Dava sürecinin çok ciddi usul hatalarıyla dolu olduğu, önemli “hukuk ihlalleri” yapıldığı iddiasından ötürü “adalete gölge düştüğü” kanısı yabana atılamayacak derecede yaygın. Siyasi tartışmalar, hukuk tartışmaları ve konunun “duygusal boyutu” içiçe geçmiş vaziyette.
“Balyoz Davası: ‘Türkiye’nin Nürnberg’i ’” başlıklı yazıda, davanın anlamını ve sonuçlarını yorumlamaya çalıştım. Anlayan anladı, anlamayanlar anlamadı. Kimisi, anlamamaya kararlı oldukları için, anlaması beklenmeyenlerden oluşuyordu.
Balyoz Davası’nı, kararları itibarıyla, “Türkiye’nin Nürnberg’i” yapan “siyasi hesaplaşma boyutu” ve “caydırıcılık ve ibret verme yönünün saf adalet arayışının önüne geçmesi” (Murat Yetkin’in Radikal’de dünkü yazısı) idi.
Nürnberg’deki Uluslararası Askeri Mahkeme’nin Amerikalı Başsavcısı Robert Jackson, ceza talebine ilişkin gerekçelerini sıraladıktan sonra mütalaasını şöyle bitirmişti: “Eğer bu barbarca eylemlerin nedenlerini ortadan kaldırmaz ve tekrarını önleyemezsek, yirminci yüzyılın medeniyetin sonunu getireceğini söylemek sorumsuz bir kehanet olmaz.”
1967-1974 yılları arasında bir askeri darbeyle iktidara gelen ve yedi yıl boyunca Yunanistan’a kan kusturan Cunta’nın liderleri Ocak 1975’te tutuklanmış, aynı yılın Temmuz sonunda “ağır ihanet” suçlamasıyla, yargılanmalarına başlanılmış ve 25 Ağustos’ta, yani bir aydan kısa bir süre içinde ünlü Korydallos Cezaevi’nde görülen dava sonucunda ağır cezalara çarptırılmışlartı.
Aralarında üçü Papadopulos, Pattakos ve Makarezos, kurşuna dizilerek idama mahkum olmuşlar, daha sonra Karamanlis hükümeti tarafından cezaları ağırlaştırılmış müebbed hapse çevrilerek, aynı hükümle cezalandırılan Ioannides ile aynı kaderi paylaşmışlardı. Yargılama sonucunda, bu isimlerin dışında 13 general ömür boyu hapis, 5 general 20 yıl hapis yemiş, yargılanan arasındaki iki kişi de beraat etmişti.
Papadopulos, 1999’da, Ioannides 2010’da hapisken ölmüşler, Pattakos ve Makarezos, ağır hasta oldukları için son günlerini hastanede geçirmişti. Cuntacıların, 1990 yılında af edilmeleri gündeme gelmiş ama büyük kamuoyu tepkisi karşısında Mitsotakis hükümeti aftan vazgeçmişti.
Yunan cuntacıların davası, Alman Nazi rejiminin sorumlularının yargılandığı Nürnberg mahkemelerinden mülhem olarak “Yunanistan’ın Nürnberg’i” olarak anılmıştı.
Balyoz Davası’nı “Türkiye’nin Nürnberg’i” olarak nitelemek mümkün mü?
Yunanistan’da darbecilerin yargılanması, haklarında verilen hükümleri ve cezaevi serüvenlerini hatırlamak önemlidir zira yıllarca Türkiye’deki “askeri vesayet rejimi”nin devamlılığı boyunca, Türkiye’nin demokratları her vakit Türkiye’nin darbecileri ile Yunanistan’ın cuntacıları arasında karşılaştırma yapmaktan kendilerini alamamışlardı. Yunanistan’da onların yargılanması, Yunanistan’da “askeri rejim ihtimali”ni adeta sonsuza dek ortadan kaldırmış sayılıyordu. Oysa, Türkiye’de yargılanmaları bir yana, “askeri vesayet rejimi” ülkenin değiştirilemez kaderi gibi algılanır olmuştu.
Bu açıdan bakıldığında, evet, Balyoz davası, pekala “Türkiye’nin Nürnberg’i” olarak nitelenebilir. Silivri’de ‘Türkiye’nin Korydallos’u” oldu. Bu davanın sonucunda, Türkiye’de askeri darbe ve askeri müdahalenin artık tarihte kaldığını düşünmek için güçlü bir neden var.
Bundan böyle, “vatanı kurtarmak” gerekçesi ve bahanesiyle “askeri darbe” hesapları güden silahlı kuvvetler mensuplarının önünde Balyoz davası, bir “caydırıcı emsal” olarak yerli yerinde kalacak.
Bu “mutabakat” –şayet gerçekse ve uygulansa idi- Türkiye’nin bugün geldiği ve her gün ortalama 10 şehit asker ve polis, onlarca PKK’lı ölü haberine uyanmaktan bin kere, milyon kere evladır.
“Şayet gerçekse” diyorum, çünkü Genel Başkanı’nın onayıyla konuştuğu öğrenilen CHP Sözcüsü’nün anlatımı, “belge”nin gerçekliğini yeterince ortaya koymuyor. Söz konusu “mutabakat belgesi”nin “Hakem-Devlet (İngiliz??) arşivlerinde bulunduğu” iddiasının doğruluğunu da bilemiyorum.
Başbakan’ın, Haluk Koç’un”Oslo mutabakatını açıklayacağım” şantajı üzerine, “Altında imzamız var mı; göstersinler bakalım” mealindeki ilk tepkisini hatırlarsak, metnin iktidar tarafından benimsenmemiş olsa bile, böyle bir metnin varolduğu hükmüne varabiliriz. Dolayısıyla, gerçek olduğu varsayımından hareket edelim. Söylenecek şudur:
Çok yazık olmuş. Gerçekten çok yazık olmuş.
Ama, yazık olan, Haluk Koç’un vurguladığı anlamda böyle bir “mutabakat”ın ortaya çıkması çalışmasına katılmış olan Ak Parti hükümetine “yazıklar olsun” gibi değil. Bu “mutabakat”ın hayata geçirilmemiş olmasına yazık olmuş.
Eğer, hayata geçirilseydi, son bir yıldır bu kadar can bu ülke topraklarına cansız beden olarak düşmezdi.
Tekrar, açıklanmış olan “mutabakat metni”ne dönersek, dikkatle okunduğunda bunun altına Başbakan’ın imza atabilmesi, atabileceği mantıklı gözükmüyor. Dile ve usluba bakıldığında, bunun bir taraflar arasında “Mutabakat” olmaktan ziyade, PKK tarafının “mutabakat önerisi” olması ihtimali daha güçlü.
Zaten “süreç”in niçin “çöktüğü”ne dair, tarafların farklı versiyonları var. PKK’lılar, defalarca yayın organları aracılığıyla ve kimi zaman ise BDP yetkililerinin ağzından “Hükümetin Protokolleri yerine getirmediğini” ve “Oslo süreci”nin bu yüzden çöktüğünü ve silahlı çatışmaların canlandığını öne sürdüler. İktidar ise, PKK’nın “Silvan saldırısı”yla silahlı mücadeleyi (günlük resmi dilde “terör”ü) yeniden canlandırdığını ve “süreç”i sona erdirdiğini belirtiyor ve kamuoyunun önemli bir kısmı bu “versiyon”u benimser görüntüde.
Herhalde, salondaki tıklım tıklım kalabalık da böyle düşünüyordu ki, “Uluslararası Hrant Dink Ödülü”nün 2012 yılında İsmail Beşikçi tarafından kazanıldığı ilan edildiği anda, dakikalar süren bir alkış koptu.
Ölümünden –daha doğrusu kahpece sırtından kurşunlanmasından- bu yana her 15 Eylül’de Hrant’ın doğum günü, “Uluslararası Hrant Dink Ödülü” töreniyle kutlanıyor. Hrant’ın 58. yaşgününde bu yıl bestelenmiş olan “Hrant Dink Oratoryosu”ndan bölümler dinledik. Harikulade bir müzik şöleniydi. Tören sonrasında bestecisi Majak Toşikyan’a (Cenk Taşkan) “Hrant’ı tanımış birisi olarak söylüyorum; Hrant Dink, orataryo haline getirilsin dense, Hrant’ın oratoryo hali ancak böyle bir şey olurdu” dedim.
“Hrant Dink Oratoryosu” kadar etkileyici olan, İsmail Beşikçi’nin, Rakel Dink’in elinden ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. O da adeta bir “Bilim ve Düşünce Ahlakı Oratoryosu” gibiydi. Sadece sosyoloji alanındaki bilimsel çalışmaları nedeniyle, en büyük “tabuları” devirmeye cesaret etmiş ve bunu başarmış olduğu için, 73 yıllık ömrünün 17 yılını sekiz kez girip çıktığı hapishanelere bırakmış olan gösterişsiz, küçücük adam, bir ders süresi kadar olmayan kısa süre içinde müthiş bir tarih dersi verdi.
“Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu” kavramlarının Bizans’tan kaynaklandığını ve bunun nedenini anlatarak başlattığı konuşmasında, “Yakın Doğu”nun yani Anadolu topraklarının (çünkü Anadolu, Yunanca-Rumca “Doğu” anlamına gelir), “Yirminci Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde imha edildiğini” yumuşak bir ses tonuyla ve itiraz edilemez bir kesinlikle anlattı. “Ermeni soykırımı”, sözkonusu bu “imha”nın en yüksek kan bedelli örneği olmuştu.
İsmail Beşikçi, “Ben, devletler tarafından bu konularda özür dilenmesinin hiçbir sorunu çözeceğine inanmıyorum, Sorunlar ancak bu konuların araştırılmasıyla, gerçeklerin ortaya çıkarılmasıyla çözülür” dedi. Üzerinde pek durulan “özür” konusunda çarpıcı bir tez ortaya atmış oldu.
Aklaşmadan önceki sapsarı saçlarından ötürü (Mülkiyeli olduğumuzdan ötürü Beşikçi’yi 40 yıldan fazla bir süredir tanıma imtiyazına sahibiz) “Sarı Hoca” namlı İskilipli Türk, “Ermeni soykırımı” sözcüklerini, o çok üzerinde durduğu araştırma ve incelemeye dayalı bilginin gücüyle, adeta bilimsel rahatlıkla telaffuz etti.
Ömrünün 17 yılını hapiste geçirmiş olmasına rağmen, “gerçekler”den başka hiçbir şeye “teslim olmayan” bir adamın saygı uyandıran umursamazlığı ve cesareti var İsmail Beşikçi’de.
İsmail Beşikçi kadar eskiden tanıdığım, üstelik çok daha yakından tanıdığım, benim çok yakın arkadaşım olan bir başka “Mülkiyeli” var; Hasan Cemal... Hasan, Hrant’ın 58. yaşgününe müthiş bir “hediye” ile katıldı; “1915: Ermeni Soykırımı” adlı kitabıyla.
Konrad Adenauer’in, Willy Brandt’ın, Helmut Kohl’un, Gerhard Schroeder’in, Kurt Georg Kiesinger’in, Ludwig Erhard’ın, Walter Ulbricht’in, Erich Honecker’in sayısız fotoğrafı ve çerçevelenmiş çeşitli belgeler altında bir Berlin akşam yemeği. Bir elli metre ötemizde Bertolt Brecht’in adıyla ün yapmış olan Berliner Ensemble tiyatrosu. Brecht’in “Üç Kuruşluk Operası” sahneleniyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, yemeği erken terkediyor. Gecenin geç saatinde Berlin-Ankara uçağına yetişecek. “Yarın birlikte dönerdik. Kal” diyecek oluyorum, “Yarın sabah 11’de MKYK var. Mecburum gitmeye” diyor.
Ahmet İnsel, ertesi sabahın çok erken saatinde Londra’ya uçacakmış. Berlin, bir önceki dönem Ak Parti Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt ile bana kalıyor. Öğle saatlerine yani Abdurrahman Kurt’un havaalanına gidiş saatine kadar “Kürt sorunu” üzerinde konuşmaya, sohbete, görüş alışverişine devam.
Öğle vakti Berlin, tümüyle bana kalıyor. “Kürt sorunu” konuşacağım kimse de kalmıyor. Friedrich Strasse’ye vuruyorum kendimi. Büyük kitapçıya giriyorum. Berlin tarihi okumaya dalıyorum. Özellikle yakın dönem Berlin tarihi. Geçen yüzyılda tüm dünyanın gidişatını, geleceğini Berlin kadar etkileyen başka hiçbir şehir olmadı yeryüzünde. “Üçüncü Reich”ın yani “Nazi İmparatorluğu”nun bazıları yerinde yeller esen merkezlerine gezi turları düzenlenir olmuş. Hitler için Speer’in kurduğu “Reich”ın “Şansölyelik” binası, Hitler’in intihar ettiği bunkerin yeri, Goebbels’in “Propaganda Bakanlığı”, Himmler’in “SS ve Gizli Polis Gestapo” merkezi, Mareşal Göring’in “Hava Bakanlığı” ya da “Luftwaffe Karargahı”.
Kendi başıma, o çevrede bir kez daha dolaşmak için vaktim var. Unter den Linden’e çıkıyorum. Tiergarten’dan gelerek Brandenburg Kapısı’ndan, zafer takının altından geçerek, büyük gösterilerin yapıldığı Berlin’in en tarihi caddesinde Brandenburg Kapısı yönünde yürüyorum. Zaten, Alexanderplatz yönünde yürümek mümkün değil. Yenilenme çalışmalarıyla kazılıyor; bariyerlerle kapatılmış, yürüyecek yer yok.
Brandenburg Kapısı yönünde yürümek “hedef”e de götürüyor. Tam anlı şanlı Adlon otelinin yanından sola dönünce Wilhelmstrasse’desiniz. Bir on dakika sonra Wilhelmplatz’a ve Kaiser Hof’a geldiğinizde, “Üçüncü Reich”ın yüzmilyonlarca insanın kaderini belirleyen kararlarının alındığı mekanlardasınız demektir.
Adlon otelinin hizasında, Unter den Linden üzerinde sık aralıklı “imbiss”ler yani “fast food” büfeleri dizili. Plastik sandalyelerini ve masalarını geniş refüjün üzerine yaymışlar. Sosis yeme-bira içme mahalleri. Kimisinde koca “Döner Kebap” tabelaları göze çarpıyor. Türkiyelilerin, Almanya’ya vurduğu artık silinemez damga...
İktidar için, PKK savaşılması, ezilmesi ve bertaraf edilmesi gereken bir hasım. Onun uzantıları da yani en başta BDP de “savaş kuralları gereği”nce “saf dışı” bırakılmak zorunda. Hatta, bu politikanın “yanlış olduğunu” söyleyen herkes –yani bizler- “itibarsızlaştırma”nın ve “kişilik katli”nin hedefi halinde getiriliyor.
BDP’yi “saf dışı” bırakmak birkaç şekilde olabilir:
1. BDP’yi “muhatap almamak” ve sürekli biçimde “terör örgütünün siyasi uzantısı” olarak “şeytanlaştırmak”;
2. Giderek, BDP’yi, TBMM’deki temsilcilerinin “dokunulmazlıkların kaldırılması” tehdidi altında etkisizleştirmek ve son hamle olarak kapatmak, kapattırmak;
3. BDP’yi PKK ile arasında kesin bir çizgi çizmeye ve PKK’yı kınamaya zorlamak.
Bu üçüncüsü de bir tür “saf dışı” bırakmak yoludur, çünkü, BDP’nin böyle bir şey yapamayacağı, PKK ile aynı siyasi hattın içinde yer aldığı, BDP’nin “seçmen tabanı”nın, Türkiye Kürtlerindeki PKK yandaşları ya da sempatizanlarından oluştuğu, hatta aynı ailenin fertlerinden birinin TBMM’de, diğerinin “dağda” olduğu biliniyor. Dolayısıyla, “BDP’ye PKK’yı kınatmak” veya “BDP’nin PKK ile arasında kesin ve kalın bir çizgi çizmesini sağlamak” demek, aynı “siyasi ailenin bölünmesi, parçalanması” ve o ailenin zaten pek etkili olmayan “silahsız tarafı”nın tümüyle “etkisizleştirilmesi”ndan başka sonuç vermez.
PKK:
Taraf gazetesinde Kurtuluş Tayız, daha da öteye geçti ve “Yeni Oslo sürecini CHP mi başlatacak” başlıklı yazısıyla toplantının içeriğine girdi. Ne var ki, ortaya atılan soru, toplantının içeriğini doğru biçimde yansıtmıyordu.
Önce kamuoyu ya da okurların “Kimler?” merakını giderelim. Katılımcıların isimlerinde medyaya yansıyan bilgide bir yanlışlık yok. CHP’den genel başkan yardımcısı, MKYK üyesi sıfatı , milletvekili. Il başkanı gibi “yetki” sıfatları taşıyanlar yer aldı. Sezgin Tanrıkulu, Gülseren Onanç, Rıza Türmen, Alaettin Yüksel, Burhan Şenatalat ve Parti’nin İstanbul il başkanı.
Onların ismen davetlisi olarak katılanlar ise benden gayrı Mithat Sancar, Turgut Tarhanlı, Bekir Ağırdır, Osman Kavala, Oral Çalışlar, Fuat Keyman ve Altan Öymen.
Toplantının, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilgisi altına yapıldığı toplantının başında bizlere bildirildi.
Şu kadarını söylemeliyim; Benim son aylar içinde “Kürt sorunu” konulu toplantılar içinde en ufuk açıcı, en verimli olanların başında geliyordu. Her söz alan, CHP’nin konuyla yani Kürt sorunu ile yakından ilgilenmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini açık yüreklilikle, hiçbir “otosansür”e tabi tutmadan söyledi.
CHP’li heyet son derece dikkat ve ilgiyli dinledi. Gerçek anlamında dürüst ve gelecek için umut saçan bir “zihin eksersizi” oldu. Umalım ki, CHP çevresi bu çalışmaya devam etsin, Türkiye’nin “entelektüel birikimi”yle ana muhalefet partisi arasında köprüler kurulsun.
Çünkü, herkes farkında ki, CHP, “Kürt sorunu denklemi”ne bir “aktif aktör” olarak girmedikçe, sorunun çözümü de, hatta onun öncesinde “çözüm süreci”ne girilmesi de zorlaşacak ve gecikecek.
Geçen cuma günü gerçekleşen toplantının en dikkat çekici yönlerinden biri soruna eğilirken ve siyaset belirlemeye çalışılırken, sadece “ilkesel” değil aynı ölçüde “gerçekçi” olunması gerektiğine dair yapılan vurgular idi. Gelgelelim, toplantıda ne konuşulduğuna ilişkin basında yer alan bilgilerin “gerçekçilik” bir yana, “gerçekler” ile pek az ilişkisi vardı.