalarında görüyordu.
Benzeri bir durum, şimdi de söz konusu. Aradaki –elbette ki- önemli fark, Türkiye’de görünürde bir “askeri rejim” yok, Alparslan Türkeş’in halefi Devlet Bahçeli, cezaevinde değil.
Ama, bugün Devlet Bahçeli kalksa ve “Bu ne iş; biz muhalefetteyiz, her gün Başbakan’ın polemiklerinin hedefindeyiz ama ideolojimiz iktidarda” dese, doğru söylemiş olur.
Söylüyor da sayılır. Nitekim, Devlet Bahçeli, parti grubunda dün yaptığı konuşmada, Başbakan’ın MHP’nin 11 yıl önceki pozisyonuna geldiğini söylemiştir:
“... Başbakan’ın şimdi idamı geri getirmek istemesi eğer sinsilik değilse, yeni bir oyunun göstergesidir... Erdoğan madem işi buraya kadar getirmiştir, idamla ilgili kanun teklifini hemen Meclis’e getirmelidir. MHP’nin desteği olacaktır. Biz diyoruz ki, hodri meydan...”
Uzunca bir süredir, Başbakan’ın söylem ve eylemlerinin önemli bir bölümü için “ayar”ı, Devlet Bahçeli yani MHP veriyor; iktidarın yapabileceklerinin ve yapılmayacaklarının sınırı MHP tarafından çiziliyor. Başbakan’ın kullandığı dil ve uslup büyük ölçüde “MHP hesabı” yapılarak oluşturuluyor.
Başbakan, MHP’nin söylem ve eylemine yakın durduğu sürece –ki, kendi hesaplarına göre, durmaya mecbur; attığı her adımdan bir öteye gitmesi için ya MHP tarafından sıkı takipte olacaktır ya da MHP ile buluştuğu her noktada desteklenecektir.
Cumhurbaşkanı’nın 2014’te ilk kez doğrudan halk tarafından seçilmesi anayasa girdikten beri, Tayyip Erdoğan, elinde bir “hesap makinası”, sürekli toplama-çıkartma yapıyor; ne yaparsa nereden kaç oy gelir, nereden kaç gider. Ne de olsa, en az yüzde 50 gerek kendisine cumhurbaşkanı seçilmek için.
Kuvvetli ve pek de yanlış olmayan bir kanaati var; PKK-BDP seçmen tabanı, ağzıyla kuş tutsa, kazanılamaz diye düşünüyor. Ama, belirli bir söylemle MHP seçmen tabanının kazanılabileceğini 12 Eylül 2010 referandumu ile 12 Haziran 2011 seçimlerinde gördü. “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hesabı, PKK- BDP seçmen tabanını oluşturan 3 milyon oyu, MHP’nin söylemini ve hatta eylem çizgisini benimseyerek ve dolayısıyla MHP’yi “anlamsızlaştırarak” elde edebileceği oy desteğiyle, kolaylıkla feda edebileceği anlaşılıyor.
O yüzden, Kürt sorununda ülkenin zaten hayli hasar görmüş “iç dokusu”nun tamir edilemez bir şekilde tahrip olmasına yol açabilecek söylemini değiştirmeye gerek görmüyor. Kısacası, tınmıyor gibi.
“Açlık grevleri”ne ilişkin kullandığı dil öyle, daha da öteye bazı milletvekilleri de “süresiz ve dönüşümsüz” diye açlık grevine gitmiş olmalarına karşılık, BDP’yi “şeytanlaştırmak”tan vazgeçmiyor. Bu konuda dün kullandığı dil şöyleydi:
“Bu eylemlere biz pabuç bırakmayız. O cezaevlerindeki gençleri terör örgütünün baskısından kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacağız. BDP vekilleri de açlık grevine varsın devam etsinler. Bu arada şiş kebaplar falan gelmesin. Bunların bazılarının nefis terbiyesine ve ciddi şekilde rejim yapmaya ihtiyaçları var. Rejim yaparken bir diğeri diğerine ciğer kebabı takdim ediyor. Bu rejimi faşizme çevirmesinler.”
Hani “kavgada bile söylenmez” denilen sözler var ya, bunlar, o cinsten. Başbakan, tepkisinde haklı olduğu varsayılsa bile, bu “dil” ve “uslup” ile, bu “sözcük” seçimiyle, siyasi karşıtlarını “aşağılayan” ve daha da önemlisi, bu sözlerin sarfedildiği siyasi ortam göz önüne alınırsa “zalimce” olarak algılanmaya uygun bir profil çizmiş oluyor.
Sözlerinin içerik bakımından doğru olup olmamasından daha önemli yanı bu.
Peki, “pragmatizm”i yani bir anlamda “siyasi esneklik yeteneği” de bilinen ve bu özelliği sayesinde bunca zamandır başarıyla hayli uzun yol kat’etmiş olan Başbakan’ın o yönü hiç kalmadı mı?
“Verdiğimiz sözü anadilde savunma hakkını yerine getireceğiz” demiş olmasından, o özelliğini tümden yitirmediği anlaşılıyor. Eğer, “açlık grevleri”nin üç temel talebinden biri “anadilde savunma hakkı” olmasaydı, bugünlerde Başbakan’ın söz etmesi için, yasa tasarısının Meclis’e sunulması için bir neden ya da bir işaret var mıydı?
Yoktu. Konunun gündeme gelmesi ve Başbakan tarafından kabul edilmesi, düpedüz, “açlık grevleri”nin etkisi ve Tayyip Erdoğan’ın bundan etkilenmesi sonucunda oldu. Yani, demek ki, iş, sadece bir “şantaj, blöf, şov” değilmiş ki, Başbakan nazarı itibara alıyor, almak zorunda kalıyormuş.
Ama, Başbakan’ın “anadilde savunma hakkı”na ilişkin olarak “Onlar için değil, milletimiz, halkımız için yapıyoruz” sözlerine ne demeli.
Geçiniz, demeli. Hep böyle söylenir zaten. Örgüt ve kadroları, cezaevlerinde açlık grevlerine girenler için söylediği sözcüklerin de 1990’larda, sorun en kanlı döneminden geçerken, “askeri vesayet rejimi”nin bakış  açısından ve o dönem kullanılan sözlerden pek bir farkı yok.
Bu “sorun” öyle çözülemedi. Çözülemeyecek de.
Mesele, Tayyip Erdoğan’ın neye dönüşmekte olduğunu farkedip farketmemesinde ve iktidarının ilk yıllarındaki kendisine dönüş yapabilme yeteneğine sahip olup olmamasında.
Yazının Devamını Oku

Başbakan, Şemdin Sakık, Ergenekon tuzağı...

11 Kasım 2012
Bundan üç ay önce Şemdin Sakık, bu kez, Yeni Akit gazetesi ve onun ikizi Habervaktim sitesi tarafından bana yönelik iftiralarla aradan tam 14 yıl geçtikten sonra “hortlatılınca” arka arkaya üç yazı yazdım bu köşede.

İlkinin başlığı “Yazıklar olsum size...” idi. İlk yazının sonunda “’Şemdin Sakık’ıh itirafları’na dayandırılan ‘andıç’ devlet işiydi. ‘Şemdin Sakık’ın bombaları’na dayandırılan utanmaz, arlanmaz, bu son ‘tertip’ de 28 Şubat’ınkinden farklı bir odak tarafından düzenlenmiş dahi olsa, yine devlet işi olabilir” diye yazmış; “ Bize yönelik bu alçaklık ve hainlik karşısında içimden ‘Yazıklar olsun size’ demekten başka bir şey gelmiyor” diye de bitirmiştim.

Yeni Akit’in “Şemdin Sakık’tan bombalar” diye ön-haberini verdiği kepazeliğin arkasında, bundan 14 yıl önce “Şemdin Sakık’ın itirafları”nda olduğu gibi “devlet içi bir odak”ın “parmak izleri”ni kolaylıkla farketmiştim. 14 yıl öncekinin Genelkurmay içinde hazırlanmış “andıç” olduğu ortaya çıktı. İkincisi, “asker-sivil işi”; bundan o tarihlerden, hatta öncesinden haberim var.

Yeni Akit-Habervaktim gibi “nefret üretim merkezleri”nin benim açımdan önemi yoktu. Kime aracılık etmiş oldukları önemliydi. O dönemde, işin sanıldığından daha girift olduğunu anlatmak için didinirken, “bizim mahalle” omuz silkiyordu; “Yeni Akit’in ne olduğu belli, ne önemsiyorsun” havasındaydılar.

Ne Yeni Akit’i, ne “ikiz kardeşi”ni önemsediğim vardı; mesele, bu ikisinin “arkası”ndaydı. Ondan da önemlisi, “kumpas”ın içine “iktidar merkezi”nin de girmiş olması ihtimaliydi.

Ağustos ayındaki çabalarımın doğrulanması ve isabetinin ortaya çıkması için üç ay yetti. Pervasız “devletimiz”, Şemdin Sakık’tan “Ergenekon tanığı” üretti. Aklı başında herkes, Şemdin Sakık sayesinde Ergenekon davası sürecinin “lekelenmek istendiğini” de farketti. Şemdin Sakık, gizli tanığı olduğu davayla hiç ilgisi olmayacak şekilde benim de dahil olduğum isimlere iftiralar ve yalanlar yöneltti.

Üç ay önce, namuslu Ömer Faruk Gergerlioğlu, Yılmaz Ensaroğlu, Hidayet Şefkatlı Tuksal gibi İslami kimlikli aydınlar “Sessizkalmamakgerek.com” adlı bir internet sitesiyle alçaklığa karşı durmuşlar ve aralarında çalıştıkları yayın organlarında işlerini kaybedenler olmuştu.

Üç ay sonra, Şemdin Sakık, “gizliden açığa dönen tanıklığı”nda hiç yeri yokken yalanlarla bizi tekrar hedef haline getirmeye kalkıştı ve bu kez Taraf gazetesi de hedef oldu.  Taraf’ın bu kez “suç duyurusu”nda bulunmuş olmasını hayra alamet gördüm.

Yazının Devamını Oku

Karanlık oyun...

9 Kasım 2012
Şemdin Sakık’ın kişiliği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Türkiye’deki herkes gibi onu yıllarca PKK’nın bölgedeki en etkili askeri komutanı olarak ismen tanımıştım.

1998’de kamuoyuna “Şemdin Sakık’ın itirafları” diye sunulan, daha sonra Genelkurmay’da hazırlanmış olduğu ortaya çıkan sözde belge konuldu.
Buna göre, Şemdin Sakık, benim de dahil olduğum bazı isimlerin PKK’dan “para almış olduğu”nu itiraf etmişti. Bunun kirli bir tezgåh olduğu çok geçmeden anlaşıldı. Şemdin Sakık’ın böyle bir ifade vermediğini, aynı yıl, DGM Savcısı tarafından önüme konulan “gerçek ifadesi”nde gördüm. “Andıç”a konu olan hiçbir şey söylememişti.
“Andıç”ın hedeflerinden M. Ali Birand, dünkü yazısında, “Her şeyden önce bizim “Andıç” davamızdaki tutumunu değerlendirerek konuya girersem, Şemdin Sakık'ın doğrucu bir insan olduğunu söylemem gerekir. Zira askerlerin, benim de içinde olduğum bir grup insanla ilgili lekeleme kampanyasına Sakık karşı çıkmıştır. İstese, Genelkurmay ile anlaşır, hatta cezaevi koşullarını iyileştirme pahasına sesini çıkartmazdı.?  ?Bunu yapmadı ve demeç verdi. Genelkurmay'ın yalanını ortaya koydu. Bu açıdan baktığımda ben de namuslu bir insan izlenimi bıraktı” diye yazdı.
Ama Ergenekon davasının “gizli tanığı” olarak mahkemede söylediklerini duyduktan ve basındaki tartışmalara bakınca, M. Ali, besbelli fikrini değiştirmiş, ki, ardından şu satırlara yer verdi:
“Ancak, geçen Ağustos ayında Akit Gazetesi’ne yazdığı iddia edilen mektup ve önceki günü Silivri'de anlattıklarını dinledikten sonra da bu tanıklığın son derece hatalı olduğu sonucuna vardım.
Sakık'ın Akit gazetesine yazdığı iddia edilen mektubu o dönemde hiç ciddiye almamıştım. Ancak şimdi genel yaklaşımını bir araya getirince durumun garabeti ortaya çıktı.?  ?Mektupta, Hasan Cemal, Cengiz Çandar, Yasemin Çongar, Ahmet ve Mehmet Altan'ların Öcalan ile görüşme amaçlarının sadece gazetecilik değil, örgütün gücünü kullanmak olduğu anlatılıyordu.?  ?Hoppalaaa... Üstelik ne Yasemin ne Mehmet-Ahmet Altan kardeşler Öcalan ile görüşmüşlerdi. Hasan ve Cengiz hakkında böyle bir iddiada bulunmak ise, açıkça bir yalancılıktır…”
Benim hakkındaki fikrim, yaz aylarında M. Ali Birand’ın sözünü ettiği Yeni Akit gazetesi ve Habervaktim sitesi gibi “karanlık odaklar”ın sözcülüğünü yapan unsurlarla aşna fişne olduğunda değişmişti zaten. Şemdin Sakık’ı da içine alan yayın faaliyetinin arkasında kimlerin olduğunu öğrendiğim için, günler boyu, bu köşeden birşeyler anlatmaya çalıştım.

Yazının Devamını Oku

Nusaybin’den Diyarbakır’a: “Sıfır Noktası”ndan “Merkez”e...

5 Kasım 2012
Duvara çervelettirilerek asılmış bir yazı bölgedeki ruh haletini gayet iyi yansıtıyor olmalı.

Adeta bir “uyulması gereken ilkeler” halinde, sürekli olarak hatırlanması için asılmış gibi duruyor:

“Düşünme,
Düşüneceksen konuşma,
Konuşacaksan yazma,
Yazacaksan yayınlama,
Yayınlayacaksan adlandırma,
Adlandıracaksan; hiç durma,

Yazının Devamını Oku

Ölüm sınırında...

31 Ekim 2012
Açlık grevleri dünden itibaren “ölüm sınırı”na geldi dayandı.

Başbakan Tayyip Erdoğan ise, “ölüm sınırı”na gelip dayanan “açlık grevleri”ne ilişkin kaskatı bir tavır aldı. “Dağda öldürmek ve cezaevinde ölmek yoluyla şantaja devlet boyun eğmez” dedi. Yani,  bu durumda, açlık grevlerini sürdürenler, ya vazgeçecekler ya da ölecekler.
Önce bir “ahlåki vecibe”yi yerine getirmeli ve Diyarbakır Barosu’nun “Basına ve Kamuoyuna” başlıklı dün yaptığı açıklamanın büyük bölümünü aktarayım; zira medyada olması gereken ölçüde yer bulmayacağına adım gibi eminim. Şöyle:
“12 Eylül 202 tarihinde 7 cezaevinde 63 mahpus ile başlayan ve şu an 65 cezaevinde bulunan 656 mahpusun ‘Ana dilde eğitim, Kürtçe savunma ve Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’ talebiyle sürdürdükleri açlık grevi 49. gününe geldi.
Açlık grevlerinde 49. Gün ölüm sınırı demektir. Cezaevlerinden her an bir ölüm veya toplum ölüm haberleri gelebilir. Mahpusların açlık grevleri sonucu ölmeleri, insanlık vicdanında hep yaralar açmıştır. Hiçbir vicdan bu trajik sona seyirci kalmamalıdır.
Mahpusların talepleri haklı, meşru ve demokratik taleplerdir. Bu taleplerden ‘Kürtçe savunma’ ve ‘Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması’, herhangi bir yasal düzenlemeyi dahi gerektirmeyen, tamamen haksız uygulamadan kaynaklı sorunlardır. Hükümet son yıllarda restleşerek sorunları daha da içinde çıkılmaz hale getirmektedir...
Hükümet/devlet, yurttaşlarının bireysel ve kolektif haklarına saygı duyarak, İlahı hukuktan, uluslararası sözleşmelerden ve insanlık vicdanından doğan bu hakları bir an önce tanımalı; şiddetin, ölümlerin sosyo-politik nedenlerini ortadan kaldırmalıdır.
Mahpusların bu talepleri, gerek baro, gerek Kürt hukukçu ve avukatları olarak bizim de taleplerimizdir. Açlık grevinin ölüm gibi trajik bir sonuca ulaşmaması için herkesten, bütün taraflardan azami duyarlılık bekliyoruz. Aynı şekilde açlık grevlerinde bulunan mahpuslardan da eylemlerini ölüme vardırmamalarını talep ediyoruz. Eylemin büyük etki yarattığı ve kısa sürede taleplerin yerine geleceğini umuyor ve bekliyoruz. Aksine bir tutum veya meşru olmayan bir müdahale olması halinde telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracak ve toplumda infial uyanacaktır...

Yazının Devamını Oku

“Koster arızası”na son verme zamanı...

29 Ekim 2012
İmralı’ya yaklaşık bir buçuk yıldır gidilememesinin sebebinin “koster arızası” olmadığını herkes biliyor.

Abdullah Öcalan’ın kardeşinin bir yıl içinde kendisiyle iki kez görüşebilmiş olduğunu biliyoruz. Avukatlarının her görüşme talebi ise, mevsim ne olursa olsun, “koster bozuk” gerekçesiyle yerine getirilmedi.

İmralı’ya ziyaretçi taşıyan kosterin “siyasi” olarak bozuk olduğu besbelli idi. İktidar, Kürt sorununa yaklaşımında, Abdullah Öcalan’ı “denklem dışı”na çıkarmaya karar vermişti. O yüzden, Öcalan ile görüşmelerin önünü de kesmekte kararlı davrandı.

1990’ların ikinci yarısından başlayarak, 2011’in ortalarına kadar, “devlet”, Öcalan ile çeşitli düzeylerde görüşürken, niçin, 2011 yılının ikinci yarısında başlayarak “denklem dışı” ya da “devre dışı” bırakılmasına karar verildi?

Buna verilen basmakalıp “devlet” cevabı, PKK’nın Oslo’da kurulmuş olan “barış masası”nı Silvan saldırısıyla bir tekmeyle devirdiği, PKK’nın barış istemediği, Abdullah Öcalan’ı da “boşa çıkarttığı”. Böyle bir durumda, yani “barış imkånları”nın bizzat PKK tarafından yok edildiği bir durumda, Abdullah Öcalan ile “diyalog”un bir yararının kalmadığı hükmüne varılmıştı. Üstelik, Abdullah Öcalan’ın “güvenilirliği” ya da örgütüne sözünün ne derece geçtiği de şüpheliydi.

Dışarıya söylenenler bunlardı. “Devlet” kaynaklı bilgilerin “filtre”den geçirilmesi adeti bulunmadığı için, “Oslo süreci”nin PKK tarafından Silvan’da çökertildiği, tartışılmaz bir “tarih gerçeği” olarak kabul edildi ve müzakere yoluyla çözüm yanlıları dahi, “psikolojik savaş”a Silvan gerekçesiyle cephane taşıdılar.

“Oslo süreci”nin çöktüğü doğruydu. Nitekim, o gün bugündür şiddet tırmanmasıyla bir yaz dönemi içinde rekor can kayıpları yaşandı. Ancak, böylesine “dramatik” bir gelişmenin tek bir sebebi olamazdı. Azıcık siyaset kavrayışı ve tecrübesi olan, biraz Kürt sorununun tarihçesi ve arka planı ile ilgili bilgisi bulunan hiç kimse, “Oslo süreci”nin çöküşünü tek kelimelik bir cevaba, Silvan’a indirgeyemezdi.

Kendi payıma Silvan’a, “Oslo süreci”ni sona erdiren tek neden olarak hiçbir vakit inanmadım ve inanmamanın ötesinde öyle olmadığını da biliyorum.

Tıpkı, PKK’nın Kandil’deki yönetici kadrosunun ağır basan ve İran ve Suriye ile fingirdeyen bir bölümünün, Abdullah Öcalan’a rağmen olmasa bile, onu gözardı ederek “devrimci halk savaşı”nı dayattığını bildiğim gibi.

Yazının Devamını Oku

“Boş sözler’, “Timsah gözyaşları”…

28 Ekim 2012
Kurban Bayramı’nın bugün son günü.

Yarın ise Cumhuriyet Bayramı. Suriye’deki ateşkesin de son günü. Uzayıp uzamayacağını göreceğiz. Kurban Bayramı, Türkiye’de 58 hapishanede 50’si “tehlike eşiğinde”, 700 dolayında kişinin “açlık grevleri”nin sona erdirilmesine vesile olmadı.

 

Ama, “açlık grevleri”ne ilişkin “toplumsal duyarsızlık” ile “medyatik suskunluk” da sona erdi. Bütün Bayram günleri, “açlık grevleri”, başka bir deyişle “ölüm oruçları” konusunda haberler, tartışmalar, hatta polemiklerle geçti.

 

Ortalıkta dolaşan, baktığınızda itirazı mümkün olmayan yani “doğru” gibi görünen ama bir sürü “boş” laf var. Örneğin, “Ölüm değil, hayattır kutsal olan. Bayramların bayram olabilmesi için yaşam’a, yaşam hakkına sahip çıkmak zorundayız” gibisinden güzel sözler…

 

Bu sözler, “açlık grevlerinin sona ermesi” için “ne yapılması gerektiği”ne dair, somut ve elle tutular hiçbir şey söylemiyorlar.

 

Yazının Devamını Oku

Umut var mı?

26 Ekim 2012
Kurban Bayramı’nın birinci günü geride kaldı. “İçerde” aklımız “açlık grevleri”ndeydi.

Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bir cezaevine gidip “açlık grevcileri”yle görüşmesi ve bu arada “anadilde savunma” konusunda yakın gelecekte önemli adımlar atılacağı “müjdesi”ni vermesi, olumlu karşılandı. Açlık grevlerinin sona erdirilebileceği konusunda umutlar yeşertilmek istendi.
“Dışarıda” ise dikkatler Suriye üzerinde yoğunlaşmıştı. Zira, Suriye’de bu bayram vesilesiyle bir “ateşkes”in yürürlüğe girmesi için ilk kez ciddi bir şansın doğduğu görüntüsü yayılmıştı. Suriye’ye ilişkin bu ani “umut kabarışı”na yol açan, BM ve Arap Birliği’nin ortak özel temsilcisi, Cezayirli kıdemli diplomat Lakhdar Brahimi’nin açıklaması oldu. Lakhdar Brahimi, BM Güvenlik Konseyi’ni haberdar etmeden önce, Kahire’de düzenlediği basın toplantısında “Suriye rejiminin bir ateşkes ilanına hazır olduğunu ve kendisiyle görüşen çeşitli isyancı fraksiyonların da ateşkese saygı göstereceklerine söz verdiklerini” bildirmişti. Brahimi, buradan hareketle, “Bu girişimin üzerine gerçek bir ateşkes müzakeresini konuşmayı oturtabiliriz; daha uzun ve daha güçlü ateşkesi” diye de eklemişti. Açıklamasını yaptığı sırada, “uluslararası arabuluculuk” çabalarıyla tanınan şahsiyetler arkasında sıralanmıştı: Eski ABD Başkanı Jimmy Carter ile eski İrlanda Cumhurbaşkanı Bayan Mary Robinson…
Lakhdar Brahimi, bugünkü sıfatını ve rolünü Kofi Annan’ın “başarısızlığa uğraması” üzerine üstlendi. Brahimi’nin Kofi Annan’ın olumsuz tecrübesinden yola çıktığını görerek, “Arap sahası”nı çok daha iyi bilip değerlendirebileceğine bakarak, “umutlu” olmak gerekir mi? Cevap, ne yazık ki, pek “umutlu” olmayacak. Zaten, Suriye’de barış girişiminin gelip dayandığı nokta, içine girdiği fazlaca “mütevazı” aşama, her şeyi yeterince açıklıkla ortaya koyuyor.
Kofi Annan, o sırada Suriye’de bulunan BM gözlemcilerinin denetiminde, Suriye ordusunun ağır silahlarının şehir merkezlerinden çıkartılmasını ve şehirlerin çevresindeki askeri kuşatmanın kaldırılmasını öngören ama , “rejim ile muhalefet arasında görüşmelerin başlatılması”nı “esas alan” bir “barış planı”nı gündeme getirmişti. Kofi Annan’ın planının “en sakat” noktası, rejime “meşruiyet kazandıran” veçhesi idi. Bir yanıyla, Rusya’nın hatta İran’ın aldığı pozisyonunu güçlendiriyordu. Lakhdar Brahimi’nin girişimi, Annan’a oranla daha gerçekçi ama bir yandan da Annan’ınkinden çok daha geride.  “Rejim” ve “muhalifler”in görüşmeye oturmasını özendirdiği yok. “Önce ateşkes” derdinde. Üstelik, bu “Bayram ile sınırlı” yani bir “geçici ateşkes.”
Eğer, bu ateşkes tutarsa, ondan sonra nefes almadan bunun üzerine oturtulacak “gerçek bir ateşkes”in “müzakere edilmesi”ni düşünecek Brahimi. Kendi deyimiyle “daha uzun” ve “daha güçlü” ateşkesi…BM Güvenlik Konseyi’nin dönem başkanlığını yapan Guatemala, “Brahimi önerisi”ni açıklarken, Konsey’in şu çağrısını duyurdu: “Konsey, tüm tarafları, özellikle daha güçlü taraf olan Suriye Arap Cumhuriyeti’ni Ortak Özel Temsilci’nin (Lakhdar Brahimi) girişimine olumlu karşılık vermeye çağırır.”

Sonuç?

Dün bayramın birinci günüydü ve Suriye rejimi, dünden başlayarak pazartesine kadar sürecek bir ‘bayram ateşkesi’ ilan etti. Muhalifler de, ateşkese ‘uyacaklarını’ bildirdiler ve ‘mahkûmların serbest bırakılmasını’ istediler. Ama isyancı bazı komutanlar (Hür Suriye Ordusu), Başşar Esad, görünürde Şam’da ateşkes görüşmesi yaparken, ona bağlı güçlerin Hums yanındaki Kuseyr ve kuzeyde İdlib yakınındaki Maaret el-Numan’a top mermisi yağdırdıklarını açıkladılar.  Onların arasındaki temel kanaate göre, Şam rejimi bir ateşkese, zaman kazanıp tekrar güçlerini düzenlemek ve isyancıların kazançlarını geri çevirmek amacıyla rıza gösterecektir.

Yazının Devamını Oku