Paylaş
Aradan 14 yıl geçtikten sonra Yeni Delhi’de onunla buluşmuş olmaktan çok mutluyum. Ölümsüz eserlerinden biri olan “In Light of India”yı (Hindistan’ın Işığı’nda) acaba ilk gelişimde Yeni Delhi’de mi almışım, hatırlamıyorum. Elimdeki kitap, Yeni Delhi 1995 baskısı.
Birkaç gündür Hindistan’dayım. 14 yıl aradan sonra ilk. 14 yıl önce buraya ilk kez geldikten sonra, bunca yıldır dünyanın her köşesinde, dört kıta’da gördüğüm sayısız ülke içinde Hindistan’ın yerinin özel olduğunu düşünmüştüm. Sanki, başka bir gezegende gibiydi bu harikulade ülke.
Yine öyle oldu. Boyut değiştirdik birdenbire. “Alt-kıta Davos’u” denebilecek türden Asya ağırlıklı bir uluslararası toplantıdayız. Dünyanın “siklet merkezi”nin nasıl “Eski Dünya”dan ve Avrupa’dan buralara, Asya’ya doğru kaydığını hissetmemek imkansız.
“Boyutlar değişiyor birdenbire” diyoruz ya, basit bir örnek Hindistan’ın en parlak bakanlarından biri olan Tarour, sosyal refah projesi olarak her gün “150 milyon kişiye öğle yemeği verildiğini” söylüyordu. Türkiye nüfusunun iki katından fazla neredeyse, Hindistan’ın nüfusunun onda birinden daha az.
Bir Hong Kong’lu konuşmacı, Çin ve Hindistan’ın toplam nüfuslarının “insanlığın yüzde 40’ı olduğunu” hatırlatarak, her iki ülkedeki müthiş ekonomik büyümeye gönderme yapıyor ve “Düşünsenize” diyordu, “Yakın geçmişe kadar, dünya insanlığın yüzde 40’ını dışlamış durumdaydı. En önemlisi, insanlığın yüzde 40’ından yaratıcı düşünce üremesine karşıydı.”
Ekonomik büyüme ile simgelenen gelişme her alana sirayet ediyor. Onmilyonlarca insan, olanca enerjileriyle –bu arada yaratıcı düşünce de buna dahil- tarih sahnesinde yerlerini alıyorlar.
Peki, Hindistan ile Çin, “uyanan iki dev” gün gelip, üstünlük mücadelesinin sonucu olarak savaşa tutuşmazlar mı? Bu soruyu “Bizim yaşam süremiz içinde Çin ve Hindistan arasında bir savaş ihtimali var mı?” diye formüle ederek, bir katılımcı Hindistan’ın Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Shiv Shankar Menon’a sordu. Hiç düşünmeden, kısaca cevapları: “İki ülkenin 8000 yıllık devlet deneyimi bu işin üstesinden gelir…”
Tabii, Asya’nın bu “devasa ayağa kalkışı”nın Pasifik’in öte yanındaki “tek süperdevlet” ile ilişkileri nasıl etkileyeceği de, tartışma konuları arasındaydı. “Kuzey-Güney” veya “Doğu-Batı” ekseni olarak ifade edilen jeostratejik eksenlerin, teknoloji ve ekonominin gelişmesi sayesinde tarihte ilk kez olacak şekilde “barışçıl biçimde yan yana yaşayabilecekleri” tahmini ağır bastı.
Küreselleşme dinamikleri ve ekonomi (ve en önemlisi finans alanı), siyasi tarih ve siyasal bilim konusundaki “konvansiyonel” görüşlerimizi ve bilgilerimizi de altüst edecek nitelikte.
Ben yine de “eskiler”e, “anılar”a kaçıyorum. Octavio Paz ile buluşmayı seçiyorum. 1951’de genç bir diplomat olarak ayak bastığı Hindistan’a 1961’de Meksika Büyükelçisi olarak ikinci kez gelmiş ve altı yıl bu ülkede yaşamış. Kendisini büyülemiş olan Hindistan’ı baş edilmez gözlem gücü ve kalemiyle yansıttığı 1995’te piyasaya çıkmış olan kitabından Delhi’yi okuyorum, Delhi’de gezerken.
“Yeni Delhi, Ondokuzuncu Yüzyıl Londra’sının Gotik mimarisi ya da Cecil B. DeMille’in Babylon’uyla aynı şekilde gerçek değildir” dlyor; “Yani, binalardan ziyade imgelerin biraraya gelmiş halidir. Onun estetik karşılığı mimaride değil romanlarda bulunabilir: şehirde gezinmek Victor Hugo’nun, Walter Scott’un, ya da Alexander Dumas’nın sayfalarında dolaşmak gibidir.”
Bundan daha güzel bir Yeni Delhi anlatımı okunamaz herhalde. Şehrin yüzyıllar öncesinden, bizim tarihlerde “Türk-Moğol İmparatorluğu” olarak geçen geçmişinden kalma eşsiz mimari izlerini anlatırken Kutb Minar’dan da söz ediyor tabiatıyla.
Kutb Minar, 13. Yüzyıl eseri. İslam mimarisinin gözbebeği olarak tarihe imza atmadan önce, onun yerinde 4. Yüzyıl’da Hindistan’a hükmetmiş olan Hindu Gupta hanedanının bir eserinin kalıntıları üzerinde yükselmiş.
Octavio Paz, 72 metre boyu ile göğe tırmanan görkemli yapıyı şöyle anlatıyor:
“Kutb Minar’ın yüksekliğini, oturaklılığını ve yuvarlak zerafetini birleştiren bir başka kuleyi düşünebilmek mümkün değildir. Havanan saydamlığı ve göğün mavisiyle tezat halindeki kırmızı taşı, yıldızlara nişan almış bir koca roket gibi, anıta dikey bir dinamizm verir.”
Hindistan’da olduğumu twitter üzerinden öğrenen bir izleyicim, yine twitter üzerinden şöyle bir mesaj gönderdi bir kaç gün önce bana:
“’Kutb Minar’ı gören ateist dindar olur.’ Bu cümleniz hiç aklımdan çıkmıyor. Delhi’de ilk yaptığım Kutb Minar’a gitmekti.”
Bu mesajı almaktan dehşetli mutlu oldum ve Octavio Paz’a göz kırptım.
Yine de onunla kimsenin farkına varmayacağı bir rekabete tutuşmaktansa, kendimi “Hindistan’ın Işığı’nda”ki satırlarına terkettim. Kitabın “Rama ve Allah” bölümüne şöyle girmişti Octavio Paz:
“Hindistan’a ilişkin, başka birçok kimseyi olduğu gibi, beni ilk şaşırtan şey, muazzam zıtlığın yarattığı çeşitlilik oldu; modernite ile kadim, lüks ve yoksulluk, duyarlılık ve vurdumduymazlık, özensizlik ve randıman, nezaket ve şiddet, kastlar ve dillerin çokluğu, tanrılar ve ibadet şekilleri, adetler ve fikirler, nehirler ve çöller, ovalar ve dağlar, şehirler ve köyler, kırsal ve endüstriyel hayat, zaman içinde birbirlerinden ayrılmış ama uzayda birbirine komşu komşu olanlar. Ama, Hindistan’ın en çarpıcı yanı ve onu tanımlayan yanı, ne siyasi, ne ekonomiktir, ama dinidir: Hinduizm ile İslam’ın birlikte yaşamasıdır. Monoteizmin en aşırı ve en katı biçiminin, politeizmin en zengin ve en çetişli biçiminin yanıbaşındaki varlığı, tarihsel bir paradoks olmanın ötesinde derin bir yaradır. İslam ile Hinduizm arasında, sadece bir karşıtlık yoktur; birbirleriyle uyuşmazlık vardır…”
Ülkenin bu özelliğinin, 21. Yüzyıl’ın “yükselen güçlerinden biri” olmasıyla ortadan kalktığını hiç sanmıyorum. Bunun böyle olduğuna ve ileride de böyle olacağına dair hiçbir işaret görmedim.
Zaten Hindistan’ın büyüsü tam da burada. Bırakın birbirine ters düşmeyi, en uyuşmaz olanları, üstelik en uyuşmaz iki dinin onmilyonlarca insanını –nüfus 1 milyar 250 milyon, dile kolay- toprağa ve kültürüne aynı bağlılıkla birarada ve demokrasi içinde yaşatması ve bunun hep böyle olacağını göstermesidir.
Hindistan’ın büyüsü budur. Bu, Hindistan’ın büyüsüdür.
Dedim ya, buraya gelince, boyutlar birdenbire değişiyor diye.
Bizim ezeli ve ebedi imiş gibi sorunlarımız, buradan bakıldığında birdenbire küçülüveriyor ve çözümü pek basit gözüküyor.
Hindistan’da, bu kez Octavio Paz ile buluştuğumda, bunu bir kez daha ve daha iyi anladım.
Paylaş