Cengiz Çandar

Savaş, Baas’la olmazsa kimle olur?

8 Ekim 2012
Bugünlerde Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı kime rastlarsanız karşılaşacağınız soru aynı; hiç değişmiyor:

“Ne dersiniz; Suriye ile savaş çıkacak mı?”

 

Anlatıyorsunuz. Yazıyorsunuz. Ekranda konuşuyorsunuz. Bu sorunun “Evet” ya da “Hayır” diye tek kelimelik bir cevabı yok. O yüzden, anlatıyorsunuz, yazıyorsunuz, ekranda konuşuyorsunuz; pek farketmiyor. Nerede olunursa olunsun, size çok iyi anlamış gibi gözüken ve dikkatle anlattıklarınızı dinlemiş, yazdıklarınızı okumuş, ekranlardaki konuşmalarınızı izlemiş olanlar soruyu yineliyorlar:

 

“Ne dersiniz; Suriye ile savaş çıkacak mı?”

 

Bu hükümetin Suriye ile asla “tek başına” savaşa girmemek için deveye hendek atlatmaya çalıştığını, siyasi planda “diplomatik girişimler”in benimsendiğini, askeri bakımdan ise esas olarak “caydırıcılık”ı öne alan bir politika izlendiğini belirtiyor; bununla birlikte, Ortadoğu ve özellikle onun Suriye bölümü gibi “kaygan” ve “kırılgan” bir zeminde savaş ihtimalininin de yabana atılmaması gerektiğinin altını çiziyoruz.

Yazının Devamını Oku

Türkiye-Suriye savaşı ne kadar uzak?

7 Ekim 2012
Bir önceki yazıyı ta Houston-Texas’taki otel odasında bitirdiğimde gece yarısını iki saat geçmişti. Türkiye ile arada sekiz saat olduğu için, Türkiye’de saatler sabahın 10’unu gösteriyordu ve Başbakan Tayyip Erdoğan herhangi bir yerde açılış yapmamış ve konuşmamıştı.

Yazının başlığını “Türkiye Suriye ile savaşa ne kadar yakın?” diye koyup, gazeteye gönderdim ve yattım. Aklımda yazacağım ikinci yazının başlığı hazırdı: “Türkiye-Suriye savaşı ne kadar uzak?”

Saat farkının cilvesinden ötürü, “Türkiye Suriye ile savaşa ne kadar yakın?” başlıklı yazı daha yayımlanmadan, Başbakan konuşmuş ve Türkiye-Suriye savaşının “uzak olmadığını” söyleyivermiş. Dolayısıyla, hem dünkü yazının soru işaretiyle biten başlığına cevap vermiş olmuş ve hem de benim bir sonraki yazımın başlığını sanki tahmin edip, önceden cevaplamış.

Türkiye’deki tünkü gelişmelerden haberdar olup, Houston-Texas’ta yazı yazmak için bilgisayarın başına oturunca, karşılaştığım durum böyle oldu.

Başbakan Tayyip Erdoğan, tezkereyi eleştirenlere “Hazır ol cenge, sulhu salah istiyorsan” şeklindeki ünlü Osmanlı deyişini hatırlatmış ve “Yeri gelir cenk, barışın anahtarı olur” demiş.

Doğru söylüyor.

Dünkü yazımızı nasıl bitirdiğimizi bir kez daha hatırlayalım:

“Sadece “savaşa hayır” seslerinin yükselip, Suriye rejimi için tek bir cümle söylenmeyen bir ülkenin, Suriye’ye karşılığı “caydırıcılığı” da kalmaz. Öyle bir durum, “savaşa sürüklenmeyi” daha da kolaylaştırır. Savaşa karşı olanların asıl uyanık olmaları gereken husus bu…”

Tayyip Erdoğan’ın sözlerini bağlam dışı ele almamak, doğru değerlendirmek gerekir. Söylediği şu:

Yazının Devamını Oku

Türkiye, Suriye ile savaşa ne kadar yakın?

6 Ekim 2012
Amerikalı ünlü akademisyen Prof. John Mearsheimer Türkiye’deydi.

Chicago Üniversitesi’nden Prof. Mearsheimer’ı ünlü yapan, Harvard’lı meslektaşı Prof. Stephen Walt ile ortaklaşa kaleme aldıkları “Israeli Lobby and the U.S. Foreign Policy” (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı kitap.

 

İsrail lobisinin ABD karar mekanizmalarını nasıl etkilediğini bugüne dek yazılmış en ayrıntılı bir metinle ortaya koyan ve 2007 yılında yayımlanan kitap, özellikle ABD’de büyük yankı uyandırmıştı. Öyle bir kitabı yazmak, öncelikle ABD’de büyük bir “entelektüel cesaret” gerektiriyordu, ki, bu, dini kökeni nedeniyle John Mearsheimer için daha da geçerliydi.

 

John Mearsheimer ile Burcu Bulut’un yaptığı ilginç röportaj çarşamba günkü Yeni Şafak’ta yayımlandı. ABD’nin çarpıcı “uluslararası ilişkiler” beyinlerinden biri olan Mearsheimer, ister istemez, Türkiye’nin Suriye politikasına da değiniyor ve söyleşinin bir yerinde şunları söylüyordu:

 

“Gerçekten karmakarışık bir dünya ile karşı karşıyayız. Şunu açıklıkla söylemeliyim ki bugün Türkiye’nin komşu olduğu ülkelerin hepsiyle aynı anda iyi ve sorunsuz ilişkiler kurması imkansız. Özellikle de İran, Irak ve Suriye ile ciddi sıkıntılar yaşaması mümkün. Mesela, olur da Türkiye, Suriye’ye asker yollamaya karar verirse İran’la ciddi problemler yaşayacaktır. Günümüzde ilişkilerde dengeyi yakalamak gerçekten zor. Bu nedenle, Türkiye dış politikada hangi yolu seçerse seçsin memnun olmayan birileri hep olacak.”

 

Yazının Devamını Oku

Aykut’unla Alex’inle Gürle Hey!

3 Ekim 2012
Dizenin tam hali “Lefter’inle, Aykut’unla, Alex’inle gürle hey” şeklinde. 3 Temmuz 2012’de, yani kendisinin gözaltına alındığı tarihten sonra, Başkan Aziz Yıldırım’ın tanımıyla “Fenerbahçe Operasyonu”nun “yürürlüğe konması”nın ardından “Fenerbahçe direnişi” başlamıştı ve bu “direniş” birçok yeni şarkı üretti.

Bunlardan biri var ki, “şike ithamı” gibi yüzkızartıcı ve haksız olduğuna inanılan bir duruma müthiş bir tepki gösteren “taraftar”ı tarif eden ve Fenerbahçelilerin, çok kişiyi şaşırtan ve saygı uyandıran “direnişi”nin herhalde en güzel dile getirilişiydi. Dizeleri şöyle:
Başım yukarda, gücüm yerinde
İsterim ki, bilsin herkes ben bir Fenerbahçeliyim!
Gözüm dışarda, dev kupalarda
Kalkışması kimse seni kalbimden söküp atmaya
Taraftarım ben!, dedikodu bilmem,
Tarih yaza kim haklı, kim çamur attı..

Yazının Devamını Oku

Tayyip Erdoğan: “Yeni” ne dedi; ne demedi?

1 Ekim 2012
İktidar partisinin yani Ak Parti’nin kongresi, Tayyip Erdoğan gibi bir ismin “genel başkan” sıfatıyla gireceği son kongre olunca, haliyle, Tayyip Erdoğan’ın konuşması, kongre salonundaki konuklar, semboller, gelecek yönünde kestirim yapabilmek için büyük önem ve anlam taşır. Aynı zamanda da “büyük beklentiler”e yol açar. Ki, bizzat Tayyip Erdoğan, kongre öncesi hafta boyunca her gece bir başta televizyon kanalına çıkıp uzun soru-cevap seanslarıyla dünkü kongre için kamuoyuna bir güzel ısındırdı.
Tayyip Erdoğan’ın yapacağı konuşmada en merak çekici husus ise, şüphesiz, Kürt meselesine ilişkin “yeni” ne söyleyeceği idi. Ülkenin ufkunu karartan, her gün “bölge”de can almaya devam eden bir sorunun çözümüne ilişkin “umut yeşertecek” sinyaller de son günlerde ortaya çıkmıştı. Ya da, dün de belirttiğimiz gibi, “umutsuzluk hali” öylesine derinleşmiş durumdaydı ki, insan “umut ışığı” bir yana “umut ışığı hüzmeleri” görmeye kendilerini şartlandırmışlardı.
Ve, Tayyip Erdoğan dün iki buçuk saat konuştu.
“Yeni” ve “umut besleyici, heyecan verici” ne söyledi?
Çeşitli televizyon kanallarında, kongre sonrasında çok sayıdaki meslektaşımızın yorumlarını dikkatle dinledim. Çoğunlukla “deveye hendek atlatma” çabası içinde, Başbakan’ın (Ak Parti Genel Başkanı) konuşmasından önemli anlamlar çıkartmaya uğraşıyorlardı.
Bu “uğraşı”nın kendisi, Tayyip Erdoğan’ın konuşmasının öyle “yeni” ve “heyecan uyandırıcı” unsurlar taşımadığının utangaç bir itirafı gibiydi.
Kestirmeden söyleyelim ve kimse kusura bakmasın ama; Tayyip Erdoğan’ın dünkü kongre konuşmasında –sadece konuşma ele alınacak ve dağıtılan “Siyasi Vizyon” kitapçığı esas alınmayacak ise- üzerinde uzun uzun durmayı ve yorumlamayı gerektirecek “yeni” bir şey yoktu!
En çok merak çeken Kürt meselesi konusunda ağzından çıkmış olanları bir görelim:
“Tüm muhalefet tarafından yalnız bırakılmamıza rağmen bu mücadeleye devam edeceğiz…
Kürt kardeşlerime sesleniyorum. Terör örgütünün propagandasının etkisi altında kalmadan, uzantısının etkisi altında kalmadan vicdanları ile başbaşa kalıp düşünmelerini istiyorum? Cumhuriyet tarihi boyunca kim bu kadar cesur adım atmıştır. Hangi dönemde kardeşlik için bu kadar çaba gösterilmiştir?
Ak Parti Kürt kardeşlerimin sorunlarının çözümü için kararlı samimi adımlar atmıştır. Hiçbir engele boyun eğmemiştir. Bugünden itibaren yeni sayfa açmak ve o sayfayı Kürt kardeşlerimizle doldurmak istiyoruz. Biz, 10 yıldır yaptıklarımızı Kürt kardeşlerimizin kafasına kakacak değiliz. Biz, Kürt kardeşlerimizin adım atmasını bekliyoruz. Teröre karşı cesaretle seslerini yükseltmelerini bekliyoruz. Yeniden Kürt kardeşlerimizle birlikte yol haritasını çizmek istiyoruz.
Gelin bu sorunları birlikte çözelim. Bu sorunları şiddete teslim olarak değil, bu sorunları teröristlerle kucaklaşma suretiyle değil; sizinle kucaklaşanlarla birlikte çözelim. Bugün usanmadan söylüyorum: İnadına demokrasi, barış, kucaklaşma, kardeşlik diyorum.”
Bu sözcüklere bakıldığında daha önce söylenmemiş, hiç telaffuz edilmemiş bir şey var mı? Daha önce olmayan, bu konuşmada söz konusu olan bir “nüans” görülüyor mu?
Hayır.
Tayyip Erdoğan’ın kongre konuşmasında Kürt sorununa değinen bölümünde, sorunu ele alacağı, üzerine gideceği bir “muhatap” bulunmuyor. Ya da şöyle söylenebilir: “Muhatap” doğrudan doğruya, tanımı ve içeriği son derece belirsiz “Kürt kardeşleri”. Vurgulara bakılırsa, PKK-BDP etkisinden “kurtarılabilmelerinden” umutlar tam olarak kesilmemiş kim varsa, onlar. Tabii ki, bu “belirsizliği” daha da arttırıyor.
“Kürt kardeşlerim”e ulaşmak ve onları “ikna etmek” için kullanılacak “araçlar” ve “yöntemler”den de ima yoluyla bile söz etmedi Tayyip Erdoğan. “Biz, Kürt kardeşlerimizin adım atmasını bekliyoruz. Teröre karşı cesaretle seslerini yükseltmelerini bekliyoruz”  diyerek “girişimi” adeta o belirsiz tanım içindeki “Kürt kardeşler”den bekliyor.
Bu, yakın gelecekte “şapkadan tavşan çıkarılmayacak” ise, Kürt meselesinde “çözümsüzlük siyaseti”ne devamdan başka bir anlama gelmiyor.
Bununla birlikte, Tayyip Erdoğan’ın belki de gereksiz biçimde beklenti çıtası yükseğe çekilerek merak uyandırmış olan dünkü konuşmasının “Kürt konusu”na değinen bölümünün “olumlu” bir yanından da söz etmek mümkündür.
O da, kendisini, Ak Parti’yi ve geleceği bağlayacak cinsten, yeterince açık biçimde bir “çözümsüzlük deklarasyonu”nu ilan etmemiş olmasıdır. Hiç “yeni” olmayan, “heyecan uyandırmayan” cümleler kullanmasının, yani aslında “somut bir şey söylememesi”nin “hayırlı” yönü mevcut. Olmayacak, yürümeyecek, ağzı kapatılmış, dört tarafı bağlanmış bir “proje” ortaya koymamıştır. “Geleceğin önü açık bırakılmıştır” yorumuyla umut pompalamayı sürdürebiliriz belki.
Mesut Barzani’nın sıfatından söz ederken “Kürt” sözcüğü kullanmaması da, bu arada, dikkat çekiciydi. “Irak Bölge Yönetimi Başkanı” diye tanıttı konuğunu. Bir buçuk yıl önce ilk kez ayak bastığı Erbil’de “ev sahibi”nden “Irak Kürt Bölge Yönetimi Başkanı” olarak söz etmişti. Her ikisi de Mesut Barzani’nin sıfatı değil. Doğrusu, “Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı.” Barzani’nin temsil ettiği ülkenin, anayasal adından yani “Kürdistan”dan vazgeçtik, kendisi için “Kürt” sözcüğünün kullanılmasında sıkıntı çeken insanların, Türkiye’de “Kürt sorunu”nun çözümünde adım atabilmesi, elbette, zordur. Böyle bir durumda, “Kürt kardeşlerim” kulağa en hoş gelen tercih oluyor.
(Yine de Tayyip Erdoğan’ın Mesut Barzani’nin konuşmasını tamamlamasından sonra ta kürsüye gelerek onu kucaklaştığını kaydedelim. “Bizim” sorunun “çözüm ihalesi” galiba onun üzerine kalacak.)
Dışarıdan gelen konuklar çarpıcıydı, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya önemli ölçüde temsil edilmişti. Başta Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Tunus’taki yeni yönetimin lider ismi Gannuşi, Irak’ın Sünni Meclis Başkanı Nuceyfi, Türkiye’ye sığınmış olan Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık el-Haşimi ve gök gürültüsü gibi bir tezahürata muhatap olan Hamas lideri Halid Meşal.
Türkiye’nin 4 milyon insanının yaşadığı, ticaretinin toplamının yarısından fazlasını yaptığı Avrupa’yı temsil eden bir şahsiyet yoktu. Schroeder’i saymazsanız. Saymamak gerekir zaten.
Yukarıdaki isimlerin Nuceyfi hariç, tümünün ortak noktası, “Müslüman Kardeşler” çizgisinde buluşmuş olmaları. Yanlış anlaşılmasın, bu, Ak Parti’nin “zayıf” yanı değil. Tersine, günümüz uluslararası-bölge (Ortadoğu-Kuzey Afrika) konjonktüründe “ABD ekseni”ni ve Trkiye’nin –herşeye rağmen- Ak Parti iktidarı altında bir “güç merkezi” oluşturduğunu ifade ediyor.
Gelgelelim, Ak Parti kongre salonuna yansıdığı kadarıyla, Türkiye’nin “Batı ayağı” ciddi biçimde aksıyor. Ak Parti, bu durumu toparlamadığı takdirde, işte o zaman ama “ABD şemsiyesi” altında bir “eksen kayması” Türkiye’nin geleceğine damgasını vurabilir.
Ak Parti’nin dünkü kongresi ve Tayyip Erdoğan’ın konuşmasının düşündürdükleri bunlar...
Yazının Devamını Oku

“Siirt seni Başbakan yaptı…”

30 Eylül 2012
“Siirt seni Başbakan yaptı” diye haykırdı elinde mikrofon Selim Sadak, hızını alamadan; “Şimdi” diye sürdürdü konuşmasını “Siirt senden Oslo görüşmelerine dönmeni istiyor. Eski bir siyaset adamı olarak söyleyeyim, Sayın Öcalan olmadan çözüm olmaz. Bu, bir gerçek…”

Siyasi amaçlı bir toplantıda değildik gerçi. Ama, yer Siirt olunca, ne yapsanız, coğrafya ve üzerinde yaşayan insanların özellikleri ve kimlikleri, ister istemez, herhangi bir konuşmayı “siyasi alan”a taşıyıveriyor.

Nitekim, “fıstık” ile “Kürt kimliği” irtibatı da o şekilde kuruluverdi. Siirt’te “Fıstık ve Doğa ile Buluşma Festivali” vardı. Bu ikincisi, dört yıl önce yapılmasına kalkışılmış, ama ikinci ve üçüncü yıl “olaylar” nedeniyle bir türlü olmamış, iki-üç yıl aradan sonra Belediye Başkanı Selim Sadak, önayak olmuş ve “Diller ve Kültürler Botan Doğasında Buluşuyor” sloganı altında Siirt, “fıstık festivali” düzenliyor.

Selim Sadak, önemli özellikleri olan bir belediye başkanı. İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmıştı. Danıştay kararıyla görevine iade edileli, şunun şurasında, birkaç gün oldu. KCK’nın tutuksuz sanıklarından. Diyarbakır’da çekilen o “utanç fotoğrafı”nda ön planda onun görüntüsü vardı. Selim Sadak’ın dikkat çekici özellikleri bunların ötesinde.

Selim Sadak, 1994’te Türk siyasi tarihinin bir başka “utanç sayfası”nın kahramanlarından. DEP milletvekili iken, parlamentodan yaka paça götürülüp, Ulucanlar cezaevinde hapse atılanlardan biri. En ağır cezaya çarptırılmış “4’lü”den birisi. Rahmetli Orhan Doğan, Hatip Dicle, Leyla Zana ile Selim Sadak, 10 yıl hapiste kaldılar. 2005’te hapisten çıktılar. Bugün Hatip Dicle yine hapis. Orhan Doğan, toprağın altında. Leyla Zana, suskun, buralarda bir yerlerde. Selim Sadak ise azil ile görev arası tahteravallide sallanan Siirt Belediye Başkanı.

Vali’yi beklendiği için bir buçuk saat gecikmeyle başlayan, “Fıstık Festivali”nin açılış resepsiyonunda konuşma yapıyor. Siirt’te dört bir yanı görebilen yüksekçe bir yerdeki bir parkta almış eline mikrofonu. Belediye bürokratları, Siirt erkanı, Vali’nin yanında ben, ellerimizde şeftali veya vişne suları, önümüzdeki kurdelalı yüksek yuvarlak masalara serpilmiş fıstık tabakları ve kurabiyelerden atıştırırken, Selim Sadak’ın festivali açış konuşmasını dinliyoruz.

Gözüm Kurtalan’ın üzerindeki tepelerden Eruh’a doğru giden Botan dağlarını, Pervari yönünde seçilen Herekol dağlarına kadar neredeyse 360 derecelik bir açıyla bölgenin çarpıcı topografyasını tararken, Selim Sadak’ın Vali’ye övgüler  yağdırarak başlayan konuşmasına kulak veriyorum: “Siirt fıstığı da inkarla karşılaşmıştır. Fıstığımızın kimliği için mücadele etmeliyiz. Tıpkı Kürt kimliği gibi Siirt fıstığı da inkar edilmiştir. Antep fıstığının bir türevi olarak tanıtılmıştır. Aha elimde bir Antep fıstığı tabağı var. Şimdi bunun üzerine Siirt fıstığını döküyorum. İki dakika içinde Siirt fıstığını, Antep fıstığından ayırdedip ayıklayabilirsiniz. Siirt fıstığının Antep fıstığıyla, fıstık olmak dışında hiçbir ilgisi yoktur. Tıpkı Kürt kimliği gibi. Kürtler de…”

Kendi fıstığının patentini kurtarmak ve Antep fıstığından kurtarmak mücadelesinde Siirtliler yargı yoluna gitmişler. Harika bir sonbahar havası. Nefis bir akşamüstü. Vali, çeşitli kamu görevlileri, açık havada resepsiyon, fıstık tabakları ve ömrünün 10 yılını Kürt sorunu yüzünden cezaevine bırakmış olan bir belediye başkanı, fıstığının “onur mücadelesi”ni veriyor. Aklıma Fellini filmleri geliyor ve aynı anda “Şu bizim Sırrı Süreyya, milletvekilliği yapacağına rejisörlüğe devam etseydi; ne film çekerdi ama burada” düşüncesi geçiyor. Tüm acı yanlarına rağmen, üstelik kanlı, çileli toprakları bile sevimli hatta komik bu ülkenin bir yandan…

Gece, bir amfiteartda “Dengbejler Divanı” hayli siyasi içerikli ”stran”ları seslendiriyorlar. Biri, Şırnak’tan, bir Eruh’tan, biri Silopi’den gelmiş. “Festival” ise halaya kalkmadan kutlanmaz. Birkaç yüz kişilik tıklım tıklım amfiteatrdan piste fırlayan fırlayana. Sergovend yani halay başı Selim Sadak. Çok da iyi bir halay başı.

Yazının Devamını Oku

Oslo’ya “geri dönüş” - TBMM’ye “gidiş”...

28 Eylül 2012
Başbakan Tayyip Erdoğan son dönemlerdeki en önemli sözünü söyledi, PKK’yı kapsayan “yeni görüşme” ya da “görüşmeler”in “olabileceğinden”, “yapılabileceğinden” söz etti. “Bu konularda” diye söze girerek, “tabii BDP’nin bu çağrısını ne denli değerlendiririz, kaale alırız, ayrı bir konu. Benzer çağrıyı biliyorsunuz CHP de yaptı. Meclis’in açılmasıyla birlikte ‘gelin, hep beraber, haydi bakalım bu taşın altına elimizi koyalım, müşterek olarak arkadaşlar başlasın çalışmaya, ne gerekirse bunu yapalım’ çağrısında bulunacağız. Ha bu arada İmralı’yla ilgili görüşmeler yine olabilir” dedi.
Başbakan, ikide bir atıf yapılan ve kesintiye uğramasından sonra kanlı terör eylemlerinin ve şiddet ikliminin Türkiye’ye egemen olduğu “Oslo görüşmeleri”ne ilişkin olarak ise şöyle konuştu:
“İmralı olsun, Oslo olsun bu görüşmeleri, biz çok açık net bu adımları attık. Şu anda bu kesilmenin bazı sebepleri oldu. O sebep de neydi? İletişimdeki samimiyetsizlikti. Tabii bu samimiyet olmayına, ister istemez, ‘burada bu işi keselim’ dedik.”
Tayyip Erdoğan’ın sözlerini, Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in Oslo tartışmasına ilişkin olarak “Bu tartışmalar içimi kanatıyor” şeklindeki değerlendirmesinden ve yaşanan sorunu “yakıcı, yıkıcı ve tahripkar bir sorun” olarak tanımlamasından ve ardından çözüm sürecine sözü getirerek “Abdullah Öcalan’ın da bu sürece girmesi konusunda ayırım yapmıyorum. Bu sorunu çözecek tüm enstrümanlar vardır. Değişen şartlar ve ortama göre, istihbarat birimi, siyaset kurumu, güvenlik bürokrasimiz oturup karar verirler. Hangi enstrümanı kullanmayı kararlaştırırlarsa onu kullanırlar. Bunu yapmamaları bir eksikliktir” sözcüklerini kullanarak, kendisinden bir gün önce NTV’ye açıklamada bulunmuş olmasını hatırlayarak değerlendirmekte  yarar var.
Bu arada, PKK’nın Oslo görüşmelerine katılmış olan ekibinde yer alan Zübeyir Aydar’ın sözlerini de mutlaka hesaba katmalıyız. Zübeyir Aydar, 24 Eylül’de BBC Türkçe servisine konuşmuşku, Oslo sürecinin kesilmesinin sorumluluğunu Türk hükümetinin sorumlu olduğunu ileri sürmüş ama açıklamasının en önemli ve “pratik” kısmı sonundaydı. Aydar, “Oslo görüşmelerinin başlaması için hazır mısınız?” sorusuna şu karşılığı vermişti:
“Bizim tabanımız barışa dünden hazırdır. Önceden tabanımızı buna göre hazırlamış bulunuyoruz. Bu işin mutlaka diyalog yoluyla halledilmesi gerektiğine inanıyoruz. O müzakere süreci boyunca zaman zaman çatışmalar oldu, tıkanıklıklardan dolayı oldu. Ama sonu bir sene içindeki kayıplar, ister bizim taraftan olsun, ister karşı taraftan, bizim kayıplarımızdır, bu ülkenin kayıplarıdır. Bu süreç devam etseydi bu insanlar ölmeyebilirdi.”
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “görüşmelerin başlaması durumunda” geçmiş polemikleri bir yana itmeye ve katkı sunmaya hazır olduklarını söylemesi, Zübeyir Aydar’ın BBC’ye yaptığı açıklamalarının üzerine geldi. Sadullah Ergin ve en önemlisi Tayyip Erdoğan’ın “yeni görüşme süreci ihtimali”ne dair açıklamaları da bunların üzerine.
Arada bir de Zübeyir Aydar’ın Oral Çalışlar’a yaptığı ve önceki gün Radikalde ayrıntılı biçimde yayımlanan açıklamalar var. Hükümete salvolarını sürdürüyor ama “görüşmeleri kendilerinin kesmediğini” ve “görüşmelere devam etmek isteğini” de açıkça dile getiriyor.
“’Tayyip Erdoğan, ‘Ben elimden geleni yaptım, karşılık bulmadı’ diyor. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Biz elimizden geleni yaptı, karşılık bulamıyoruz hükümetten. Doğru yaklaşım İmralı’nın kapılarının açılmasıdır. Bu konuda örgüt hazırdır. Diyalogu kesmemiştir...” diye konuşuyor.
Kim haklı? Kim doğru söylüyor? Kime inanmalıyız? Ya da inanmamalıyız?
Bu sorunun doğru cevabı şu aşamada neye yarayacak? Asıl soru bu.
“Konu”yla malum, gayet yakından ilgili biri olarak, tarafların açıklamalarını dinlediğim, okuduğum ve konuyu ve “kronolojik gelişmeler”i bildiğim kadarıyla, durumu biraz Nasrettin Hoca’nın “Sen de haklısın, sen de haklısın” fıkrasına benzetiyorum.
Oslo sürecinin kesilmesinde taraflar, “günah” ve sorumluluğu birbirlerine yüklüyorlar ki, ikisinin de doğru söylediği, haklı olduğu yanlar var. Ama burada asıl üzerinde durulması gereken, bunu yaptıkları anda ve yaptıkları ölçüde “görüşmelerin tekrar başlaması” gerekliliğini ve zımnen de olsa başlama isteğini ifade ediyor olmaları.
Neden ve nasıl kesildiğini, bunda kimin ne kadar sorumlululuğunun bulunduğunun belirlenmesi elbette özel bir önem taşıyor; görüşmelerin bundan sonra olumlu biçimde hedefe doğru ilerleyebilmesi için gerekli.
Bununla birlikte, “görüşme ufku”nun bir yılı aşkın süredir tümden karartıldığı, artık asla olmayacakmış ve konu “silahlar” konuşturularak, “şiddet öncelikli” çözülecekmiş gibi bir hava esmeye başlamışken, “görüşmelerin yeniden başlaması” yönünde bunun gerekliliğini vurgulama ve istek belirtme herşeyden önemlidir ve herkes için geleceğe dönük tek umut kaynağıdır.
Bir akademisyen, dün, düzenli aralıklarla gittiği Diyarbakır’ı “son derece ruhsuz” gördüğünü bana aktardı. Kendisine, “Daha önceleri durum çok kötü de olsa, insanlar, soluk bir ışık halinde de olsa, umut ışığı görüp, o konuda hararetle konuşurlardı. O soluk ışık da kaybolmuşsa, Diyarbakır, tehlikeli bir sukunete gömülür” karşılığını verdim.
“Kürt sorunu ve PKK” ile ilgili ne yapılması gerektiğine dair son Uluslararası Kriz Grubu Raporu’nu kaleme alan  Hugh Pope ile önceki gün bir paneldeydik. Son bir yıl içinde 770 kişinin hayatını çatışmalarda kaybettiğini hatırlattı. Bu sayı, kesinleşmiş rakam. Bunun daha da üzerinde olabilir ve önüne geçilmezse, artmaya da devam edecek.
Tayyip Erdoğan, karşı tarafta “samimiyet eksikliği” görerek “Oslo süreci”ni kestiklerini söylüyor. “Karşı taraf” ise hükümetin kendilerini “oyalama taktiği” güderek, Oslo sürecini seçimlere kadar idare ettiğini, seçimlerde alınan yüzde 50 oyun ardından kestiğini öne sürüyor.
Kim haklı?
Sonuç, hepsi “bizim” olan 770 can oldu ve işler böyle giderse, bu sayı geometrik biçimde artacak ve “bizim canlar” -40 bin küsur yetmiyormuş gibi- binler halinde toprağa düşecekler.
“PKK’nın samimiyet testi” olsun, PKK’nın gözünde “hükümetin oyalama taktikleri” olsun; görüşmelerin kesilmesini ve böyle “can faturası” ödenmesini haklı çıkartıyor mu?
Bütün bu karşılıklı Oslo sürecinin tıkanmasına ilişkin sorumluluğu “karşı tarafta gören” açıklamalar bir yana, “taraflar”ın arasında muazzam bir “güven uçurumu” bulunduğu belli.
Öncelikle, “güven uçurumu”nu daraltacak adımlar gerekiyor.
Bu adımlar öncelikle, “görüşmelerin gerekliliği”ni vurgulamakla, “masaya geri dönüş isteği”ni belirtmekle başlayabilir.
Şimdilerde olan odur. Umarız ki, bu “yeni hava” ve “yeni dil”, Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül’de Ak Parti’nin “güncelleşmesi” kongresine yansır ve son açıklamaların bir “taktik manevra” olmadığı, kongre sonrası tutulacak yol ile ortaya konur.
“Umut ışığı”nı, soluk da olsa, söndürmemek hepimizin görevidir. Ondan sonra görün, İstanbul’u da, Diyarbakır’ı da.
Yani, “Oslo görüşmeleri”ne geri mi dönüyoruz?
İnşallah. Ancak, bu kez “Oslo süreci”ne geri dönüş demek, Ankara’ya, TBMM’ye gitmek demek.
Unutmayalım; 30 Eylül’de Ankara’da Ak Parti “güncellenme” kongresi var, 1 Ekim’de “herkesin elini taşın altına sokması gereken” TBMM’de yeni dönem başlıyor...
Yazının Devamını Oku

Gönlüm Hep Seni Arıyor, Neredesin Sen?

26 Eylül 2012
Ölüm haberi yüreğimi delip geçtiği andan itibaren, önce dilime takıldı, sonra gün boyu onun sesinden dinledim: “Gönlüm hep seni arıyor, Neredesin Sen?”

O 1971 yılında demek ki 33 yaşındaymış Neşet Ertaş. Sokağa çıkma yasağının hüküm sürdüğü Ankara gecelerinde saklandığım evlerde Selda Bağcan’ın sesi Neşet Ertaş’la hayata bağlardı beni:

“Şu Garip Halimden Bilen İşveli Nazlı,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.

Tatlı Dillim Güler Yüzlüm Ve Ceylan Gözlüm,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.

Sinemde Gizli Yaramı Kimse Bilmiyor,

Yazının Devamını Oku