Cengiz Çandar

Balyoz doğruları-Balyoz yanlışları

25 Eylül 2012
Balyoz Davası kararlarının, Türkiye’de emsali olmadığı için -325 asker kişinin ağır cezalara çarptırılmış olmasının örneği yok- ve ayrıca “askeri vesayet rejimi”nin son bulduğunu simgelediği iddia edildiği için, yaygın ve hararetli tartışmalara konu olması doğal.

Dava sürecinin çok ciddi usul hatalarıyla dolu olduğu, önemli “hukuk ihlalleri” yapıldığı iddiasından ötürü “adalete gölge düştüğü” kanısı yabana atılamayacak derecede yaygın. Siyasi tartışmalar, hukuk tartışmaları ve konunun “duygusal boyutu” içiçe geçmiş vaziyette.

“Balyoz Davası: ‘Türkiye’nin Nürnberg’i ’” başlıklı yazıda, davanın anlamını ve sonuçlarını yorumlamaya çalıştım. Anlayan anladı, anlamayanlar anlamadı. Kimisi, anlamamaya kararlı oldukları için, anlaması beklenmeyenlerden oluşuyordu.

Balyoz Davası’nı, kararları itibarıyla, “Türkiye’nin Nürnberg’i” yapan “siyasi hesaplaşma boyutu” ve “caydırıcılık ve ibret verme yönünün saf adalet arayışının önüne geçmesi” (Murat Yetkin’in Radikal’de dünkü yazısı) idi.

Nürnberg’deki Uluslararası Askeri Mahkeme’nin Amerikalı Başsavcısı Robert Jackson, ceza talebine ilişkin gerekçelerini sıraladıktan sonra mütalaasını şöyle bitirmişti: “Eğer bu barbarca eylemlerin nedenlerini ortadan kaldırmaz ve tekrarını önleyemezsek, yirminci yüzyılın medeniyetin sonunu getireceğini söylemek sorumsuz bir kehanet olmaz.”

Yazının Devamını Oku

Balyoz Davası: Türkiye’nin Nürnberg’i...

23 Eylül 2012
Balyoz davası kararlarını duyunca aklıma ilk gelen Yunan cuntasının mahkumiyet kararları geldi.

1967-1974 yılları arasında bir askeri darbeyle iktidara gelen ve yedi yıl boyunca Yunanistan’a kan kusturan Cunta’nın liderleri Ocak 1975’te tutuklanmış, aynı yılın Temmuz sonunda “ağır ihanet” suçlamasıyla, yargılanmalarına başlanılmış ve 25 Ağustos’ta, yani bir aydan kısa bir süre içinde ünlü Korydallos Cezaevi’nde görülen dava sonucunda ağır cezalara çarptırılmışlartı.

Aralarında üçü Papadopulos, Pattakos ve Makarezos, kurşuna dizilerek idama mahkum olmuşlar, daha sonra Karamanlis hükümeti tarafından cezaları ağırlaştırılmış müebbed hapse çevrilerek, aynı hükümle cezalandırılan Ioannides ile aynı kaderi paylaşmışlardı. Yargılama sonucunda, bu isimlerin dışında 13 general ömür boyu hapis, 5 general 20 yıl hapis yemiş, yargılanan arasındaki iki kişi de beraat etmişti.

Papadopulos, 1999’da, Ioannides 2010’da hapisken ölmüşler, Pattakos ve Makarezos, ağır hasta oldukları için son günlerini hastanede geçirmişti. Cuntacıların, 1990 yılında af edilmeleri gündeme gelmiş ama büyük kamuoyu tepkisi karşısında Mitsotakis hükümeti aftan vazgeçmişti.

Yunan cuntacıların davası, Alman Nazi rejiminin sorumlularının yargılandığı Nürnberg mahkemelerinden mülhem olarak “Yunanistan’ın Nürnberg’i” olarak anılmıştı.

Balyoz Davası’nı “Türkiye’nin Nürnberg’i” olarak nitelemek mümkün mü?

Yunanistan’da darbecilerin yargılanması, haklarında verilen hükümleri ve cezaevi serüvenlerini hatırlamak önemlidir zira yıllarca Türkiye’deki “askeri vesayet rejimi”nin devamlılığı boyunca, Türkiye’nin demokratları her vakit Türkiye’nin darbecileri ile Yunanistan’ın cuntacıları arasında karşılaştırma yapmaktan kendilerini alamamışlardı. Yunanistan’da onların yargılanması, Yunanistan’da “askeri rejim ihtimali”ni adeta sonsuza dek ortadan kaldırmış sayılıyordu. Oysa, Türkiye’de yargılanmaları bir yana, “askeri vesayet rejimi” ülkenin değiştirilemez kaderi gibi algılanır olmuştu.

Bu açıdan bakıldığında, evet, Balyoz davası, pekala “Türkiye’nin Nürnberg’i” olarak nitelenebilir. Silivri’de ‘Türkiye’nin Korydallos’u” oldu. Bu davanın sonucunda, Türkiye’de askeri darbe ve askeri müdahalenin artık tarihte kaldığını düşünmek için güçlü bir neden var.

Bundan böyle, “vatanı kurtarmak” gerekçesi ve bahanesiyle “askeri darbe” hesapları güden silahlı kuvvetler mensuplarının önünde Balyoz davası, bir “caydırıcı emsal” olarak yerli yerinde kalacak.

Yazının Devamını Oku

Oslo Mutabakatı: Yazık olmuş-yazıklar olsun...

21 Eylül 2012
CHP Sözcüsü Haluk Koç’un alayıvala ile ve Ak Parti iktidarını canevinden vuracağı boş hayaline kapılarak açıkladığı “9 Maddelik Oslo Mutabakatı”nı okuyunca, bugünkü “kanlı ortam”a daha çok kahrediyor insan.

Bu “mutabakat” –şayet gerçekse ve uygulansa idi- Türkiye’nin bugün geldiği ve her gün ortalama 10 şehit asker ve polis, onlarca PKK’lı ölü haberine uyanmaktan bin kere, milyon kere evladır.

“Şayet gerçekse” diyorum, çünkü Genel Başkanı’nın onayıyla konuştuğu öğrenilen CHP Sözcüsü’nün anlatımı, “belge”nin gerçekliğini yeterince ortaya koymuyor. Söz konusu “mutabakat belgesi”nin “Hakem-Devlet (İngiliz??) arşivlerinde bulunduğu” iddiasının doğruluğunu da bilemiyorum.

Başbakan’ın, Haluk Koç’un”Oslo mutabakatını açıklayacağım” şantajı üzerine, “Altında imzamız var mı; göstersinler bakalım” mealindeki ilk tepkisini hatırlarsak, metnin iktidar tarafından benimsenmemiş olsa bile, böyle bir metnin varolduğu hükmüne varabiliriz. Dolayısıyla, gerçek olduğu varsayımından hareket edelim. Söylenecek şudur:

Çok yazık olmuş. Gerçekten çok yazık olmuş.

Ama, yazık olan, Haluk Koç’un vurguladığı anlamda böyle bir “mutabakat”ın ortaya çıkması çalışmasına katılmış olan Ak Parti hükümetine “yazıklar olsun” gibi değil. Bu “mutabakat”ın hayata geçirilmemiş olmasına yazık olmuş.

Eğer, hayata geçirilseydi, son bir yıldır bu kadar can bu ülke topraklarına cansız beden olarak düşmezdi.

Tekrar, açıklanmış olan “mutabakat metni”ne dönersek, dikkatle okunduğunda bunun altına Başbakan’ın imza atabilmesi, atabileceği mantıklı gözükmüyor. Dile ve usluba bakıldığında, bunun bir taraflar arasında “Mutabakat” olmaktan ziyade, PKK tarafının “mutabakat önerisi” olması ihtimali daha güçlü.

Zaten “süreç”in niçin “çöktüğü”ne dair, tarafların farklı versiyonları var. PKK’lılar, defalarca yayın organları aracılığıyla ve kimi zaman ise BDP yetkililerinin ağzından “Hükümetin Protokolleri yerine getirmediğini” ve “Oslo süreci”nin bu yüzden çöktüğünü ve silahlı çatışmaların canlandığını öne sürdüler. İktidar ise, PKK’nın “Silvan saldırısı”yla silahlı mücadeleyi (günlük resmi dilde “terör”ü) yeniden canlandırdığını ve “süreç”i sona erdirdiğini belirtiyor ve kamuoyunun önemli bir kısmı bu “versiyon”u benimser görüntüde.

Yazının Devamını Oku

Rejimin rengi...

19 Eylül 2012
Tüsiad Başkanı Ümit Boyner, “Uludere’de ve Afyon’da ne oldu; öğrenmek hakkımız” deyince Başbakan’dan “ayarı” aldı. Önce bir güzel azarlandı, sonra “kendi işine bak” tepkisiyle karşılanarak “öğrenmek hakkı”nın olmayacağı kendisine bildirilmiş oldu. Başbakan, epey bir süredir, asabi, hırçın, kırıcı görüntüler veriyor. Ne zaman konuşsa, birisi, bir kurum, hatta bazen bir ülke, konuşmasından nasibini alıyor. Yani, azarlanıyor.
Dünyada eleştiri sevene, eleştiriye bayılana rastlanmaz. Bu bakımdan, seçim yoluyla iktidara gelmiş ve siyaseten ayakta kalmak için seçmen nezdindeki imajına çok önem vermesi gereken bir kişinin de, eleştiriden hoşlanması beklemek gerekmez. Sorun, Başbakan’ın eleştiriler karşısında öfkeye kapılmasında değil.
Nerede?
Türkiye’nin “en güçlü adamı”nın böyle yani her eleştiri karşısında öfkeli, hatta saldırgan, kırıcı bir uslup ve tavra sahip olması ve bunu sistemleştirmesi, “yönetimin hesap verebilirliği” (accountability) diye  ifade edilen temel demokrasi ilkesinin berhava olması anlamına geliyor. Arkasına yüzde 50’lik bir oy yüzdesini almış olan herhangi bir siyasi lider ve kadro, “hesap verebilirliği” sadece gelecek seçim ve sandıktaki oy oranına endekslerse, rejimin yollarını “otokratik-totaliter güzergah”ta döşemeye başlamış demektir.
Başbakan’ın bu hali ve tavrı sorunludur ve dahası tehlikelidir.
En tehlikesi de, otokratik-totaliter yapılarda görülebilecek bir şekilde Başbakan’ın için kalemlerini sivriltmiş bir “eküri”nin ve medya organlarının oluşmuş olması. Başbakan’a yönelik herhangi bir eleştiri, Başbakan’ın uslubunu andıran şekilde anında karşı-saldırıya dönüşüyor.
“Kamu aydını” (public intellectual) özelliğinin ortadan kalkması ya da “piyasa”da sayılarının azalması ile “Sahibi’nin Sesi” adedinin artması ve “piyasayı kaplaması”, rejimin “rengi” açısından hayra alamet değildir.
Bu “hal”in dışarıdan da görülmesi, üstelik Başbakan’a en ufak bir husumeti olmayan düşünce insanlarından gelmesi, önemli bir “uyarıcı” olmalı.
Walter Russell Mead’in “Turkey: Still Too Small, Still Too Threatened” (Türkiye: Hala Çok Küçük, Hala Çok Tehdit Altında) başlıklı makalesi bu konuda özel bir önem taşıyor. Walter Russell Mead ismi, Başbakan’ın kendisine karşı “operasyon”un aracılığından yaptığından kuşkulandığı Wall Street Journal (WSJ) ile hiçbir şekilde uyuşmuyor. Walter Russell Mead, ABD’nin önde gelen siyasal bilimcilerinden ve uluslararası ilişkiler uzmanlarından. Tarihçi olarak nitelenmesi de mümkün; Amerikan dış politika tarihi konusunda en yetkin kitapları yazdı.
Walter Russell Mead’i Başbakan’ın gazabının hedefi olan Cumhuriyetçi eğilimli WSJ’den temel farkı Demokrat olması ve ateşli bir Obama yandaşı olarak bilinmesi. “Hala Çok Küçük, Hala Çok Tehdit Altında” diye söz ettiği Türkiye ile ilgili yazısı aslında Tayyip Erdoğan değerlendirmesi.
Tayyip Erdoğan ile ABD’nin Birinci Dünya Savaşı dönemindeki Başkanı Woodrow Wilson arasında benzerlikler kurulan yazı, her iki liderin parlak dönemlerine ayrı ayrı yer verdikten sonra “Erdoğan, hala, Wilson’a biraz benzemeye devam ediyor, ama benzediği Versailles sonrasında keskin bir düşüşte olan Wilson...” sözcükleriyle, başlığına sinmiş olan “ironi”yi sürdürüyor.
Wilson, ABD tarihinin ilk akademisyen başkanı idi. Princeton Üniversitesi’nin rektörlük binasından Beyaz Saray’a gelmişti. Savaş karşıtıydı ve Avrupa diplomasisinden nefret ediyordu. ABD, kıtasının dışına çıkarak, bir dünya savaşına onun başkanlık döneminde girdi. Wilson, nefret ettiği Avrupa diplomasisinin ta merkezine sürüklenmekle kalmadı, ikinci başkanlık dönemini kendi ülkesinde iktidarı çok zayıflayarak sürdürdü.
“Türk Başbakanı Recep Erdoğan, bir yıl önce beş aşağı beş yukarı Woodrow Wilson’a benziyordu. Ortadoğu’da gittiği her yerde büyük kalabalıklar onu selamlıyordu. Tıpkı Wilson gibi bir siyasi hareketi içinde bulunduğu boşluktan alıp ülkesinde siyasi iktidara taşımıştı. Tıpkı Wilson gibi, taraftarları muhafazakar dini ve ilerici toplumsal görüşlerin bir karışımından oluşuyordu. Tıpkı Wilson gibi, en önem verdiği yerlerde dünya politikasını tekrardan biçimleyecek iktidar ve görüşlere sahip  olduğu izlenimini verdiği vakit, olaylar onu büyük uluslararası itibar konumuna yönlendirmişti” diye giriyor yazısına Walter Russell Mead.
Peki “tıpkı Wilson gibi” bir “iniş” gözüküyor mu Erdoğan’da?
“Ortadoğu’da İslami demokrasinin yürüyüşünü yönetme rüyası bozulmuş ve yıpranmış görünüyor. Libya, Suriye, Mısır; bunların hiçbir Türk diplomasisinin ya da Türkiye’nin önderliğinin başarısı olarak görünmüyorlar ve Suriye, Türkiye’nin kendi iç istikrarını tehdit edecek tam anlamıyla bir felaket” diye yazdığına göre, Walter Russell Mead’in gözünde Tayyip Erdoğan’ın durumu öyle gözüküyor.
Devam ediyor:
“Kürtlerle uzlaşmak konusundaki tüm umutlar artık kayboldu; Erdoğan, kendisini giderek, bu yerinde duramayan, huzursuz (ve nüfus patlaması taşıyan) azınlığa karşı geçmişteki Kemalist savaşların tutuk adımlarının izinde gitmeye indirgedi...
Devlet kimliğini Kemalist ideolojiden Sünni dindarlığa kaydırmak, içlerinde İstanbul merkezli iş dünyasının imtiyazlarına ve gücüne meydan okuyan yeni dalga girişimcilerin de yer aldığı Anadolu Türklerinin çoğunluğu ile yeni tür bir ilişki kurmasında Erdoğan’a yardımcı oldu. Ama bu kayışon olumsuz bir yanı da var; Kürtler, bir umut döneminden sonra, Türkiye’deki bu yeni düzeni, eskisinin bir devamı olarak görüyorlar. Ve, Türkiye’nin büyük bir dini azınlığı (herhalde nüfusun yüzde 25’i)  Aleviler, birçoklarının görmekte olduğu, geçmişte onlara zulmetmiş olan devlet ile bir dini gelenek arasındaki ilişkinin yeniden ortaya çıkışını görmekten hoşlanmıyorlar. Suriye meselesi işleri daha da kötüleştirdi. Türk Alevileri, Suriye’deki Arap Alevilerinden farklı olmakla birlikte, aralarında bir sempati mevcut.
Bu arada, uluslararası durum zorlu gözüküyor. Komşularla ilişkiler kötü; İran, Irak, Rusya ve Suriye, Türkiye’ye iki yıl öncesine oranla daha hasmane konumdalar. Yeniden aktif bir Rusya, İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs ile ilişkilerini geliştirir ve Akdeniz’de yeni meydan okumalar yaratırken, Türkiye’nin Amerika ve İsrail ile ilişkileri zayıfladı. Ekonomi bile yavaşladı; bölgedeki devrimler ve Avrupa’daki resesyon ortamında, Türkiye, tek başına gidemez...
Türkiye, bütün bu sorunlar çözülsün istiyor ve oynayacak önemli bir rolü var, ama Türkiye, gerekli ve yeterli olanı kendi başına yapamaz. Osmanlı günlerinde olduğu gisi, Türkiye’nin karmaşık bölgesel portföyünü hale yola sokmak için müttefiklere ihtiyacı var. Ve, tıpkı Osmanlı günlerinde olduğu gibi, iyi müttefikleri bulabilmek hem zor ve hem de her zaman bir fatura çıkartıyorlar.” 
Bu yazılanlar geçerliyse, Tayyip Erdoğan’ın asabiyetinin, belki de tam da bu nedenlerden kaynaklanıyor: Güç kaybı ve güçsüzleşmeye başlıyor olmanın idrakının yol açtığı hiddet.
Türkiye gibi bir ülkede, Türkiye şartlarında, Türkiye’nin bulunduğu bölgede, “tehlikeli” olan da başlıbaşına bu: “Güçlü adam”ın herkese ve herşeye öfkelenmesi.
Çünkü, öyle bir durum, giderek, rejimin “rengi”ni değiştirir...
Yazının Devamını Oku

Hrant Dink, İsmail Beşikçi, Hasan Cemal

17 Eylül 2012
Hiç kimse bu ödülü onun kadar hak edemezdi. Başka bir deyişle, bu ödül ona yakıştığı kadar hiç kimseye yakışmayabilirdi.

Herhalde, salondaki tıklım tıklım kalabalık da böyle düşünüyordu ki, “Uluslararası Hrant Dink Ödülü”nün 2012 yılında İsmail Beşikçi tarafından kazanıldığı ilan edildiği anda, dakikalar süren bir alkış koptu.

Ölümünden –daha doğrusu kahpece sırtından kurşunlanmasından- bu yana her 15 Eylül’de Hrant’ın doğum günü, “Uluslararası Hrant Dink Ödülü” töreniyle kutlanıyor. Hrant’ın 58. yaşgününde bu yıl bestelenmiş olan “Hrant Dink Oratoryosu”ndan bölümler dinledik. Harikulade bir müzik şöleniydi. Tören sonrasında bestecisi Majak Toşikyan’a (Cenk Taşkan) “Hrant’ı tanımış birisi olarak söylüyorum; Hrant Dink, orataryo haline getirilsin dense, Hrant’ın oratoryo hali ancak böyle bir şey olurdu” dedim.

“Hrant Dink Oratoryosu” kadar etkileyici olan, İsmail Beşikçi’nin, Rakel Dink’in elinden ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmaydı. O da adeta bir “Bilim ve Düşünce Ahlakı Oratoryosu” gibiydi. Sadece sosyoloji alanındaki bilimsel çalışmaları nedeniyle, en büyük “tabuları” devirmeye cesaret etmiş ve bunu başarmış olduğu için, 73 yıllık ömrünün 17 yılını sekiz kez girip çıktığı hapishanelere bırakmış olan gösterişsiz, küçücük adam, bir ders süresi kadar olmayan kısa süre içinde müthiş bir tarih dersi verdi.

“Yakın Doğu, Orta Doğu ve Uzak Doğu” kavramlarının Bizans’tan kaynaklandığını ve bunun nedenini anlatarak başlattığı konuşmasında, “Yakın Doğu”nun yani Anadolu topraklarının (çünkü Anadolu, Yunanca-Rumca “Doğu” anlamına gelir), “Yirminci Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde imha edildiğini” yumuşak bir ses tonuyla ve itiraz edilemez bir kesinlikle anlattı. “Ermeni soykırımı”, sözkonusu bu “imha”nın en yüksek kan bedelli örneği olmuştu.

İsmail Beşikçi, “Ben, devletler tarafından bu konularda özür dilenmesinin hiçbir sorunu çözeceğine inanmıyorum, Sorunlar ancak bu konuların araştırılmasıyla, gerçeklerin ortaya çıkarılmasıyla çözülür” dedi. Üzerinde pek durulan “özür” konusunda çarpıcı bir tez ortaya atmış oldu.

Aklaşmadan önceki sapsarı saçlarından ötürü (Mülkiyeli olduğumuzdan ötürü Beşikçi’yi 40 yıldan fazla bir süredir tanıma imtiyazına sahibiz) “Sarı Hoca” namlı İskilipli Türk,  “Ermeni soykırımı” sözcüklerini, o çok üzerinde durduğu araştırma ve incelemeye dayalı bilginin gücüyle, adeta bilimsel rahatlıkla telaffuz etti.

Ömrünün 17 yılını hapiste geçirmiş olmasına rağmen, “gerçekler”den başka hiçbir şeye “teslim olmayan” bir adamın saygı uyandıran umursamazlığı ve cesareti var İsmail Beşikçi’de.

İsmail Beşikçi kadar eskiden tanıdığım, üstelik çok daha yakından tanıdığım, benim çok yakın arkadaşım olan bir başka “Mülkiyeli” var; Hasan Cemal... Hasan, Hrant’ın 58. yaşgününe müthiş bir “hediye” ile katıldı; “1915: Ermeni Soykırımı” adlı kitabıyla.

Yazının Devamını Oku

Berlin’de bir gün...

16 Eylül 2012
Yüksek tavanlı “Daimi Misyon”, Almanca adıyla “Die Standige Vertretung” (a’nın üzeri iki noktalı) lokantasının geniş duvarlarında fotoğrafsız bir santimlik yer yok. Fotoğraflar, savaş sonrası bölünmüş Almanya’nın, kırk küsur yıl sonra, Berlin’in yeniden tek ve birleşik Almanya’nın başkenti oluşuna kadar siyasi tarihini görsel biçimde sergiliyor. Lokantanın sahipleri, kırkbeş yıl Batı Almanya’nın başkenti olmuş olan Bonn’lu. “Daimi Misyon” ise iki Almanya’nın birbirlerinin başkentinde “büyükelçilik” olmayan “temsilcilikleri”nin adı.

Konrad Adenauer’in, Willy Brandt’ın, Helmut Kohl’un, Gerhard Schroeder’in, Kurt Georg Kiesinger’in, Ludwig Erhard’ın, Walter Ulbricht’in, Erich Honecker’in sayısız fotoğrafı ve çerçevelenmiş çeşitli belgeler altında bir Berlin akşam yemeği. Bir elli metre ötemizde Bertolt Brecht’in adıyla ün yapmış olan Berliner Ensemble tiyatrosu. Brecht’in “Üç Kuruşluk Operası” sahneleniyor.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu, yemeği erken terkediyor. Gecenin geç saatinde Berlin-Ankara uçağına yetişecek. “Yarın birlikte dönerdik. Kal” diyecek oluyorum, “Yarın sabah 11’de MKYK var. Mecburum gitmeye” diyor.
Ahmet İnsel, ertesi sabahın çok erken saatinde Londra’ya uçacakmış. Berlin, bir önceki dönem Ak Parti Diyarbakır milletvekili Abdurrahman Kurt ile bana kalıyor. Öğle saatlerine yani Abdurrahman Kurt’un havaalanına gidiş saatine kadar “Kürt sorunu” üzerinde konuşmaya, sohbete, görüş alışverişine devam.
Öğle vakti Berlin, tümüyle bana kalıyor. “Kürt sorunu” konuşacağım kimse de kalmıyor. Friedrich Strasse’ye vuruyorum kendimi. Büyük kitapçıya giriyorum. Berlin tarihi okumaya dalıyorum. Özellikle yakın dönem Berlin tarihi. Geçen yüzyılda tüm dünyanın gidişatını, geleceğini Berlin kadar etkileyen başka hiçbir şehir olmadı yeryüzünde. “Üçüncü Reich”ın yani “Nazi İmparatorluğu”nun bazıları yerinde yeller esen merkezlerine gezi turları düzenlenir olmuş. Hitler için Speer’in kurduğu “Reich”ın “Şansölyelik” binası, Hitler’in intihar ettiği bunkerin yeri, Goebbels’in “Propaganda Bakanlığı”, Himmler’in “SS ve Gizli Polis Gestapo” merkezi, Mareşal Göring’in “Hava Bakanlığı” ya da “Luftwaffe Karargahı”.
Kendi başıma, o çevrede bir kez daha dolaşmak için vaktim var. Unter den Linden’e çıkıyorum. Tiergarten’dan gelerek Brandenburg Kapısı’ndan, zafer takının altından geçerek, büyük gösterilerin yapıldığı Berlin’in en tarihi caddesinde Brandenburg Kapısı yönünde yürüyorum. Zaten, Alexanderplatz yönünde yürümek mümkün değil. Yenilenme çalışmalarıyla kazılıyor; bariyerlerle kapatılmış, yürüyecek yer yok.
Brandenburg Kapısı yönünde yürümek “hedef”e de götürüyor. Tam anlı şanlı Adlon otelinin yanından sola dönünce Wilhelmstrasse’desiniz. Bir on dakika sonra Wilhelmplatz’a ve Kaiser Hof’a geldiğinizde, “Üçüncü Reich”ın yüzmilyonlarca insanın kaderini belirleyen kararlarının alındığı mekanlardasınız demektir.
Adlon otelinin hizasında, Unter den Linden üzerinde sık aralıklı “imbiss”ler yani “fast food” büfeleri dizili. Plastik sandalyelerini ve masalarını geniş refüjün üzerine yaymışlar. Sosis yeme-bira içme mahalleri. Kimisinde koca “Döner Kebap” tabelaları göze çarpıyor. Türkiyelilerin, Almanya’ya vurduğu artık silinemez damga...

Yazının Devamını Oku

PKK’sız, PKK’lı çözüm arayışlarına dair...

14 Eylül 2012
“Kürt sorunu”na yaklaşıma ilişkin iktidar ile izlediği politikaya muhalefet edenlerin önemli bir bölümü arasında bir “ortak nokta” var. O “ortak nokta”yı muhalefet edenler pek fark etmiyorlar ama “sonuç elde edilememesi” tam da o “ortak nokta”yla ilgili.

İktidar için, PKK savaşılması, ezilmesi ve bertaraf edilmesi gereken bir hasım. Onun uzantıları da yani en başta BDP de “savaş kuralları gereği”nce “saf dışı” bırakılmak zorunda. Hatta, bu politikanın “yanlış olduğunu” söyleyen herkes –yani bizler- “itibarsızlaştırma”nın ve “kişilik katli”nin hedefi halinde getiriliyor.
BDP’yi “saf dışı” bırakmak birkaç şekilde olabilir:
1. BDP’yi “muhatap almamak” ve sürekli biçimde “terör örgütünün siyasi uzantısı” olarak “şeytanlaştırmak”;
2. Giderek, BDP’yi, TBMM’deki temsilcilerinin “dokunulmazlıkların kaldırılması” tehdidi altında etkisizleştirmek ve son hamle olarak kapatmak, kapattırmak;
3. BDP’yi PKK ile arasında kesin bir çizgi çizmeye ve PKK’yı kınamaya zorlamak.
Bu üçüncüsü de bir tür “saf dışı” bırakmak yoludur, çünkü, BDP’nin böyle bir şey yapamayacağı, PKK ile aynı siyasi hattın içinde yer aldığı, BDP’nin “seçmen tabanı”nın, Türkiye Kürtlerindeki PKK yandaşları ya da sempatizanlarından oluştuğu, hatta aynı ailenin fertlerinden birinin TBMM’de, diğerinin “dağda” olduğu biliniyor. Dolayısıyla, “BDP’ye PKK’yı kınatmak” veya “BDP’nin PKK ile arasında kesin ve kalın bir çizgi çizmesini sağlamak” demek, aynı “siyasi ailenin bölünmesi, parçalanması” ve o ailenin zaten pek etkili olmayan “silahsız tarafı”nın tümüyle “etkisizleştirilmesi”ndan başka sonuç vermez.
PKK:

Yazının Devamını Oku

PKK ile başbaşa kalmak istemiyorsanız…

12 Eylül 2012
Önceki gün Milliyet’te Derya Sazak ilk kez yazdı. Milliyet’in dünkü sayısında Hasan Cemal’e ona gönderme yaparak değindi ve bir grup CHP’li ile bir grup “aydın”ın “CHP’nin Kürt sorunu konusunda ne yapması gerektiği” konulu toplantı basına ve dolayısıyla kamuoyuna yansımış oldu.

Taraf gazetesinde Kurtuluş Tayız, daha da öteye geçti ve “Yeni Oslo sürecini CHP mi başlatacak” başlıklı yazısıyla toplantının içeriğine girdi. Ne var ki, ortaya atılan soru, toplantının içeriğini doğru biçimde yansıtmıyordu.

Önce  kamuoyu ya da okurların “Kimler?” merakını giderelim. Katılımcıların isimlerinde medyaya yansıyan bilgide bir yanlışlık yok. CHP’den genel başkan yardımcısı, MKYK üyesi sıfatı , milletvekili. Il başkanı gibi “yetki” sıfatları taşıyanlar yer aldı. Sezgin Tanrıkulu, Gülseren Onanç, Rıza Türmen, Alaettin Yüksel, Burhan Şenatalat ve Parti’nin İstanbul il başkanı.

Onların ismen davetlisi olarak katılanlar ise benden gayrı Mithat Sancar, Turgut Tarhanlı, Bekir Ağırdır, Osman Kavala, Oral Çalışlar, Fuat Keyman ve Altan Öymen.

Toplantının, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilgisi altına yapıldığı toplantının başında bizlere bildirildi.

Şu kadarını söylemeliyim; Benim son aylar içinde “Kürt sorunu” konulu toplantılar içinde en ufuk açıcı, en verimli olanların başında geliyordu. Her söz alan,  CHP’nin konuyla yani Kürt sorunu ile yakından ilgilenmesi gerektiğine ilişkin görüşlerini açık yüreklilikle, hiçbir “otosansür”e tabi tutmadan söyledi.

CHP’li heyet son derece dikkat ve ilgiyli dinledi. Gerçek anlamında dürüst ve gelecek için umut saçan bir “zihin eksersizi” oldu. Umalım ki, CHP çevresi bu çalışmaya devam etsin, Türkiye’nin “entelektüel birikimi”yle ana muhalefet partisi arasında köprüler kurulsun.

Çünkü, herkes farkında ki, CHP, “Kürt sorunu denklemi”ne bir “aktif aktör” olarak girmedikçe, sorunun çözümü de, hatta onun öncesinde “çözüm süreci”ne girilmesi de zorlaşacak ve gecikecek.

Geçen cuma günü gerçekleşen toplantının en dikkat çekici yönlerinden biri soruna eğilirken ve siyaset belirlemeye çalışılırken, sadece  “ilkesel” değil aynı ölçüde  “gerçekçi” olunması gerektiğine dair yapılan  vurgular idi. Gelgelelim, toplantıda ne konuşulduğuna ilişkin basında yer alan bilgilerin “gerçekçilik” bir yana, “gerçekler” ile pek az ilişkisi vardı.

Yazının Devamını Oku