5 Nisan 2013
Türkiye’de yeni yılın ilk çeyreğinde yaşanan, 21 Mart yani Newroz’la birlikte hızlanan gelişmeleri, bir “bölgesel denklem”in oluşmasıyla ilgili daha geniş boyutları yakalayıp, daha büyük bir çerçeve içine yerleştirerek okumaya çalışmakta yarar var. Öyle yapılmaz ise, sadece iç politikanın gelgitlerine kapılarak okunmaya çalışılırsa, ya iyi anlaşılamaz veya yanlış hükümleri beraberinde getirir. Önemli bir “dinamik” harekete geçmiş durumda ve ta işin en başından beri zaman zaman altını çizmeye çalıştığım gibi, bu “yeni dinamik” kendisini harekete geçirenleri de, kendisine rehin kılarak yani kendisini terketmelerine izin vermeyecek güçte ilerleyecek gibi.
Sözünü ettiğimiz “dinamik”in bir ucu Tayyip Erdoğan’ın, diğeri Abdullah Öcalan’ın elinde. Harekete geçiren iki “baş aktör” onlar. “Dinamik”in ritmi ve sürati ile geldiği nokta, ikisinin de ya da ikisinden birinin “vazgeçtim, oynamıyorum” diyebileceği noktayı geçmişe benziyor.
O nedenle, artık, “acaba, olan-biten Erdoğan’ın seçim taktiği mi?” diye kuşku belirtilecek nokta aşılmış sayılmalıdır. Öyle olsa bile, -“Süreç” yol aldıkça, bunun Tayyip Erdoğan’ın seçim hesaplarına yarayacağı besbelli- gelişmelerin hızı ve yönü, bu sorgulamayı artık çok anlamlı kılmıyor.
“Süreç”in harekete geçirdiği “dinamik”, kısa vadeli taktik hesaplardan çok daha geniş ve büyük bir alana işaret ediyor. Türkiye’nin en ağır sorununun yükünden sıyrılarak, “bölge gücü” kimliğini gerçekten kazanabilmesi. Bunu becerebilirse, önümüzdeki 10 yıl içinde, dünyanın en önemli 10 ülkesi arasına girme şansı da var. Bugünden 10 yıl sonrası ise, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. Yıldönümü.
Paradoksal biçimde, Türkiye, Cumhuriyet’in 100. Doğum gününde, Cumhuriyet’in yerine aldığı ve enkazı üzerinde inşa edildiği Osmanlı’nın “vizyonu”nu güncelleştirerek, dünyanın önemli ülkeleri, uluslararası sistemin etkili aktörlerinden biri olabilecek.
O, yani “Osmanlı vizyonu”nun güncelleşmesi demek, Ortadoğu’daki sınırların, benim (ve başka bazılarının da) “Sykes-Picot düzeni” dediğimiz post-Osmanlı dönemi İngiliz-Fransız ikilisinin çizdiği sınırların fiilen iptali demektir.
Sınırlar, coğrafya atlasları üzerinde kalabilirler ama Türkiye, Irak ve Suriye ile –özellikle bu iki devlet sınırlarının, kendi sınırlarına bitişik kuzey bölgeleriyle ekonomik bir entegrasyona giderek ve “siyasi nüfuz” kurarak- bir şekilde birleşebilir ve bu suretle, sınırları kağıt üzerinde bırakabilir. Yani, fiilen kaldırmış olur.
Bu konuda, yani mevcut sınırları anlamsızlaştırmak konusunda, örneğin, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun düşünceleriyle, Abdullah Öcalan’ın 21 Mart Newroz Mektubu’nun içeriği arasında özde ciddi hiçbir fark yoktur.
Sykes-Picot 1916 sınırlarının aşınmakta olduğu ve fiilen ortadan kalkmakta bulunduğu, benim 2013 başında ikinci baskısını yapmış olan “Mezopotamya Ekspresi” adlı kitabın temel tezlerinden biriydi.
Mevcut “Süreç”i ortaya çıkaran ve mümkün kılan da zaten bu tarihi şartlar oldu. Türkiye’de “Süreç”in hangi yönde ilerleyeceğinin zeminini, Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesi, hayli gevşek bir federalizme dayalı bir Irak’ın kurulması ve Suriye’deki son iki yıldaki gelişmeler oluşturmuştur.
Irak’ın kuzeyinde Mesut Barzani yönetiminde bir “Kürdistan Bölge Yönetimi” kurulması, bu yönetimin kurulduğu topraklar altında petrol ve doğal gaz, hidrokarbon kaynakları olmasa ve Suriye’nin Türkiye sınırı boyunca nice Kürt yerleşim merkezinde PKK’nin Suriye kolu PYD’nin fiilen iktidarını oluşturması olmasa, “İmralı Süreci” ya da “Çözüm Süreci”, adını ne koyarsanız koyun, söz konusu olabilir miydi?
Dışarıdan bakınca, ağaçlar arasında kaybolmadan orman gözükebildiği için, örneğin Financial Times, “durum”u yakalamış ve doğru tasvir ediyor. “Ankara, Ortadoğu’nun Kürt ipliğinin ucunu çekiyor” başlıklı -“ipin ucunu yakalayıp çektiğinizde, yumağı çözmek” anlamındaki gayet parlak başlığı attığı- önemli makalesinde, Tayyip Erdoğan’ın “Irak ve Suriye Kürtlerini ‘Türkosfer” içine çekmeye çalıştığını” belirtiyor. Makalenin yazarı David Gardner, ilk bakışta Erdoğan’ın taktiklerinin bir stratejinin parçası gibi gözükmediğinin altını çiziyor.
Zira, Erdoğan, Türkiye’nin Kürtlerine verilecek tavizleri sınırlandırmaya, asgari noktada tutmaya çalışırken, bir proto-devlet olan Irak Kürtleriyle bağları güçlendiriyor. Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Kürt bölgesinin petrol ve gaz rezervleri üzerinde zaman içinde gerçekleştirmekte olduğu egemenlik iddialarını destekliyor, ki, bu, Irak Kürdistanı’nı Bağdat’tan kopmaya doğru götürüyor. Irak Kürdistanı, ordu da dahil, bir bağımsız devletin ihtiyaç duyduğu herşeye sahip. Suriye Kürdistanı ise bir tür özyönetimi amaçlıyor. Ama Ankara, Türkiye Kürtlerine özerkliğin epey altında kalan haklar öneriyor.
David Gardner, bunları sıraladıktan sonra soruyor:
“Yani, Erdoğan, bir kaplanın sırtında mı gidiyor?”
Cevabı şöyle veriyor:
“Eğer, uzun oyunu, Irak ve Suriye Kürtlerini Türkiye’nin nüfuz alanı içine sokarak, evde (yani Türkiye’nin içinde) minimalist bir anlaşmanın zemini döşemek ise, hayır. Bir devlete sahip olmak için söz konusu olan pan-Kürt arzu, şayet müreffeh bir ‘Türkosfer’in içinde yatıştırılacaksa – yani, ekonomik entegrasyon yakıtı ile (muhtemelen bir miktar Irak petrol ve gazıyla) ateşlenecek şekilde iki ulus bir devlette buluşturulacaksa, sorunun cevabı, hayır olacaktır. Çoğunlukla Sünni olan Türkler ve Kürtler, Tahran’dan Bağdat üzerinden Şam’a uzanan Şii güçlere karşı omuz omuza olacaklardır. Bu, bir yandan, Kürt sorununu çözerken, bölgeyi de tekrar Mezopotamya ve Büyük Suriye (Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü ihtiva eden) şeklindeki Osmanlı coğrafyası haline çevirecektir. Fransız ve İngilizlerin teğellediği 1916’nın Sykes-Picot Anlaşması sökülecektir. Öcalan’ın silahlara veda mektubu ‘yapay sınırlar’a karşı bir söylem niteliğinde. Pusulasını Anadolu ve Mezopotamya’nın üzerine yerleştiriyor. Erdoğan’ın hangi yönü ayarladığını bir noktada öğreneceğiz...”
Evet. “Durum” budur. Öcalan’ın “stratejik” kararı, söz konusu bakış açısıyla ilgilidir. Çıtayı birçoklarının sandığından daha aşağıya çektiği ve Kürtlerin –sadece Türkiye Kürtleri değil- “Türkosfer”in içinde yer almasını istediği ve bu amaçla “isyan”ın son bulmasını istediği, 21 Mart mesajının içeriği idi.
Tayyip Erdoğan’ın “stratejik ufku” da –esas itibarıyla- farklı değil.
O yüzden, “Süreç”in iki “baş aktörü”, Tayyip Erdoğan ile Abdullah Öcalan ve bu yüzden, “Süreç” çok güçlü bir ivmeyle, önüne çıkanı altına alan bir sel gücü ve hızıyla ilerliyor. “Provokasyonlar”dan “bağışık” değil.
Gelişmelerin gittiği yönden -bölgesel ve uluslararası- kimin çıkarları zarar görecekse, “sabotaj ve provokasyon” adresi olarak, oralara bakmak gerekecek.
Önümüzde hareketli ve heyecanlı bir gelecek uzanıyor...
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2013
“Süreç”e ilişkin olarak dün itibarıyla bence en önemli gelişme Cemil Bayık’ın açıklamalarıydı. Nitekim, sosyal medyada şöyle bir değerlendirme gözüme ilişti: “Sanırım çözüm sürecinde işler karışıyor. Aylardır ortada görünmeyen ‘derin PKK’ Cemil Bayık çıktı, negatif açıklama yaptı.”
Cemil Bayık’ın açıklamaları da 8 sayfa tutuyor. Okudum. Murat Karayılan’ın birkaç gün önce yaptığı üstüste açıklamalarından “özü itibarı” ile, hemen hemen hiçbir farkı yok. BDP Eşbaşkanlarının son günlerdeki vurgularından da. Hatta “wording” farkı bile pek gözükmüyor.
Cemil Bayık, Abdullah Öcalan dışındaki PKK hiyerarşisinde kağıt üzerinde Murat Karayılan’ın hemen bir altı gibi gözükmekle birlikte, bir anlamda “iki numaralı kurucusu” sayılması nedeniyle özel bir ağırlığa sahip. Ayrıca, PKK’nın İran bağlantısı onun üzerinde olarak biliniyor ve “barış süreci”ne pek sıcak bakmadığı ve dahası 2011’de “Oslo Süreci”ni noktalayan “Silvan eylemi”nin arkasındaki “karar” olduğu gibi iddialar var.
“Derin PKK” sıfatı onun üzerinde bu nedenlerle bulunuyor olmalı.
Konu, son günlerde tartışılan “geri çekilme”yle ilgili olarak “TBMM’nin devreye girmesi” ya da geri çekilmenin “yasal zemininin oluşturulması” konusu.
Cemil Bayık’ın sözleri kelimesi kelimesine şöyle:
“… Geri çekilmenin olması için bunun yasal zemininin hazırlanması gerekiyor. Yasal zemini hazırlanmadan bunun tedbirleri geliştirilmeden gerilla geri çekilemez… Geri çekilmenin yasal tedbirleri yoktur, sadece idari tedbirlerle bu iş başarılabilir demek yanlıştır, tehlikelidir. Erdoğan ve bazı hükümet, AKP çevreleri diyor ki bu bir hükümet meselesidir, Meclis meselesi değil; onun için yasalarda değişiklik, yasal güvenceler gerekmiyor. Bu aslında sorunu çözmemede direnmedir, adeta alay etmedir. Ciddi olmaları lazım. Gerilla yasal güvenceyi görmeden tek bir adım geri atamaz…”
Önce Karayılan’ın “çekinceleri”, ardından “derin PKK” diye nitelenen Cemil Bayık’ın yukarıda aktarılan sözleri birarada düşünüldüğünde, “çözüm süreci”nde “işler karışıyor” diyebilir miyiz?
“Sınır dışına çekilme”, “Süreç”in en belirleyici hamlesi haline gelmiş olduğu için bunun gerçekleşmesi, elbette ki, çok önemli. “Sınır dışına çekilme”ye farklı yaklaşımların bulunduğu apaçık ortada.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2013
Özal, 10-12 ‘eyalet’e bölünen bir idari yapılanmanın hem gerçekçi, hem de Kürt sorununu çözümüne önemli katkı yapacağı kanısındaydı.
Turgut Özal’ın kafasında ‘eyalet sistemi’ vardı. İki hafta sonra ölümünün 20. Yılında kendisini anacağımız, Türkiye’yi Yirminci Yüzyıl’dan Yirmibirinci Yüzyıl’a taşıyan ‘Sekizinci Cumhurbaşkanı’, ömrünün son aylarında başbaşa sohbetlerimizde, kamuoyu önünde pek paylaşmadığı ‘eyalet sistemi’ne dair görüşlerinden söz eder olmuştu.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın birkaç gün önce uzun bir televizyon söyleşisinde atıf yaptığı ‘eyalet sistemi’nin nereden bakılsa, Türkiye’nin devlet yöneticilerinin zihninde en az bir yirmi yıllık geçmişi var demektir.
Turgut Özal’ın ‘federasyonu tartışmalıyız’ sözünden yola çıkanlar, ‘etnik esaslı federasyon yanlısı’ olduğunu düşünürler. Bu, doğru değildir. Turgut Bey, bunu, hiçbir vakit uygun görmemiş ve savunmamıştı. Üstelik, bundan Kürtlerin zararlı çıkacağını düşünüyordu.
Turgut Bey’in ekonomik ve toplumsal trendlere bakarak, gelecek projeksiyonu yapmak alışkanlığı vardı. Daha 1990’ların başlarında Kürtlerin yüzde 50’sinden fazlasının ‘Fırat’ın batısında’ yani Türkiye’nin batı bölgelerinde yaşadığı istatistiğinden yola çıkarak –bunun doğru olduğundan ben emin değilim- Türkiye’nin ekonomik gelişmesiyle birlikte, iç göçle kıyı bölgelerine yerleşme trendinin artacağını düşünüyordu. Böyle bir durumda, ‘etnik temelli’ bir federasyonun Kürtlerin lehine sonuçlar vermeyeceği kanısındaydı.
Onun ‘federasyonu tartışmalıyız’ sözü, bu düşüncelerini de açıkça gündeme getirebilmesine imkan verecek bir ‘açık toplum’ oluşması ve tartışılamaz hiçbir ‘tabu’nun bulunmamaması anlayışıyla ilgiliydi.
Turgut Bey, bir yandan ‘federasyon konusunun tartışılması’ndan yanaydı, diğer yandan ‘etnik temelli bir federasyon’un Türkiye için olumlu sonuçlar vermeyeceği düşüncesindeydi.
Buna karşılık, Türkiye’nin azami 10-12 ‘eyalet’e bölüneceği bir idari yapılanmanın hem gerçekçi, hem ekonomik bakımdan verimli ve hem de Kürt sorununu çözümüne önemli katkı yapacağı kanısındaydı.
Yazının Devamını Oku 27 Mart 2013
İsrail’in Netanyahu ağzından ifade ettiği “Türkiye halkından özür dilemesi”nin Başbakan Tayyip Erdoğan’a içerde ve dışarda puan kazandırdığı açık. Bundan Türkiye’deki muhalefetin rahatsız olduğu da besbelli. Türkiye’nin bölgesel rakiplerinin de.
Nitekim, ana muhalefet CHP, İsrail’in “özür”nü küçültücü bir dille yorumladı. “Özür”ün ABD Başkanı Obama sayesinde olduğunu ve Netanyahu’nun İsrail’in çıkarlarını düşünerek bu “özür”de bulunduğunu söyledi. Böylece, Tayyip Erdoğan’ın bundan kendisi için bir sonuç çıkartmasının doğru olmayacağını anlatmak istedi.
Ne var ki, bu “özür”de Obama’nın etkisi ve Netanyahu’nun bunu İsrail’in çıkarlarını gözeterek yapması, “özür”ün nedenini, nasılını ve zamanlamasını anlatıyor; “özür”ü ortadan kaldırmıyor. Dahası, bu tür bir açıklama, Tayyip Erdoğan’ın puanını sildirtmediği, ona yetmediği gibi, CHP’nin beceriksiz muhalefet örneklerine bir tanesini daha ekletiyor.
CHP’nin “özür”ün Tayyip Erdoğan’a puan kazandırmasından ötürü içine girdiği “hazımsızlığa” benzer bir hal, İsrail sağı için söz konusu. İsrail sağının görüşlerini yansıtan The Jerusalem Post gazetesi, İsrail’in “özürü”nden Türkiye’nin “yanlış sonuçlar” çıkarttığını ileri sürerek, Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun bunu kullanarak “yanlış algı” yaratmaya çalıştıklarından söz etti.
İsrail sağının iddiaları kabul edilmese de üzerinde durmaya değer bazı “nüansları” içeriyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nun İsrail’in Ankara’nın tüm taleplerini karşıladıklarını iddia ettiklerini, bunun doğru olmadığı bildiren JP, “Bu iddialar akla Hizbullah ve Hamas liderlerini getiriyor çünkü Türk liderlerin kullandıkları sözcükler, gerçeklerle tümüyle örtüşmeyen bir algı yarattı” diyor ve Erdoğan ile Davutoğlu’nun söylemlerinde “Hassan Nasrallahvari ve İsmail Haniyece bir yan bulunduğunu” söylüyor.
Gazete, Nasrallah’ın İsrail’e karşı İkinci Lübnan Savaşı’nda (2006) zafer ilan ettiğini ama o gündür bugündür sığınağından burnunu çıkaramadığını ve yedi yıldır İsrail’in kuzey şehirlerine roket atışından kaçındığını hatırlatıyor.
Aynı şekilde, Haniye’nin tabiriyle Hamas’ın İsrail karşısındaki “başdöndürücü zaferi”nden bu yana, Gazze’nin İsrail sınırının sakin olduğuna alaycı bir gönderme yapıyor.
Bu arada, Netanyahu’nun “özürü”nün Tayyip Erdoğan’ın istemiş olduğu “özür”den farklı olduğuna dikkat çekmeye çalışıyor. Erdoğan’ın kamu önünde “aleni bir özür” talebinde ısrar etmiş olduğunu, buna karşılık Netanyahu’nun ikili bir telefon diyalogunda “operasyon hatalar”dan ötürü “özür” dilediğini bildiriyor. Mavi Marmara’ya çıkmış ve İsrail askerlerinin girişmiş olduğu davranışlardan “özür” olmadığını anlatmaya çalışıyor.
Burası işin anlamsız bir “semantik” tartışması ve Jerusalem Post’un zevahiri kurtarmaya çabalaması gibi sırıtıyor. Ama, “nüans” bir önceki bölümde; yani İsrail’e karşı “zafer” ilan edenlerin, sessiz sedasız “hizaya gelmiş” oldukları imasında.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2013
Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda katıldığım bir toplantıdan çıkmış, otelime gelmiştim. Hava buz gibiydi. 29 Ocak 2009 gecesi. Üzerime kalın bir şeyler geçirip, dışarı çıkmaya hazırlanırken, bir yandan da elimde televizyonun uzaktan kumanda aleti, kanallar arasında geziniyordum. Gün içinde neler olduğunu öğrenmek için haber kanalları ararken, TRT-Türk ekranı önümde beliriverdi. Avrupa’da her otelde bulunan bir kanal değildi. Hoş bir sürpriz... TRT-Türk logosuyla birlikte gözüme Tayyip Erdoğan, Şimon Peres, Amr Musa ve Ban ki-Moon ilişti...
Tayyip Erdoğan konuşmaya henüz başlamıştı. İsrail’i alışılmadık bir dille eleştiriyordu. Erkan başında kalakaldım. Şimon Peres’in neler diyeceğini merak ettim. Türkiye söz konusu olduğunda en ılımlı ve en tecrübeli İsrailli siyaset adamı oydu. Ağır bir cevap verdiği Tayyip Erdoğan’a. Ve, arkasından o bildik “one minute” olayı yaşandı.
Tayyip Erdoğan’ı dinlerken, bir yandan da, “Vay, vay, vay” nidasının ağzımdan çıktığını farkettim. Ortadoğu’da ömrünü tüketmiş biri olarak, Filistin direniş liderlerinin ateşli konuşmalarının dışında, İsrail’e böyle hitap edildiğini ilk kez duyuyordum.
Tayyip Erdoğan’ın başta Filistin halkı, Ortadoğu’da insanların yüreğine yerleşeceğini ve bu arada Türkiye halkında yıllardır İsrail’e karşı birikmiş öfkeyi boşaltacağını anında sezdim. Zaten, başından ayrılamadığım TRT ekranı, İstanbul’da binlerce kişinin Başbakan’ı karşılamak için havalimanına aktığı haberini vermeye başlamıştı.
Gideceğim yere gitmekten vazgeçtim. Ertesi gün gazeteye yazmam gereken yazıyı, o anın psikolojisini yitirmeden yazmak için, hemen bilgisayarımı açarak yazmaya koyuldum. İlk cümlem üzerinde saniye düşünmeden bilgisayar ekranı üzerine aktı:
“Ortadoğu’nun yetimleri, Nasır’dan bu yana özlemini çektikleri liderlerini buldu. Recep Tayyip Erdoğan!”
31 Ocak 2009 yayımlanan yazının son bölümü aklımdan çıkmış. Arşivden bakınca, şu satırları okudum: “... Brüksel’de dün sabah kahvaltıda... Mısır’lı yaşlı bir gazeteci Doreya Avni ile karşılaştım. Heyecanla yanıma koştu, ‘Neler olmuş dün gece’ diye söze girdi ve bana söz bırakmadan ‘Tayyip Erdoğan Nasır’ın yerine geçti. Eğer içerde güçlü olursa aynı zamanda bölge için hem Nasır, hem de De Gaulle olur. Nasır dışarıda büyük bir bayraktı ama içerde, çevresinden ötürü zayıftı. Tayyip Erdoğan Türkiye’de sadece İslamcıların değil diğerlerinin de desteğini alırsa Nasır-De Gaulle konumunda birisi olabilir’ dedi...”
Fransa’nın büyük lideri Charles de Gaulle, bir buçuk milyon Cezayirlinin canına mal olan 1954-1961 arasındaki Cezayir Savaşı’nı bitiren ve Fransa’da “Beşinci Cumhuriyet”in kuruluşuyla adı anılan devlet adamı olarak tarihi geçti. Cezayir’den çekilmeyi ancak De Gaulle sağlayabilirdi. İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere karşı Fransız ulusal direnişinin de lideriydi o.
“Kürt sorunu”na ilişkin iç gelişmelerin geldiği noktaya ve ne yöne doğru evrileceğine bakarak, Tayyip Erdoğan için “Nasır-De Gaulle analojisi” üzerinde şimdi düşünülebilir belki.
Bu yazıya dün Cüneyt Özdemir’in “Bir Türk Kompleksinin Sonu” başlıklı Radikal’deki çarpıcı yazısı ilham verdi. Cüneyt, yazısına “Bu da nereden çıktı demeyin. İsrail Türkiye’den özrü tam da bu anlama geliyor. Durun isterseniz size baştan anlatayım” satırlarıyla girmişti ve Davos’taki “one minute” üzerine ülkenin nice köşe yazarı ve televizyon yorumcusunun “Eyvah şimdi yandık işte; İsrail’e kafa tutmak demek ABD ile aralar bozulacak demektir” algılamasıyla nasıl korku içinde “komplekse girdiğini” anlatıyordu.
31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara olayı, bir bakıma 29 Ocak 2009’da Davos’ta başlayan gelişmeler zincirinin en son, en vahim ve üstelik 9 TC vatandaşının hayatlarını yitirmesine yol açan kanlı halkasıydı. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri, ilk kez, sivil TC vatandaşları, bir yabancı ülkenin üniformalı personeli tarafından öldürülmüşlerdi. Aslında, bu, pekala bir “casus belli” yani “savaş nedeni” olarak kabul görürdü ama hiç değilse, İsrail’den “özür” yani “apology”, 2010’larda Realpolitik’in “asgari şartı” olabilirdi. Türkiye, bundan asla geri adım atamazdı.
Söz konusu İsrail olunca, Türkiye ne kadar haklı olursa olsun, ABD’de de Türkiye’ye karşı nasıl bir hava eseceğine bizzat tanık oldum. Olaydan iki hafta sonra, Washington’da başlıklı panelde düşünce kuruluşu Middle East Institute’un düzenlediği “Turkey’s New Geopolitics: Challenges and Opportunities” (Türkiye’nin Yeni Jeopolitiği: Meydan Okumalar ve Fırsatlar) Robert Wexler ile, “ters cephe”de yer alarak didiştik.
Robert Wexler, Kongre’de “Türkiye’nin Dostları” diye nitelenecek bir grubun başını çekiyordu. O günlerde, ABD’nin İsrail Büyükelçisi olarak atanması konuşuluyordu. Mavi Marmara’ya ilişkin “İsrail’in özür dilemesi” şartıyla başlayan üç Türk talebi, Wexler’i kızdırmıştı. Wexler için İsrail-Türkiye tercihinde bir tereddüt yoktu. Israrla kendisine yönelttiğim, “Uluslararası sularda bir ülkenin 9 vatandaşını öldüren bir ülkenin yaptığı ile Hint Okyanusu’nda uluslararası sulardaki korsanlık, uluslararası hukuk açısından farklı mı tanımlanır?” soruma cevap vermemeyi seçti.
O günlerde Washington’da “Türk” olmaz zor işti gerçekten ve 1985’te ilk kez ayak bastığım ve 1999-2000 yıllarında yaşadığım Washington’da hiç öyle bir “anti-Türkiye” ortama tanık olmamıştım doğrusu. 19 Haziran 2010 tarihli “’Washington Mektubu’...” başlıklı yazıda o ortamı yansıtmaya çalışmıştım.
Herşeye rağmen, ABD, bölgedeki iki müttefiki, Türkiye ile İsrail’in arasını yapmaya –el altından da olsa- çalıştı. İsrail elitinin içinde bir bölüm, Türkiye ile ilişkilerin kopmasına zaten karşıydı. Bunların başını çeken Sanayi, Ticaret ve Çalışma Bakanı Binyamin (Fuad) Ben Eliezer ile Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Brüksel’de üç saatlik gizli toplantı yaptığı haberi bomba gibi patlamıştı. Bu gelişme üzerine, 2 Temmuz 2010’da “Türkiye ile İsrail Barışabilir mi? Obama barıştırabilir mi?” başlıklı bir yazım bu köşede yayımlanmış.
Obama, tarafları 22 Mart 2013’te “barıştırabildi”. Demek ki, her şey, “zamanı gelince” olabiliyor ve olabilmesi için de bir “arka plan” gerçekleşiyor.
Bu “barışma”nın, İsrail yönünden, neden şimdi gerçekleştiğini, Netanyahu şöyle açıkladı: “Değişen gerçekler, bölgedeki ülkelerle ilişkilerimi yeniden ele almamızı gerektirdi. Suriye krizinin sürekli kötüleşmesi en önemli kaygımız. En çok korktuğumuz da kimyasal silahların terör gruplarının eline geçmesi. Suriye ile çok uzun bir sınıra sahip olan Türkiye ile Suriye ile sınırdaş olan İsrail’in iletişim halinde olması önemli... ABD Başkanı’nın ziyareti sona ererken, aramızdaki krizi çözmek için Türkiye Başbakanı’nı aramaya karar verdim...’
Bu “karar”da Obama’yı memnun etmek, yani ABD’yi kollamak elbette söz konusu. İsrail’e “maliyeti” şayet “Türkiye’den özür dilemek” ise, “değişen şartlar gereği”nce “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığı ile Netanyahu, Tayyip Erdoğan’dan özür diledi.
Peki, bu “özür”, Tayyip Erdoğan’ı ve Türkiye’yi 2009 Ocak ayının sonundan daha güçlü bir konuma getirdi mi, getirmedi mi?
Doğru cevap “getirdi” olmalıdır. Bunun yol açabileceği sonuçlar, ayrı bir konu. Ama, bir şey kesin olmalı; “Zaman ne zamanıdır?” sorusunun cevabı. Cevap, “içerdeki sorun”un yani “Kürt sorununun çözümü” için de izdüşümünü bırakmalıdır. Cevap şudur:
“Türk özgüveni zamanı”!
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2013
İsrail’in özür dilemesiyle, Türkiye’nin “büyük bir diplomatik zafer” kazanmış olduğuna hiçbir kuşku yok.
“Burnundan kıl aldırmamasıyla” ün yapmış olan İsrail, hatırladığım kadarıyla, bugüne dek ilk kez bir ülkeden özür diliyor.
Türkiye’nin aç talebi vardı: 1) Özür; 2) Tazminat; 3) Gazze ablukasının kalkması. Hiçbirinden vazgeçmedi. Ahmet Davutoğlu’nun ifadesiyle üç yıl boyunca “nakkaş gibi işlenen” bir dış politikayla eğilip bükülmeden istediğini aldı.
Bu üç yıl içinde kararlılık pozisyonundan vazgeçmeden diplomasinin gereklerini beceriyle yerine getiren ve her ikisi de İsrail’i gayet iyi tanıyan Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın haklarını vermek gerek.
Bu arada, her yönden gelen baskılara ve telkinlere direnilerek, özellikle “özür” talebinin, Türkiye’nin asla vazgeçemeyeceği bir “ilke” haline getirilmesi, Türkiye’nin yakın tarihteki en büyük diplomatik başarısına imkan verdi.
Geçen üç yıl içinde, Türkiye ile İsrail arasında sayısız “uzlaştırma” girişimi yaşandı. “Özür” sözcüğünden vazgeçilmesi meseleyi halledecekti. “Pişmanlık” ya da “üzüntü” anlamı taşıyan ve ima yoluyla “özür” anlamına gelebilecek İngilizce “regret” sözcüğü üzerinde duruldu. Yani, Türkiye’nin İsrail’in “regret”ini kabul etmesi beklendi.
Türkiye, “regret” yerine doğrudan doğruya ve başka hiçbir anlam taşımayacak şekildeki “apology” sözcüğünde direndi ve önceki gün İsrail Başbakanı Netanyahu’nun, ABD Başkanı Barrack Obama’nın tanıklığında Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’a “apology” ifade etmesiyle, Türkiye’nin dik durduğunun, İsrail’in “özür dileyerek” eğildiği kayda geçmiş oldu.
Bu tür sözcüklerin simgelediği durumlar, sadece geçmişe dönük hesapları temizlemek ya da anı yani durumu kurtarmak açısından değil, bir ülkenin gelecekteki konumunu belirlemek açısından da önem ve değer taşır. Türkiye için gelinen noktanın “diplomatik zafer” sayılmasının sebebi de budur zaten.
İsrail’in en etkili köşe yazarlarından ve Türkiye-İsrail ilişkilerini iniş-çıkışlarıyla yıllardır dikkatle izlemekte olan Zvi Bar’el, dünkü Haaretz gazetesinde gelinen noktanın anlamını gayet açıklıkla yorumlamıştı:
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2013
Türkiye’de ‘Kürt Sorunu’nun çözümü doğrultusunda büyük umutları harekete geçiren ‘İmralı Süreci’nin –Tayyip Erdoğan’ın tercihi ‘Çözüm Süreci’ denmesi- nasıl, nereye ve ne şekilde yol alabileceğinin en önemli göstergesi bugün Diyarbakır’da ortaya çıkacak. Abdullah Öcalan, günlerdir beklenen ve yakın çevresince ‘tarihi’ olarak nitelenen açıklamasını ‘Nevruz-Newroz’ kutlamaları sırasında ilan edecek. Tüm Türkiye’deki asıl ve ‘somut’ beklenti, ‘çatışmasızlık’ yani ‘kalıcı’ ya da ‘sürekli ateşkes’ ilanına eşlik edecek olan PKK’nın ‘sınır dışına çekilmesi’ ilanı. Bu konuda iki buçuk aydır yapılan spekülasyonun haddi hesabı yok. Her şey bugün belli olacak.
Her şey, nasılsa bugün belli olacağına göre, bunun üzerinde uzun uzun laf üretmenin de gereği yok. Nasıl olsa, yarından itibaren ‘tarihi açıklama’nın içeriği üzerinden yazılacak ve konuşulacak çok şey olacak.
Abdullah Öcalan’a ilişkin olarak Newroz arefesinde son işaretleri dün Özgür Gündem gazetesiyle söyleşisinde BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş verdi. Demirtaş, hafta başında İmralı’da Öcalan ile görüşen üç kişiden biriydi. Demirtaş, Öcalan’ın “Ben üzerime düşeni yapıyorum, hükümet bu fırsatı kaçırmamalı, Meclis de üzerine düşeni yapmalı. Bu, bir isyandır; ben de bu isyanın lideriyim” dediğini belirtti.
Abdullah Öcalan’ın ‘sorun’un söz konusu boyutuna ve kendisine ilişkin bu değerlendirmesini okuyunca, aklıma şu satırlar geldi:
“Teslimiyet ve ‘tasfiye’, PKK açısından, sorunun nihai çözümü yönündeki girişimlere başlamak, yani ‘silahlara veda’ ve ‘dağdan iniş’ sonucunu elde edecek gelişmeleri başlatmak bakımından birer ‘non-starter’ işlevi görmekte, yani ‘tartışmayı başlamadan bitiren’ bir tutumu ima etmektedir. Teslimiyet ve tasfiye odaklı politikalar izlenmeyecekse... yeni bir kavramsallaşmaya yönelmek ve bu kavramsallaşmanın ifadesi olacak yeni paradigma üzerinden konuya yaklaşmak elzemdir. Bu da PKK olgusunu ‘terörizm’, PKK’nın kendisini ‘terör örgütü’ ve mensuplarını ‘terörist’ olarak tanımlamak yerine, durumu bir ‘Kürt isyanı’ olarak tanımlamayı gerektirmektedir.” (Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorununun Şiddetten Arındırılması, TESEV Yayınları, Haziran 2011, s.25)
Ak Parti iktidarı ya da Tayyip Erdoğan hükümeti, karşısında bulunduğu ‘olgu’yu böyle mi görüyor; yani ‘terörizm’ yerine ‘Kürt isyanı’ olarak mı tanımlıyor?
Hayır. Ancak, fiilen ‘yeni paradigma’ algısıyla konuya yaklaşıyor. Aksi halde, İmralı’da neredeyse beşinci ayına girmiş olan görüşmeleri nasıl izah edebiliriz? İkisi son on beş gün içinde, bir buçuk aylık bir süre zarfında, üç farklı BDP’liler heyetinin –en sonuncusunda BDP Eşbaşkanı da var- üç kez İmralı’ya gidebilmesini, gidenlerin ayrıca Kandil’e gidip başlarına bela gelmeden PKK yöneticileriyle görüşmüş olmalarını neyle açıklayabiliriz?
Dahası, Öcalan’ın ‘sınır dışına çekilme’ye dair verdiği “TBMM de işin içine girmelidir” ve “Geri çekilmeyi ‘Âkil Adamlar’ denetlemelidir” cinsinden sinyallere, hükümet canibinden gelen olumlu karşılıkları nasıl yorumlayacağız.
Gerek Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve gerekse Beşir Atalay, Abdullah Öcalan patentli bütün bu taleplerin göz önüne alınabileceğini söylediler. Başbakan Tayyip Erdoğan, TBMM faslını doğrulamayan bir dil kullansa ve “Bu günlerde bin kez düşünüp bir kez konuşulmalı” demiş olsa da ‘Âkil Adamlar üzerinde çalıştıklarını’ bildirerek, Abdullah Öcalan patentli önerilerin gündemlerinde olduğunu ve hatta kabul gördüğünü ima etmiştir.
Bütün bu gelişmeler çok yenidir ve ‘yeni paradigma’ algısı ile ilgilidir. Bununla birlikte, bütün bunlar, Abdullah Öcalan’ın yeni düşünceleri ya da yeni önerileri değildir.
Öcalan’ın 2009 Ağustos tarihli ‘Yol Haritası’ndaki ‘Eylem Planı’nın şu bölümünü bir kez daha hatırlayalım:
“... Eğer demokratik çözüm planının ana hatları üzerinde devletin temel kurumlarıyla hükümetin mutabakatı oluşursa ve Kürt tarafıyla birlikte demokratik güçlerin de desteğini alırsa muhtemel uygulamalar-aşamalar şu yönde gelişebilir:
a. Birinci Aşama: PKK’nın çatışmasızlık ortamını kalıcı olarak ilan etmesi. Bu aşamada tarafların provokasyonlara gelmemeye, güçleri üzerindeki kontrollerini sıklaştırmaya, kamuoyunun hazırlamaya devam etmeleri gerekir.
b. İkinci Aşama: Hükümetin inisiyatifiyle TBMM’nin onayından geçmiş ve hazırlayacağı önerilerle hukuki engellerin kaldırılmasına yardımcı olacak bir Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun teşkil edilmesi. Komisyonun teşkilinde tüm taraflar arasında bir mutabakat aranacaktır. Af müessesesi bu komisyonda yapılacak itiraf ve savunmalara bağlı olarak önerilerek TBMM’ye sunulacak. Bu biçimde yasal engellerin kaldırılması halinde PKK, yasadışı konumdaki varlığını ABD, AB, BM; Irak Kürt Federe Yönetimi ve Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin içinde bulunduğu bir kurul denetiminde Türkiye dışına çıkarabilecektir. Daha sonra bu güçlerini kontrollü olarak değişik alan ve ülkelerde üslendirebilecektir. Bu aşamada önemli olan kritik nokta, PKK siyasi tutuklu ve hükümlülerinin bırakılmasıyla PKK güçlerinin sınır dışına çekilmesinin birlikte planlanmasıdır. ‘Biri diğersiz olmaz’ ilkesi geçerlidir.
c. Üçüncü Aşama: Demokratikleşmenin anayasal ve yasal adımları atıldıkça tekrar silahlara başvurmanın zemini kalmayacaktır. KCK faaliyetlerinin yasallık kazanmasıyla PKK’nın Türkiye sınırları dahilinde faaliyet göstermesine gerek kalmayacaktır. Her bakımdan legal demokratik siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetler esas alınacaktır.
Bu aşamalı planın hayata geçmesinde Abdullah Öcalan’ın konumu stratejik önem arz etmektedir. Öcalan’sız yürüme şansı çok sınırlıdır. Dolayısıyla konumuna ilişkin makul çözümler geliştirilmek durumundadır.”
Unutmayalım, Nevruz’a 24 saat kala, Selahattin Demirtaş, Abdullah Öcalan’ın “Bu bir isyandır, ben de isyanın lideriyim” demiş olduğunu nakletti.
Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın bugün öğrenilecek olan ‘tarihi açıklaması’, yukarıdaki görüşlerinin çerçevesinde ve o ‘ruh’un yansıması olacak. 2009’dan 2013’e dört yıl geçti. Yani, yukarıda aktardığımız bölümleri, bugün ‘güncellenmiş’ olarak işiteceğiz. Bazı bölümlerinde ‘takdim-tehir’ yapılmış olacak. Bazı öneriler de ‘revizyon’a gidilmiş olacak.
Örneğin, ‘PKK’nın yasadışı konumdaki varlığı’nın ‘Türkiye dışına çıkması’nın denetiminde muhtemelen ABD, AB, BM sıralanmayacak. ‘TBMM güvencesi’ şartı, belki daha anlaşılır biçimde dile getirilecek. TBMM ile irtibatlı bir ‘Âkil Adamlar Komisyonu’ PKK’nın sınır dışına çekilmesinin ‘denetim mekanizması’ olarak söz konusu edilecek.
Abdullah Öcalan’ın bugün duyacağımız ‘tarihi açıklaması’ iki buçuk aydır belirli odaklar tarafından kamuoyunun inanması istenen türden bir ‘teslimiyet deklarasyonu’ olmayacak. ‘Kayıtlar ve şartlar’ın eşlik ettiği ama arzu edilen sonuçlar doğrultusunda bir ‘eylem planı’ ve buna uygun bir ‘takvim’i -herhalde- kapsayacak. Ve bugün varılacak nokta, anlaşılan o ki, bazı Kürt çevrelerinin bundan birkaç ay önce tasavvur edebileceği ölçülerdeki ‘çıta yüksekliği’nde de olmayacak.
Konunun –özenle es geçilen- şu yönünü de gözden kaçırmayalım: Abdullah Öcalan’ın temelden değişen bir düşüncesi ya da hiç dile getirilmemiş, yepyeni görüşleri yok.
Öyleyse?
Öyleyse, değişen, sorunun ‘çözüm güzergâhı’na ve bunun yöntem ve araçlarına dair hükümetin algısıdır.
Hükümetin bugün geldiği nokta, bizim aylar öncesinden savunduğumuz ve önerdiğimiz noktadır. Bugün gelinmiş olan noktadan pek memnunuz.
Ama daha gidilecek uzun ve çetin bir yol var. Önce, bugün Abdullah Öcalan ne diyecek ve nasıl diyecek; bir bakalım. Sonra yazacak, konuşacak, tartışacak çok şey olacak.
Ve, tüm halkımızın Nevruz’u kutlu olsun.
Newroz Pîroz Be!
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2013
Türkiye, dünkü yazımda altını çizdiğim gibi, adeta dolu dizgin ve büyük bir iyimserlikle, geleceğe dönük umutlarla 21 Mart’a yani “Newroz”a yol alıyor. İstanbul’da dünkü coşkulu kutlamalar, 21 Mart’ta Diyarbakır’da nasıl bir “barış ve birlik festivali” yaşanacağının ön habercisi gibiydi.
Tabii, bu yılın “Newruz”una eşlik edecek ve “barış umutları”nı yeşerten dramatik gelişme, Abdullah Öcalan’dan beklenen deklarasyon. Daha doğrusu, bu deklarasyonun, “ateşkesten ötede” bir “çatışmasızlık” ilanını; yani “sürekli bir ateşkesi” ve Türk kamuoyunun asıl beklentisi olarak PKK’nın “sınırdışına çekilmesi”ni içermesi bekleniyor.
Eyüp Can, bugüne dek kendisini hiç yanıltmamış kaynaklarından aktararak, Öcalan’ın “geri çekilme sınırı” olarak 16 Haziran tarihini belirteceğine dünkü yazısında yer verdi. BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş ise Ankara’da bir grup basın mensubuyla söyleşisinde 16 Haziran tarihini doğrulamayarak şu sözleri sarfetti:
“... 16 Haziran tarihiyle ilgili kesinlikle yanlış olduğunu söyleyebilirim. Bu işin mantığı yok. Nasıl çıkacaklar? Koşarak mı çıkacaklar? Ta Erzurum’da olan var. Hakkari’de olan var. 16 Haziran’da çıkamayan ne olacak, kalacak mı? 17 Haziran’da kalmış mı olacak? Mutlaka bir takvim vardır am bir gün koymak mantıklı değil.”
Can Dündar ise bu konuda “Öcalan’ın PKK’ya 16 Haziran’a kadar sınır dışına çekileceği haberleri üzerine görüştüğüm, Kürt hareketinin önde gelen bir ismi, temkinli konuştu” diye yazdı ve konuyu şöyle açtı:
“’Eylemsizlik tamam ama, ama çekilme ve silah bırakma zor’ dedi. Kaygıları şunlar: Öcalan’ın istediği gibi, çekilmeye nezaret edecek bir Meclis denetimi mümkün görünmüyor. Ya çekilme sırasında önceki gibi bir operasyon olursa? Ya çekilen PKK’nın boşluğuna bölgedeki başka bir silahlı güç, mesela korucular veya Hizbullah yerleşirse?..”
Üzerinde anlaşılmış ve “denetim mekanizması” kurulmuş bir sınır dışına çekilme olacaksa şayet, Temmuz’a kadar Erzurum’dan değil Erzincan’dan bile sınır dışına çıkış sağlanabilir. Ayrıca, istenmediği takdirde, PKK’lıların boşaltacağı yerlere ne Hizbullah ne de korucular yerleşebilir. Sorun buralarda değil. İmralı ile Kandil arasında bu konuda “taktik-teknik” bakımdan yüzde yüz bir uyum olmamasında. Murat Karayılan’ın 6 Mart ve 15 Mart tarihli açıklamaları satır satır, hece hece okunduğu takdirde, “geri çekilme”ye ilişkin olarak, en azından “süre” açısından bir sıkıntı olduğu sezilebiliyor.
1999 yılındaki “sınır dışına çekilme”de de benzer sorunlar ve tartışmalar, üstelik daha da akut biçimde, yaşanmıştı. Sonunda Abdullah Öcalan’ın dediği olmuştu. Karayılan, son açıklamasında, “Ama tabii nihai karar Başkan Apo’ya aittir. Başkan Apo’nun açıklama çerçevesi önemlidir. Herkes onu beklemelidir. Başkan Apo’nun yapacağı açıklama, tüm hareketimizi.. bağlayan bir çerçevede olacaktır. Çünkü herkesin görüş ve önerilerini almış bulunuyor” şeklinde konuştu.
Öcalan’ın açıklamasını hep birlikte bekliyoruz. “Sınır dışına çekilme tarihi” verecek mi; Kandil’in önerileri ya da Selahattin Demirtaş’ın ima ettiği hususlar, açıklamasında ne derece rol oynayacak göreceğiz. Ama, şimdiden bellidir ki, Kandil, Öcalan ne derse “uyacağı” konusunda kendisini bağlamıştır.
Yani, Öcalan, bir “sınır dışına çekilme tarihi” verirse, Kandil ona uyacaktır.
Ama ben, Abdullah Öcalan’ın “deklarasyonu”ndan daha öncelikli olarak, Hasan Cemal’in yazısını bekliyorum. “Newroz”dan 48 saat önce, yarın yani Salı günü Hasan Cemal’in yazısı çıkacak mı, çıkmayacak mı?
Hasan Cemal, iki haftadır yazdırılmadığı için Milliyet’teki yazılarına devam etmiyor. Bu Milliyet patronajının tercihi midir, bunda siyasi iktidarın payı nedir; bunun tartışması ayrı bir konu. Tartışma götürmeyecek husus, Hasan Cemal’in iki haftadır yazamıyor durumda olmasının kocaman bir “ayıp” olduğu.
Hasan Cemal, herhangi bir isim değil. Sadece basın dünyasındaki meslek kıdeminde ötürü de değil. Özellikle, 2000’li yılların başından yani Ak Parti’nin iktidar dönemiyle eş zamanlı olarak Türkiye’nin “demokrasi mücadelesi”nin simge isimlerinden biri. Bugünün “yeni merkez medyası”ndaki birçokları, 2007’deki “e-muhtıra”da nereye sıvışacaklarını bilemezken, “e-muhtıra sabahı” televizyonlardan yürekli sesiyle, askeri müdahaleye başkaldıran oydu. 2008’de Ak Parti kapatma davasındaki tavrını, iktidar çevreleri unutmuş olabilir ama “arşivler” unutturmaz.
Hasan Cemal’in yazılarına iki hafta ara vermesi söz konusu edilmişti ve bu süre yarın doluyor. İki hafta yazmaması zaten utanç verici idi ama bakalım yarın iki hafta sürekli mi olacak?
Yeni Şafak’ın lumpeni, “Hasan Cemal’in yazamadığı ülkeye barış gelmez mi?” başlığıyla hafta içinde bir yazı yazarak, Hasan Cemal ve Kürt sorununda bugüne dek barış ve çözüm mücadelesi vermiş olanların “susturulması”nı alaycı bir dille “meşrulaştırma”ya çalıştı.
“Hasan Cemal’in yazamadığı ülkeye barış gelmez mi?”
Bu terbiyesiz soruya cevap: Hayır, gelmez!
Özellikle, Kürt sorununda çözüm ve barış mücadelesinin bunca yıldır başını çekmiş olan insanları susturursanız, ne çözüm, ne de barış gelir. Hasan Cemal, bu “simge”lerden biridir; dolayısıyla bu sorunla ilgili duruşu nedeniyle susturulursa, yani yazamazsa, onun yazamadığı ülkeye barış gelmez. Barış diye yutturduğunuz gelir. Çözüm ise hiç gelmez.
İçi “özgürlükler”, “haklar” ve bunları güvence altına alacak bir “demokrasi” olmayan ne barış olur, ne çözüm olur.
Şayet, “Kürt sorununa çözüm süreci”nin başladığı öne sürülen bir dönemde, Hasan Cemal, yazamaz, yazdırılmaz hale sokulmuşsa, o, “Türk medyasının bittiği”nin “deklarasyonu”dur.
Türkiye’nin dünya çapındaki tarihçisi Prof. Şükrü Hanioğlu’nun, dünkü Sabah’ta “Meselelerimizi ‘devlet aklı’ değil siyaset çözecektir” başlıklı mükemmel bir yazısı çıktı. Bugün “devlet aklı” diye ifade edilen “hikmeti hükümet/raison d’état” kavramını, içinde bulunduğumuz “Süreç” imasıyla irdeliyordu. Şöyle diyor Prof. Şükrü Hanioğlu:
“Osmanlı bürokratik geleneği ‘hikmet-i hükümet’ siyaset yapmanın olağan yolu olarak kavramsallaştırmıştı. Devletin sırlarına vakıf, onun ‘aklı’nı kullanan bürokratlar, onun yaşamını sürdürebilmesi için ‘hikmeti hükümet’ çerçevesinde kararlar alınmasının ‘siyaset’ yapmak olduğunu düşünüyorlardı.”
Hanioğlu, “Devleti canlı bir organizmaya benzeterek onun ‘aklı’nı kullanmayı bürokratik kurumlara havale etmek sorunları daha da çetrefil hale getirme dışında bir netice vermez” değerlendirmesinde bulunuyor.
İşimiz “devlet aklı”nı izlemek değil. Zira, “devlet aklı”, ona hükmedenler ve savunanların kimliğine bakarak değişmez. İster Harbiye kökenli, ister İmam-Hatip kökenli olsunlar, fark orada aranmaz. Fark, “devlet aklı” diyerek “hikmet-i hükümet”i savunmak yerine “siyaset”i ikame etmek ile olur. Bu ise, özgür tartışmayı ve “tek model” ya da “tek karar verici” yerine ‘çoğulculuğu” davet eder.
İşte tam da bu yüzden, bugünlerde Hasan Cemal’e yazdırılmayan bir ülkede gerçek barış beklenemez.
Önce yarın Hasan Cemal’in yazısını görelim, sonra “Newroz”da “barış mesajları”na kulağımızı çevirelim...
Yazının Devamını Oku