Cengiz Çandar

Yeni jeopolitikte Türkiye, Öcalan, PKK…

24 Nisan 2013
Nerede kalmıştık?

Bir önceki yazının son satırları şöyleydi: “İçinde bulunduğumuz “Süreç”i ve Abdullah Öcalan’a oynatılan ya da onun oynamak istediği “rol”ü “daha büyük resim” içinde görmeye devam edelim.

Tabii, bir önceki paragrafı da hatırlamalıyız: “Türkiye ile KRG arasında gelişen ve son dönemde olağan dışı bir yakınlaşma gösteren ilişkilerde, malum, ‘PKK pürüzü’ bulunuyor. PKK, bu ‘yeni çerçeve’de uluslararası-bölgesel boyutların içine yerleşiyor. Suriye’nin geleceği ile birebir irtibatlanıyor…”

Sizleri biraz daha  geriye taşıyıp, şu satırları bir kez daha hatırlamaya davet edeyim:

“Türkiye, gerek jeopolitik açıdan, aynı zamanda zihni olarak kendisine en yakın unsuru Irak Kürdistan Yönetimi olarak görüyor ve bu öyle kalmaya devam edecek. Bugüne kadar olduğu gibi, Irak Sünnileri üzerine de ‘koruyucu şalı’nı atmak zorunda hissedecek kendisini...  Bir anlamda, adı konmamış bir “Türkiye-Kürtler-Sünniler ekseni”nin oluşması ihtimali var.

Ortadoğu’nun yeni dinamiklerinin, Türkiye’yi ‘Büyük Kürdistan’ın hamisi gibi paradoksal bir sonuç vereceğine de işaret etti Joost. Irak Kürdistanı Yönetimi’nin gücü arttıkça, bunun Suriye’ye de etkisi olacak.

Suriye’de Irak’taki Saddam-Baas sonrası rejim gibi, Başşar-Baas sonrası bir rejim kurulduğunda, ülkenin kuzeydoğusunda Kürt çoğunluklu bir bölge, Irak Kürdistanı gibi bir ‘statü’ sahibi olacak muhtemelen… Türkiye, Irak Kürdistanı ve Başşar sonrası Suriye ile ekonomik entegrasyonu amaç edinir, iki ülkeyle sınırlarını harita üzerinde bırakmayı tasarlarken, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin sahip olduğu ‘statü’den çok daha aşağısını kendi Kürt vatandaşları için nasıl öngörecek?

Bu soruya ilerde defalarca geri döneceğiz. PKK’ya karşı yürütülen mücadelenin de, PKK’nın –bileşenleriyle birlikte- stratejik ve taktik yanılgılarının da, bu sorunun çerçevesinde tartışılması gerekiyor. (Türkiye-Kürtler-Sünniler ekseni olur mu?, Radikal, 21 Aralık 2011)

Sözü edilen soruya, cevapları araştırılarak, geri döndüğümüz bir dönemdeyiz. İçinde bulunduğumuz

Yazının Devamını Oku

Kürdistan petrolü, Türkiye, Ortadoğu jeopolitiği (2)

22 Nisan 2013
Bir önceki yazımızı “kaldığımız yerden devam” diye noktalamıştık. “Kaldığımız yer”, Washington Post’ta 14 Nisan’da yer alan “In Iraq, a Kurdish Renaissance” (Irak”ta bir Kürt Rönesansı” başlıklı yazının şu satırı idi: “Onca zamandır aleyhlerinde çalışmış olan Ortadoğu jeopolitiği, şimdi Kürtler lehine çalışıyor.”

Ortadoğu jeopolitiğinin, şimdi, Kürtler lehine çalışıyor olmasının iki temel göstergesi var: 1. Petrol 2. Birinci Dünya Savaşı sonrasında beri “Kürtlüğün inkarı”nın, “Kürt kimliğinin reddi”nin bir numaralı merkezi olan Türkiye’nin, neredeyse 180 derece ters yönde, adeta “Kürdistan’a ebelik” konumuna kaymaya başlaması.

Kürtler, nasıl Birinci Dünya Savaşı ertesinde parçalanarak, görünürde Avrupa ulus-devlet formatındaki dört ayrı ülkede “çıban başı etnik azınlık” durumuna  düşürülmüş ve tarihin karanlık sahne arkasından, uluslararası projektörler altında tarih sahnesine çıkıyorlarsa, adeta bunun emniyet sübabı olarak “Kürdistan petrolü”de yeraltından çıkarak, Kürtleri, yeni dönemin önemli bir ekonomik ve siyasi aktörü olarak yerüstüne yerleştiriyor.

“Kürdistan petrolü” (ve de doğalgazı, yani Kürdistan hidrokarbon zenginliği) esas olarak, Irak’ın kuzeyinde, Irak Kürdistanı’nda (ya da Güney Kürdistan’da) var. Eğer yerüstünde, Kürdistan Bölgesel Yönetimi (İngilizcesinin başharfleri ile kestirmeden KRG) olmasa ve KRG’nin merkezi Erbil, “stratejik ortak” olarak gördüğü Türkiye ile yakınlaşması sayesinde Bağdat ile arasındaki mesafeyi –belki de nihai bir bağımsızlık doğrultusunda- açmasa, Irak’ta Kürdistan’ın, onun şahsında tüm Kürtler için bir rönesansın gerçekleşmekte olduğundan söz edilemezdi.

Oysa ediliyor. Örneğin, etkili ve itibarlı The Economist dergisi birkaç gün önceki son sayısında “Barış, uyum ve petrol” başlıklı önemli yazısında, “Aksine beyanlara rağmen, Irak Kürtleri doğrudan bağımsızlığa yaklaşıyorlar” başlıklı çarpıcı bir yazı yayımlandı. Kürdistan’ın özellikle Newroz’la birlikte ortaya çıkan doğal güzelliklerinin tasviriyle başlayan yazıdan bölümler:

“Doğa, Kürdistan’ın tek cazibesi değil. Irak’ın üç Kürt vilayetinde yaşayan 5 milyon insanın yararlandığı görece düzen, güvenlik ve zenginliğe, Irak’ın hasarlı ana bölümünde yaşayan geri kalan 25 milyon ve diğerleri tarafından imreniliyor... Kuzeyden tatlı, burnun direğini kıran kokusu her yere sinmiş petrol ile öylesine zengin bir toprakta kar arayan uçaklar dolusu Türk işadamları geliyor. Irak, şu sırada, yüzde 70’i Kürt bölümüne yönelik ticaretiye, Türkiye’nin Almanya’dan sonra ikinci ihraç pazarı. Sınırdan günde 4000 kamyon geçiyor...

Kürt yetkililer henüz bağımsızlıktan söz etmeyecekler. Ama çeşitli faktörler bu tür bir tahmine işaret ediyorlar. Bunlardan biri Irak’ın geri kalanının içinde bulunduğu sıkıntılı durum. El-Kaide bombalı saldırılarıyla sarsılmış haldeki ve Suriye’nin Şii-yanlısı hükümetinin devrilmesi ihtimalinden kaygılı artan sayıdak Iraklı Şii, geri kalanı daha iyi kontrol edebilmek için Kürtleri bırakmaları gerektiğini fısıldıyorlar...

Siyasetçiler mevcut arzuları ne olursa olsun, petrol bulguları, Irak’ın sınırlarını bir kez daha çizebilir. Kürtler, Irak anayasanın özerk bölgeleri, yeni petrol sahaları geliştirmek için serbest bıraktığını söylüyorlar ve büyük yabancı şirketleri üretim paylaşımı anlaşmalarıyla.. kendilerine çektiler. Bağdat, bu yapılanların yasa dışı olduğunu, petrolün halkın malı olduğunu ve bütün gelirlerin merkezi hükümete gitmesi gerektiğini söylüyor. İhtilaflı bölgelerde KRG’nin 50 anlaşma imzalamış olmasından da rahatsız.

Yazının Devamını Oku

Kürdistan petrolü, Türkiye, Ortadoğu jeopolitiği (1)

21 Nisan 2013
Bu hafta Irak Kürdistanı, petrol ve Türkiye konusunda uluslararası basında arka arkaya çarpıcı yazılar yayımlandı.

Yazı içerikleri, kimi bölümler bana hayli tanıdık geldi. Arşive girdim. Önce arşivden alıntılar, sonra uluslararası basının sözünü ettiğim yazılarından.

Arşivi 2012 Mayıs ayından daha geriye doğru giderek taradım. 26 Mayıs 2012. Yazı başlığı “İşin içine ‘Kürdistan petrolü’ girerse...” Yazıdan bir bölüm:

“... Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi, birkaç gün önce günde Türkiye’ye  milyon varil petrol taşıyacak bir boru hattı inşa edilmesi planını açıkladı... Söz konusu açıklama, Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin geçen hafta Ankara’ya yaptığı önemli ziyaretin ardından geldi. Türkiye, -özellikle medyasıyla-, Neçirvan Barzani’nin ziyaretine  PKK konusunda yapılacağı öne sürülen ‘işbirliği’ üzerinden odaklanmıştı. Elbette ki, ziyaretin bu boyutu önemliydi ama Neçirvan’ın asıl amacı, Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye uzanacak ‘boru hattı’ anlaşmasıydı...Günde 1 milyon varil kapsamında ham petrol taşınmasına imkan verecek, boru hattı yapımının ikinci aşaması ise 2013 Ağustos ayına kadar tamamlanacak ve bu hat, Kerkük-Yumurtalık hattına bağlanacak...

Hesap, tümüyle tutmuş vaziyette ve Irak Kürt yönetiminin ‘stratejik ufku’nu ortaya koyuyor. Bu ‘stratejik ufuk nedir?’ diye sorarsanız, cevabı zor sayılmaz. Irak Kürdistanı’nın ‘bağımsız devlet’ olarak oluşumu...”

Bir 11 ay sonra, 17 Nisan’da Bloomberg.com’da “Türkiye’nin, Bağdat’a meydan okuyarak, Kürtlerle Petrol Anlaşması imzaladığı bildiriliyor” başlıklı haber-yorum yazısından satırlar:

“Konuyu yakından bilen iki kişinin bildirdiğine göre, Irak’ın Kürt bölgesi Türkiye ile, ona doğrudan petrol ve gaz ile sağlayan tarihi bir petrol anlaşması imzaladı. Anlaşma, geçen ay, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ankara’da Kürt Başbakan Neçirvan Barzani ile Ankara’daki buluşmasında imzalandı. Haberi veren kaynaklar, anlaşma özel olduğu için kimliklerinin açıklanmasını istemediler.

Kürt hükümeti, Kürtleri ayrı anlaşma imzalamamaları konusunda uyarmış olan Bağdat’taki Irak hükümetini by-pass edecek nitelikteki anlaşmaya göre, Türkiye’ye doğrudan petrol ve gaz satacak. Haberi veren kişilerden biri, Türkiye’nin, (Kürt bölgesinin) Irak’ın geri kalanıyla sınırını oluşturan alanda imtiyazlar elde etmiş olan Exxon Mobil Corp.’daki Kürt hükümet hisselerini da alabileceğini bildirdi...

Türkiye ile böyle bir anlaşma Kürtleri Irak bütçesine daha az bağımlı yapacak... İrlanda’da University College Cork’ta misafir öğretim üyesi olan Aziz Serdar’a göre ‘Petrol milliyetçilik ile bağlantılı.’ Aziz Serdar bu konuda şöyle söylüyor: ‘Barzani petrolü pozisyonunu güvence altına almak ve bunu bağımsızlığa giden bir yol olarak gören halkı seferber etmek amacıyla kullanıyor. Türkiye için, anlaşma ithalat faturasını ve 800 milyar dolarla ekonominin temel zayıflığı olan cari açığı azaltacak daha ucuz enerji kaynağına ulaşmak demek...”

Yazının Devamını Oku

Tartışmalı karşılaştırmalar...

19 Nisan 2013
Diyarbakır’ın ünlü Kervansarayı’nın bahçesinde Jonathan Powell ile soluklanıyorduk geçen hafta Pazartesi öğleden sonra. Surların Keçi Burcu’na tırmanmış, oradan Jonathan Powell’a aşağıda tembel tembel akan Dicle’yi ve onu örten bahar yeşiliyle Hevsel Bahçeleri’ni göstermiştik. Sıra, Kervansaray’da hararet gidermeye gelmişti. Cep telefonuma bir haber düştü: “Margaret Thatcher öldü!” Haberi derhal Powell’a aktardım. Ağabeyinin uzun başbakanlık yıllarında Margaret Thatcher’ın özel danışmanı olduğunu biliyordum. Kendisi ise ağabeyinin benzer biçimde ama tam tersi siyasi hareketin içinde, Tony Blair’in “sağ kolu” olmuştu. Powell, Alzheimer hastası eski başbakanın ölüm haberini büyük bir şaşkınlıkla karşılamadı. Elinden düşürmediği ipad’inden Thatcher ile ilgili haberleri araştırmaya koyulurken, “Devlet töreni ile kaldırılacak. Tören, St. Paul Katedrali’nde yapılacak” diye ön bilgiyi iletti.
O an itibarıyla nereden mi biliyordu?
Açıkladı. “Biz iktidara geldiğimizde, Margaret Thatcher ölümü halinde cenazesinin devlet töreniyle kaldırılması için kararname çıkartmamız amacıyla başvurdu. Talebi ilettiğimizde, Tony (Blair) ‘Öyle olsun’ dedi; yani kendisi için devlet töreni yapılması kararını, İşçi Partisi hükümeti bundan uzun yıllar önce almıştı zaten...”
Görevde olmadığı sırada ölen İngiliz başbakanlarının devlet töreniyle en son kaldırılanı 1965 yılında Sir Winston Churchill idi. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra, bu “şeref” Margaret Thatcher’a nail oldu. Nitekim, tahtta bulunduğu 61 yıl içinde 10 başbakan eskitmiş olan 87 yaşındaki Kraliçe II. Elizabeth, bir başbakan cenazesi olarak yaşıtının cenazesinde, 91 yaşındaki eşi Prens Philip ile birlikte, Churchill’in cenazesinden bu yana ilk kez hazır bulundu.
Thatcher’ın cenazesi, dönemdaşı olan Türkiye’nin sekizinci cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölümünün 20. yıldönümünde kaldırıldı. Politikalarından milim taviz vermez kararlılığı nedeniyle “Demir Leydi” sıfatı kendisine verilmiş olan Margaret Thatcher’ın cenazesi, böyle bir dizi zihinsel tarih oyununa vesile oldu.
Cenazesinde ona saygı kadar, küçük ölçekde de olsa, protestolar vardı. Bizim cenaze geleneğimizde olmayacak şeyler oldu. Örneğin birisi “Huzur İçinde Uyu” (Rest in Peace) yazılı koca pankarttaki huzur sözcüğünün üzerine çarpı koymuş, “utanç” (shame) sözcüğünü yerleştirmişti. Thatcher’ın “huzur” değil, “utanç içinde uyuması”nı istiyordu.
“Demir Leydi”nin, iktidarının üzerinden 20 yıldan fazla süre geçmiş olmasına rağmen, peşini bırakmayan öfke, izlediği “neo-liberal” politikalardan kaynaklanıyordu. Bu konuda, Şahin Alpay, dün “Thatcher ve Erdoğan” başlıklı mükemmel bir yazı yazdı Zaman gazetesinde.
Thatcher’ın, İşçi Partisi’nin izlediği Keynes’çi ekonomi politikalarının sonucunda İngiltere’nin siyasi gerileme yanında ekonomik gerileme içine düştüğü bir zaman diliminde iktidara geldiğine işaret eden Şahin Alpay, şöyle devam ediyordu: “Neo-liberal politikaların benimsenmesine öncülük etti; Keynesçi politikaları tersine çevirdi. Ekonomide devleti küçülttü, piyasa çözümlerini ön plana geçirdi, vergileri azalttı, sosyal harcamaları kıstı. ABD Başkanı Abraham Lincoln’ın şu sözlerini yanından hiç ayırmadı0 ‘Güçlüleri zayıflatarak, zayıfları güçlü kılamazsın... Tutumluluğu özendirmeden, refahı artıramazsın... Ücret vereni aşağıya çekerek, ücret alana destek olamazsın...’’’
Bu politikalar, Britanya ekonomisine yeniden rekabet gücü kazandırdı, ama sendikal hakların ve refah devletinin gerilemesine yol açtı; dar gelirliler aleyhine sonuçlar doğurdu. Bununla birlikte, Şahin Alpay’ın isabetle işaret ettiği gibi İşçi Partisi’nin kendisini yenilemesine, Tony Blair’ın “Yeni Sol”unun, “Yeni İşçi Partisi”nin ortaya çıkmasında büyük etkisi oldu. İşçi Partisi o sayede Tony Blair ile 1997, 2001 ve 2005’te üç kez üstüste seçim kazandı.  Bu arada, Thatcher’ın da 11 yıl aralıksız başbakanlık yaparak, Britanya’nın aralıksız en uzun süreli başbakanı olduğunu unutmayalım.
Thatcher öncesi “dökülen Britanya” ile bugünlerin güçlü, canlı, kozmopolit Britanya’sının arasındaki farkın canlı tanıklarından biriyim. Britanya’yı ayağa kaldıran iki isim varsa, bu ikisi, birbirlerinden farklı siyasi ve toplumsal mevzilerde konuşlanmış olsalar bile, Margaret Thatcher ile Tony Blair.
Bizde iki isim say dense, bizdekiler, Britanya’dakinden farklı olarak, birbirlerine yakın siyasi ve toplumsal mevzilerde konuşlanmış olan Turgut Özal ile Tayyip Erdoğan.
Turgut Özal, Thatcher ile aynı dönemde Türkiye’de iş başına geldi ve “serbest pazar ekonomisi” kuralları ile Türkiye’yi tanıştıran ve Türkiye’yi 21. Yüzyıl’a taşıyan adam oldu. Tayyip Erdoğan ise, 21. Yüzyıl’da Türkiye’ye devralarak, ekonomisini güçlendirdi ve siyasi olarak uluslararası sahneye önemli bir aktör olarak sürdü ve 2023’e yönelik ihtiraslı ve iddialı hedefleri yöneltti.
Aslında, toplumun dar gelirli kesimlerine yaklaşımda, her ikisinin de, Thatcher’dan ziyade İşçi Partili Tony Blair’e daha yakın durdukları söylenebilir.
Yine de Şahin Alpay’ın Tayyip Erdoğan ile Margaret Thatcher arasında kurduğu şu benzerlikler üzerinde düşünmeye değer:
“... İkisi de aşağa orta sınıf ailelerden geliyor. Biri ‘manavın kızı’, öteki ‘iskele kaptanının oğlu.’ İkisi de muhafazakar eğilimli (ve ‘sol’un karşısında), fakat aynı zamanda köklü reformcu. İkisi de piyasalara ve güçlü hükümete inanan; ülkelerinin uzun zamandır aradığı istikrarlı liderliği sağlayan; dünyaya nam salan siyasiler. İkisi de (Thatcher istifa etmek zorunda kalana kadar) partilerinin dizginlerini sıkı sıkıya ellerinde tutan, aşırı özgüven sahibi liderler. İkisi arasındaki en büyük benzerlik ise toplumlarını kutuplaştırmaları, sevenler ve nefret edenler olarak ikiye ayırmaları olmalı.”
Turgut Özal’ın her ikisinden ayrıldığı nokta, burası olmalı. Elbette ki, ölümünün 20. Yıldönümüyle önceki gün bir kez daha hatırlanan Turgut Özal’ın da sevenleri ve sevmeyenleri, şiddetle muhalif olanları vardı. Ama, Turgut Özal, kendisinden “nefret” edilecek kadar güçlü bir duygu uyandıracak biri olmadı. Cenazesi Ankara’daki soğuk devlet töreniyle kaldırıldıktan sonra, İstanbul’da milyonlarca insanın sevgi seliyle ebedi yolculuğuna uğurlanmıştı.
“Demir Leydi”nin çok farklı olarak ve siyasi değil, “insani” bir çağrışım yaparak, ortalama Türk insanının ona taktığı isim “Tonton” idi.
Tarihe iz bırakmış insanların, yaşadıkları dönemde ne kadar sevildikleri ya da sevilmediklerinden, cenazelerinin nasıl kaldırıldığından belki daha önemlisi, tarih kaydına nasıl geçtikleri olmalı. Margaret Thatcher için, –çok kişinin hoşuna gitmeyecek olsa da- muhtemelen Britanya parlamentosunda Muhafazakarların Thatcher’cı kanadının başında bulunan Gerald Howarth’ın şu sözleri tarih kaydına düşülecek en isabetli değerlendirme sayılabilir:
“Ronald Reagan ile Margaret Thatcher aracılığıyla Birleşik Krallık ile Birleşik Amerika arasında kurulmuş olan bağ, Soğuk Savaş’ın sona ermesine ve dolayısıyla milyonlarca insanın kurtulmasında belirleyiciydi.”
Yani, Margaret Thatcher, bir yönüyle de, “Soğuk Savaş”ı son erdiren ve “milyonlarca insanın kurtuluşu”nu sağlayan bir “Demir Leydi” idi.
Sevmeseniz de, hatta nefret etseniz de öyle...
Yazının Devamını Oku

“Sırtına yaslan ve izle”nin faturası...

17 Nisan 2013
Çağımızın en büyük düşünce adamlarından biridir İranlı Seyyid Hüseyin Nasr. 1950’li yılların ortalarında Boston’daki M.İ.T’ye kabul edilen ilk İranlı olarak fizik okumuş, ardından jeoloji ve jeofizik alanında yüksek lisans yapmış,.Doktorasını bilim tarihi üzerine Harvard’da tamamlamış, 30 yaşında, çok genç yaşta Harvard’da profesör olmuştur. Tahran Üniversitesi’nden Edinburgh Üniversitesi’ne, oradan Princeton’a dünyanın birçok eğitim kurumunda ders vermiştir. Farsça, Arapça, İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca bilir. Sufilik, Batınilik ve bilim felsefesi konularında dünyanın en önde gelen uzmanlarından biridir. Ran’daki rejimle ideolojik olarak yıldızı barışmadığı için, Devrim’den bu yana İran’da yaşamıyor.Şu ara, Washington’da George Washington Üniversitesi’nde İslami Çalışmalar bölümünün başında. Birkaç gün önce 80’ini devirmiş.
Vali Nasr için böyle bir insanın oğlu olmak, herhangi bir insan için olabileceği gibi, bir talihlilik halidir kuşkusuz. Vali (Türkçe okunuşu ile Veli), böyle bir babanın oğlu olmayı alçakgönüllülükle taşır. Ama onun ismi altında ezilmez. Vali Nasr, şu sırada, Johns Hopkins Üniversitesi’nin Washington’daki itibarlı lisansüstü okulu SAIS’in dekanı. O da dünyanın en önde gelen İran ve Şiilik uzmanlarından biridir. Beyaz Saray kapıları onun önünde ardında kadar açıktır. Görüşleri ve bilgisine başvurulur.
Vali Nasr’ı yakından tanıyor olmak, düzenli aralıklarla görüşüyor olmak da, benim için bir talihlilik halidir. Hiçbir yazısını kaçırmam. New York Times’da dün yayımlanmış olan “The Dangerous Price of Ignoring Syria” (Suriye’yi İhmal Etmenin Tehlikeli Fiyatı) başlıklı yazısını ilgiyle, satır satır okudum. Obama’nın Ortadoğu politikasına eleştiri yüklü yazısı, bizim gibi bölgede yaşıyanlar açısından, basit bir dış politika eleştiri yazısından öteye, ABD’nin genel stratejik yaklaşımına ilişkin önemli ipuçları taşıyordu.
Vali Nasr, Obama’nın Suriye’de 70 binin üzerinde insanın ölmesi ve bir milyonu aşkın mültecinin oluşturduğu “insani trajedi”nin farkında olmakla birlikte ABD’nin bugün olduğundan öteye duruma müdahil olmamasının gerekçesini, bugüne dek hiçbir yerde raslamadığım dikkate değer bir notla izah ediyor yazısında. Obama dış politikasının temel amacı “Ortadoğu’da ABD’nin ayak izlerini ve bölgenin küresel politika bakımından önemini azaltmak” iken, Suriye konusunda bugün yaptığından fazlasını yapmak, Obama için, “ABD’nin bölgeden çekilmesini tersine çevirmek” olacaktır. Obama, bu yüzden, Suriye için parmağını kımıldatmak istemiyor. Dışişleri Bakanı John Kerry’nin son haftalarda iki kez bölgede görünmesi, göz boyamaktan öteye değildir.
Zaten, Vali Nasr’a göre, Kerry’nin gündeminin tepesinde “Arap-İsrail barış süreci”nin harekete geçirilmesi var ki, bu da Washington için Suriye konusuna oranla öncelik ifade ediyor.
Vali Nasr, Obama’nın Suriye’yi “ABD için açık stratejik sonuçlara yol açmayacak trajik bir insani kriz” olarak gördüğünü vurguluyor ve Ocak ayında New Republic dergisine verdiği bir mülakatta “Suriye’de öldürülmüş olan on binleri, şu anda Kongo’da öldürülmekte olan onbinlerden daha mı ağırlıklı göreceğim” demiş olduğunu hatırlatıyor.
Obama’nın Ortadoğu’dan uzak durmasının bir başka belirtisi ise “Arap Baharı’ndan geçmiş tek bir ülkeyi ziyaret etmemiş olmasına karşılık, reform yapacaklarını vaadeden Burmalı generalleri, altı saat süren bir ziyaretiyle şereflendirmiş olması”...
Obama’nın Ortadoğu politikasını “sırtına yaslan ve izle” şeklinde tanımlayan Vali Nasr,  bu “ihmalkar” politikanın bölge çapında ABD müttefiklerini riske sokma tehlikesi içerdiğini öne sürüyor.
“Suriye’deki şiddet nöbetinin yıl sonuna kadar onbinlerce insanın daha ölümüne yol açacağı ve üç milyon kadar mülteci oluşturacağı tahmin ediliyor. Bunun insani bir trajedi olduğu kuşkusuz ama acil stratejik sonuçları olacak cinsten bir trajedi aynı zamanda...
Yıkım ne kadar uzarsa, Suriye’yi birarada tutabilmek de o ölçüde zorlaşacak ve bunu yapamıyor olmak, Ortadoğu’nun kalbinde tehlikeli bir bataklık oluşturacaktır. Suriye böylece aşırılık ve istikrarsızlığın iltihaba yol açacağı ve her türden teröristin ve el-Kaide bağlantılarının bölgeyi ve dünyayı tehdit edecek şekilde kendilerine alan, kaynak ve katılımcı bulacakları,  kendisiyle savaş halinde çökmüş bir devlet haline gelecektir.
Daha da kötüsü, Suriye’deki çatışma sınırlarıın ötesine de taşabilecektir. Suriye, Şiiler ile Sünnileri birbirlerine karşı kuracak ve İran, Türkiye ve Suudi Arabistan arasındaki güç mücadelesinin daha geniş rekabet alanının zemini olacaktır. Suriye’nin kriz nöbetleri, sürüp gidecek şekilde kendi başlarına bırakılırlarsa, yayılma ve bölgenin haritasını bile değiştirme istidadındadırlar. Amerika, Suriye’de bir stratejik çıkarı bulunmadığını düşünebilir ama Suriye ihtilafının dokunduğu her yerde stratejik çıkarları var.
Lübnan ve Irak’ın her ikisi de mezhebi hatlar üzerinden derinden bölünmüşlerdir ve her iki ülke de Başar Esad’ın düşmesinden korkan büyüyen Şii nüfusları ile Suriye’nin Sünnilerin başını çektiği muhalefeti destekleyen kendi ülkelerinde azınlık konumundaki Sünni nüfusları arasında gerilim arttıkça bıçak sırtında sendeliyorlar...”

Vali Nasr’ın bu değerlendirmelerini önemle not etmekte yarar var; bununla birlikte yazısının sonundaki “temennisi”nin gerçekleşeceğini ben hiç sanmıyorum. Şöyle diyor:
“Sonuç olarak, Amerika, aşırı grupların silahlı direnişe hükmetmelerini önlemek ve Suriye’nin geleceğine hükmedecek gruplar üzerinde nüfuz kazanmak amacıyla, Özgür Suriye Ordusu ile bağlar kurmalıdır. Afganistan’da bu tür bağları kurmaktaki başarısızlık, Sovyetler Birliği’ne karşı koymuş olan direniş gruplarının Taliban ve el-Kaide’ye dönüşmelerine yol açmıştır.”
ABD’nin hele “Ortadoğu’dan uzaklaşma”yı ve Asya-Pasifik hattında yoğunlaşmayı esas alan bu mevcut yönetimi yani Obama yönetimi döneminde, Vali Nasr’ın bu önerisini gerçekleştirebileceğini sanmıyorum. Yapmayacak, yapamayacak.
Suriye’nin “ikinci Afganistan”a dönüşmesi ihtimali, hayli kuvvetli.
En uzun sınıra sahip komşusu olmakla birlikte, Türkiye, Irak ve Lübnan ölçüsünde bir “risk”e yapısal nedenlerden ötürü sahip görünmüyor. Ancak, son günlerde dikkat çekmeye başlayan “Sünni-Alevi vurgusu” üzerinden politika tasarlama aymazlığına düşürülürse, Suriye’ye dair ABD’nin “sırtını yasla ve izle” politikası “tehlike” ve “tehdidi”ni Türkiye’ye de yayabilir.
“Süreç”in istikbaline, bir de bu mercekten bakarak kafa yorun...
Not: Bugün Turgut Özal’ın ölümünün 20. Yıldönümü. Türkiye’yi 21.Yüzyıl’a taşıyan insanı Rahmetle anıyorum.
Yazının Devamını Oku

Roma ve Fenerbahçe...

12 Nisan 2013
Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” dizesi geldi birden aklıma. İnsan şair olsa, fazla düşünmeden, “Sana bugün bir tepeden baktım güzel Roma” derdi herhalde.

Osmanlı döneminde daha da güzelleşmiş “Doğu Roma’nın başkenti” İstanbul gibi büyülü bir şehirdir, İtalya döneminde güzelliğini korumuş olan  “Roma’nın başkenti” Roma. Cumhuriyet dönemi onu kötüleyerek terk etmiş olsa bile, çürütemediği gibi son yıllarda olanca görkemiyle ayağa kalktı İstanbul. Ama ne yazık ki, bir beton yığını olarak modernite ile buluşuyor sanki.

Ona Yahya Kemal’in baktığı tepeden değil, uçağın yükseldiği tepeden bakınca bir çirkin bir beton ormanı gibi görünüyor 1000 metre yükseklikten. Nefes kesen Boğaziçi ve şehrin tarihi merkezi kurtarıyor görüntüsünü.

Roma’nın daha önce hiç bilmediğim, hiç gelmediğim bir noktasından, ama en yüksek noktasından, Monte Mario’dan seyrediyorum yeşil içine gömülmüş ve tarihini betona teslim etmemiş güzelliğini. Roma, İstanbul gibi deniz kıyısında değil ama denize çok yakın; ama Roma da, eski İstanbul gibi  “yedi tepeli” bir şehir ve en alçak noktası denizden 13 metre yüksek Pantheon, en yüksek noktası ise 139 metre yükseklikteki Monte Mario, yani Mario Tepesi.

Fenerbahçe ile birlikte Lazio maçının oynanacağı Stadio Olimpico’ya yani Roma’ya Yirminci Yüzyıl’ın mimari katkılarından biri olarak eklenmiş Olimpiyat Stadı’na oldukça yakın bir mesafede, Monte Mario’da maç saatini bekliyorum.

Bu takımı tarihinin en büyük başarılarına koşturan, kendi içinden yetişmiş çocukları, teknik yöneticileri Aykut Kocaman ve İsmail Kartal ve futbol takımının oyuncularıyla aynı otel katını paylaşıyorum. Fenerbahçe’nin lojistik sorumlusu Yeşim, “oradan iyi yazı yazılır” düşüncesiyle, beni o kata yerleştirdi. Futbol takımının aklı, maç saatine odaklanmışken, ben, balkonumdan, Roma’nın en yüksek noktasından gözlerimle şehri tarıyorum.

Vatikan’ın yani Katolik aleminin, dolayısıyla Papalık’ın merkezi San Pietro Kilisesi, sağ elimizi uzatıp elimizle tutacakmışız gibi yakınımızda. Şehir aşağıda göz ufkumuzda uzanıyor.  Vittorio Emmanuele II Anıtı, olanca Neo-Klasik heybetiyle görünüyor. Yapımı MS. 126 yılına giden ve o gün bugündür dünyanın desteksiz en büyük kubbesine sahip olan Pantheon da.

Roma’ya Monte Mario’dan bakınca, şehrin cazibesine dayanamayıp, aşağıya koşuyorsunuz. Ben de Fenerbahçe Televizyonu’nun genel müdürü İhsan Topaloğlu ile birlikte öyle yaptım ve her seferinde yerine getirdiğim “ritüel”i onunla birlikte yaşadım.

O “ritüel”, mutlaka Campo de’ Fiori adlı meydana uğramayı gerektirir. Küçük meydanın ortasında 1600 yılında güneş sistemi ve evrene ilişkin görüşleri nedeniyle engizisyonun hışmına uğrayıp yakılmış olan rahip, matematikçi ve gökbilimci Giordano Bruno’nun heykeli vardır. Giordano Bruno, yirminci yüzyılın düşünce insanlarınca, “özgür düşünce ve bilimsel modern fikirlerin şehidi” kabul edilir.

Yazının Devamını Oku

Diyarbakır ve “sabır”...

10 Nisan 2013
Diyarbakır’da bilenler bilir, Dağkapı’nın ötesinde, surların dışında, Fiskayası’nın hemen üzerinden gözkamaştırıcı bir manzara uzanır insanın gözlerinin önünde. Önceki gün, yemyeşil bahçelerin arasından kıvrılarak akan Dicle’yi tepeden seyrederken, Dicle Üniversitesi’nin girişinin önünden dumanlar yükseldiğini gördük. Polis, çatışan öğrenci gruplarından birine biber gazı kullanıyormuş.
Olayların neden patlak verdiğine ilişkin “gerçekleri” öğrenmek fazla vakit almadı ama olaylar yatışmadı da. Dün daha da geniş boyutlu öğrenci çatışmaları yaşandı. Hatta DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un yaralandığı duyuldu.
Çatışanların, “Kutlu Doğum Haftası”nı kutlamak isteyen Hizbullah yanlısı öğrenciler ile “Kürt siyasi hareketi” yandaşı öğrenciler olduğu söyleniyor. Bu “karşılaşma”nın, önümüzdeki dönemde yani “savaş sonrası”nın “barış dönemi”nde bölge  siyasetine damgasını vurabileceği spekülasyonları da işitiliyor.
Pazartesi sabah saatlerinde Diyarbakır’dan savaş uçakları havalanıyordu. Salı öğleye doğru, yani dün de, göğü yırtan sesler geldi. Başımızı göğe kaldırdığımızda iki savaş uçağının bulutlara doğru tırmandığını gördük.  Akşamüstü de hava hareketliliği devam etti.
Savaş uçağı sesleri kulağımızı ilk doldurduğunda Jonathan Powell, “Kandil’i bombardıman için buradan mı havalanıyorlar?” diye sormuştu. Diyarbakır’da bu alışılmış uçak sesleri, “Barış Süreci”ne uygun bir melodi olmamakla birlikte, bu kez Kandil’i hedef alan bir uçuş oldukları da söylenemez. Sınırın öte tarafından öyle bir bilgi saatler boyu gelmedi çünkü.
“Barış süreci”nin öyküsünü anlattığı kitabının arka kapağında, Tonay Blair, Bertie Ahern ve Bill Clinton ortak imzalı tanıtım yazısında “Kuzey İrlanda barış çözümünün kirvesi” olarak nitelenen Jonathan Powell ile birlikte Diyarbakır’daydık. Tony Blair’in sağ kolu olan ve daha önemlisi Britanya hükümetinin “başmüzakerecisi” olarak Sinn Fein ile müzakereleri başlatmış bulunan Jonathan Powell, Diyarbakır’da DİSA’nın davetlisi olarak konuşacaktı. Ben de moderatörlüğü üstlenmiştim. Powell ile zaten DPI’ın (Demokratik Gelişim Enstitüsü) “karşılaştırmalı çatışma çözümü örnekleri” konusunda da birlikte çalışıyoruz bir zamandır.
Kendisini görmeyeli epey olmuştu; şu sıralarda Kolombiya’daki “çözüm süreci” ile çok meşgul. Aksi halde, Diyarbakır’da çok önceden bekleniyordu. Ama, gelişi tam da “Süreç” ile denk düştü. Önemli açılar sunduğu bir konuşma yaptı Diyarbakır’da kendisini dinleyen 120-130 kişilik bir dinleyici kitlesi önünde
Jonathan Powell, “çözüm” ya da “barış süreçlerinin temel özellikleri”nden söz ederken, ön sırada “kapsayıcı” olmaları gerektiğine yani, çok geniş bir katılımı sağlamalarının önemine dikkat çekti. İkinci sırada ise “sürecin bir yapıya sahip olması” ve “yapılandırılması” üzerinde durdu.
Bu konuda Kuzey İrlanda çözümünde “yapılandırılma”nın sürecin şu üç boyut üzerine yerleştirilmesiyle mümkün olabildiğinden söz etti: 1) Kuzey İrlanda’daki taraflara (Protestan-Katolik) dair iç boyut, 2) Kuzey-Güney boyutu (yani Kuzey İrlanda-İrlanda ilişkisi), 3) Britanya Adaları boyutu (yani yani Britanya ile İrlanda Cumhuriyeti arasındaki jeopolitik alan ile ilgili boyut).
Bu ikisine eklenecek bir “üçüncü boyutu” ise “Süreç”in “sürdürülebilir olması” olarak ifade etti. İlk ikisi yoksa, onun nezdinde “Süreç”, “sürdürebilir” olamaz.
Önceki gün sabah Hasanpaşa Hanı’ndaki kahvaltı masasında ömründe ilk kez geldiği Diyarbakır’ın ileri gelen şahsiyetleriyle uzun sohbetinde sürekli olarak, “Süreç”i iyi anlayabilmek için sorular soruyordu. Daha doğrusu, “sürdürülebilir “kılmak için gerekli unsurların varlığına ilişkin sorular yöneltiyordu.
“Süreç” sohbetleri, sabah özel konuşmalarda, konferansta ve konferans sırasında yine özel sohbetlerle devam etti. Diyarbakır’da herkes –Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi ve tabii daha da ötede- “Süreç” ile ilgili.
Herkes “iyimser olmak” için gayretli.  “Süreç”in gittiği yön ve getirecekleri üzerinde sorular yok mu zihinlerde? Elbette var. Bu iki “duygu” arasında bir çelişki yok mu? Var tabii ki.
Bu hal, en yalın şekliyle, Diyarbakır’da elime aldığım Özgür Gündem gazetesinin “Tutarlılık” başlıklı ve Adil Bayram imzalı yazısındaki şu satırlarında ifadesini bulmuştu:
“... Sarf edilen sözlere denk pratik bir yaklaşımın henüz gelişmemiş olması toplumda tedirginliğin sürmesine neden oluyor. Dahası AMP’nin ‘Çözüm süreci’ olarak adlandırdığı yeni süreçte, çözülmesi amaçlanan şeyin  Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü mü, yoksa PKK’nın çözülmesi mi olduğu gerçeği bile henüz netlik kazanmış değildir.”
Diyarbakır’da ikide bir kulakları tırmalayan savaş uçaklarının sesleri, Dicle Üniversitesi’nden gelen öğrenci çatışması haberleri, söz konusu “netlik kazanmama” halini besliyor kendiliğinden.
Ertesi gün Star’da Yalçın Akdoğan’ın yazısının şu satırları, yukarıda netlik kazanamamış olan gerçeğin “PKK’nın çözülmesi” olduğu cevabı sayılabilir mi?
“Seçimle iktidara gelmiş hiçbir iktidar halka rağmen bir adım atamaz, anayasal ve yasal düzene rağmen oldu-bittiler yapamaz. Başbakan, padişah mı, halkın kabul etmeyeceği bir şeyi nasıl verecek, hukukun cevaz vermediği bir adımı nasıl atacak?.. Ayrıca Hükümetin görevi, PKK’nın ütopyasını gerçekleştirmek, örgütün amacına hizmet etmek değildir. Çözümden murat edilen BDP’nin siyasi projesini hayata geçirmek de değildir. ‘Silah bırakılsın da ne olursa olsun’ diye bir düşünce olabilir mi?..
PKK, sadece o günkü demokrasi açığı sebebiyle dağa çıkmamış, demokrasiyle ulaşılamayacak hedeflere sahip olduğu için bu yöntemi seçmiştir. Yalnızca devletin değil toplumun da kabul etmeyeceği aykırı ve uçuk projeleri silah dayatmasıyla gerçekleşmeye soyunmuşlardır. PKK’nin örgütsel amaçlarının gerçekleşmesi, bu yöntemin yani terörün netice alması anlamına gelir ki, bu kabul edilemez bir durumdur...
Çözüm süreci, silahla alınmak istenenlerin farklı bir yol ve yöntemle yerine getirilmesi süreci değildir...”
Bu değerlendirmeye ilişkin olarak, “Çözüm sürecinin amaçlarının başında PKK’nın çözülmesi geliyor” yorumu yapılırsa, yanlış olmayabilir.
Esasen, bunlar, ilk bakışta itirazı mümkün gözükmeyen ve iktidar çevrelerinin altına hemen imza atacağı önemli tespitler. Ama, aynı etkiyi Diyarbakır üzerinde gösterir mi? Emin değilim.
 Yine de iyimserliği yitirmek gerekmez. Jonathan Powell, bu tür süreçlerde en önemli hususun “sabır” olduğunun altını defalarca çizdi.
İyimserliği korumak için, sabır gerekli. İniş-çıkışlar olabilir. “Taraflar”ın farklı algılamaları olabilir. Çelişkiler olabilir.
Sabır şart. Sabır, çözer...
Yazının Devamını Oku

İran-Suriye’ye karşı ABD-İsrail-Türkiye mi?

8 Nisan 2013
Önceki akşam, bir grup yabancı dost ile sohbet ederken, aralarından biri, “Kerry Türkiye’ye niçin geliyor?” diye soruverdi.

Hayli uzun zamandır iç konularımıza dalmış, dış politikayı da, içerden dışarıya uzanarak yorumlamaya alışmış olduğumuz için olsa gerek, böyle bir sorunun sorulabileceği aklıma hiç gelmemişti.

Oysa, yakın geçmişe dek ABD dışişleri bakanlarının Türkiye ziyaretlerine özel bir önem verilir, öncesinde ve sonrasında ziyaretin amacı ve sonuçları üzerinde kafa yorulurdu.

Gerek, Türkiye’nin bir “uluslararası aktör” olarak yükselen profilinden, gerekse ABD’nin “tek süperdevlet” olarak kalmakla birlikte, Obama dönemiyle birlikte –özellikle Ortadoğu’da- düşen uluslararası profilinden ötürü, ABD dışişleri bakanlarının ziyaretleri o kadar ilgi uyandırmaz oldu.

Oysa, John Kerry için bir farklılık olmalı. Kerry, sadece Amerikan diplomasisinde bir yeni yüz değil; bundan çok kısa bir süre önce ilk dış ziyareti olarak gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretinin hemen ertesinde, Obama’nın ilk dış ziyareti olan İsrail ziyaretinin son dakikalarında, Netanyahu’nun Tayyip Erdoğan’dan telefonlu “özür”ü geldi ve 2010 Mavi Marmara’dan beri ağır hasarlı olan Türkiye-İsrail ilişkilerinin “tamir dönemi” başladı.

İsrail, “volte-face’”sine, yani bir bakıma Türkiye’ye ilişkin yüzseksen derece dönüşüne “bölgede değişen şartlar”ı gösterdi. Türkiye’de “büyük diplomatik zafer” olarak değerlendirilmek istenen gelişme, İsrail Başbakanı Netanyahu’nun kendi sözleriyle, “Suriye ile sınır olan iki ülke arasında normalleşme zorunluluğu” ile ilgiliydi.

Suriye rejimine yakın, anti-ABD çevreler, Obama’nın şaperonluğunda yeni bir rotaya sokulmak istenen Türkiye-İsrail ilişkilerini –komplo teorisi kokulu olmakla birlikte- farklı bir dille ele alarak değerlendirdiler. Bunlardan biri, baba (Hafız) Esad’ın onaylı biyografisiyle ün yapmış olan, Şam’daki rejimle her vakit sıkı ilişkilere sahip Patrick Seale idi.

Daha önce de yazdım; kendisini çok yakından tanırım ve Suriye ile görüşlerine katılmasam ve elekten geçirsem de, ne dediğine kulak kabarttığım, ne yazdığını önemsediğim biridir Patrick Seale. Birkaç gün önce Gulf News’da Suriye’deki durum hakkındaki yazısında şu satırları dikkatimi çekti:

“Kısa süre önce Amerika’nın sağladığı uzlaşmanın en acil sonucu, Şam’daki Başar el-Esad rejimini indirmek amacı etrafında birleşen ABD-İsrail-Türk koalisyonunun yaratılması oldu. Gerçekten de, Obama’nın Ortadoğu ziyaretinin arefesinde, yen atanmış Dışişleri Bakanı John Kerry, Esad’ın iktidara tutunmaktaki kararlılığı üzerine, ‘Amacım, ona hesaplarını değiştirttiğimizi görmektir” sözleriyle Amerikan hedeflerine dair bir ipucu vermişti.

Yazının Devamını Oku