Benim “Ama Abdullah Öcalan dese ki…” diye söze her girişime, onlar da “Ama…” diye başlayan karşılıklar veriyorlar ve Hakkari’nin yaklaşımını, havasını ve bunun nedenlerini anlatmaya çalışıyorlardı.
Kürt siyasi ortamının “ayarını veren” Diyarbakır ne düşünüyordu acaba?
Hakkari’yi görünce, Diyarbakır’ın farklı olması pek düşünülemezdi ama Diyarbakır’ı ne düşündüğünü Diyarbakır’da dinlemek de ilginç olmalı.
Hadi, Hakkari, iktidar partisinin il merkezinin tabelasını bile asamadığı, BDP’nin üçte üç tutturduğu bir yer; her yanından yalçın dağlarla kaplı ve sanki dört bir tarafı kapalı bir “çıkmaz sokak’, bir “son durak”; Diyarbakır öyle değil. Her yere her yöne açık. Her gün değilse bile her hafta sonu ortalama iki-üç toplantının aynı anda yapıldığı, Türkiye’nin her yönünden ve hatta ülke dışından bir çok insanı içine çeken kocaman bir forum.
Bu Diyarbakır, Hakkari’den farklı mı düşünüyordu?
“Bardağı dolu tarafından görmeye” en fazla teşne olabilecek bir isimle, Diyarbakır’a her gelenin ayak basmadan geçmeyeceği Hasanpaşa Hanı’nda kahvaltı ediyorum. Fırat Anlı!
Fırat Anlı, yaklaşık dört yıl KCK tutuklusu olarak kaldığı demir parmaklıkların ardından çıkalı birkaç gün oldu. Salı günü tahliye olmuştu. Kürt hareketinin genç kuşak politikacılarının en etkililerinden ve en sevilenlerinden biri o.
Onun tahliyesini “Süreç”in oluşturduğu “yeni iklim”in sonuçlarından biri olarak gören çok kişi var. Yani, önümüzdeki dönemde yeni KCK tutuklama dalgaları yerine tutuklu KCK’lıların serbest bırakılmaya başlanacaklarına dair bir işaret gibi algılanıyor Fırat Anlı isminin Diyarbakır E tipinden çıkıp, özgürlüğe adım atması.
Türkiye’nin en ucundaki Hakkari’de Sümbül Dağı, şehrin hemen dibinden yükselir. Kimi zaman her yanı kaplayan sis, 3500 metre yükseklikle göğe tırmanan yüce dağı kimseye göstermez.
Cuma sabahı, değerli dostum Halit Yalçın (Xalid Sadini) kafasını kaldırdı; mutlulukla haberi verdi: “Sümbül derket!”
Yani, “Sümbül ortaya çıktı” anlamında, ana dilinde mutluluğunu paylaşıyordu. Halit’e, “Bu güzelliğe doyamıyorsun değil mi?” diye takıldım. Halit, “Bu Sümbül yüzünden Hakkari’den ayrılmayı hiçbir zaman aklımdan bile geçirmedim. Hapishanede 9,5 yıl Sümbül’ü görme hayaliyle yaşadım” dedi.
Halit Yalçın’a, Hakkari’nin ruhu dense yeridir. Kürt edebiyatı ve dili konusunda sayısız çalışması, yayımlanmış eserleri var. Üye olmadığı halde “örgüt üyeliği”nden mahkum olmuş. 1992’de içeri düşmüş, 2002’de dışarı çıkmış. “Belki de, haksız mahkumiyetin seni kurtarmış; 1990’lı yılları dışarıda, buralarda geçirmiş olsan, öldürülmüş olabilirdin” diyerek grotesk bir değerlendirmede bulunuyorum.
Bunu kendisine söyleyen ilk ben değilmişim; Halit Yalçın’ın o yıllarda Özgür Gündem gazetesinde Hakkari muhabiri olarak çalışan kardeşi, kendisi kadar “şanslı” olamamış, bir “faili meçhul”e kurban gitmiş. Aslında, faili meçhullerin birçoğu gibi faili belli bir cinayetmiş. Cinayetin “devlet”e “iltihak” eden “itirafçılar”ın işi olduğunu, uyuşturucu işine de –tabii ki “resmi makamlar”ın gözetimi ve işbirliğinde- bulaşmış olan “Yüksekova Çetesi” olarak bilinenlerle ilişkili bulunduğunu Hakkari’de bilmeyen pek kimse yokmuş.
Halit Yalçın’ın babası onyıllarca Hakkari’de Ulu Cami’in imamlığını yapmış. Onu bir gün önce tanıdım. Hakkari Üniversitesi’nin davetiyle “Atatürk Kültür Merkezi”ndeki konferansımın izleyecileri arasında o da vardı. Hakkari, kimilerinin gözünde “Türkiye’nin kaybedilmiş toprağı”, kimisine göre “kurtarılmış toprak” ama, burada dindar ve muhafazakar kesimin genişliği, “dışarıdan” pek fark edilmediği gibi, gereğince bilinmiyor da.
Hal böyleyken, tüm ülkede iki kişiden birinin oyunu alarak iktidara gelmiş olan Ak Parti’nin Hakkari’de bir il merkezi olmamasını, bir bina bulamamasını, başta partinin genel başkanı, iktidar partisinin doğru değerlendirmesinde yarar var. Bu durumun gerekçesini, “Örgütün oluşturduğu baskı” ile izah etmek, yeterli ve tatmin edici değil.
Hakkari’den söz ediyorum. Türkçe levhada yazılı haliyle Güzeldere Geçidi’ni, ahalinin Kürtçe Gedika Çux diye söz ettiği 3000 metreye yaklaşan yükseklikteki geçitten sonra, Van’la ilişkiyi kesip artık Hakkari coğrafyasına girmiş sayıyorsunuz kendinizi.
Daha önce her seferinde olduğu gibi, yine sadece Türkiye’yi değil, yeryüzünü terketmiş ve ayrı bir gezegene ayak basarak yol alıyormuşuz duygusu içimi kaplıyor.
Doğu ufkumuzdaki bembeyaz dağların üzerine akşamüstü güneşinin bakır rengi muhteşem ışık oyunlarıyla oynaşıyor. Zap’la buluşuyoruz. Hakkari’ye kadar birlikte akacağız. Çölemerik’li (Hakkari merkezin adı) dostlardan biri, kuzey yönündeki beyaz örtünün altında gizlenmiş kabartıları, yani yaylaları işaret ediyor, “Zap” diyor “bu zozanlardan doğuyor.” Sonra üzüntülü bir ses tonuyla, Zap’a kıyamadığını anlatır biçimde, “Gidip Musul yakınlarında çölde kalıyor…”
Hakkari toprağının güzel gerdanlığına duyduğu sevgiyi anlatmaya çalışan Çölemerik’li dostun nitelemesini teselli gereği duyuyorum, “Çölde kayboluyor sayılmaz. Behdinan’da olağanüstü güzellikler yaratıp, Musul yakınlarında Dicle’ye katılıyor” diyorum.
Behdinan, Hakkari vilayetimizin hemen Irak tarafında, Barzan’ı da içine alan bölgenin adı.
“Bölge”yi en geniş sınırları içinde konuşmaya başlıyoruz. Son 20 yıldır görülen kar, ortada hiçbir doğal sınır çizgisi bırakmayacak şekilde “sınırları” zaten silmiş. Sınırları zihinlerde ve coğrafya atlaslarında bırakmış. Bir başka Çölemerik’li kadim dostum, Hakkari-Şırnak karayolunun yer yer Irak topraklarına girip çıktığını anlatıyor. “Zaten” diye ekliyor, “buranın insanları için 1990’lardan önce sınır kavramı hiçbir zaman olmamıştı. İnsanlar, sınır neresidir bilmeden ve umursamadan gidip gelirlerdi. Sınırlar, bu bölgede 1990’larla birlikte ortaya çıktı…”
Sözü edilen dönem, PKK’nın giriştiği silahlı mücadelenin, “Kuzey Irak” yönünden gelip “Türkiye’nin kapıları”ndan içeri girdiği algısının ortaya çıktığı dönem.
Artık yakın tarihimizin bu kanlı ve acılı döneminin sonuna yaklaştık mı acaba?
Zira, isimler BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, DTK Eş Başkanı Ahmet Türk ve Pervin Buldan olarak günler öncesinden kamuoyuna açıklandı. Bütün kamuoyunun bildiği isimlerin İmralı yoluna koyulamamaları, önceki gün Mehmet Öcalan da gitmiş olduğuna ve artık “koster arızası”ndan söz edilemeyeceğine göre, Adalet Bakanlığı’na “başvuru formu”nun intikal etmemiş olmasıyla açıklanır bir şey değil herhalde.
Bir iddiaya göre, İmralı’dan kaynaklanan bir “sıkıntı” bulunuyor. Bu iddiaya bakılırsa, İmralı’nın –yani Abdullah Öcalan’ın kendisiyle görüşecek BDP heyetine ne söyleyeceği, Kandil’e iletilmek üzere hangi mesajı vereceği konusunda tam bir anlaşma sağlanamamış.
Abdullah Öcalan’ın heyeti beklediği besbelli. Bunu, kardeşi Mehmet Öcalan’ın önceki gün İmralı dönüşü basın mensuplarına yaptığı açıklamada kullandığı sözcüklerden anlayabiliyoruz. Mehmet Öcalan, “Mesaj, Kandil’e herhalde kuşlar tarafından götürülmeyecek. İnsanlar götürecek” şeklinde sözcükler kullanmıştı. Bu kullandığı sözcüklerden, ağabeyinin, “mesajını iletmek” üzere kendisini ziyaret edecek heyeti beklediği sonucunu çıkartabiliriz.
Heyetin kimlerden oluşacağı da günler öncesinden belli. Heyetin kimlerden oluştuğuna dair bir mutabakat varsa, İmralı’ya gidilmesi için Adalet Bakanlığı’ndan alınacak “izin formalitesi” birkaç dakikalık iştir.
İmralı’ya BDP heyetinin gidişine dair bir “tıkanıklık”, bir “sıkıntı” yaşanıyorsa, bu durumda şu iki nedenden biri –ya da her iki nedenden ötürü- söz konusudur:
1. Heyetin yapısı üzerinde tam bir mutabakat yoktur,
2. Abdullah Öcalan’ın heyete vermesi beklenen mesajın içeriğine dair tam bir mutabakat yoktur.
Yani, ya bu iki nedenden biri veya ikisi.
BDP’lilerin İmralı’ya gidecek olması önemli mi?
Evet. Çok önemli. “Süreç”e yeni bir ivme kazandıracağı ve “yönünü belirlemiş olacağı” için çok önemli. Başbakan’ın İmralı’da “görüşmelerin başladığını” açıklamasından yaklaşık bir hafta sonra, 4 Ocak’ta Ahmet Türk ile Ayla Akat’ın İmralı’ya gitmiş olmaları eşine rastlanmamış önemde bir gelişmeydi ve kamuoyunda büyük bir “iyimserlik ve umut patlaması” yarattı.
Araya “Paris cinayeti” girdi, “Süreç”in “ritmi” bozuldu ve Türk ile Akat’ın İmralı’da bulunmasından bu yana bir buçuk ay geçti. BDP heyetinin Ada’ya gidecek olması, devamı herkesin –Türklerin, Kürtlerin ve Türkiye’nin- çıkarına olduğu görülen “Süreç”in yeni bir ritme kavuşması ve hatta hızlanması bakımından, değer taşıyor.
Daha önce de çeşitli vesilelerle belirttim; bu “Süreç”, adına –sadece Oslo’da görüşülmüş olmadığı için- çok da isabetli olmayan biçimde “Oslo Süreci” adı verilmiş olan bir önceki “müzakere süreci”nden temel ve olumlu yönde farklılıklar ifade ediyor:
1. O “gizli”ydi. “Faili meçhul” bir kaynaktan, Tayyip Erdoğan’ı vurmak amacıyla internet ortamına sızdırıldığında öyle bir sürecin olduğunu öğrendik. Bu ise, bizzat Tayyip Erdoğan tarafından ilan edildi. Kamuoyunun bilgisi ve dolayısıyla “dolaylı denetimi” altında.
2.
Obama’nın bu yılki “Birliğin Durumu” konuşmasıyla, geçen yılki arasında Suriye konusundaki yaklaşım farkı çarpıcı ve en başta bizi, yani Türkiye’yi ilgilendiriyor.Obama, bu yıl, “Kendi halkını katleden bir Suriye rejimi üzerindeki baskıyı ve her Suriyelinin hakkına saygı gösteren muhalefet liderlerine desteği devam ettireceğiz” dedi.Söz konusu “destek”in nereye varacağına dair hiçbir ipucu vermediği gibi, “her Suriyelinin hakkına saygı gösteren muhalefet liderleri” sözcükleriyle, muhalefet içinde tercih ortaya koyduğu ve Alevilere ve Hristiyanlara husumet gösteren, kimisi el-Kaide’ye kadar uzanan Selefi ya da “Cihadi” İslamcı gruplardan, uzak duracaklarını ima ediyor. Obama’nın Suriye konusunda geçer yıl farklı bir vurgulaması mı olmuştu?Evet. 2012 yılındaki “Birliğin Durumu” konuşmasında Başşar Esad’ın “sonunun yakın olduğuna” dair güvenini dile getirmişti ve Libya diktatörü Kaddafi’nin halk ayaklanması sonucu devrildiğine gönderme yaparak, “Ve Suriye’de, Esad rejiminin yakında değişim güçlerinin geriye döndürülemeyeceğini ve insan onurunun inkar edilemeyeceğini göreceğine ilişkin hiçbir kuşkum yok” demişti.Obama, bu kez, “Esad’ın sonu” ile ilgili hiçbir söz etmezken, Suriye konusunda “tonu düşük” vurgusu, Washington’da Başkan’ın Ortadoğu ihtilaflarından uzak durma kararlılığının göstergesi olarak değerlendirildi.Zaten, önceki CIA Başkanı David Petraeus’un hazırladığı, önceki Savunma Bakanı Leon Panetta ile Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un desteklediği ve onayladığı, “Suriye muhaliflerine silah desteği”ne dair bir plan, Obama tarafından “veto” edilmiş ve yürürlüğe konmamış olduğu bilgisi yeni ortaya döküldü.Obama’nın geri çevirdiği o Amerikan planı Türkiye’nin isteklerine uygundu ve Türkiye’ye özel bir rol tanıyordu.Obama’nın Suriye konusunda benimsediği ve yeni ekibiyle sürdüreceği politika, Türkiye’yi Suriye konusunda “yalnız bırakma” ihtimalini taşıyor. Ya da Türkiye’yi Katar ve S. Arabistan ile aynı hat üzerinde davranmaya mecbur bırakacak bir yön taşıyor ki, bu da, Türkiye’ye yöneltilen “mezhepçi Suriye politikası izlediği” eleştirilerini güçlendirmeye yarayabilir.Cilvegözü sınır kapısındaki terör eylemi, Türkiye’nin Suriye politikasına yönelik eleştirileri daha da canlandırdı. “Suriye’de ne işimiz var!”, “Suriye’nin içişlerine karışmaya ne hakkımız var”, “Bu iktidar bizi Suriye bataklığına sürüklüyor” vs. cinsinden “içe kapanmacı” ve dönemimizin gerçeklerine sırtını çeviren yanlış ve haksız eleştiriler bunlar.“Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” şeklindeki, kökü Birinci Dünya Savaşı dönemine giden “ırkçı” özdeyişi bir “dış politika düsturu” haline dönüştüren “Kemalist-ulusalcı” dış politika zihniyetinin dışa vurumudur, “Suriye’nin içişlerine karışmamak” konusundaki sözde titizlik.Tam 911 kilometrelik upuzun bir sınırımızın bulunduğu bir ülke Suriye. O o upuzun sınırın çok önemli bir bölümü sadece dümdüz bir alandan geçen ve Türkler ile Arapları ayırdetmeye değil, Kürtleri bölen bir sınır çizgisi söz konusu olan. Hatta., Hatay ilimizde, Kilis ve Şanlıurfa ilimizin bazı bölümlerinde Arapları da bölen bir sınırdan söz ediyoruz.Ve bu ülkede iki yıl içinde 60 bin insanın öldüğü, 2 milyon insanın yerinden olduğu, Türkiye’ye 200 bine yakın insanın mülteci olarak sığındığı bir çatışma söz konusu. Suriye, “beşeri” olarak Türkiye sınırlarının içine girmiş ve girmekte iken, “içişlerine karışmamak” diye saçma bir “ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” politikası izleyebilir mi Türkiye?Türkiye’nin Arap değişim rüzgarıyla aynı doğrultuda kendisini konumlandırması ve Şam rejimine karşı tutum alması, Suriye muhalefetini desteklemesi; bütün bunlar esas olarak doğruydu.Türkiye’yi (ve iktidarı) bu noktalardan eleştirmek doğru da değildir, haklı da değildir. Ama, bu “Kemalist-ulusalcı” ve günümüz bölgesinde günümüz Türkiye’si için asla sürdürülemeyecek öyle bir yaklaşım, Türkiye’nin Suriye politikasında üzerinde durulması ve düzeltilmesi gereken bir çok noktaya ilişkin eleştirilerle de karıştırılmamalıdır.Türkiye’nin Suriye politikasına eğilirken, “ya hep, ya hiç” veya “siyah-beyaz” durumunda değiliz.Örneğin Soli Özel’in 6 Şubat’ta –yani Cilvegözü patlamasından günler önce- yazdığı “Suriye çukurunda politika” başlıklı yazısı üzerinde durulması gereken eleştiriler açısından önemliydi.Soli Özel, “... Türkiye’nin oynamak istediği rol ile sahip olduğu kapasite arasında, uygulamak istenenleri akim bırakacak derecede uyumsuzluk bulunduğu” değerlendirmesinden yola çıkıyor, “Türkiye, beklenti-kapasite açığından mustarip bir ülke konumundadır” diyor.Şu satırları özellikle dikkate değer:“Türkiye coğrafyası, tarihi, ekonomik gücü, yaratıcı damarlarının zenginliği, istikrarlı siyaseti nedeniyle nesnel açıdan güçlü bir devlet. Ne var ki, bu gücün boyutları ‘oyun kurucu’ ya da ‘düzen kurucu’ olma iddialarını taşıyacak noktada henüz değil... Türkiye ‘bölgesel güç’ tartışmalarında arafta bir ülke konumundadır... maddi güç unsurlarının derinliği ve bilhassa maddi olmayan güç unsurları... açısından henüz bölgesel liderlik konumunda olmadığını belirtmek gerekir. Bu açıdan Türkiye, ‘düzen kurucu aktör’ ya da ‘merkez ülke’ de değildir...Suriye politikasındaki isabetsiz tercihler, Türkiye’nin gücünün çok altında çok altında bir görüntü vermesine yol açtı. Dahası, Türkiye kanlı Esad rejiminin bir an önce gitmesi için heyecan dolu ihtiyatsız/aceleci/mezhepçi politika izledii. Böylece dünyanın kuşkuyla baktığı Cihadçıların ana sponsorlarından biri olduğu izlenimini güçlendirdi, kaptan köşkünden uzaklaştırıldı.Bugün varılan noktada Türkiye, kimseyi Suriye’de kendi hedeflerine destek vermeye ikna edemediği gibi giderek sözü daha az ciddiye alınan bir ülke görüntüsü de vermeye başladı... Türkiye kendi başına Suriye’deki faciayı ve katliamları durduracak güçte değildir. Rusya üzerinde etkisi, belli ki, yoktur. Hükümet, yeni bir savaşa bulaşmak istemeyen ABD’yi müdahaleye ikna edememektedir. İran, Suriye konusunda kızdığı Türkiye’yi devre dışı bırakarak nükleer program müzakerelerini Kazakistan’a aldırmıştır... Türkiye’nin acilen yeni bir oyun planına ihtiyacı vardır.”Doğru Suriye politikası, bu eleştiriler ile “ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” zihniyetinin reddi arasındaki “optimal nokta”yı bulmak olacak...
Hatırlayacaksınız, yazı, Erbil’de yayımlanan Rudaw gazetesindeki üç önemli habere dayandırılıyor ve o haberlerde Türkiye’de hepimizi ilgilendirmesi gereken bilgiler içeriyordu.
Yazının, Türkiye’de yankısı olacağından emindim. Nitekim, Başbakan Tayyip Erdoğan, yazının Radikal’de yayımlandığı gün yaptığı konuşmada, yazıdan söz etmedi ama yazının söz ettiğine –ki, bu konuda yayımlanan bir başka yazı yoktu- dair bazı sözler sarf etti.
Şöyle dedi: “PYD olayına gelince, PYD rahatsız. Niye? Çünkü muhalif güçler PYD’yi sıkıştırmaya başladı. Burada özellikle Kamışlı, Haseke’ye doğru PYD’nin çok ciddi bir sıkıntısı var. PYD öyle çok çok rahat değil. O süreci de muhalif güçler gayet iyi sürdürüyorlar...”
Başbakan, aslında, bu sözleriyle yazıda değindiğimiz hususları doğrulamış oluyordu. Yazıda, Türkiye’nin desteğinde olduğu iddia edilen ‘Suriyeli Arap muhalif güçler’in, Serekaniye’yi (Resulayn) kontrolünde bulunduran PYD ile çarpıştığı, bu çarpışmalarda Serekaniye’ye bitişik Ceylanpınar’ın ‘lojistik destek üssü’ olarak kullanıldığı ve çarpışmaların stratejik anlamının Kamışlı ve Haseke’yi içeren El Cezire bölgesinde kontrolü sağlayarak, Kobani ile Afrin gibi diğer Kürtlerle meskûn bölgeden ayırmayı hedeflediği gibi ‘bilgiler’ yer almıştı.
Başbakan’ın bir şekilde yazının içeriğini doğrulamasından memnun oldum. Demek ki, okurlara doğru bilgi aktarmışız. Zaten, herkesin ulaşabileceği, Erbil’de yayımlanan Rudaw gazetesi gibi ‘açık bilgi kaynakları’ndan yararlanmıştık. Yine ‘açık bilgi kaynakları’ndan öğrendiğimize göre, Serekaniye’de durum, pek de Başbakan’ın sözleriyle ‘o süreci de muhalif güçler gayet iyi sürdürüyorlar’a benzemiyor.
Lübnan’da yayımlanan as-Safir gazetesi, önceki gün Suriye muhalefetinin en saygın isimlerinden Michel Kilo başkanlığındaki bir arabulucu heyetin Resulayn’da PYD’nin içinde yer aldığı Kürt Yüksek Kurulu ile Hür Suriye Ordusu temsilcileriyle yaptığı görüşmelerden sonuç alınamadığına dair bir haber yayımladı. Buna göre, Haseke’de bulunan ve HSO’ya bağlı olduğu bildirilen ‘Devrimci Askeri Konsey’, ateşkesin sürebilmesi için Serekaniye’de (Resulayn) kontrolün ‘Suriye Ulusal Muhalefeti’ne devredilmesini ve Kürt bayraklarının indirilmesini talep etmişti. Ateşkes şartı olarak, Kürt tarafının, ‘Suriye Ulusal Muhalefeti’nin ülkeyi ‘siyasi ve idari olarak yönetecek tek taraf olduğunun ve sınırları kendisinin kontrol etmesinin kabulü’ istenmişti.
Kürt tarafının ise bu talepleri reddettiği, Kürt çoğunluk bulunan bölgeleri kendisinin yönetmekte ısrar ettiği, haberde bildirilmişti. Bu arada, Barzani desteğindeki Kürt Ulusal Konseyi’nin, Suriye ile Irak Kürdistanı arasındaki sınırı açtığı da duyurulmuştu.
Dün gelen bir haber ise PYD ile Barzani yanlısı KUK’tan eşit sayıda temsilciyle oluşan Kürt Yüksek Kurulu’ndan Aldar Halil, Michel Kilo ile görüşmelerinin olumlu geçtiğini belirtti ve “Öyle görünüyor ki, silahlı grupların Serekaniye’den çıkışı bu kez ciddi” dedi. Sözü edilen ‘silahlı gruplar’, elbette ki Arap silahlı güçler. Bu vesile ile Serekaniye’de Michel Kilo başkanlığında beş kişilik bir arabulucu heyetinin görüşmeler yaptığını ve heyetin Ceylanpınar üzerinden Serekaniye’ye geçtiğini öğrenmiş bulunuyoruz.