Suriye konusunda Türkiye’deki manzara şöyleymiş: “Savaş karşıtları varmış ve bir de savaş karşıtı olanların karşıtı.”
Önceki gece televizyon programında yanımda oturan meslektaşım, böyle gayrı ciddi bir tanımlama yapınca, dayanamayıp sordum, “Kim o savaş karşıtlarının karşıtları?” Saniye tereddüt etmeden cevap verdi: “Sen!” Türkiye’de Suriye konusundaki “entelektüel sefaleti” bundan daha uygun yansıtacak bir durum olamazdı. Türkiye’de Suriye ile savaşa girilmesine karşı “iyi yürekli” ve “akıllı insanlar” var ve bir de onlara karşı olanlar. Hatta bunların “çoğul” biçimde ifade edilmeleri bile gerekmiyor. Bunlara karşı olan “tekil” durumdaki bir kişi, “ben”. Saçmalığı fazla uzatmaya gerek yok. Çünkü, “savaş karşıtları ve onlara karşı Cengiz Çandar” diye bir denklem zaten yok; olsa bile bunun ciddiyeti olmaz. Bununla birlikte, savaş kaygılarının özellikle “sol-liberal” ve hatta “muhafazakar” aydın kesimde bulunduğu da bir gerçek. Peki, bu nereden kaynaklanıyor? Siyasi iktidarın Suriye konusunda “yanlış politika” izlediği kanısı yaygınlaşıyor ve Tayyip Erdoğan hükümetinin Türkiye’ye giderek Suriye ile savaşa sürükleyeceği kanısı yerleşiyor. Öncelikle şunu belirtelim: “Savaş karşıtlığı” son derece meşru bir tavırdır ve “sivil toplum”a ait bir davranış kalıbıdır. Demokratik ve gelişmiş ülkelerde böyle bir davranış ortaya çıkar. Anti-demokratik, sivil toplumun hiç gelişmediği ülkelerde, “savaş karşıtlığı” varsa bile, kimsenin haberi olmaz. Bu bakımdan, “savaş karşıtlığı” bir gelişmişlik ve “sivilleşme” belirtisidir ki, iyidir. “Savaşa hayır” pankartıyla insanlar yürüyebilir ama ülke güvenliği konusunda karar almak zorunda olan hükümetler, “sivil toplum kuruluşu” olmadıkları için, aynı “eylem”i onlardan bekleyemezsiniz. Türkiye’de hükümetin başında kim olursa olsun, yanıbaşındaki Suriye kanlı bir iç çatışmaya tutuşmuş ise, kendi sınırlarınızın içinde 100 binin üzerinde Suriyeli mülteci yerleşmişse ve upuzun sınır boyunda Suriye top mermileri sınırlarınız içine düşüp can alıyorsa, eli kolu gelişmeleri seyredemez; “tezkere” çıkartmaya mecburdur. Asgari bir “caydırıcılık” işlevi dahi, “savaşa sürükleniyoruz” sesleri altında boğulamaz. “Savaşa hayır” bir tavırdır ama Suriye’deki somut durum karşısında “somut politika seçeneği” değildir. “Somut politika seçeneği” olarak ne öneriyor, neyi öngörüyorsunuz sorusuna da “sen savaştan yanasın, savaş karşıtlarına karşısın” denilmez. Denilirse, bunun anlamı olmaz, ciddiye alınmaz. Türkiye’de hükümetin Suriye ile savaşa girmek istemediği öylesine belli ki, “kriz”in başından beri her türlü davranışıyla bunu öylesine ortaya koydu ki, Arap çevrelerinden bu yönde eleştiriler almaya başladı. Örneğin, el-Arabiyye televizyonunun başındaki (etkili Şark el-Awsat (Ortadoğu) gazetesnin eski genel yayın müdürü) Abdurrahman el-Raşid, Arap dünyasında Türkiye’ye ilişkin gelişen bir algılamayı yansıtıyor. Abdurrahman Raşid, Türkiye’nin “eylem ile sözler arasında sıkıştığına” işaret ediyor; yani özellikle Tayyip Erdoğan’ın ağzından çıkan sözler ve bunların uyandırdığı beklentiler ile atılan adımlar arasında “uyum olmadığını” bildiriyor ve giderek Türkiye’nin Arap dünyasında itibar kaybedeceğini öne sürüyor. Gazete yazına “Türk yetkililerin Suriye’nin sonucu olarak, Arap dünyasında ne ölçüde zarar gördüklerini ne kadar anladıklarından emin değilim” diye başlıyor ve bir başka yerinde Arap dünyasının Türkiye algılamasıyla ilgili olarak şu satırlara yer veriyor: “En büyük hayal kırıklığı Suriye’ye ilişkin oldu. Türk hükümeti, Başar Esad rejiminekarşı güçlü pozisyonlar benimsedi ve, Türkiye’nin işlenen katliamlara karşı eli kolu bağlı kalmayacağını bildirerek, ona karşı arka arkaya tehditlerde bulundu. Ama, Türkiye, katliamlar başlayalıberi, sınırın öte tarafında eli kolu bağlı bekliyor.” Bu yargıyı “insafsız” bulabilirsiniz ama Türkiye’de hükümetin ülkeyi Suriye ile savaşa sürüklediği cazgırlığı doğru olmayan biçimde yapılırken, Arap dünyasında tam tersi yönde bir algılama olduğu da apaçık gözüküyor. Ümidini de, bizdeki “savaş karşıtları”nı telaşlandıracak şekilde, kesmemiş; “Erdoğan’ın yönetimindeki Türkiye’nin Suriye’de önemli rolü bulunduğuna ve Suriye halkını daha acil bir tavır ve daha güçlü bir ivmeyle kurtaracağına dair büyük umut hala devam ediyor. Türkiye, bütün Arap devletlerinden askeri olarak daha güçlüdür ve Suudi Arabistan ve Mısır’dan farklı olarak Suriye ile ortak sınırı vardır. Dolayısıyla, oradaki rejimi değiştirerek Suriye halkının çoğunluğunu tatmin etmekte ve bunu yaparak bölgenin istikrarını ve Türkiye’nin korunmasının güvencesini sağlamakta büyük çıkarı vardır” diyor. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Başşar’ın yerini Başkan Yardımcısı Faruk el-Şara alsın” önerisini, o bağlamda mı ele almak gerekir? Aynı gazetede, genel yayın müdürü Tarık el-Moayyed, Rusların, Arap yetkililerine, “Mısır’da niçin Mübarek’in gitmesi yeterli görüldü de, Suriye’de sadece Esad’ın değil, bütün rejimin gitmesinde ısrar ediliyor?” sorusunu yönelttiklerine dikkat çekiyor. Buna göre, Davutoğlu’nun “Başşar, Faruk Şara ile değişsin” önerisi, Rusya ve İran ile, onların da “çıkarlarını” gözetmeyi öngören bir “uzlaşma noktası” bulmaya yönelik olarak değerlendirilebilir hükmüne dayandırılıyor. Bununla birlikte, Suriye muhalefetinin böyle bir şeyi kabulü mümkün olmayacağı için, Türkiye’nin en sonunda “Elimden gelen herşeyi yaptım ama gördünüz işte olmuyor” deme noktasına gelmek üzere, böyle bir “siyasi-diplomatik manevra” yaptığı üzerinde de duruluyor. Türkiye’deki hükümetin, kendince olumsuz “Irak tecrübesi”ne bakıp, Suriye’de Baas’ı kastederek “rejim gitsin; devlet kurumları kalsın” anlayışını benimsediğini biliyoruz. Bu dahi Türkiye’de hükümetin Suriye ile savaşa girmeyi niçin istemediğine bir delil teşkil edebilir. Zira, Suriye’nin geleceği için “ayakta kalması”nın gerekli görüldüğü “devlet kurumları”nın başında Suriye ordusu geliyor. Türkiye’deki karar vericinin, Suriye gibi “rejim ile devletin içiçe geçtiği” bir ülkeye ilişkin böyle bir bakış açısına sahip olmasının “geçerliliği” tartışılabilir ama “Suriye ile savaşa tutuşmaktan yana olmadığı” gerçeği fazlaca tartışma götürmez. Bu arada, konu dışı gibi gözüken ama ilginç bir Abdurrahman Raşid değerlendirmesine –isabeti ve doğruluğundan emin değilim- yer vereyim: “Gerçek o ki, Erdoğan ve Türkiye’nin İslamcıları, din ve devletin rolü konusunda Arap Baharı devletlerindeki Müslüman Kardeşler ve Selefi muadillerinden farklılar. Aslında, aralarında büyük bir uçurum var, çünkü Erdoğan, Muhiddin İbn Arabi’nin hayranlarından biri iken. Müslüman Kardeşler ve Selefilere gelince, öncekiler Hasan el-Banna’yı, ikinciler ise İbn Teymiyye’yi izliyorlar.” Müslüman Kardeşler ile Selefilerin “referansları” konusunda isabet var ama Tayyip Erdoğan’ın bir “Sufi” çizgisi olduğu bana pek şüpheli görünüyor. Tersine, “Realpolitik”e pek bağlı gibi. O nedenle de, “savaş”tan ve Batılı ülkelerin kendisini Suriye’de “uzun bir yıpratma savaşı”na sokarak yıpratacağı konusunda uyanık olduğunu düşünüyorum. Yani, sorun, “savaş karşıtları”nın öne sürdüğü gibi, bu iktidarın Türkiye’nin Suriye ile savaşa doğru götürülmesinde değil; Suriye üzerinde ve Suriye üzerinden bölgede etkisi kaybetmesine yol açacak “siyaset hataları” yapmasında...