The Independent’ta Robert Fisk, bu rakamın Ukrayna’da düşürülen Malezya uçağında hayatını kaybedenlerin iki mislinden fazla olduğunu yazdı.
“Acıların karşılaştırması”nı yapmak, hele bunu “nicelik” üzerinden, rakamlara bakarak yapmak isabetli ve doğru bir yol değil; ama Ukrayna’da Malezya uçağının düşürülmesinin yol açtığı masum kayıpların –başta Batı- uluslararası vicdanı ayağa kaldırmasının yanında, yüzlerce Gazzeli Filistinli masumun hayatlarını kaybetmesine ilişkin duyarsızlık da dikkat çekici doğrusu.
İsrail, Gazze saldırısına ilişkin hangi “meşruiyet kalkanı” ardına kendisini gizlemeye kalkışırsa kalkışsın, hayatını kaybedenler arasında İsrail saldırısının temel gerekçesini teşkil eden iki örgütün Hamas ve İslami Cihad’ın mensupları ya hiç yok ya da parmakla sayılacak kadar az olmalı. Zira, İsrail saldırısı sonucunda ölenlerin ezici çoğunluğunun “savaşçı” konumunda olmayan, “siviller” yani “masumlar” olduğu biliniyor. Üstelik, giderek yükselen kayıp sayısında çok önemli bir oranı, kadın ve çocuklar oluşturuyor.
Bayram’da kısa süreli bir ateşkesin yürürlüğe girmesi söz konusuydu. Ne var ki, İsrail ve Hamas’ın karşılıklı birbirlerini ‘ihlal” ile suçlamaları sonucunda, bayramın ilk gününün öğleden sonrasında şiddet müthiş biçimde tırmandı ve ölü ve yaralı sayısını da tırmandırdı.
Türkiye’de insanlar trafik kuyruklarında kilitlenerek bayram rehavetini koşmaya çalışırlarken, Tayyip Erdoğan’ın seçim kampanyasının önemli bir parçası haline gelmiş olan “Gazze protestoları” da “bayram tatili”ne girdi ve aslında olan-bitenin Gazze ile değil, Türkiye’nin iç politika hesaplarıyla daha ziyade ilgili olduğu daha net biçimde anlaşıldı.
Çünkü, Gazze’nin Filistinli halkı için en büyük ve en acı kayıplar, bayram ile başladı. Şu andaki kayıp rakamları, 2008-2009 yılındaki –Türkiye ile İsrail ilişkilerini berbat etmiş olan- Gazze’deki İsrail saldırısının istatistiklerini yakalamak ve hatta geçmek üzere.
27 Aralık 2008’de başlayan “Operasyon Erimiş Kurşun” kod adlı o kapsamlı saldırı, 22 gün sürmüştü. Bu son saldırı, kara saldırısından önceki hava bombardımanı da hesaba katılırsa, o büyük saldırı süresini bugünden itibaren eşitlemiş durumda ve çok yakında sona erecek gibi de gözükmüyor.
2008-2009 Gazze Savaşı’nın kayıp bilançosu Filistin tarafından 1417 olarak gösteriliyor (Bunu 2000’in üzerinde gösterenler de var). 5300 Filistinli de yaralanmıştı.
Brandenburg Kapısı’nın önünden Zafer Sütunu’na kadar olan bir kilometre uzunluğunda, Reichstag’ın önünde uzayıp giden alanda, birkaç saat sonra Almanya ile Arjantin arasında Rio’da oynanacak Dünya Kupası finalini dev ekranlarda izlemek üzere onbinlerce kişi toplanmaktaydı.
Aralık 2012’nin son haftasında ölümcül bir beyin kanaması geçirdikten sonra Berlin’e getirilmiş olan ve adeta mucizevi biçimde yaşama döndürülen Irak Cumhurbaşkanı Celâl Talabani –herkesin ve bizim kendisinden söz ettiğimiz haliyle Mam Celâl- ülkesine ve Süleymaniye’deki evine dönmek için gün saymaya başlamıştı. Mam Celâl’in dönüş hazırlıklarının tüm ayrıntılarını Aras biliyordu.
Sohbet, Irak’taki durum ve Türkiye üzerine kaydı. Aras’a takıldım, “Irak öyle bir krizdeki, parlamentonun toplanıp başkan seçmesi, ardından cumhurbaşkanı seçimlerine gidilmesi hayal gibi. Bu durumda, Mam Celâl zaten şu anda cumhurbaşkanı ve görünen o ki, ömür boyu cumhurbaşkanı kalacak…”
Bu sohbetin üzerinden bir hafta geçmeden Irak Cumhurbaşkanı Mam Celâl, Süleymaniye’ye döndü.
Ancak, tam da bu zaman dilimi içinde çok ilginç ve hızlı gelişmeler gerçekleşti. Talabani, henüz Berlin’den ayrılmamıştı ki, bir türlü biraraya gelemeyen Irak Parlamentosu toplanıp, Meclis Başkanı olarak “Türkiye’nin adamı” bilinen Musul’lu Usama el-Nuceyfi yerine Diyala vilayetinin Miqdadiye şehrinden genç bir Sünni Arap’ı, ismi etrafında “Amerikan tercihi” olarak spekülasyon yapılan Selim al-Cuburi’yi seçti.
Meclis Başkanı’nın seçilmesi, anayasal prosedürün işlemeye başladığını ifade ediyordu. Bundan sonra sıra cumhurbaşkanı seçimine geliyordu. “Centilmen Anlaşması” gereğince, Cumhurbaşkanı makamı Kürtlere “rezerve” edilmiş olduğuna ve Kürt örgütleri arasında ise Talabani’nin KYB üyesi bir kişinin bu makama gelmesi “yazılı olmayan bir kural” ya da “Kürtlerarası bir uzlaşma” olduğuna göre, bir KYB’linin önce KYB tarafından aday gösterilmesi, ardından Irak Parlamentosu’nun 63 kişilik “Kürt bloku” tarafından “ortak Kürt adayı” olarak desteklenmesi gerekiyordu.
Dört KYB’li yarışa girdi. En iddialı isimler Barham Salih ile Kerkük Valisi Dr. Necmettin Kerim idi. Barham Salih, Barzani’nin KDP’sinin KYB içinde kendisine en yakın gördüğü isim olduğu için, Türkiye’nin “en sıcak” baktığı KYB yetkilisiydi. Mart başında, kendisinin önayak olduğu Uluslararası Süleymaniye Forumu’nun açış konuşması için Ahmet Davutoğlu, Süleymaniye’ye ömründe ilk kez ayak basmıştı. Bakan ile gelen heyet mensuplarından biri, kulağıma eğilerek, “KYB içinde Talabani sonrası için şiddetli bir iç çekişme var. Barham’a destek vermeye geldik” demişti. Türk heyetine, Erbil’den gelen KDP’liler refakat ediyordu.
Barham’ın Celâl Talabani’nin yerini almasına, Mam Celâl’in eşi ve “Kürt solu”nun tarihi lider isimlerinden birinin, İbrahim Ahmed’in kızı olan Hero Han’ın karşı çıktığı, Kürt siyasetinin iç dünyasından haberdar olan hiç kimse için bir sır değildi. Barham Salih’in arkasındaki Barzani’nin KDP’si ve zımnî Türkiye desteğine karşı, Hero Han’ın ve KYB’nin diğer kanatlarının İran desteğinde olduğu söylentisi Süleymaniye ve Irak Kürdistanı’nda yaygındı.
Hitler’in isteği üzerine, daha sonra Dachau temerküz kampı komutanlığına getirilecek olan Theodor Eicke ve SS subayı Michel Lippert, 2 Temmuz’da Röhm’ü ziyaret ettiler. Hücresine girdiklerinde, namlusuna sürülmüş tek kurşunluk bir Browning’i Röhm’e uzattılar ve “bununla kendini öldürmen için sana 10 dakika süre tanıyoruz” dediler, “ya kendin yap, ya da o işi biz yapacağız.”
Ernst Röhm, bir süre duraladıktan sonra, “Eğer öldürüleceksem, bunu Adolf’un kendisi yapsın” karşılığını verdi, Hitler’i kastederek. Eicke ile Lippert, on dakika sonra hücreye geri döndüklerinde, Röhm’ün meydan okur bir biçimde göğsünü açmış bir halde beklediğini gördüler. Lippert, üç el ateş ederek Röhm’ü öldürdü…”
Röhm’ün öldürülmesi, “Uzun Bıçaklar Gecesi” diye bilinen ve Nazilerin “Operation Kolibri”, Türkçesi ile “Sinekkuşu Operasyonu” adını vermiş oldukları iç temizliğin zirve noktasıydı.
“Uzun Bıçaklar Gecesi” tam 80 yıl once, 1934’te olmuştu. Böyle bir yaz zamanı. Haziran sonu-Temmuz başlarında. Hitler, kendisine ilerde tehdit oluşturacağını düşündüğü Nazi Partisi’nin bazı unsurlarını ortadan kaldırmaya karar vermişti. Nazi Partisi’nin sol kanadı diye tanımlanan (adının Nasyonal Sosyalist olduğunu unutmayalım) kanadının başındaki Gregor Strasser’den başlayarak, Hitler’in 1923’teki “Münih Birahane Darbesi”ni bastırmış olan Nazi karşıtı muhafazakârlar arasında yer alan eski şansölye Kurt von Schleicher ve Gustav Ritter von Kahr, aynı gece gerçekleştirilen bir dizi suikastta öldürülmüşlerdi.
Ama temizlenenlerin en büyük bölümü, “kahverengi gömlekliler” olarak da bilinen ve Hitler’in iktidar yürüyüşünde büyük rol oynamış olan SA liderleriydi. Başta, SA’nın başındaki Ernst Röhm… SA, yani Sturmabteilung. Hitler’in vurucu milisleri.
Hitler, SA ve lideri Ernst Röhm’ün “özerk” davranışlarından çekinmeye başlamıştı. Alman ordusu da, SA’dan haz etmiyordu. Hitler, Reichswehr’in yani Alman silahlı kuvvetlerin yüksek komuta heyetini tatmin etmeyi, “iktidarını sağlamlaştırmak” için gereklilik olarak görüyordu. SA’yı temizlemek, Hitler’e iktidarının başında Alman ordusunun desteğini de beraberinde getirecekti.
Tarihe “Nacht der langen Messer” yani “Uzun Bıçaklar Gecesi” adıyla geçmiş olan ve Hitler’in ve Nazilerin iktidarında çok önemli bir kilometre taşı sayılan dramatik olayda, öldürülenlerin sayısı 85 olarak açıklanmıştı. Ama, sonuçta toplam ölü sayısı 100’leri buldu ve 1000’den fazla muhalif de tutuklandı. SA’lara karşı temizliğin büyük bölümünü SS’ler (Schutzstaffel) ve Gestapo (Geheime Staatspolizei) yerine getirmişti.
SA’lara karşı,
Yani, bu isimler, 2014 Mart başında Süleymaniye’de “mezhep çatışması” ve “bölgenin geleceği” konusunda ne söylediğime dair, “tanık” gösterebileceğim kişiler arasındalar…
Konuşmamın temel tezi, 17. Yüzyıl Avrupa’sının Westphalia sistemi ile son bulmuş “Otuz Yıl Savaşları” analojisine dayanıyordu. Özet olarak söylediğim, Avrupa’da yaklaşık 400 yıl önce “Otuz Yıl Savaşları” adıyla yaşanmış olan “mezheplerarası savaş”ın bir benzerini, “Küresel çağda bugünün Ortadoğu’sunda yaşamaktayız. Taraflar, güçlerini tüketene ve yorulana kadar, yani belirli bir yeni denge üzerinde yer alana kadar, bu çatışma devam edecektir ve bu, hayli uzun bir süre cereyan edeceğe, maalesef çok kan döküleceğe ve yıkımlar yaşanacağa benzemektedir. Ortadoğu’nun yakın hatta orta vâdeli geleceği, süreklilik kazanacak bir istikrarsızlık gösteriyor. “
Yaklaşık üç ay sonra, bir başka uluslararası toplantıda “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın yeni mimarisi” başlıklı bir panelde, aynı analojiyi tekrarladım. Ortadoğu’nun önünün uzun süre, “derin ve yaygın istikrarsızlık” olacağını, ya sınırların değişeceğini veya sınırlar kağıt üzerinde aynı kalsa bile, ülkelerin içinden parçalı yapılar haline geleceğini söyledim.
Panelin moderatörü, Irak’ta 2007’de mimarı olduğu ve yürürlüğe koyduğu “Surge Strategy” ile görece olarak son dönemlerde en istikrarlı dönemlerinden birini yaşatmayı başarmış olan (e) General David Petraeus idi. “Sizin böyle bir sonucu duyuyor olmanız can sıkıcı olabilir” diye de ona takıldım. O da, “Çok iç ferahlatıcı bir tablo sundunuz” diye ironik bir tepki verdi.
Önceki gün, TÜSİAD’ın “Ortadoğu’daki gelişmeler” konusunda düzenlediği, son dönemlerde Türkiye’de katıldığım en düzeyli ve en zihin açısı toplantıda da, aynı analojiyi bir kez daha dile getirdim.
Bir öğretim üyesi, bu analojiye katılmadığını, “Ortadoğu’daki ‘Otuz Yıl Savaşları’nın Osmanlı Türkiye’si ile Safevi İran’ı arasında Avrupa’daki ile eş zamanlı yaşanmış olduğunu” söyledi ve “Nitekim, Kasr-ı Şirin Anlaşması, 1639 tarihlidir” diye hatırlattı. Malûm, Avrupa’daki “Otuz Yıl Savaşları” da 1618-1648 arasındadır. Yeni bir uluslararası düzen kuran, “ulusal egemenlik” kavramını yerleştiren Westphalia Barışı’nın tarihi 1648’dir.
İlginç, üzerinde durulmaya değer bir bakış açısı ve değerlendirmeydi. Üzerinde epey düşündüm. Ama zaten, 1639’da Kasr-ı Şirin ile nihayet bulan Osmanlı-Safevi çatışması veya bir başka deyimle Ortadoğu’daki “Sünni-Şii savaşı”nın, o tarihte cereyan etmiş olmasının, bugün tekrarlanmayacağı anlamına illa da gelmeyeceği konusunda da mutabık kaldık.
Bu kadar uzun bir
Ortadoğu’daki gelişmelerin gürültüsü çok ciddi gürültü çıkarması gereken bir haberi gürültüye getireceğe benziyor: Irak ve Suriye topraklarının bir bölümünde “Hilafet Devleti” ilân etmiş olan ve adını IŞİD’den İD, yani “İslam Devleti” olarak değiştiren örgütün Musul’daki karargâh yani merkez binası, işgal ettikleri (ya da birilerinin büyük gafleti sonucunda ele geçirdikleri) Türkiye’nin başkonsolosluk binası imiş.
Artık “Halife İbrahim” adını kullanmaya başlayan, kimi zaman “Abu Dua” takma adıyla da anılan “Ebubekr Bağdadi” takma adlı İD liderinin “Hilafet ilânı” açıklamasını yaptığı yer, Türkiye’nin Musul başkonsolosluk binası imiş.
Bu haber İngilizce uluslararası internet gazetesi Al Monitor’da önceki gün Amberin Zaman imzasıyla yer aldı. Amberin’i çok önemli gazetecilik başarısından ötürü kutlamalıyız. Amberin Zaman’ın bu bilgiyi edindiği kaynak, kendisiyle telefon görüşmesi yaptığı Musul’un “devrik” Valisi Atheel el-Nuceyfi. Atheel el-Nuceyfi ile ağabeyi, birkaç gün öncesine dek Irak Meclis Başkanı olan Usama el-Nuceyfi’nin Irak’ta yaygın ortak özellikleri “Türkiye’nin adamı” olarak bilinmeleridir.
Nitekim, Atheel el-Nuceyfi, Musul’da vilayet binasından kaçarken, Türkiye Başkonsolosluğu’na da yaklaşan IŞİD güçlerini haber vermişti. Erbil’den edinilen bilgiler de, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin Başkonsolosluk ve personelinin boşaltılmasında yardıma hazır olduğu belirtiliyor.
Bütün bunlar, Başkonsolosluk’un niçin ve nasıl IŞİD’in ele geçtiğinin ciddi biçimde araştırılmasını ve sorumluların ortaya çıkartılmasını gerektiriyor ama Türkiye’deki iktidar, anlamsız bir yasağın arkasına sığınarak, cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde kendisine zarar verecek hiçbir şeyin tartışılmasına imkân bırakmıyor.
Telefon röportajında Amberin Zaman’a, Musul Türkiye Başkonsolosluk Binası’ndan, İD’yi kastederek “Onların bürosu orası” (It’s their office) diyen Atheel Nuceyfi’nin sözlerinin asıl can alıcı bölümü, Al Monitor’daki yazının son bölümünde. O bölüm şöyle:
“Peki Türk rehinelerin durumu nedir? Nuceyfi şöyle açıklıyor: ‘İD, onların ‘yakında’ bırakılacağını bildirmişti ama haftalar öncesi için geçerliydi. Görünen o ki, İD onları bir “süre daha tutacak zira İD Türkiye’yi Irak’tan uzak tutmak istiyor.’ Durumu ve gelişmeleri çok yakından izleyen üst düzey Batılı yetkililer, İD’nin Türkleri bırakmaya hiç niyeti olmadığında çünkü bunun Türkiye’nin kendilerine karşı herhangi bir askeri harekâta girişmemesini güvencenin en sağlam yolu olarak gördüğünde hemfikirler. Bir (Batılı) yetkili, ‘Açıkçası, Türkiye onlarla bir çeşit entente cordiale’e sahip olduğuna inanmıştı’ dedi…”
Sesini yükseltenlerden biri, Gazze halkının bir zamanlar umutlarını bağladığı Türkiye. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dün, “Herkes sessiz kalsa dahi Türkiye hiçbir baskı ve zulme karşı sessiz kalmayacak” dedi.
“İslam dünyası ve bölge ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilafların bedelini en çok Filistinliler ödüyor” diye de ekledi. Yerden göğe kadar hakkı var. Ancak, “İslam dünyası ve bölge ülkelerinin kendi aralarındaki ihtilafların” taraflarından biri Türkiye.
Davutoğlu, ayrıca, “Kalıcı bir barışın önünü açacak şekilde kalıcı bir ateşkesin sağlanması gerekmektedir” diye bir “temenni” ifade etti ve ek bir temennide daha bulunarak, “İsrail’in kara ve hava operasyonları derhal durdurulmalıdır. Bu konuda uluslararası toplumu harekete geçirmeye kararlıyız” diye konuştu.
Gerçekçi olalım; Mısır’ın önerdiği ateşkesi kabul etmiş olmasına karşılık Hamas’ın reddetmesinden yararlanarak, “kara harekâtı”nı başlatan İsrail’in Hamas’ın kullandığı “Gazze tünelleri”ni belli ölçülerde tahrip edinceye ve füze rampalarının bir bölümünü ihma edinceye kadar, “saldırı”sını durdurması muhtemel gözükmüyor.
İsrail üzerinde ABD baskısı iş görebilir. John Kerry’nin büyük umut bağladığı ve yoğun bir mekik diplomasisiyle başlattığı Abu Mazen-Netanyahu arasındaki “barış süreci”ne Netanyahu nokta koymuştu. ABD politikasını boşa çıkartmasının kendisine bir “maliyeti” de olmadı. Yani, ABD’nin İsrail’e baskı yapacağı şüpheli, ayrıca yapmaya kalksa bile bunun bir “sınırı” var.
Ve yine gerçekçi olalım: Türkiye’nin –ne kadar kararlı olursa olsun- “uluslararası toplumu harekete geçirmeye” yetecek ne gücü ve ne de –daha önemlisi- “dış itibarı” var.
Kendi diplomatları ve vatandaşları, iki aydır Musul’da ID (eski IŞİD) elinde “rehin” durumda bulunan, bu konuda ağzını açmayan ve kendi ülkesinde konuya ilişkin “yasak” getirmiş olan bir ülkenin, Filistin halkı için etkili bir uluslararası seferberlik sağlayabilmesi mümkün müdür?
Filistin konusundaki Türkiye’nin aczini en çarpıcı biçimde bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan birkaç gün önce ortaya koymuştu zaten. İstanbul’da “Dünya İslam Bilginleri Barış, İtidal ve Sağduyu İnisiyatifi Toplantısı”nın açılış konuşmasında, Türkiye’yi getirdikleri ve “değerli yalnızlık” diye tanımladıkları etkisiz dış politikanın benimsendiği son bir yıldır sık sık yaptığı gibi yeldeğirmenlerine saldırdı ve “Ey Birleşmiş Milletler sen ne işe yararsın!” diye haykırdı İsrail’in Gazze saldırısından söz ederken. Dünya barışına hizmet yerine, ona karşı olanların “gizli amaçlarına hizmet etmek”le suçladı BM’yi. “Komplo teorisi” kültüründen örnekler sergiledi.
Senatör McCain, sadece ABD’nin dış politika alanında en kıdemli uzman siyasi şahsiyetlerinden biri olmakla kalmaz, “dobralığı” ile sözünü eğip bükmemesiyle, açık sözlülüğüyle tanınır ve saygınlığı büyük ölçüde bu özelliklerinden kaynaklanır.
Görev süresini tamamlayan Frank Ricciardone’nin yerine ABD’nin yeni Ankara Büyükelçisi olarak atanan John Bass’ın Senato Dış İlişkiler Komitesi’ndeki “atanmasının onaylanması” oturumunda ortaya koyduğu tavır, tam da bu bilinen dobralığı ve açık sözlülüğünün bir örneğiydi.
John McCain, kendisine “Başbakan Erdoğan’ın gördüğümüz kadarıyla otoriterleşme eğilimi ortaya koyan, anayasayı değiştirme ve diğer eylemlerinden kaygı duyuyor musunuz?” sorusuna kadar, basmakalıp diplomatik dil ile orta sahada top çeviren Büyükelçi Bass’ı köşeye öyle sıkıştırmış ki, top çevirmeye devam etmeye kalkışan yeni büyükelçiyi “Bana bak, böyle davranırsan atanmanı onaylamam; Ankara’ya gitmek yerine Washington’da oturursun” anlamına gelecek “veto tehdidi”nde bulunarak hizaya getirmiş.
McCain’in sorusu İngilizce orijinali ile şöyle: “Are you concerned about Prime Minister Erdoğan’s desire to change the Constitution and other actions that we have seen on the part of Erdogan as a drift towards the authoritarianism?”
Büyükelçi adayı, buna, bizdeki iktidar yandaşlarını pek memnun edecek bir dil ile şu karşılığı veriyor: “The prime minister is the leader of the democratically elected parliamentary democracy. We’ll obviously look closely at whatever steps he takes.”
Yani, “Başbakan parlamenter demokrasinin demokratik biçimde seçilmiş lideridir. Hangi adımları atacağını yakından izleyeceğimiz tabiidir.”
John McCain oralı olmuyor bu cevaptan ve sorusunu şöyle yineliyor: “Whether the Turkish government’s suppression of social media, YouTube and Twitter and restrictions on the freedom of the media represented a drift toward authoritarianism?”
Yani,
Gezi, benim açımdan bir “turnusol kağıdı” idi. “68 Kuşağı” mensubiyetinin gerçek ölçüsü, Gezi’ye dair alınacak tutumdu. Gezi’ye zalimce polisi saldırtmış olan ve Gezi’yi; “kendi iktidarına kasteden iç ve dış komplolar”ın miladı gibi yorumlayan bir Tayyip Erdoğan karşısında, cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasının çok özel bir yerine yerleştirmiş olduğu için Selahattin Demirtaş, “gönlümün cumhurbaşkanı”dır.
Bu tavrını dün de somut biçimde Gezi’nin yürek burkan kurbanlarından Berkin Elvan’ın annesini alkışlattırarak ortaya koydu. Aynı anneyi, Tayyip Erdoğan, Berkin Elvan’ın cenazesinden 24 saat sonra vicdansızca yuhalatmıştı.
Selahattin Demirtaş, günümüz Türkiye’sinde Tayyip Erdoğan ne görüntü veriyorsa, onun tam tersi. Dün, “Biz meydanlarda acılı anneleri yuhalatacak bir dilden kaçınacağız” dedi. “Herkesin ezilmiş kimliği ile cumhurbaşkanı olmaya çalışacağız. Berkin Elvan’ın annesini bu salonda alkışlatmak istiyorum. Ne mutlu onlara ki eşi Hrant öldürüldüğünde, Gezi’de çocukları katledildiğinde intikam naraları atmadılar bu anneler. Acıları yarıştırmayan bu dili siyasete hakim kılabilirsek rehberimiz bu olacaktır.”
Benim için Gezi’den gayrı, 17 Aralık ve sonrası da bir başka “turnusol kağıdı”dır. Türkiye’nin “faşizan” bir rejime doğru yol almasının miladıdır benim için o tarih. Tayyip Erdoğan ve yandaşları için “kendilerine karşı darbe girişimi”nin tarihi.
Tayyip Erdoğan ve yandaş zihniyetinde, 17 Aralık, Gezi’nin devamıdır. Gezi’den farklı olarak, 17 Aralık’tan sonra bir ”paralel yapı” icat edildi. Soğuk Savaş yıllarında, “günah keçisi” olarak Türkiye’deki iktidarlar nezdinde “komünizm” neyse, Soğuk Savaş sonrasında Kürt sorunu ve onunla birlikte “Kürtler'in hakları” gündeme geldiğinde ve getirildiğinde “bölücülük” suçlaması ne işe yaradıysa, şimdilerde de “paralel yapı”, anti-demokratik her adımın meşrulaştırılmasına yarayan bir paravan.
Selahattin Demirtaş, bu “hayati konu”da da doğru pozisyon aldı. Soru-cevap bölümünde bu konuda şunları söyledi:
"AKP’nin paralel demesi abesle iştigal. Evrenin her hangi bir yerinde kesişen iki çizgiye paralel denmez. Bıraksınlar biz her ikisine paralel diyelim ama AKP paralel diyemez. Hukuk dışına çıkmış suç işlemiş kim olursa olsun, cemaat ya da parti mensubu olur, kesinlikle hesap sorulması lazım. Bir kişi cemaat sempatizanı diye suçlanamaz. Suç işleyip işlemediğine bakılacak. Cemaati suç olarak tanımak hukuk dışılık olur. KCK operasyonları sırasında AKP ve cemaat birlikte yönetiyordu iktidarı. O günlerde henüz öküz ölmemiş, ortaklık bozulmamıştı."
Öyle değil mi? Bu sözlere yanlış diyebilecek bir tek dürüst, vicdan sahibi kişi olabilir mi?