8 Şubat 2013
Türkiye’nin hemen dibindeki bir noktada iki aydır süregelen ve son iki haftadır şiddetlenmiş olan çatışmalar, “İmralı Süreci”ni yoldan çıkartacak bir potansiyele sahip ama Türkiye’de pek kimse –şimdilik- bu konunun farkında değil. Önemini de idrak etmişe benzemiyor.
Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinin bitişiğinde yer alan Rasulayn’da (Kürtçesi Serekaniye) PKK’nın Suriye uzantısı bilinen PYD’ye bağlı YPG güçleriyle Türkiye’nin desteğindeki Arap örgütleri arasındaki şiddetli çarpışmalar.
Serekaniye ile Rasulayn aynı anlama geliyor. Pınarbaşı demek. Bitişiğindeki Ceylanpınar ile de anlam yakınlığı var. Sadece bir demiryolunun sınırı çizdiği yerleşim yeri, Türkiye-Suriye sınırının birçok yerinde olduğu gibi Türklerle Arapları ayıran değil, Kürtleri bölen bir sınır.
Zaten oralarda yaşayan Kürtler, Türkiye ve Suriye sözcüklerini kullanmazlar. “Ser xat” ve “bin xat” diye tarif ederler nerede yaşadıklarını, yani “hattın üstü”nde ya da “hattın altı”nda; hat, demiryolu hattı.
Upuzun sınır (ve demiryolu) hattında niçin Kamışlı-Nusaybin, Mardin-Nusaybin yolu ile Amude, Tel Abyad-Akçakale, Carablus-Karkamış gibi yerlerde durum hiç farklı değilken, Suruç’un tam karşısındaki Kobani ve Hatay-Gaziantep-Kilis sınırları üçgeninin ortasına düşen Afrin’de de PYD hakimiyeti varken, niçin oralarda benzeri bir çatışma olmadı da, Serekani’de (Rasulayn) oluyor.
Serekani, nüfusunun büyük çoğunluğu Kürt, Arap mahalleler de var, Süryaniler de yaşıyor. Ama bu “mozayik” başka bir çok yerde var. Niçin Serekaniye?
Bu soruyu, Erbil’de yayınlanan ve Neçirvan Barzani’nin kontrolünde olduğu bilinen Rudaw gazetesine bir demeç veren PYD lideri Salih Müslim, “Araplar, Serekaniye’de kontrolü ele geçirirse, Derik’I ve Haseke’ye kadar olan bölgeyi de denetim altına alacaklardır” diye cevapladıktan gayrı, daha da önemli bir hususun altını çiziyor. Serekani’nin ele geçirilmesiyle Kürtlerin çoğunlukta olduğu Cezire bölgesinin, PYD tarafından yönetilmekte olan Kobani (Ayn el-Arab) ve Afrin ile coğrafi bağlantısının kopacağını, yani Kürtlerin coğrafi olarak birbirleriyle iletişimin kopacağı iki ayrı coğrafyaya ayrılacağını ifade ediyor.
Derik, Cizre’nin hemen altında. Haseke, Suriye’nin petrol ve doğal gaz kaynaklarını barındıran Irak ve Türkiye’ye bitişik el-Cezire vilayetinin merkezi.
Bütün bu bakımlardan Ceylanpınar’ın yanıbaşında Serekaniye’de hüküm süren çarpışmalar, Suriye Kürtlerinin kaderini belirleme özelliği taşıyor.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2013
Kürt sorunuyla ilgili, “devlet-PKK teması”nı ifade eden “girişimleri” adlandırıyoruz. Bundan öncekine, tüm görüşmeler Oslo’da yapılmadığı halde “Oslo Süreci” adı verilmişti. Sonuncusu için ise, Abdullah Öcalan, girişimin “merkezine oturtulduğu” görüntüsünden ötürü, “İmralı Süreci” adı benimsendi. “İmralı Süreci” nereye varmış durumda? Nerede duruyor?
4 Ocak günü, yani Ahmet Türk ile Ayla Akat’ın Ada’ya gitmesiyle kazandığı büyük ivmeden bu yana bir yere varmış değil. 4 Ocak’ta nereye varmış ise orada duruyor. Üç haftadır duruyor yani.
Araya, çok önemli bir “Paris cinayeti” girdi. Gerçi, hemen herkes “İmralı Süreci”nin kolay ilerlemeyeceği, kırılgan olduğu ve her yönden her türlü “provokasyon”a açık olduğu konusunda hemfikirdi ama bu anlamdaki “provokasyon”ların dikalası olan Paris cinayeti gerçekleşince, eğer süreci bir “tren katarı”na benzetecek isek, tren katarı, Paris cinayeti üzerine aniden imdat freni çekilmişcesine zınk diye durdu.
Ya, Selahattin Demirtaş’ın dahil olduğu bir BDP heyetinin Ada’ya gitmesi veya İmralı-Kandil arasında bir “temas mekanizması”nın kurulması halinde, tren katarının harekete geçmiş olduğuna hükmedeceğiz. Şu anda duruyor.
Selahattin Demirtaş’a bakarsanız, tren zaten hareket etmiş de sayılmayabilir. Hukukçu olan Demirtaş, birkaç gün önce bir sohbetimiz sırasında, “Usulün esastan önemli olduğunu, usul belirlendikten sonra esasa girilebileceğini” söyledi ve “İmralı Süreci” için “Lokomotif var, arkasına dayalı döşeli vagonları da yerleştirmiş olabilirsiniz. Yani bir trenden söz edebilirsiniz. Ama treni rayların üzerine oturtmazsanız, ray döşenmemişse, trenin hareketinden söz edemezsiniz” dedi.
“İmralı Süreci” için bu benzetme uygun düşer mi?
Düşebilir. Son bir ay içinde medyaya sızdırılanların gerçekten “olmakta olanlar”dan ziyade “dezenformasyon” olduğu ihtimali yabana atılamaz ölçüde görünüyor.
Yani, “tren katarı”nın yola revan olması için, daha kat’edilmesi gereken yol var.
Bütün bunları, gerçekçi olmak, sürecin zorluğunu bir kez daha vurgulamak, “temkini elden bırakmamak” ve “ihtiyatlı” iyimserliğimizi sürdürmek namına yazıyorum.
Önümüzdeki günlerde, yeni bir hareketlenme bekleyebiliriz.
“İmralı Süreci”nin zamanlamasının Suriye’deki mevcut ve Irak’taki muhtemel gelişmeler ile ilgili olduğunu da düşünmek zorundasınız. Güney’imizdeki gelişmeler, süreci etkileyeceği gibi, özellikle Suriye’deki gelişmelerin de Türkiye’deki süreci etkileyeceği açık. Yani, “inter-aktif bir ilişki” söz konusu.
Bu olguyu önemli bir Amerikan dergisi olan The National Interest’te Morton Abramowitz ve Jessica Sims imzalarını taşıyan “Erdogan’s Kurdish issues” (Erdoğan’ın Kürt Meseleleri) başlıklı yazı farketmiş ve irdeliyor.
“Suriye Kürtlerinin kaderinin Erdoğan’ın kendi yerel Kürt barış sürecini nasıl ele alacağı ve denetleyeceği üzerinde doğrudan etkisi olacak. PKK, Türkiye sınırının hemen ötesinde güvenli bir bölge elde etmesiyle, Erdoğan’ın önlemek istediği cinsten, Türkiye’ye doğrudan bir güvenlik tehdidi oluşturacak. Suriye’de özerk bir Kürt bölgesini kabul etmeyeceğini, bir kırmızı çizgiyle cesurca ortaya koydu ama bunu önleyebileceği belli değil. Türkiye’nin sınırları üzerinde ikinci bir Kürt özerk bölgesinin ortaya çıkmasına dair, Kürtler ile Esad’ın yerini alacaklar arasında kontrol edilemez bir çatışma, Erdoğan ve Türkiye için siyasi bakımdan yıpratıcı olacak.”
Neredeyse iki aydır ama özellikle son bir haftadır şiddetlenmiş biçimiyle, Urfa’nın Ceylanpınar ilçesinin Suriye tarafında bulunan Kürtçesi ile Serekaniye Arapçası ile Resulayn’da çatışmalar sürüyor. Taraflardan biri kasabayı kontrol eden PKK ile aynı çizgideki PYD’nin silahlı güçleri olan YPG. Diğeri ise “Özgür Suriye Ordusu” kimliğinde Türkiye’den geçirilerek Ceylanpınar üzerinden sokulan Nusra Cephesi adını taşıyan El-Kaide’nin Suriye uzantısı.
Serekaniye’deki (Resulayn) “askeri durum”, şu ara “Cihadi Araplar”dana değil, Kürtlerden yana ağır basıyor gibi ve Kürtleri “birleştirmiş” bir görüntü veriyor. Ama Serekaniye’deki çatışma, aynı durumun, sınır boyundaki diğer yerlerde tekrarlanacağının habercisi gibi. Yani, Türkiye’den çeşitli düzeylerde destek alan “el-Kaide cinsi Arap gruplar” ile Kürtlerin çatışması.
Türkiye, Kürtlere karşı, gerekirse, el-Kaide ile mi saf tutacak Suriye’de? Bu, ciddi bir soru.
The National Interest yazısı, Ankara’nın Irak’ta Maliki’ye karşı ise Erbil merkezli Kürtlerle saf tuttuğunu, bu politikanın Irak’ı yavaş yavaş parçalanmaya götürdüğünü ve Maliki’nin “Irak’ın birliği”ni temsil ettiğine inanan ABD’nin (buna Joe Biden da diyebiliriz) Türkiye ile ters düştüğünü öne sürüyor. Ve, son derece ilginç şu son paragrafla son buluyor:
“2013 Erdoğan ve Türkiye için çok önemli olacak. Pek kontrolünde olmayan olaylara ilişkin çok ciddi kararlar alması gerekecek. Türkiye’nin ve bölgenin tüm Kürtlerinin geleceği şimdi kesişme halinde. Erdoğan’ın geleceği de. Türkiye’nin Kürt sorunu artık aynı zamanda bir Amerikan problemi haline de geldi. ABD, Türkiye’nin kuzey Irak’ta PKK’yı ezme çabalarına esaslı bir destek vermesi hariç, bu sorundan her zaman uzak durdu. ABD’nin Suriye ve Irak’ta ne yapacağı, bundan böyle, Türkiye’nin iç durumunu doğrudan etkileyebilir. Bugün, Washington, Irak’a ve muhtemelen Suriye’ye de ilişkin olarak, –eğer Esad devrilse de- Türkiye ile aynı dalga boyunda değil. ABD, ilk kez, bölge çapında bir Kürt politikasına ihtiyaç duyacak ve bunun sonucunda ABD-Türkiye ilişkileri bir miktar gergin olacak.”
Sözünü ettiğimiz “İmralı Süreci”nin bu iç ve dış bağlam üzerinde cereyan ettiğini hiç unutmamalıyız. Söz konusu süreç, Abdullah Öcalan üzerinden Suriye Kürtlerini de etkileyebilir.
Ama, PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye dışına çekilmesi amacıyla ister Kandil üzerinde, ister Esad sonrası Suriye’nin geleceğine ilişkin olarak PYD’nin Türkiye ve rejim muhalifi Araplarla uyum göstermesi için, Abdullah Öcalan “nüfuzu”nu nasıl ve ne karşılığında, hangi “mekanizma”yı işleterek kullanacak.
“İmralı Süreci”ne hareket sağlamak, bu sorunun karşılığını da sağlamak ile eş anlamlı olacaktır.
Açıklama: Türkiye ile Kürtlerin barışması ve beraberliği için yıllardır didiniyorum. Yeni yayımlanan 640 sayfalık “Mezopotamya Ekspresi-Bir Tarih Yolculuğu” adlı son kitabımın temel tezi de budur. Ayrıca, 2011 yılında TESEV için “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” adlı 120 sayfalık raporu da kaleme aldım. Değeri ve önemi bugünlerde daha iyi anlaşılsa ve sürekli gönderme yapılsa da, tam da bu rapor yüzünden hakkımda karalama kampanyası yürütüldü. Zaten Kürt sorununa yaklaşımım nedeniyle yıllar boyu sayısız saldırıya, iftiraya –ünlü Andıç dahil- uğratılmış ve psikolojik harekatın hedefi haline getirilmiştim. Bunun son örneklerinden biri, geçen yıl Londra’da bir dergiye verdiğim söyleşideki bazı cümlelerin bağlamından kopartılarak kullanılması oldu. Bu psikolojik harekata epey bir süredir Orhan Miroğlu adlı kişi de katılmış bulunuyor. Provokasyonlarına kapılmak istemediğim için kendisine bugüne kadar cevap vermedim. Ancak, son olarak, hakkımda utanmadan sarfettiği sözler nedeniyle bir açıklama yapmak gereğini duyuyorum. Bir gazetenin “PKK’nın silah bırakmasını kimler istemez?” sorusuna verdiği cevapta, Miroğlu’nun, “Avrupa Birliği, PKK’ın silah bırakmasını istemez. Avrupa’nın bu tarafını bilen Cengiz Çandar gibi Türk aydınları da oralara gittiklerinde PKK’nın silah bırakmaması gerektiğini söylerler zaten” sözleri bir ahlaksızlık örneğidir. Psikolojik harekatın devamıdır. Psikolojik harekat beni bugüne dek yıldıramadı, bundan sonra da yıldıramaz. Öte yandan, konuyla ilgili uzun deneyimim sayesinde, Kürtlerin arasında “cahş” ve “korucu” gibi sıfatların ne anlama geldiğini çok iyi biliyorum. Bu tür insanlarla hiçbir zaman işim olmadı ve bundan sonra da olmayacak. Ülkemin kanayan yarası Kürt sorununun çözümü için ömrümün sonuna kadar çalışmaya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2013
Aldığım bir bilgiye göre, önceki gün, yani 23 Ocak Çarşamba günü, DTK Başkanı Ahmet Türk ile BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş İmralı’ya gideceklerdi. Böylece, yaklaşık iki haftalık bir aradan sonra, 4 Ocak’taki Türk ve Ayla Akat’ın “İmralı teması”ndan sonra “İmralı Süreci” yeni ve güçlü bir ivme kazanmış olacaktı. Olmadı. Hatta,”süreç”in durmuş olabileceği kaygısı yaygınlaştı; “süreç”in nasıl gelişeceği konusunda doğru çıkan bilgileri ilk kez aktaranların başında gelen Eyüp Can, dün, “İmralı ziyaretinden vazgeçildi mi?” başlıklı bir yazı yayımlama gereği duydu.
Eyüp Can, “okyanusu geçip derede boğulma tehlikesi” yaşamakta olduğumuza değiniyor ama yazısının sonunu şu “mutlu son” ile noktalıyor:
“En başta da söyledim. Her ne kadar derede taraflar birbirine dirsek atsa da haksız suçlamalarla gereksiz alınganlıklar yaratılsa da, İmralı ziyaretinden vazgeçilmiş, süreç tıkanmış değil.”
Zaten, Hüseyin Çelik de, önceki gün alelacele, bir açıklama yaparak, İmralı ile diyalogun noktalanmadığını açıklamak ihtiyacı duymuştu.
Bana ulaşmış bilgi de bu yönde. Başbakan’ın Ahmet Türk’ün Diyarbakır konuşmasına bozuk atması üzerine, “İmralı teması” ertelenmiş durumda ama iptal edilmiş değil. Erteleme ve gecikme var.
Ne var ki, bu erteleme ve gecikme, hayra alamet değil. İşin başından beri, sürekli olarak “ihtiyat” ve “temkin”i vurguladık. İsabetli davrandığımız ortaya çıkıyor. Gayet kırılgan olduğu zaten bilinen bu “süreç”in bu kadar kırıcı karşılıklı polemikler ve “yöntem zaafları”yla yol alabilmesi zor.
Başbakan’ın bildik, buyurgan ve siyasi rakiplerini sürekli “aşağılayan” söylemi ile Kandil’den gelen açıklamaları yan yana koyduğunuz vakit, ne dediğimiz anlaşılabilir.
Kadri Gürsel, dünkü Milliyet’te “’Terör sorunu’ bu kafayla çözülmez” başlıklı çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Şu satırlarını özellikle not ettim:
“Başbakan’a göre ortada çözülmesi gereken bir etnik sorun yok ama bir an önce Türkiye’nin dağlarını terk ederek başka bir ülkeye gitmesini istediği birkaç bin terörist var... Bu arada hükümet güçleri, ülkenin ve dışının dağlarında silahlı gezen yasadışı insanları saptadıkça saf dışı bırakmayı sürdürüyorlar ki, bu onlar açısından varlık ve görev tanımlarına uygun bir ameliye oluyor. Ama bu yasal işlem, ‘terör sorunu’ için bile olsa, ‘müzakere’ içeren herhangi bir çözüm sürecinin tabiatına uygun düşmüyor, bilakis onu zorlaştırıyor.”
İçinde bulunduğumuz “süreç”in “sorunlu özü” işte tam da bu satırların arasından okunacak yerde; Başbakan’ın gerçekten “Kürt sorunu”nu çözme perspektifiyle yola koyulduğu şüpheli. Zaten “Kürt sorunu” diye bir şey tanımıyor. Peki, ne yapmak istiyor?
Öyle görünüyor ki, yapmak istediği, 2014 seçim yılına kadar PKK’nın öncelikle silahlı unsurlarının Türkiye dışına çıkışını sağlamak, Türkiye’yi bu şekilde rahatlatmak, böylece MHP’ye, CHP’ye ve hatta BDP’ye karşı “manevra alanı”nı hayli genişletmek, zamana oynamak ve “konu”ya, onu zamana yayarak yaklaşmak.
Bu yaklaşım, “sorunu çözme niyeti” ile “eş anlamlı” sayılmaz ve süreci kendiliğinden sıkıntılı hale sokar.
Buna karşılık, PKK’nın da, “konu”ya yaklaşımı itibarıyla ve özünde Başbakan’dan pek farkı yok. O da zamana oynamak ve “manevra alanı”nı genişletme hesabında.
Gerçekçi olalım; Ortadoğu’nun içine girdiği şartlar nedeniyle, yani Suriye’nin uzun bir iç savaşa sürüklenmesi ya da dağılması ihtimalleri karşısında, Suriye Kürtlerinin en önemli siyasi ve aynı zamanda silahlı gücü olan PYD’nin, şu aşamada silah bırakması düşünülemez. Irak’ın 2013’ünün nasıl geçeceği de belirsiz. Ama, bir Arap-Kürt savaşı, ihtimal dışı değil. Böyle bir dönemde, PKK’nın silahları gömerek, Kandil’i terkedeceğini beklemek fazla hayalperestlik olur.
Murat Karayılan’ın önceki gün yaptığı açıklamayı çok ciddi biçimde değerlendirmekte yarar var. “Kandil”i anlamak ve süreci doğru yorumlayabilmek için, Karayılan’ın uzun açıklaması, Türk medyasında yer alabilse bu mümkün olabilirdi. Karayılan’ın şu sözleri, “süreç”in kolay yürüyemeyeceğine ipucu teşkil ediyor:
“... Başbakan’ın mevcut durumda bize dayatmak istediği şey ancak tamamen yenilmiş, mücadele ile kazanma şansını kaybetmiş bir örgüte ve halka dayatılacak olan şeylerdir. Yani tek taraflı bir biçimde, ‘gideceksiniz, silahlı mücadeleyi bırakacaksınız, bırakana kadar da bizim size karşı saldırılarımız devam edecektir’ tarzındaki uslup sorunu çözme uslubu değil, işi yokuşa sürme uslubudur.”
Başka bir yerde şöyle devam ediyor: “Bölge kaynıyor. Bölgenin bu kaynama süreci içerisinde, Türk devletinin de, AKP’nin de zorlandığını biliyoruz. Gerçek bu. Yani, AKP’nin, ABD, NATO projesi çerçevesinde Ortadoğu’da rol oynaması ve özellikle kendine dair bölgede model bir ülke veya bir bölgesel güç olması için PKK’nın yürüttüğü direnişin durması gerekiyor. Bunun Kürt haklarının verilmesi temelinde durdurulması mümkün ama bunu zorla asla durduramazsınız.”
Yine gerçekçi olalım; son bir buçuk yıl içinde ne kadar can kaybı vermiş olursa olsun, kendisine ilişkin böyle bir algısı ve Türkiye’deki iktidara ve en önemlisi “bölge”ye ilişkin böyle bir tahlili bulunan bir örgütü, “silahlarını bırak” ve “Türkiye’nin dışına çık” söylemiyle etkisizleştiremezsiniz.
Bunun yöntemi, “diyalog” ve giderek “müzakere” ve nihayetinde bir “uzlaşma”dan geçecek ise, bunu “İmralı süreci”ni canlı tutarak ve ilerleterek yapabilme imkanı mevcut. Konunun bu faslını Murat Karayılan da şu sözleriyle kabul ettiğini ortaya koyuyor:
“... Bizim bazı söylemlerimize dayanarak ‘PKK ya da KCK de sürece dahil olmak istiyor’ diyen çevreler oldu veya böyle konuşan kişiler de var. Ancak öyle bir durum söz konusu değildir. Bizim adımıza, yani KCK adına Önder Apo’nun görüşmesi yeterlidir. BDP ayrı bir siyasi oluşumdur, o da kendi rolü çerçevesinde elbette sürece ve görüşmelere dahil olabilir ama bizim adımıza Önderliğimizin görüşmeler yapması kendi başına yeterlidir. Biz, ‘biz de görüşmelere katılmalıyız’ diye bir şey söylemedik. Ancak bize düşen bölümleri, yani teknik ve uygulama sorunlarını çözmek üzere, İmralı’daki görüşmeler paralelinde elbette ti farklı departmanlar oluşturulabilir. Bunlar, gereği gibi yapılır...”
İşte böyle. Kadri Gürsel, “Kimin vakti sınırlı?” diye sormuş ve “Kandil’dekilerin değil, Ankara’nın cevabını” vermişti.
İmralı’nın vakti ise sonsuz. Sonuç olarak, “ağırlaştırılmış ömür boyu hapis” hükümlüsü o. Vakti sınırlı olan, sadece Ankara değil; aynı zamanda Türkiye.
“İç kanama”yı önlemek ve “Türkiye-Kürtler uzlaşması dinamikleri”ni harekete geçirmek için, “İmralı süreci” canlandırılmalı ve canlı tutulmalıdır...
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2013
Salı günleri siyasi parti liderlerinin birbirleriyle atışma ve “kavgada bile söylenmeyecek” diye nitelenen sözleri birbirlerine karşı fütursuzca sarfetme günleri.
Salı günleri, başbakanı ve siyasi parti liderlerini dinleyenler, Türkiye halkını sağduyusundan, sinirlerine hakim olmasından, seciyesinden, her türlü sağlam hasletinden ötürü tebrik edebilirler. Zira, bunca zamandır salı günleri siyasi parti liderlerinin söylediklerini bu halk izlese, Türkiye’de önü alınamaz bir kanlı iç savaşın hüküm sürmesi gerekirdi.
Oysa, durum böyle değil. Türkiye halkı zaten bu nedenle tebriki hak ediyor.
Durum böyle değil ama salı konuşmalarının içeriği ve uslubu siyasi gündemi olumlu ya da –çok kez- olumsuz etkileyebiliyor. Örneğin, dün Başbakan Tayyip Erdoğan, pek de gerekli olmayan bir şekilde DTK Başkanı Ahmet Türk’e, İmralı’da yaptığı görüşme sonrası, Diyarbakır’da cenaze törenindeki konuşmasından ötürü yüklendi. Ahmet Türk, Başbakan’a cevap vermekte gecikmedi.
BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ı ise, Diyarbakır konuşmasındaki “barış dili”nden ötürü kutlamış, “İmralı süreci”nde olumlu rol oynama yeteneğini ortaya koymasından ötürü övmüştük. Selahattin Demirtaş’ın, Ankara tarafından kendisine “Kürt sorununun bilge adamı” muamelesi yapılmak istenen Ahmet Türk’e eklenerek İmralı’ya gönderilmesi beklentisi çok güçlenmişti.
Selahattin Demirtaş’ın Ahmet Türk’e eklenerek İmralı’ya gitmesi, “süreci ayakta tutmak”tan öteye güçlü bir “ivme” kazandıracaktı.
Şimdi, dünkü “salı polemiği”nden sonra bu ihtimal bir nebze zayıfladı mı?
Olabilir. Normalde öyle olması gerekir. Bu konuda tek –ve belki de en önemli güvence- artık birçok insanda, “Başbakan’ın ne dediğine değil, ne yaptığına bakın” duygusunun uyanmış olmasıdır.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2013
Son kez, bir hafta önce görüştük. Onun son cumasında. Telefon ekranında M. Ali Birand ismini görünce açtım; bir talep geleceğinden emin olarak. Geldi tabii ki.
“Cengo” dedi bana hep seslendiği o tanıdık ve milyonlarca insan için tanıdık olan o sesiyle, “32. Gün şu yeni gelişmeleri konuşalım Kürt meselesine ilişkin olarak. Hasan’ı da (Cemal) alalım, birkaç kişi konuşalım. Ne dersin? Kimler olsun? Ben diyorum ki…”
32. Gün, perşembe günü yayınlanırdı. M. Ali Birand’ın bu dünyadaki son günü oldu o perşembe günü.
“M. Aliciğim, ben olamayacağım önümüzdeki perşembe. İlla beni istiyorsan, bir sonraki perşembeye salla…”
M.Ali’den, “Hay Allah, yapma bee” sesi yükseldi ve onu işinden alıkoyacak hiçbir gerekçe olamayacağı için, “Peki, kimleri önerirsin?” sorusu üzerine yine 32. Gün hazırlığına geri döndük.
İstanbul’a döndüğümde, çarşamba günü hastanede yoğun bakımda olduğunu öğrenince, telefona sarıldım. Onun numarasını çevirdim. Onca yıllık asistanı Nilgün’ün cevap vereceğini ve en sağlam bilgileri Nilgün’den alacağımı biliyordum.
Anlattı. Ertesi sabah yani perşembe sabahı kendine gelip, hastaneden çıkmasını beklediğini söyledi bana Nilgün. Öyle istiyordu herkes gibi. M. Ali öyle alıştırmıştı herkesi.
“Bu deli yarın akşam programa çıkmaya kalkar şimdi” dedim. Nilgün, “Tanımıyor musun bunca yıldır onu. Aynen öyle yapmaya kalkar” diye teyid etti. “Ama” diye ekledi, “Bu hafta 32. Gün’ü yapamayacaktı zaten. Yarın çıkamaz ekrana…”
İçime, 32. Gün’ün haftaya benim de katılabileceğim şekilde ertelenmesi ihtimalinin ferahlığı yayıldı. Haftaya M. Ali’yle yine beraber olacaktım yani…
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2013
Hastanenin kafeteryasında oturmuş, sevgili arkadaşımız, çok değerli meslektaşımız M.Ali Birand için mucize beklerken, bir yandan da aklımız Diyarbakır’da.
Diyarbakır’da Paris’te Türkiye ile Kürtlerin barış ve uzlaşma umutlarına sıkılmış kurşunlarla hayatını kaybeden üç kadının cenaze töreninden haber almaya çalışıyoruz.
Tuhaf bir medya duyarsızlığı ve medya ambargosunu delmek gerekiyor. Haberciliğin ve en önemlisi televizyon haberciliğinin adeta erişilmez ismi M.Ali Birand yoğun bakım odasında değil de dışarıda, işinin başında olsa böyle tuhaf bir medya ilgisizliği olamazdı düşüncesi geçiyor aklımdan. Bu düşünceyi paylaşacağım pek bir kimse de yok etrafta. M.Ali’ye söyleyebilirdim ama 24 saat öncesine kadar aklı Diyarbakır’da olan o, şimdi iki kat yukarımızda bir odada bilinci kapalı yatıyordu.
M.Ali ayakta olsa, böyle mi olurdu! “Kürt sorunu”nda ömrü boyunca çözüm ve barış için emek harcamış M.Ali, öyle mi geçiştirirdi, Diyarbakır’daki “büyük barış şöleni”ni!
Neyse ki, medyadan olmasa bile “sosyal medya”dan, Diyarbakır meydanlarından, Batıkent’ten üstelik görüntülü biçimde haberler akıyor. Tek bir televizyon kanalının canlı yayın yapmadığı, habercilik “gaflet ve ihaneti” ile davrandığı saatlerde, “merkez medya”nın gediğini “sosyal medya” kapamaya çalışıyordu.
Yazının Devamını Oku