“İmralı notları”na dair (1)

Milliyet’in “İmralı Görüşme Notları”nı yayımlaması üzerine başlayan “deprem” sürüyor. Gerçi, ilk günkü hızını kaybetti ama yine de “artçı şoklar” olabilir.

İlk tepkiler ürkütücüydü doğrusu. Yalçın Akdoğan’ın yazı başlığını, yazısı daha gazetede yayımlanmadan Star’ın internet sitesinde manşet olarak gördük: “Sabotörler iş başında”!
Zaman gazetesinin manşeti de zehir zemberekti.
Bizim gazete Radikal de, “2.Sabotaj” manşeti ve “BDP heyetinin İmralı’da Öcalan’la yaptığı görüşme tutanaklarının sızması, Paris suikastından sonra çözüm sürecine darbe vuran ikinci olay oldu. Başbakanlık’a ulaştırılan resmi tutanağın daha kapsamlı olduğu öğrenildi... BDP ise sızmayı Oslo’ya benzetti” alt başlığı ile olayı “barışa karşı komplo” olarak gören eğilimi yansıttı.
İyi niyetli bir kaygı olmalı; siyasi iktidarın öfkeye kapılıp, “Süreç”e noktayı koyması ihtimalinden duyulan kaygının yansıması belki de.
Gelişmeyi öyle görmediğimi daha önce yazdım. Tekrar edecek değilim. Öncelikle, “görüşme notları” gerçek mi, değil mi; ona baktım. Elbette, söz konusu notların kaynağının bilinmesi, bunun “2. Oslo” olup olmadığını, “sabotaj” sayılıp sayılmayacağını ve “barışa komplo” kategorisine girip girmeyeceğini belirler ama benim açımdan bundan daha önemlisi ve önceliklisi, “gerçek mi, değil mi?” sorusunun cevabı.
Şayet “gerçek” ise, Milliyet’in “gazetecilik başarısı”nı kutlamakla işe başlamalıyız. Gazetecilikten nasibini almış hiç kimse, önüne gelen ve “gerçek” olup olmadığını soruşturduktan ve “gerçek” olduğunu öğrendikten sonra, önüne gelen böyle bir malzemeyi yayınlamamazlık edemez, etmez.
“İmralı Görüşme Notları”nı okuduktan sonra “üçlü bir sağlama”  sayesinde “gerçek” olduklarına dair bende hiçbir tereddüt oluşmadı:
1. Abdullah Öcalan’ın yaklaşım tarzına, diline ve uslubuna ilişkin genel bir kanıya sahibim. Avukatlarıyla 12 yıl boyunca yaptığı sayısız ve yüzlerce sayfa tutacak “görüşme notları”nın önemli bir bölümünü ve çeşitli tezlerini içeren yine yüzlerce sayfalık metni okuduğum için, Milliyet sayfalarında okuduğum hiçbir satır bana tuhaf gelmedi. Tam tersine, çok tanıdık geldi.
2. Yeni süreç başlayalıberi, Eyüp Can, “en güvenilir kaynak” oldu. Yazdıkları ve anlattıkları neredeyse bir bir çıktı. Eyüp Can, “Basına sızan notlar büyük ölçüde doğru” dedi, ona güvendim. Demek ki, Milliyet’in yayımladığı “gerçek” hükmüne vardım.
3. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, Süleymaniye’de kameraların önünde “Bizdeki metin ile gazetede yer alanlar tıpatıp değilse de çok büyük ölçüde aynı” diyerek, hem Eyüp Can’ı doğrulamış oldu; hem de okuduklarımızın “gerçekliği”ne dair olabilecek tereddütleri kaldırdı.
Bir de şu var: Öyle oldu mu olmadı mı bilmiyorum ama bu “notlar”ın yayımlanmasını bizzat Öcalan istemiş olamaz mı?
Şimdi, bunun bir “komplo” olduğuna niçin hükmedelim ki?
Oslo’ya bunun benzer bir tarafı da yok. Oslo, Türkiye kamuoyu olarak varlığından haberdar olmadığımız “Abdullah Öcalan ve PKK ile devlet arasında” sürdürülen bir “diyalog süreci”nin bir toplantısının tutanaklarının internet ortamına ne idüğü belirsiz ve sonradan sahadan çekilen bir kaynak tarafından yansıtılmasıydı. Amacın, seçimlere hazırlanmakta olan Başbakan Tayyip Erdoğan’ı vurmak ve sürecin önüne kesmek olduğu besbelliydi.
İstenen etkiyi yaratmadı. Süreç, 2011 Temmuz’unda kesildi kesilmesine ama gerek  siyasi iktidar, gerekse PKK-BDP çevresi, kesilme gerekçesi olarak farklı gerekçeler ileri sürdüler. Fakat her ikisi de “Oslo ile gizli görüşmeler ortaya çıktı” diye bir gerekçeden söz etmediler.
Oslo sürecinin bir halkasının tutanağının ortalığa saçılmasından ötürü yararı bile oldu; kamuoyu, “savaş”ı ve “kan dökülmesi”ni sonlandıracağı umudunu görerek, Oslo Süreci’ne itiraz etmediği gibi, Başbakan’a bu konuda hiçbir olumsuz fatura da çıkartmadı.
Tersine, Oslo, “masaya oturulabilirlik” konusunda “emsal” oluşturdu ve “müzakere yoluyla çözüm” talepleri bakımından sağlam bir dayanak oldu.
Kaldı ki, bu “Süreç”in Oslo’dan temel farkı, “gizli olmaması” yani “şeffaflığa” görece de olsa uygun bulunması ve dahası “Süreç”in başlamış olduğunun bizzat Başbakan tarafından duyurulması.
Daha da öteye, bu “Süreç”in çok ama çok başka önemli bir yolu, “güvenlik bürokrasisi”nden öteye “siyasi aktörler”in de dahil olması. 3 Ocak’ta iki ve üstelik Kürt milletvekilinin, 23 Şubat’ta bir BDP heyetinin İmralı’ya kameraların önünde gitmiş olmasının ne kadar büyük bir anlamı olduğunun ve bütün bunların Oslo ile hiçbir benzerliği olmadığının farkında değil misiniz?
İmralı’ya giden BDP heyetinin üçte ikisinin eşbaşkanlarla birlikte,  Başbakan’ın en azından “zımni onayı” ve hatta belki de “arzusu”yla Kandil’e, bir diğerinin de Avrupa’ya Abdullah Öcalan ile görüşmeleri yansıtmak ve o unsurların tepkilerini gerisin geriye İmralı’ya taşımak üzere gitmiş olduklarını görmüyor musunuz?
Abdullah Öcalan artık bir “muhatap”tır. En önemli “muhatap”tır ve Kandil ile Avrupa birer “aktör”dür. BDP ise tüm Kürt bileşenleri arasında işlevsel rol oynayabilecek bir “mekanizma”dır.
Başka türlü silahları susturmaya doğru gitmenin, silahlı mücadeleyi son kertede sona erdirmenin  “mümkünatı” olabilir mi?
Tek bir şekilde olabilirdi: PKK’nın “Sri Lanka modeli”ne göre ezilmesi ve yok olması. Ama, bu mümkün değil. Öyleyse, PKK’nin başını çektiği silahlı mücadele, bir karmaşık süreç sonucunda sona erecektir. Yolun en başında, 21 Mart’ta yani Nevruz’dan önce Abdullah Öcalan tarafından yapılacak “çatışmasızlık”, yani bir anlamda “kalıcı ateşkes” ilanı geliyor. Şu sırada “bu aşamanın eşiğinde” dolaşıyoruz.
“Görüşme notları”nı okuduğunuz vakit, üzerinde durulması gereken bu “ilk aşama” ve Öcalan’ın “nihai amaç”a ilişkin “vizyonu”.
Fehmi Koru, dün Star’daki “Tutanaktan öğrendiklerim” başlıklı yazısında “Ne bekliyordunuz, ‘Arkadaşlara selam söyleyin, yenildik, silahlarını bıraksınlar’ demesini mi?” diyor ve yazı girişinde şu satırlara yer veriyordu: “.. Cümlenin sonunda ‘Silahlarını bıraksınlar’ talimatı olduğu müddetçe başında neler söylendiği hiç önemli değildir... Pragmatik çerçeveden baktığımızda Öcalan’ın silahların bırakılmasıyla sonuçlanması beklenen sürece sahip çıktığını, kendisine yakın bilinen çevrelerin zaman zaman dillendirdiği maksimalist talepler yerine AB ile uyumlu bir çözüme hazır olduğunu görüyoruz. Beklentilerin süreç içinde daha da yumuşayabileceğinin işaretleri de var tutanak metninde.”
Bu da -üzerinde durulmaya değer- bir bakış açısı.
Kamuoyunun gözleri önünde cereyan edecek “şeffaf süreçler”den bu kadar rahatsızlık duymak, “gizli süreçler”e ilişkin herşeyi “devletten duymayı beklemek” alışkanlığı gözüküyor. Ama kopan fırtınanın gerçek sebebi sanki başka yerde. Şu olmasın:
“Sabotaj”, “Komplo”, “Oslo”, “Bu sayılmaz, gazetede yayımlanan değil, devletin elindeki metin sayılır” vs. cinsinden kopartılan gürültünün tozu dumanının ardında, aslında, Kürtleri “eşit” görememek, “eşit taraf” olabileceklerini sindirememek duygusu yatıyor. Onlar “Kürt kardeşlerimiz” ve artık “inkar etmiyoruz” gerçi ama zihin dünyamızdaki yerleri pek de “eşit” değil sanki.
Bir çözümün önüne asıl geçecek olan “Türk sorunu”nu da –özü itibarıyla- budur zaten.
İyi düşünün ve aynaya gidip yüzünüze bir bakın; ne demek istediğimi anlarsınız...
Yazarın Tüm Yazıları