“Ne dersiniz; Suriye ile savaş çıkacak mı?”
Anlatıyorsunuz. Yazıyorsunuz. Ekranda konuşuyorsunuz. Bu sorunun “Evet” ya da “Hayır” diye tek kelimelik bir cevabı yok. O yüzden, anlatıyorsunuz, yazıyorsunuz, ekranda konuşuyorsunuz; pek farketmiyor. Nerede olunursa olunsun, size çok iyi anlamış gibi gözüken ve dikkatle anlattıklarınızı dinlemiş, yazdıklarınızı okumuş, ekranlardaki konuşmalarınızı izlemiş olanlar soruyu yineliyorlar:
“Ne dersiniz; Suriye ile savaş çıkacak mı?”
Bu hükümetin Suriye ile asla “tek başına” savaşa girmemek için deveye hendek atlatmaya çalıştığını, siyasi planda “diplomatik girişimler”in benimsendiğini, askeri bakımdan ise esas olarak “caydırıcılık”ı öne alan bir politika izlendiğini belirtiyor; bununla birlikte, Ortadoğu ve özellikle onun Suriye bölümü gibi “kaygan” ve “kırılgan” bir zeminde savaş ihtimalininin de yabana atılmaması gerektiğinin altını çiziyoruz.
Yazının başlığını “Türkiye Suriye ile savaşa ne kadar yakın?” diye koyup, gazeteye gönderdim ve yattım. Aklımda yazacağım ikinci yazının başlığı hazırdı: “Türkiye-Suriye savaşı ne kadar uzak?”
Saat farkının cilvesinden ötürü, “Türkiye Suriye ile savaşa ne kadar yakın?” başlıklı yazı daha yayımlanmadan, Başbakan konuşmuş ve Türkiye-Suriye savaşının “uzak olmadığını” söyleyivermiş. Dolayısıyla, hem dünkü yazının soru işaretiyle biten başlığına cevap vermiş olmuş ve hem de benim bir sonraki yazımın başlığını sanki tahmin edip, önceden cevaplamış.
Türkiye’deki tünkü gelişmelerden haberdar olup, Houston-Texas’ta yazı yazmak için bilgisayarın başına oturunca, karşılaştığım durum böyle oldu.
Başbakan Tayyip Erdoğan, tezkereyi eleştirenlere “Hazır ol cenge, sulhu salah istiyorsan” şeklindeki ünlü Osmanlı deyişini hatırlatmış ve “Yeri gelir cenk, barışın anahtarı olur” demiş.
Doğru söylüyor.
Dünkü yazımızı nasıl bitirdiğimizi bir kez daha hatırlayalım:
“Sadece “savaşa hayır” seslerinin yükselip, Suriye rejimi için tek bir cümle söylenmeyen bir ülkenin, Suriye’ye karşılığı “caydırıcılığı” da kalmaz. Öyle bir durum, “savaşa sürüklenmeyi” daha da kolaylaştırır. Savaşa karşı olanların asıl uyanık olmaları gereken husus bu…”
Tayyip Erdoğan’ın sözlerini bağlam dışı ele almamak, doğru değerlendirmek gerekir. Söylediği şu:
Chicago Üniversitesi’nden Prof. Mearsheimer’ı ünlü yapan, Harvard’lı meslektaşı Prof. Stephen Walt ile ortaklaşa kaleme aldıkları “Israeli Lobby and the U.S. Foreign Policy” (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı kitap.
İsrail lobisinin ABD karar mekanizmalarını nasıl etkilediğini bugüne dek yazılmış en ayrıntılı bir metinle ortaya koyan ve 2007 yılında yayımlanan kitap, özellikle ABD’de büyük yankı uyandırmıştı. Öyle bir kitabı yazmak, öncelikle ABD’de büyük bir “entelektüel cesaret” gerektiriyordu, ki, bu, dini kökeni nedeniyle John Mearsheimer için daha da geçerliydi.
John Mearsheimer ile Burcu Bulut’un yaptığı ilginç röportaj çarşamba günkü Yeni Şafak’ta yayımlandı. ABD’nin çarpıcı “uluslararası ilişkiler” beyinlerinden biri olan Mearsheimer, ister istemez, Türkiye’nin Suriye politikasına da değiniyor ve söyleşinin bir yerinde şunları söylüyordu:
“Gerçekten karmakarışık bir dünya ile karşı karşıyayız. Şunu açıklıkla söylemeliyim ki bugün Türkiye’nin komşu olduğu ülkelerin hepsiyle aynı anda iyi ve sorunsuz ilişkiler kurması imkansız. Özellikle de İran, Irak ve Suriye ile ciddi sıkıntılar yaşaması mümkün. Mesela, olur da Türkiye, Suriye’ye asker yollamaya karar verirse İran’la ciddi problemler yaşayacaktır. Günümüzde ilişkilerde dengeyi yakalamak gerçekten zor. Bu nedenle, Türkiye dış politikada hangi yolu seçerse seçsin memnun olmayan birileri hep olacak.”
Bunlardan biri var ki, “şike ithamı” gibi yüzkızartıcı ve haksız olduğuna inanılan bir duruma müthiş bir tepki gösteren “taraftar”ı tarif eden ve Fenerbahçelilerin, çok kişiyi şaşırtan ve saygı uyandıran “direnişi”nin herhalde en güzel dile getirilişiydi. Dizeleri şöyle:
Başım yukarda, gücüm yerinde
İsterim ki, bilsin herkes ben bir Fenerbahçeliyim!
Gözüm dışarda, dev kupalarda
Kalkışması kimse seni kalbimden söküp atmaya
Taraftarım ben!, dedikodu bilmem,
Tarih yaza kim haklı, kim çamur attı..
Siyasi amaçlı bir toplantıda değildik gerçi. Ama, yer Siirt olunca, ne yapsanız, coğrafya ve üzerinde yaşayan insanların özellikleri ve kimlikleri, ister istemez, herhangi bir konuşmayı “siyasi alan”a taşıyıveriyor.
Nitekim, “fıstık” ile “Kürt kimliği” irtibatı da o şekilde kuruluverdi. Siirt’te “Fıstık ve Doğa ile Buluşma Festivali” vardı. Bu ikincisi, dört yıl önce yapılmasına kalkışılmış, ama ikinci ve üçüncü yıl “olaylar” nedeniyle bir türlü olmamış, iki-üç yıl aradan sonra Belediye Başkanı Selim Sadak, önayak olmuş ve “Diller ve Kültürler Botan Doğasında Buluşuyor” sloganı altında Siirt, “fıstık festivali” düzenliyor.
Selim Sadak, önemli özellikleri olan bir belediye başkanı. İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmıştı. Danıştay kararıyla görevine iade edileli, şunun şurasında, birkaç gün oldu. KCK’nın tutuksuz sanıklarından. Diyarbakır’da çekilen o “utanç fotoğrafı”nda ön planda onun görüntüsü vardı. Selim Sadak’ın dikkat çekici özellikleri bunların ötesinde.
Selim Sadak, 1994’te Türk siyasi tarihinin bir başka “utanç sayfası”nın kahramanlarından. DEP milletvekili iken, parlamentodan yaka paça götürülüp, Ulucanlar cezaevinde hapse atılanlardan biri. En ağır cezaya çarptırılmış “4’lü”den birisi. Rahmetli Orhan Doğan, Hatip Dicle, Leyla Zana ile Selim Sadak, 10 yıl hapiste kaldılar. 2005’te hapisten çıktılar. Bugün Hatip Dicle yine hapis. Orhan Doğan, toprağın altında. Leyla Zana, suskun, buralarda bir yerlerde. Selim Sadak ise azil ile görev arası tahteravallide sallanan Siirt Belediye Başkanı.
Vali’yi beklendiği için bir buçuk saat gecikmeyle başlayan, “Fıstık Festivali”nin açılış resepsiyonunda konuşma yapıyor. Siirt’te dört bir yanı görebilen yüksekçe bir yerdeki bir parkta almış eline mikrofonu. Belediye bürokratları, Siirt erkanı, Vali’nin yanında ben, ellerimizde şeftali veya vişne suları, önümüzdeki kurdelalı yüksek yuvarlak masalara serpilmiş fıstık tabakları ve kurabiyelerden atıştırırken, Selim Sadak’ın festivali açış konuşmasını dinliyoruz.
Gözüm Kurtalan’ın üzerindeki tepelerden Eruh’a doğru giden Botan dağlarını, Pervari yönünde seçilen Herekol dağlarına kadar neredeyse 360 derecelik bir açıyla bölgenin çarpıcı topografyasını tararken, Selim Sadak’ın Vali’ye övgüler yağdırarak başlayan konuşmasına kulak veriyorum: “Siirt fıstığı da inkarla karşılaşmıştır. Fıstığımızın kimliği için mücadele etmeliyiz. Tıpkı Kürt kimliği gibi Siirt fıstığı da inkar edilmiştir. Antep fıstığının bir türevi olarak tanıtılmıştır. Aha elimde bir Antep fıstığı tabağı var. Şimdi bunun üzerine Siirt fıstığını döküyorum. İki dakika içinde Siirt fıstığını, Antep fıstığından ayırdedip ayıklayabilirsiniz. Siirt fıstığının Antep fıstığıyla, fıstık olmak dışında hiçbir ilgisi yoktur. Tıpkı Kürt kimliği gibi. Kürtler de…”
Kendi fıstığının patentini kurtarmak ve Antep fıstığından kurtarmak mücadelesinde Siirtliler yargı yoluna gitmişler. Harika bir sonbahar havası. Nefis bir akşamüstü. Vali, çeşitli kamu görevlileri, açık havada resepsiyon, fıstık tabakları ve ömrünün 10 yılını Kürt sorunu yüzünden cezaevine bırakmış olan bir belediye başkanı, fıstığının “onur mücadelesi”ni veriyor. Aklıma Fellini filmleri geliyor ve aynı anda “Şu bizim Sırrı Süreyya, milletvekilliği yapacağına rejisörlüğe devam etseydi; ne film çekerdi ama burada” düşüncesi geçiyor. Tüm acı yanlarına rağmen, üstelik kanlı, çileli toprakları bile sevimli hatta komik bu ülkenin bir yandan…
Gece, bir amfiteartda “Dengbejler Divanı” hayli siyasi içerikli ”stran”ları seslendiriyorlar. Biri, Şırnak’tan, bir Eruh’tan, biri Silopi’den gelmiş. “Festival” ise halaya kalkmadan kutlanmaz. Birkaç yüz kişilik tıklım tıklım amfiteatrdan piste fırlayan fırlayana. Sergovend yani halay başı Selim Sadak. Çok da iyi bir halay başı.
O 1971 yılında demek ki 33 yaşındaymış Neşet Ertaş. Sokağa çıkma yasağının hüküm sürdüğü Ankara gecelerinde saklandığım evlerde Selda Bağcan’ın sesi Neşet Ertaş’la hayata bağlardı beni:
“Şu Garip Halimden Bilen İşveli Nazlı,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.
Tatlı Dillim Güler Yüzlüm Ve Ceylan Gözlüm,
Gönlüm Hep Seni Arıyor Neredesin Sen.
Sinemde Gizli Yaramı Kimse Bilmiyor,