Cengiz Çandar

Tarihi ‘Newroz-Nevruz’a doğru...

17 Mart 2013
Her şey hızla 21 Mart’a, yani Nevruz’a doğru akıyor.

Bu Nevruz (yani Yenigün anlamında ama yeni yıl olarak kutlanıyor; Kürtçe yazılışı ile Nowroz) , “barış ufukları” açısından bundan önceki hiçbir Nevruz’a benzemiyor. Bu anlamda benim hatırlayabildiğim, bir tek 1993 Nevruz’u vardı. Abdullah Öcalan, 16 Mart’ta benim de aralarında bulunduğum kalabalık bir izleyici topluluğu önünde “ateşkes” ilan etmişti.

PKK’nın ilk “ateşkesi” idi o. PKK açısından ne kadar önemli bir dönemeç noktası olarak algılandığını yıllar sonra öğrenecektik. Bu kez, yine ve her zaman olduğundan daha önem verilerek, Abdullah Öcalan’dan bir açıklama bekleniyor.

Hindistan’dan döner dönmez, Gültan Kışanak’ın söyleşisine katılmıştım. BDP Eş Başkanı orada Öcalan’ın “Nevruz açıklaması”nın “ateşkesin ötesinde bir içerik” taşıyacağını söylemişti.

Dün de Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir İstanbul’daydı. Yine bir 16 Mart günü. Osman Baydemir, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu “çok etkilemiş” olduğunu öğrendiğimiz Diyarbakır gezisinin hemen ardından İstanbul’a geldi. Davutoğlu’nu Diyarbakır’da ağırlamış olmaktan ve Diyarbakır’da birlikte verilen “mesajlar”dan çok hoşnuttu.

İstanbul’a apar topar gelmesinin sebebi, İstanbul’dan olabilecek en geniş katılımı, 21 Mart günü Diyarbakır’da ağırlamak idi. O “tarihi gün”de gerçek bir “barış mesajı”nın ortaya çıkması için, Diyarbakır’da bizzat görmek istediklerine davetini  bizzat iletmek için gelmişti İstanbul’a.

Murat Karayılan’ın “Kandil” namına son açıklaması bir gün önce geldi. Osman Baydemir’e refakat eden DTK ileri gelenlerinden biri, Karayılan’ın açıklamalarının “can alıcı noktası”na dikkatimi çekti. Altı sayfa tutan açıklamalarının şu bölümüne:

 “... Bu dönemde taktik bir hamleyi başarılı kılmanın olgunlaşmış zeminleri de diyebileceğimiz imkanlar mevcuttur. Taktik açıdan bu imkanı değerlendirmek ve bu çerçevede savaşı derinleştirerek sonuca gitmek anlaşılır bir şeydir. Fakat Önderliğimizin ortaya koyduğu perspektif bunu çok daha aşan bir düzeyde daha kapsamlı, daha geniş ve stratejik bir düzeyi içermektedir. Önderlik, perspektifinde Kürt halkı ve bölge halklarının ilişkileri açısından yön tayini vardır. Halklar ittifakını aşan bir eksende Kürt-Türk birlikteliğini öngören bir bakış açısını oluşturmaktadır. Dolayısıyla bizim bir takım taktik avantajları görüp bu stratejik bütünlüğü göz ardı etmemiz düşünülemez... Biz önderliğimizin demokratik barışçı çözümü gerçekleştirmeyi öngördüğünü konulan perspektifte net bir biçimde görüyoruz... Bölge adeta kaynıyor, herkes bir arayış içerisinde; savaş ve çatışma var ama aynı zamanda uzlaşı ve barışçıl yollarla çözüm bulma arayışları da vardır. Bu süreç, bunların hepsinin iç içe geliştiği bir süreçtir...”

Karayılan açıklamasının “can alıcı bölümü” burası, bu bölümün, operasyonel anlamda “can alıcı noktası” ise “Bizim bir takım taktik avantajları görüp bu stratejik bütünlüğü göz ardı etmemiz düşünülemez” sözcükleri.

Yazının Devamını Oku

Hindistan’da Octavio Paz ile…

13 Mart 2013
DELHİ- Octavio Paz (1914-1998) Yeni Delhi’de buluştuk. 1990 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan büyük Meksikalı yazar, benim zaten en sevdiğim yazarların başındaydı. “Yanlızlığın Labirenti” isimli eserini, okumuş olduğum en etkileyici kitapların başına yerleştirmiştim. Onun ölümünden bir yıl sonra Hindistan’a ilk kez ayak basmıştım.

Aradan 14 yıl geçtikten sonra Yeni Delhi’de onunla buluşmuş olmaktan çok mutluyum. Ölümsüz eserlerinden biri olan “In Light of India”yı (Hindistan’ın Işığı’nda) acaba ilk gelişimde Yeni Delhi’de mi almışım, hatırlamıyorum. Elimdeki kitap, Yeni Delhi 1995 baskısı.

Birkaç gündür Hindistan’dayım. 14 yıl aradan sonra ilk. 14 yıl önce buraya ilk kez geldikten sonra, bunca yıldır dünyanın her köşesinde, dört kıta’da gördüğüm sayısız ülke içinde Hindistan’ın yerinin özel olduğunu düşünmüştüm. Sanki, başka bir gezegende gibiydi bu harikulade ülke.

Yine öyle oldu. Boyut değiştirdik birdenbire. “Alt-kıta Davos’u” denebilecek türden Asya ağırlıklı bir uluslararası toplantıdayız. Dünyanın “siklet merkezi”nin nasıl “Eski Dünya”dan ve Avrupa’dan buralara, Asya’ya doğru kaydığını hissetmemek imkansız.

“Boyutlar değişiyor birdenbire” diyoruz ya, basit bir örnek Hindistan’ın en parlak bakanlarından biri olan Tarour, sosyal refah projesi olarak her gün “150 milyon kişiye öğle yemeği verildiğini” söylüyordu. Türkiye nüfusunun iki katından fazla neredeyse, Hindistan’ın nüfusunun onda birinden daha az.

Bir Hong Kong’lu konuşmacı, Çin ve Hindistan’ın toplam nüfuslarının “insanlığın yüzde 40’ı olduğunu” hatırlatarak, her iki ülkedeki müthiş ekonomik büyümeye gönderme yapıyor ve “Düşünsenize” diyordu, “Yakın geçmişe kadar, dünya insanlığın yüzde 40’ını dışlamış durumdaydı. En önemlisi, insanlığın yüzde 40’ından yaratıcı düşünce üremesine karşıydı.”

Ekonomik büyüme ile simgelenen gelişme her alana sirayet ediyor. Onmilyonlarca insan, olanca enerjileriyle –bu arada yaratıcı düşünce de buna dahil- tarih sahnesinde yerlerini alıyorlar.

Peki, Hindistan ile Çin, “uyanan iki dev” gün gelip, üstünlük mücadelesinin sonucu olarak savaşa tutuşmazlar mı? Bu soruyu “Bizim yaşam süremiz içinde Çin ve Hindistan arasında bir savaş ihtimali var mı?” diye formüle ederek, bir katılımcı Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Shiv Shankar Menon’a sordu. Hiç düşünmeden, kısaca cevapları: “İki ülkenin 8000 yıllık devlet deneyimi bu işin üstesinden gelir…”

Tabii, Asya’nın bu “devasa ayağa kalkışı”nın Pasifik’in öte yanındaki “tek süperdevlet” ile ilişkileri nasıl etkileyeceği de, tartışma konuları arasındaydı. “Kuzey-Güney” veya “Doğu-Batı” ekseni olarak ifade edilen jeostratejik eksenlerin, teknoloji ve ekonominin gelişmesi sayesinde tarihte ilk kez olacak şekilde “barışçıl biçimde yan yana yaşayabilecekleri” tahmini ağır bastı.

Yazının Devamını Oku

Öcalan ile Karayılan birlikte okunduğunda... (1)

9 Mart 2013
Gerçekten “tarihi” günler yaşıyoruz.

Bundan çok değil, altı-yedi ay önce birileri “2013’ün ilk iki ayında BDP’li parlamenterler İmralı’ya gidecekler; Abdullah Öcalan ile saatlerce görüştükten sonra Kandil’e ve Avrupa’ya gidip Öcalan’ın “yeni çözüm süreci”ne ilişkin görüşlerini aktaracaklar. Kandil yakınında PKK ve BDP heyetleri arasında yapılan toplantının fotoğrafları yayımlanacak. Murat Karayılan,  Sabri Ok ve ismiyle (konumu daha dün öğrenilen) bir PKK’lı kadın askeri yetkili ile birlikte Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Sırrı Süreyya Önder birlikte fotoğraf çektirecekler” dese; ya “örgüt propagandası”nden soruşturmaya hedef olur veya “deli muamelesi” görürdü.
Ya da “Türk duyarlılıkları” ile oynandığı gerekçesiyle kamuoyunda kıyamet kopardı. Hiç öyle olmadı. Olmuyor. Bütün bunlar, pekala olabilir gelişmeler gibi görülüp, yukarda aktardığımız her şey “normalleşiyor”.
Unutmayalım, Temmuz ayında Hakkari kırsalında Gültan Kışanak ile Aysel Tuğluk’un silahlı PKK’lılarla kucaklaşma fotoğrafları nasıl bir “hiddet kabarması”na yol açmış, BDP’li parlamenterlerin “dokunulmazlığının kaldırılması” gündeme gelmişti.
Tam da bu nedenle, Gültan Kışanak ile Aysel Tuğluk’un İmralı’ya gitmeleri, iddia edildiğine göre “Başbakan vetosu”na takılmıştı. Aynı Başbakan’ın söz konusu iki isme ve yine İmralı’ya gitmesi uygun görülmeyen Selahattin Demirtaş ile ilk giden ikilide yer almış olmasına rağmen, ikinci kez gitmesi istenmemiş olan Ahmet Türk’ü kapsayan kalabalık bir heyetin Kandil civarında PKK yöneticileriyle görüşmeye gitmesini “veto etmemiş” olduğu anlaşılıyor.
Dahası, Başbakan, basında yer almış olan fotoğraflara “gürlemedi”. Birkaç gündür Türkiye, Selahattin Demirtaş, Gültan Kışanak, Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Sırrı Süreyya Önder ve Altan Tan’ın “başına ne gelmesi ve getirilmesi” gerektiğini tartışmıyor.
Hem, bu temaslar ve görüntülerin Başbakan’ın gazabına uğraması söz konusu olsa, KBY (Kürdistan Bölge Yönetimi) Başbakanı ve Ankara’nın en yakın dostlarının başında gelen Neçirvan Barzani, BDP heyetini özel uçağını tahsis ederek ve ilk kez bir Erbil-Diyarbakır uçak seferi gerçekleştirilerek Türkiye’ye göndermezdi.
Temmuz ayında Hakkari kırsalından gelen Gültan Kışanak’lı, Aysel Tuğluk’lu “fotoğraf”, Kandil civarından (PKK-BDP görüşmesi tam olarak Kandil’de değil, hemen dibindeki Sengeser’de gerçekleşmiş) gelen “fotoğraflar”dan daha “vahim” addedilebilir mi? İlki, isimsiz iki silahlı idi. İkincisi, onların “komutanları” ile.

Yazının Devamını Oku

Suriye muhalefet lideri diyor ki...

6 Mart 2013
Kendisine “Şeyh Moaz” diye hitab ediyoruz ama tam adı Ahmed Moaz el-Hatip el-Hasani. Şam’ın köklü bir ailesine mensup. Şam’ın tarihi Emevi Camii’nin imamı olarak tanıtılmış olmasına rağmen, Emevi Camii’nin imamı babası ve büyük babası. “Şeyh Moaz” da babadan kalma bir işlevi yerine getirmiş olmakla birlikte jeofizik okumuş ve petrol mühendisi olarak Shell’in Suriye bölümünde bir 6 yıl kadar çalışmış. İyi İngilizcesi oradan kalma olmalı.
Suriye muhalefetinin Kasım 2012’de Katar’da oluşmuş çatı örgütünün, yani upuzun ismiyle “Suriye Devrimci ve Muhalif Güçler Koalisyonu”nun (el-İtilaf el-vatani el kuvvet-ül thawri ve el-mua’rada el Suriye) başkanı Şeyh Moaz. Yanında, “Koalisyon”u “Suriye halkının temsilcisi” olarak ilk tanıyan ülke Fransa’nın “Suriye Büyükelçisi” olarak tanıdığı Monzer Makhous ve dört Suriye muhalefet yetkilisi; karşılarında ise dört Türk basın mensubu. Suriye konuşuyoruz tabiatıyla. Uzun uzun.
Şeyh Moaz ile ilk karşılaşmam. Son derece alçakgönüllü birisi. Sadece çok alçakgönüllü değil, çok da açık yürekli. Diplomatik bir dille cevap vermesini beklediğiniz sorulara gayet açık, anlaşılık cevaplar veriyor.
Halep’ten gelmiş. “Muhalefet Halep’in ne kadarını kontrol ediyor” sorumu, “Henüz son Halep Muharebesi’nin verilmediğini” söyleyerek, ve cevabına biraz da “askeri gizem” vererek karşılıyor. Tek muğlak bıraktığı soru bu oldu diyebilirim. Zaten, tam Halep’e de girmiş değil. Halep’in ilçesi Monbij’e gitmiş. Çok yakın şehre. Halep’in bir başka ilçesi Carablus’tan (bizim sınırda, Karkamış’ın tam karşısında) geçerek gitmiş.
Türkiye-Suriye besbelli muhalefetin elinde. Peki, Kürtler ve PYD bu işin neresinde?
Şeyh Moaz, bu soruya, “isimler üzerinden hareket etmeyelim; ilkeleri söyleyeyim” diyerek cevap veriyor ve “kırmızı çizgiler”i “Suriye’nin toprak bütünlüğünü bozmamak ve Suriye halkının birliğinden ayrılmamak” olarak niteliyor. “Bölünme”ye karşı.
Peki, “özerklik” ya da “federal yapı” veya “merkeziyetçilik”? Bunları, esas konular olarak görmüyor. Halledilebilecek “teknik” konular bunlar. Yeter ki, Suriye toprakları bir ve bütün kalsın, “ayrılıkçılık” olmasın.
Biraz irdeliyoruz, PYD’yi nasıl gördüğü konusunda. Bir hafta önce Kahire’de PYD lideri Salih Müslüm ile biraraya geldiğini söylüyor. “Bana, Devrim’le beraber olduklarını ve Türkiye ile ilişkilere de açık olduğunu söyledi” diyor. Buna karşılık, Şeyh Moaz da, Türkiye ile PYD arasında “bir köprü rolü” oynama önerisinde bulunmuş ve Salih Müslüm bunu olumlu karşılamış.
Suriye’nin kimi yerlerinde, PYD’nin “Devrim’le”, kimi yerlerinde ise “Rejim’le” birlikte hareket ettiği görüntüsü verdiğini sözlerine ekliyor. Serekaniye’deki (Resulayn) gelişmeleri dikkatle izliyor. Hatta arabuluculuk için, bir aşiret reisi olan Şeyh Salim’i oraya gönderdiğini anlatıyor. Henüz kalıcı bir anlaşma sağlanmamış PYD ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında; bir ön anlaşma söz konusuymuş.
Danışmanlarından biri, el-Kaide’nin Suriye kolu diye tanıtılan an-Nusra’nın PYD karşısında ağır kayıplar verdiğini, daha ziyade Gureba el-Şam ve en önemlisi el-Faruk adlı birliklerin PYD ile çatışmayı sürdürdüğünü bildiriyor. El-Faruk, Humus’taki çatışmalarda öne çıkan ve oradan gelen İslami unsurlar.
Şeyh Moaz’ın başkanlığındaki “Koalisyon”un, sınırdaki gelişmeleri gayet ayrıntılı biçimde bildiği belli oluyor.
Rejimin ömrü konusunda ise Şeyh Moaz, net bir gözlemde bulunmuyor. Kendisinin yaptığı “rejimle görüşme önerisi”ne ilişkin ısrarlı sorularımıza, “Rejim meseleleri komplike hale getiriyor” cevabını vererek, ortadaki tıkanıklığın günahını rejimin sırtına yıkıyor. Gelinen noktada, muhalefet “askeri zafer yolu” ile rejimi deviremiyor; rejim ise yıkılmamakla birlikte, Suriye’nin büyük bölümüne artık hükmedemiyor. Kanlı bir “pat” hali. Şeyh Moaz, bu gözlemimize itiraz etmiyor.
Şeyh Moaz’ın aklında hep halkın ıstırabı var. İnce siyaset ve diplomasinin farkında ama “görüşme önerisi”ni yaptığında hareket noktası, kan banyosunun durması, durdurulması.
Durumun bu şekilde devam etmesinin en büyük nedeninin, Başşar Esad’ın hala “direnişi ezebileceğini düşünmesi”yle ilgili olduğu kanısında. Ona bu aklı Rusya’nın ve İran’ın verdiğini düşünüyor. Ruslar, Çeçenistan’daki Grozni örneğini Başşar’a hatırlatıyorlar, İranlılar ise Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonraki “Yeşil Hareketi” nasıl ezmiş olduklarını, Başşar’a örnek olarak gösteriyorlar. Başşar da güç kullanarak, Rus ve İranlı dostlarının yolundan giderek başarıya ulaşabileceğini düşünmeye devam ediyor.
Şeyh Moaz, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’la görüşmüş. İzlenimlerini paylaşıyor. Ona göre, Ruslar, “Suriye’nin dağılmasından ve ülkeyi toparlayacak bir lider olmamasından korkuyorlar; ayrıca zaman kazanmak istiyorlar. Bir ihtimal, rejim işleri tersine döndürebilir mi, biraz daha zaman tanıyalım havasındalar...” Bununla birlikte, “bunun olamayacağını da biliyorlar” diyor Şeyh Moaz.
Yanında oturan ve Lazkiye’li bir Alevi ailenin Rusya’da ve İngiltere’de Oxford’da okumuş, Fransa’da Sorbonne’da hocalık yapmış olan üç doktoralı Monzer Makhlouf atılıyor, “Ben Rusya’yı ve Rusları gayet iyi bilirim. Rusya bu rejim uğruna asla savaşmaz. Tartus’taki deniz üssü de değil sorunları. Ama onların sorunu, Arap Baharı ile. Arap Baharı’nın İslami siyasi akımları yüzeye çıkardığını görüyorlar ve bunun Kafkasya’ya, Çeçenistan’a, Dağıstan’a yansımasından korkuyorlar” diyor. Maklouf’a göre, İran, Rusya’dan daha önemli. “İran, Suriye’deki sorunun doğrudan parçası” diye ekliyor.
Bu arada, Suriye’nin, Başşar istese bile, bir “kıyı havzasında bir Alevi devleti kurularak parçalanmasının mümkün olamayacağını, zira asla öyle bir Alevi devleti kurulamayacağını” ısrarla vurguluyor.
Niçin? Bu hükme nereden varıyor?
“Çünkü” diyor, “Alevi halkının çoğunluğu Başşar’a karşı.” Bunu bir “Alevi otoritesi” edası ile söylüyor. Kendisinin Alevi olduğunu söylediğinde, Şeyh Moaz’a dönüp takılıyorum, “Anlaşılan Monzer bey, Salah Cedid fraksiyonundan...” Şeyh Moaz gülerek onaylıyor.
Şaka yapmıştım ama meğerse tam isabet kaydetmişim. Zira, Başşar’ın babası Hafız Esad, 1970 yılında Baas rejiminin güçlü adamı, bir başka Alevi olan General Salah Cedid’e darbe yaptığında, devrilen hükümette “sol kanat”ı temsil eden Dışişleri Bakanı İbrahim Makhous, Monzer Makhous’un amcası imiş. Monzer Makhous, o günden beri sürgünde yaşıyor.
Şeyh Moaz, birçok noktada, Monzer Makhous’un söylediklerini onaylıyor. Suriye’de ne bir iç savaş, ne de mezhep savaşı olmadığını, Alevilerin büyük çoğunluğunun yoksul olduğunu, kendisinin 1987’de onların bölgesinde askerlik yaptığını anlatıyor. “İç savaş” ve “mezhep savaşı” çıkartmaya Başşar Esad’ın çabaladığını söylüyor.
İnce bir ayrıntıya vurgusu dikkatimi çekiyor: “Başşar, Suriye’nin parçalanması ya da taksimine son çare olarak başvurabilir. Şam’a hükmettiği sürece buna ihtiyacı yok.”
Muhalefet saflarındaki “Cihadi” ve “Selefi” unsurlara gelince; “Cihadi” kavramına itirazı var. “Cihad’ın İslam’da kutsal bir kavram olduğunu” hatırlatıyor. “Selefilerle direkt temasım yok ama diyalog yoluyla onları kazanabiliriz” diye konuşuyor.
Gelelim ABD’ye. Yeni Dışişleri Bakanı John Kerry ile de konuşmuş; Amerikalıların “takıntı” haline gelen üç “endişesi”ne gönderme yapıyor:
“1. Azınlıkların durumu (özellikle Hristiyanların geleceği); 2. Kimyasal silahlar ; 3. Teröristler dedikleri...”
Suriye’nin Batı dünyasının da benimsediği muhalefet lideri Şeyh Moaz, ABD için en öncelikli olanın “İsrail’in güvenliği olduğu”nun farkında bulunduğunu söylemeyi de ihmal etmiyor.
Şeyh Moaz’la uzun görüşmeden sonra, “Suriye’de durum nedir?” diye sorarsanız; “Bildiğiniz gibi” derim. Yani, henüz bir “çözülme” ya da “çözüm” eşiğinin epey uzağındayız. Korkarım, daha gidecek uzunca bir yol var...
Yazının Devamını Oku

“İmralı Notları”na Dair (2)

4 Mart 2013
Abdullah Öcalan’ın İmralı görüşme notları üzerine, önceki günkü yazıyı yazdığım sırada, Tayyip Erdoğan’ın Balıkesir’den salladığı “batsın böyle gazetecilik” salvosu henüz gelmemişti.

Yazıyı gazeteye ulaştırdıktan hemen sonra, Balıkesir konuşmasında sarfettiği sözleri dikkatle taradım. İmralı görüşme notlarının Milliyet’te yayımlanmış olması, Başbakan’ı “Süreç”te izlediği yolu saptıracak nitelikte miydi, ona baktım. Çünkü, eğer, Başbakan’ın yakın çevresindeki bazıları –hatta bizzat Başbakan nezdinde- bir “sabotaj” ya da “provokasyon” idiyse, bu, “somut olarak” Başbakan’ı ne kadar etkileyecekti? “Süreç”e “stop” diyecek miydi?
Hayır. Öyle demedi. Tam tersine, kararlı biçimde devam edeceği sinyalini verdi. Balıkesir’de dün sabah kahvaltıda biraraya geldiği STK temsilcilerine hitaben, artık kimleri kastediyorsa,  “Felaket tellalları, savaş baronları, karamsarlar, kötümserler, oy avcıları boşuna çırpınıyorlar. Ne yaparlarsa yapsınlar, bu ülkenin, bu milletin kutlu yürüyüşünü engellemeyecekler” sözleriyle “yola devam” demiş oldu.
“10 yıl içinde terör meselesini çözmek için her adım attığımıza karşımıza engeller çıktı. Ne zaman adım atsak, karşımızda duvarlar örüldü. Ne zaman bir girişimde bulunsak, karşımızda hendekler bulundu. Ne zaman harekete geçsek karşımızda provokasyonlar, tahrikler, sabotajlar bulundu. Bunların hiçbiri bizi yıldırmadı. Ne önümüze örülen duvarlar, ne kazılan hendekler, ne provokasyonlar, ne sabotajlar bizi yolumuzdan çevirmedi. Biz, ‘bu işi inşallah çözeceğiz” dedik’” diye de konuşmuştu.
Milliyet’te yer alan “İmralı görüşme notları” Başbakan’ın sıraladığı bu “kategoriler”e giriyor mu? “Batsın böyle gazetecilik” sözlerini hak ediyor mu? Başbakan’ın gazeteciliğin nasıl olması gerektiği konusunda ölçü koyması olur mu? Onun koyduğu ölçülere uymak gerekli mi? Hepsinin tek kelimelik cevabı var: Hayır.
Bununla birlikte, bugün için daha önemlisi, Başbakan’ın “Süreç”in devam konusundaki tavrı. İşin bu faslı “olumlu.” Olan-biten, Başbakan’ı yolundan caydıracak ya da saptıracak değil.
Konunun “paradoksal” ve “ironik” bir yanı ise, Başbakan ile Kandil’in aynı çizgide buluşmuş olması. Başbakan’ı hararetle destekleyen ve Balıkesir konuşmasını “Karanlık operasyon” manşetiyle söylediklerini arkalayan biçimde atan Yeni Şafak gazetesinde dün dikkatle değerlendirildiğinde ortalığı sarsması gereken bir haber, Çetiner Çetin imzasıyla ve “Kandil emriyle köstebek avı” başlığıyla yayımlandı.
“Çözüm sürecine yönelik İmralı’da ikinci kez Öcalan ile görüşen BDP heyetinin hazırladığı tutanakların sızması, parti ile PKK arasında krize neden oldu. Irak’ın kuzeyine giden BDP heyeti, Kandil’le ancak iki gün sonra görüşebildi. Bu görüşmeden de köstebeğin bir an önce bulunması talimatı çıktı... Kandil yönetimi ile biraraya gelen BDP heyetinin ana gündem konusu da sızdırılan tutanaklar oldu. Tutanakların yayınlanmasının BDP ile örgütün dağ kadrosu arasında gerginliğin gölgesinde geçen görüşmede, heyete sızıntı nedeniyle çok sert eleştiriler yapıldığı öğrenildi. Kandil yönetiminin, sürecin samimiyeti ve sağlıklı bir şekilde sürdürülebilmesi için tutanakları sızdıran kim olursa olsun teşhir edilmesi yönünde düşüncesini ilettiği belirtiliyor.”

Yazının Devamını Oku

“İmralı notları”na dair (1)

3 Mart 2013
Milliyet’in “İmralı Görüşme Notları”nı yayımlaması üzerine başlayan “deprem” sürüyor. Gerçi, ilk günkü hızını kaybetti ama yine de “artçı şoklar” olabilir. İlk tepkiler ürkütücüydü doğrusu. Yalçın Akdoğan’ın yazı başlığını, yazısı daha gazetede yayımlanmadan Star’ın internet sitesinde manşet olarak gördük: “Sabotörler iş başında”!
Zaman gazetesinin manşeti de zehir zemberekti.
Bizim gazete Radikal de, “2.Sabotaj” manşeti ve “BDP heyetinin İmralı’da Öcalan’la yaptığı görüşme tutanaklarının sızması, Paris suikastından sonra çözüm sürecine darbe vuran ikinci olay oldu. Başbakanlık’a ulaştırılan resmi tutanağın daha kapsamlı olduğu öğrenildi... BDP ise sızmayı Oslo’ya benzetti” alt başlığı ile olayı “barışa karşı komplo” olarak gören eğilimi yansıttı.
İyi niyetli bir kaygı olmalı; siyasi iktidarın öfkeye kapılıp, “Süreç”e noktayı koyması ihtimalinden duyulan kaygının yansıması belki de.
Gelişmeyi öyle görmediğimi daha önce yazdım. Tekrar edecek değilim. Öncelikle, “görüşme notları” gerçek mi, değil mi; ona baktım. Elbette, söz konusu notların kaynağının bilinmesi, bunun “2. Oslo” olup olmadığını, “sabotaj” sayılıp sayılmayacağını ve “barışa komplo” kategorisine girip girmeyeceğini belirler ama benim açımdan bundan daha önemlisi ve önceliklisi, “gerçek mi, değil mi?” sorusunun cevabı.
Şayet “gerçek” ise, Milliyet’in “gazetecilik başarısı”nı kutlamakla işe başlamalıyız. Gazetecilikten nasibini almış hiç kimse, önüne gelen ve “gerçek” olup olmadığını soruşturduktan ve “gerçek” olduğunu öğrendikten sonra, önüne gelen böyle bir malzemeyi yayınlamamazlık edemez, etmez.
“İmralı Görüşme Notları”nı okuduktan sonra “üçlü bir sağlama”  sayesinde “gerçek” olduklarına dair bende hiçbir tereddüt oluşmadı:
1. Abdullah Öcalan’ın yaklaşım tarzına, diline ve uslubuna ilişkin genel bir kanıya sahibim. Avukatlarıyla 12 yıl boyunca yaptığı sayısız ve yüzlerce sayfa tutacak “görüşme notları”nın önemli bir bölümünü ve çeşitli tezlerini içeren yine yüzlerce sayfalık metni okuduğum için, Milliyet sayfalarında okuduğum hiçbir satır bana tuhaf gelmedi. Tam tersine, çok tanıdık geldi.
2. Yeni süreç başlayalıberi, Eyüp Can, “en güvenilir kaynak” oldu. Yazdıkları ve anlattıkları neredeyse bir bir çıktı. Eyüp Can, “Basına sızan notlar büyük ölçüde doğru” dedi, ona güvendim. Demek ki, Milliyet’in yayımladığı “gerçek” hükmüne vardım.
3. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Süleymaniye’de kameraların önünde “Bizdeki metin ile gazetede yer alanlar tıpatıp değilse de çok büyük ölçüde aynı” diyerek, hem Eyüp Can’ı doğrulamış oldu; hem de okuduklarımızın “gerçekliği”ne dair olabilecek tereddütleri kaldırdı.
Bir de şu var: Öyle oldu mu olmadı mı bilmiyorum ama bu “notlar”ın yayımlanmasını bizzat Öcalan istemiş olamaz mı?
Şimdi, bunun bir “komplo” olduğuna niçin hükmedelim ki?
Oslo’ya bunun benzer bir tarafı da yok. Oslo, Türkiye kamuoyu olarak varlığından haberdar olmadığımız “Abdullah Öcalan ve PKK ile devlet arasında” sürdürülen bir “diyalog süreci”nin bir toplantısının tutanaklarının internet ortamına ne idüğü belirsiz ve sonradan sahadan çekilen bir kaynak tarafından yansıtılmasıydı. Amacın, seçimlere hazırlanmakta olan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı vurmak ve sürecin önüne kesmek olduğu besbelliydi.
İstenen etkiyi yaratmadı. Süreç, 2011 Temmuz’unda kesildi kesilmesine ama gerek  siyasi iktidar, gerekse PKK-BDP çevresi, kesilme gerekçesi olarak farklı gerekçeler ileri sürdüler. Fakat her ikisi de “Oslo ile gizli görüşmeler ortaya çıktı” diye bir gerekçeden söz etmediler.
Oslo sürecinin bir halkasının tutanağının ortalığa saçılmasından ötürü yararı bile oldu; kamuoyu, “savaş”ı ve “kan dökülmesi”ni sonlandıracağı umudunu görerek, Oslo Süreci’ne itiraz etmediği gibi, Başbakan’a bu konuda hiçbir olumsuz fatura da çıkartmadı.
Tersine, Oslo, “masaya oturulabilirlik” konusunda “emsal” oluşturdu ve “müzakere yoluyla çözüm” talepleri bakımından sağlam bir dayanak oldu.
Kaldı ki, bu “Süreç”in Oslo’dan temel farkı, “gizli olmaması” yani “şeffaflığa” görece de olsa uygun bulunması ve dahası “Süreç”in başlamış olduğunun bizzat Başbakan tarafından duyurulması.
Daha da öteye, bu “Süreç”in çok ama çok başka önemli bir yolu, “güvenlik bürokrasisi”nden öteye “siyasi aktörler”in de dahil olması. 3 Ocak’ta iki ve üstelik Kürt milletvekilinin, 23 Şubat’ta bir BDP heyetinin İmralı’ya kameraların önünde gitmiş olmasının ne kadar büyük bir anlamı olduğunun ve bütün bunların Oslo ile hiçbir benzerliği olmadığının farkında değil misiniz?
İmralı’ya giden BDP heyetinin üçte ikisinin eşbaşkanlarla birlikte,  Başbakan’ın en azından “zımni onayı” ve hatta belki de “arzusu”yla Kandil’e, bir diğerinin de Avrupa’ya Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yansıtmak ve o unsurların tepkilerini gerisin geriye İmralı’ya taşımak üzere gitmiş olduklarını görmüyor musunuz?
Abdullah Öcalan artık bir “muhatap”tır. En önemli “muhatap”tır ve Kandil ile Avrupa birer “aktör”dür. BDP ise tüm Kürt bileşenleri arasında işlevsel rol oynayabilecek bir “mekanizma”dır.
Başka türlü silahları susturmaya doğru gitmenin, silahlı mücadeleyi son kertede sona erdirmenin  “mümkünatı” olabilir mi?
Tek bir şekilde olabilirdi: PKK’nın “Sri Lanka modeli”ne göre ezilmesi ve yok olması. Ama, bu mümkün değil. Öyleyse, PKK’nin başını çektiği silahlı mücadele, bir karmaşık süreç sonucunda sona erecektir. Yolun en başında, 21 Mart’ta yani Nevruz’dan önce Abdullah Öcalan tarafından yapılacak “çatışmasızlık”, yani bir anlamda “kalıcı ateşkes” ilanı geliyor. Şu sırada “bu aşamanın eşiğinde” dolaşıyoruz.
“Görüşme notları”nı okuduğunuz vakit, üzerinde durulması gereken bu “ilk aşama” ve Öcalan’ın “nihai amaç”a ilişkin “vizyonu”.
Fehmi Koru, dün Star’daki “Tutanaktan öğrendiklerim” başlıklı yazısında “Ne bekliyordunuz, ‘Arkadaşlara selam söyleyin, yenildik, silahlarını bıraksınlar’ demesini mi?” diyor ve yazı girişinde şu satırlara yer veriyordu: “.. Cümlenin sonunda ‘Silahlarını bıraksınlar’ talimatı olduğu müddetçe başında neler söylendiği hiç önemli değildir... Pragmatik çerçeveden baktığımızda Öcalan’ın silahların bırakılmasıyla sonuçlanması beklenen sürece sahip çıktığını, kendisine yakın bilinen çevrelerin zaman zaman dillendirdiği maksimalist talepler yerine AB ile uyumlu bir çözüme hazır olduğunu görüyoruz. Beklentilerin süreç içinde daha da yumuşayabileceğinin işaretleri de var tutanak metninde.”
Bu da -üzerinde durulmaya değer- bir bakış açısı.
Kamuoyunun gözleri önünde cereyan edecek “şeffaf süreçler”den bu kadar rahatsızlık duymak, “gizli süreçler”e ilişkin herşeyi “devletten duymayı beklemek” alışkanlığı gözüküyor. Ama kopan fırtınanın gerçek sebebi sanki başka yerde. Şu olmasın:
“Sabotaj”, “Komplo”, “Oslo”, “Bu sayılmaz, gazetede yayımlanan değil, devletin elindeki metin sayılır” vs. cinsinden kopartılan gürültünün tozu dumanının ardında, aslında, Kürtleri “eşit” görememek, “eşit taraf” olabileceklerini sindirememek duygusu yatıyor. Onlar “Kürt kardeşlerimiz” ve artık “inkar etmiyoruz” gerçi ama zihin dünyamızdaki yerleri pek de “eşit” değil sanki.
Bir çözümün önüne asıl geçecek olan “Türk sorunu”nu da –özü itibarıyla- budur zaten.
İyi düşünün ve aynaya gidip yüzünüze bir bakın; ne demek istediğimi anlarsınız...
Yazının Devamını Oku

Erdoğan ve Öcalan’ı ‘doğru’ okumak...

1 Mart 2013
Önemli olan sürecin devamlılığını sağlamak. Yoksa, ‘diyalog’un ve ‘müzakere’nin çok zor olacağı ortada. Günün “haber bombası”, Sırrı Süreyya Önder ile “eşbaşkanlar”ın “Kandil’e gitmesi” ve Abdullah Öcalan’ın mektubunu götürmesi değildi. Ki, bu başlı başına ilginç ve görülmemiş bir gelişme sayılabilirdi.

BDP ile DTK Eşbaşkanlarının, Abdullah Öcalan ile dört gün önce görüşmüş olan İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ile birlikte, Kandil’de (veya üç saat ötedeki Süleymaniye’de ya da Irak Kürdistanı’nda herhangi bir yerde) PKK lider kadrosu ile görüşmelerinin “normal haber” haline gelmesi, dahası “arzulanır bir gelişme” olmasından daha çarpıcı ne olabilir?

Ne var ki, “günün haber bombası” bu dahi olmadı. Abdullah Öcalan ile geçen Cumartesi günü İmralı’da yapılan “Görüşme Notları”nın Milliyet gazetesinde yayımlanmasından daha büyük bir “haber bombası” düşmedi kamuoyunun gözlerinin önüne.

Bu öyle bir “Süreç” ki, İmralı’da Abdullah Öcalan ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın arasında yapılan görüşmelerde ulaşılan “mutabakat noktaları” nasıl başta Başbakan Tayyip Erdoğan’ın önüne geliyorsa, Abdullah Öcalan’ın istekleri nasıl BDP’liler aracılığıyla Kandil ve Avrupa’ya taşınıyorsa, Abdullah Öcalan’ın görüşleri en ayrıntılı biçimde, dünkü Milliyet’te yayımlandığı gibi, “kamuoyunun önüne” de sunuluyor.

“Süreç”in, kendisinden önceliklerden farklı olarak “gizliliği”nin olmamasının, kaçınılmaz, doğal ve “olumlu” sonuçlarından biri de bu.

Kendi payıma, Milliyet’in boydanboya iki sayfasının tümünü kaplayan –doğruluğu besbelli- “Abdullah Öcalan’la Görüşme Tutanakları”nı okuduğumda şaşırmadım.

Çünkü özellikle TESEV tarafından 2011 Haziran’ında yayımlanan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?-Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” isimli Rapor’un iki yıl süren hazırlığı süresince Abdullah Öcalan’ı –yazdıklarını, düşündüklerini ve kendisi hakkında yazılanları- o kadar çok okudum ki, düşünce sistematiğini ve hangi konuya nasıl yaklaştığını iyi bildiğimi sanıyorum.

Milliyet’te yer alan Öcalan’ın yaklaşımı ve sözleri, benim açımdan çok “tanıdık” cinsten. O yüzden, haftalardır, “sınır dışına çekilme” konusunun Abdullah Öcalan nezdinde olabileceğini anlamak için, söz konusu Rapor’da ek olarak yayımlanan Abdullah Öcalan’ın 2009 tarihli “Yol Haritası”ndan yer alan aşamalı “Eylem Planı”nın okunması gerektiğini yazmıştım.

Önceki günkü yazımın şu bölümünü tekrar hatırlayalım:

“... İkinci Aşama: Hükümetin inisiyatifiyle TBMM’nin onayından geçmiş ve hazırlayacağı önerilele hukuki engellerin kaldırılmasına yardımcı olacak bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun teşkil edilmesi. Komisyonun teşkilinde tüm taraflar arasında azami muvafakat aranacaktır... Bu biçimde yasal engellerin kaldırılması halinde PKK, yasadışı konumdaki varlığını... Bir kurul denetiminde Türkiye sınırlarının dışına çıkarabilecektir. Daha sonra bu güçlerini kontrollü olarak değişik alan ve ülkelerde üslendirebilecektir. Bu aşamada kritik olan nokta, PKK siyasi ve tutuklu ve hükümlülerinin bırakılmasıyla, PKK silahlı güçlerinin sınır dışına çekilmesinin birlikte planlanmasıdır ‘Biri diğersiz olmaz’ ilkesi geçerlidir...”

Peki, “sınır dışına çekilme” konusunda Cumartesi günü İmralı’daki konuşmada ne söylemiş Abdullah Öcalan?

Yine parlamento ve komisyon konusundan söz etmiş. Sırrı Süreyya Önder’in “Parlamentonun böyle bir yetkisi ve işlevi yok” müdahalesi üzerine şunları söylüyor:

“Komisyonlar kurulacak. Hakikat Komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Suriye var, İran var. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var...”

Belli ki, 2009’da “sınır dışına çekilme”nin nasıl olacağını belli ölçülerde revize etmiş. Ama, esası duruyor. Yani, “TBMM mührü” olacak.

Bunun öyle olduğunu biliyordum. İmralı’da 3 Ocak’ta kendisiyle görüşen Ahmet Türk-Ayla Akat Ata’ya da aynen bu “TBMM ve komisyonlar kurulması ve ‘Akil Adamlar’ konusu”nu söylemiş.

Abdullah Öcalan’ın yaklaşımı ile hükümetin konuyu yansıtma tarzı arasında tümüyle bir “örtüşme” yok. Olmayabilir. “Diyalog”un henüz çok başındayız.

“Diyalog”un “müzakere aşaması”na geçmesi gerekiyor ki, “mektupların adreslerine gitmesi” ve “İmralı Tutanakları”nın Milliyet’te yayımlanmasıyla “müzakere” bir bakıma “kamusal ölçekte başladı” bile denebilir.

Önemli olan “Süreç”in devamlılığını sağlamak. Yoksa, “diyalog”un ve “müzakere”nin –sorunun geçmişi ve yapısına bakıldığında- çok zor olacağı ortada. Bunu görmek ve dile getirmek, “Süreç”in selametle ilerlemesi ve başarıya ulaşması için elzem.

Bundan önceki her “çözüm girişimi”nin başarısızlıkla sonuçlanmasının bedelini en ağır biçimde Kürtler ödediler. “En umut verici” olan bu “yeni süreç”e ilişkin olarak “sütten dilleri defalarca yanarak şişmiş” insanların, şimdi sofraya getirilen “yoğurdu” yemeden önce, uzun uzun “üfleme” isteklerinde şaşılacak bir şey olmaması ve onların bu tavrını anlamak gerekir.

“İmralı Görüşme Tutanakları”nın yayımlanmış olmasının bu bakımdan da büyük bir yararı olacak:

1. “Süreç”e katılımı şartın ötesinde zorunlu olan Kürtler nezdinde Abdullah Öcalan, güven tazelemiş olacak;

2. PKK’nın herhangi bir “kanadı”nın, Abdullah Öcalan’ın isteklerine açıktan direnmesi çok zor olacak.

Bunun bir de tam ters yönde bir karşılığı da var. Tayyip Erdoğan’ın ne kadar büyük ve önemli bir “siyasi risk” aldığı görünüyor. O olmasa bu “Süreç” bugüne gelemezdi ve o olmazsa süremez de.

O nedenle, Başbakan’ın “ne yaptığı”nı esas almaya devam etmek ve “Süreç”i sürdürmesini desteklemek gerekiyor.

Tarhan Erdem’in dün çarpıcı bir “bilgelik”le Radikal’de ifade ettiği gibi:

“... İki taraf da hedeflerini, diğeriyle birlikte kararlaştırdıklarını itiraf etmeyecekleri gibi, diğerinin amacı olduğunu bildiklerini bile söylemekten kaçınacaklardır...

İki taraf da bir ay önce attıkları adımı başarıyla atmış ve geride bırakmışlardır... İki taraf da her attıkları adımla hedefe biraz daha yaklaştıklarını bilmektedir...”
Yani, hiç kimse “esas”ı kaçırmasın.

Çünkü, bu “Süreç”, Türkiye’de kanın durmasını, nihai olarak “Türk-Kürt uzlaşması”nı ve Türkiye’nin “büyümesi”ni amaç ediniyor ve hedef alıyor. Yani, başarıya ulaşması halinde “hayırlı sonuçlar” verecek bir “Süreç”...
Yazının Devamını Oku

‘Süreç’in neresindeyiz?

27 Şubat 2013
Abdullah Öcalan muhtemelen Nevruz zamanı, PKK’ya ‘çatışmasızlık ortamını kalıcı olarak’ ilan ettirecektir.

Önce şu kaydı bir düşelim: “Süreç”i destekliyorum. Başarıya ulaşmasını can-ı gönülden istiyorum. “Süreç”in başlamasını da, yol almasını da, bugün vardığı noktayı da, çok önemli ve anlamlı buluyorum.
Bunun aksi zaten düşünülemezdi ama bu ülkede, ne yazık ki, azımsanmayacak sayıda “kötü niyetli” ve “pek zeki sayılamayacak” insan var. İki özelliği bir arada bulunduranlar da az değiller.
“Oslo Süreci” diye adlandırılan bir önceki “çözüm arayışı süreci” sırasında “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır?-Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” başlıklı 100 sayfa dolayında TESEV tarafından yayımlanan bir raporu hazırlamakla meşguldüm. Rapor’un amacı “siyasi karar verici”ye “çözüm güzergahı”nda ipuçları sunmaktı.
Maalesef, Temmuz 2011’de “masa devrildi” ve şiddet ortamı misliyle geri geldi. Kürt sorununda 1990’lardan sonra en kanlı dönemlerden biri son bir buçuk yıl içinde yaşandı. Bu dönemde, yasal alanda “oksijen” de kesildi. Provokasyonlar akıl almaz boyutlara tırmandı. Örneğin, bana yönelik olarak da “ahlaksız tertipler”e başvuruldu; bazı sözlerim bağlamından çıkartılarak, “PKK’nin yerinde ben olsam silah bırakmam” demiş olduğum yalanı dolaşıma sokuldu.
Bazı çevreler, KCK tutuklama dalgalarında beni ve benim gibileri de içeri atmak için özel çaba gösterdiler. Kim olduklarını ve bu yalanları Başbakan’ın kulağına kadar taşıdıklarını da biliyorum.
Bütün bu nedenlerden de ötürü, İmralı merkez alınarak “diyalog”un tekrar başlamış olmasından çok sevindim. Son bir buçuk yıl boyunca, bugünkü “diyalog”un olması gerektiğini inatla ve ısrarla savunmuş biri olarak, “İmralı diyalogu”nu desteklememden doğal bir şey zaten olamaz. İklim değişti. “Demokratik hava değişikliği” oluyor.
Bununla birlikte, “diyalogun selameti” bakımından ve “İmralı Süreci”nin gerçekten ve Başbakan’ın öyle telaffuz edilmesini istediği biçimiyle “Çözüm Süreci” olabilmesi için, “gerçekçi” olmaktan, ‘Süreç”in doğru bir yönteme oturtulmasından ve kamuoyunun, bu arada Kürt halkının “Süreç”e ilişkin olarak, tatmin edilmesi gerektiğinden yanayım.

Yazının Devamını Oku