30 Ağustos, 29 Ekim’e giden yolu açmıştır. Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’nın, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olacağı ve giderek “Ulu Önder Kemal Atatürk” olarak tarihe kaydedileceği yol açılmıştır.
İstanbul’un 1453’teki fethinden sonra oluşan Osmanlı İmparatorluk Devleti’nden, Türk “Ulus-Devleti”ne geçildikten sonraki “ritüeller”de Cumhuriyet Bayramı (29 Ekim) “sivil” görüntü verirken; “Zafer Bayramı” (30 Ağustos) daha ziyade “Silahlı Kuvvetler’in Bayramı” olarak yer kazanmıştır.
29 Ekim’i simgeleyen “Reisicumhur”un üzeri açık bir arabayla, elinde silindir şapkası, Ankara Hipodromu’nda yerlerini almış olan askeri birlikleri denetledikten sonra, Şeref Tribünü’ne çıkarak, yine ayakta, yanında “devlet ricali”, elinde silindir şapkası, geçit töreninin yapılmasıydı. Gece de, “Reisicumhur”un huzurlarında “Cumhuriyet Balosu” verilirdi.
Atatürk’ün oluşturduğu gelenek böyleydi.
Ankara Hipodromu’ndaki törenleri çocukluğumda izlerdim. Aynısını, 1987 yılında Moskova’da Kızıl Meydan’da Ekim Devrimi’nin 70. Yıldönümü töreninde izledim. Ankara Hipodromu’nun Şeref Tribünü, orada Lenin Mozolesi’nin üstüydü. terası idi. Gorbaçov ve diğer Sovyet liderleri, Fidel Castro’dan başlayarak, müttefik “sosyalist” rejim liderleri, orada dizilmişlerdi. Gorbaçov, Lenin Mozolesi’nin üzerindeki yerini almadan önce, açık bir arabada, ayakta, Kızıl Meydan’ı doldurmuş olan askeri birlikleri denetlemişti. Bizde “Merhaba asker” selamına karşı yükselen “Sağol” sesleri, Moskova’da “Hurrah” şeklindeki haykırış idi.
29 Ekim’in nasıl kutlanacağını Cumhuriyet’in 10. Yıldönümünde Sovyetler öğretmişti. Stalin döneminin Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Voroşilov, Cumhuriyet’in 10. Yılında Ankara’ya gelmiş, onunla birlikte Sovyet uzmanlar, Cumhuriyet Bayramı törenlerinin düzenlemesine el atmışlardı.
Moskova’nın Ekim Devrimi yıldönümleri ile bizim 29 Ekim gösterileri, totaliter ya da otokratik rejimler arasında “görkem”i ön plana çıkartacak ortak özelliklerin, rejimlerin renklerindeki büyük farklılığa rağmen olabileceğinin bir göstergesiydi,.
Gelelim 30 Ağustos’a. Bu yılki 30 Ağustos, bundan öncekilerde olduğu gibi, pek “Silahlı Kuvvetler Günü” gibi kutlanmadı. “Yeni Cumhurbaşkanı” Tayyip Erdoğan’ın damgası vardı, bu seferki 30 Ağustos’ta.
Türkiye’yi pek bilmeyen, dışarıdan, ajans haberleriyle izleyen herhangi bir kişi, !0 Ağustos’ta cumhurbaşkanı seçimi, 27 Ağustos’ta olağanüstü parti kongresi ve cumhurbaşkanlığına seçilmiş olduğu “veda eden genel başkan” (bir yandan da o sırada başbakan), yeni seçilecek olan genel başkan (o sırada yeni başbakan sayıldığı için, o sıfatına uygun bir konuşma yaptı) ve bir gün sonra 28 Ağustos’ta Çankaya’da devir-teslim, 29 Ağustos’ta yeni hükümet ilanı. Ve, bugün 30 Ağustos’ta “Zafer Bayramı” kutlaması.
Aslında, bugün, Ağustos 2014’te “Yeni Türkiye”nin “zafer bayramı” kutlanıyor. Bugünkü kutlamaya vesile olan 30 Ağustos 1922, yolları 29 Ekim 1923’e açmıştı. “Başkumandanlık Meydan Muharebesi” kazanılmıştı. Başkumandan Gazi Mustafa Kemal, bir yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı olarak tarihteki yerini pekiştirecekti.
Bugün de, dünya kamuoyunun üzerinde ittifak ettiği haliyle, son yüzyıl içinde, Türkiye’nin Mustafa Kemal’den sonra gördüğü en güçlü iktidar şahsiyeti olan Tayyip Erdoğan, “Türkiye tarihinin seçilmiş ilk cumhurbaşkanı” olarak ilk “Zafer Bayramı kutlaması”nı huzurlarında yaptırıyor olacak.
30 Ağustos 1922, nasıl “Türkiye Cumhuriyeti”ne yolu açmışsa, giderek “otoriterleşme”ye mecbur kalacakları kendi iktidarlarını “Yeni Türkiye” olarak sunmak isteyen Türkiye’nin “yeni yönetici eliti”, Ağustos 2014’ü de, bir “yeni kuruluş”un “miladı” olarak görme ve gösterme niyetindeler.
Murat Yetkin, dün, Tayyip Erdoğan’ın “12. Cumhurbaşkanı” sıfatıyla Anıt Kabir özel defterine “Aziz Atatürk” hitabıyla başlayarak yazdığı notları analiz eden yazısında, Erdoğan’ın ara dönemleri atlayarak, “Atatürk’ün halefi” olarak davranma isteğine dikkat çekti.
Tarihi devamlılık konusunu, istediği gibi eğip bükme konusunda, Erdoğan ya da AKP “pragmatizmi”nin eline kolay su dökülmez gerçekten. Erdoğan, onca yıl, Refah Partisi’nin en alt kademelerinden başlayarak, gençlik kolları başkanlığı, İstanbul il başkanlığı ve İstanbul Belediye Başkanlığı gibi duraklarından geçtiği, siyaset ömrünün yarısından fazlasında kendisine liderlik yapmış Necmettin Erbakan’ı atlayıp, kendisini Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın tarihi devamı olarak sunmaya özen gösterdi.
“Atatürk’ün halefi” olmak ne ki, “hedefi” 2023’ün ötesine 2071’e kadar uzatıp çekerek ve ismini her vesilede anarak, bir yandan da “Alparslan’ın halefi” gibi anılmaya niyetli sanki.
“Türklerin 2000 yıllık tarihlerinde ilk kez liderlerini seçmiş olduğunu”
“Faux depart”, Fransızca “yanlış” ya da “hatalı çıkış” anlamına gelen ve en yaygın haliyle atletizmde kısa mesafeli koşular için kullanılan bir terim.
Yeni AKP Genel Başkanı ve dolayısıyla yeni Başbakan Ahmet Davutoğlu, yeni görevlerine –esas olarak ikincisine- “faux depart” ile başladı.
Tayyip Erdoğan, AKP Genel Başkanlığı ve Başbakanlığa “veda” konuşmasında Ahmet Davutoğlu’nun kendi boşaltacağı yerler için “paralel yapıyla mücadele” ve “Türkiye ve dünya meselelerine vukufiyeti” nedeniyle seçildiğini vurgulamış, Davutoğlu’nun bir “emanetçi” olmayacağını bildirmişti.
Davutoğlu’nun Gezi ve 17 ile 25 Aralık için söyledikleri, “Sayın Cumhurbaşkanı”nın “tercihindeki isabeti” haklı çıkartan cinsten, onu “teyid edici” nitelikteydi.
Gezi olaylarının başından sonuna en önemli aktörlerinden biri olarak Türkiye’deki müslümanların “siyasi namusu”nu kurtarmış olan R.İhsan Eliaçık’ın dünkü şu Tweet’i dikkatimi çekti:
“Davutoğlu: 'Gezi olaylarının hedefi milletin özgüvenini kırmak.' Küfret Geziye, muktedirin gözüne iyi girersin, erken başladın.”
Ne dedi ki Davutoğlu?
Aslında Gezi ile ilgili sözlerini daha geniş bir bağlam içinde yerli yerine oturtmak gerekiyor. Alıntıladığımız şu sözleri, bir bakıma, Davutoğlu’nun –muhtemelen Erdoğan ile paylaştığı “dünya görüşü”nün, kendisinin seveceği bir terimle “Weltanschaung”unu yansıtıyor:
Irak’tan farklı olarak, Amerika’nın Suriye’de girişeceği bir harekât, Şam rejimiyle eşgüdüm içinde gerçekleşmeyecek. Çünkü, Amerikan yönetimi, Başşar’la birlikte hareket ediyor görüntüsüyle, Suriye’nin “Sünni çoğunluğu”nu karşısına almak ve böylece İD’in ekmeğine yağ sürmek istemiyormuş.
Oysa, Irak’ta ABD’nin hava bombardımanları yoluyla İD’e karşı gerçekleştirdiği etkili askeri harekât, Bağdat’ın daveti üzerine ve Erbil’deki Kürt yönetimiyle eşgüdüm sağlanarak yapılmıştı.
Obama, Irak’ta İD’e karşı Amerikan hava bombardımanlarının düğmesine basınca, İD’in Erbil üzerinden tehdidinin kaldırılması, Mahmur’un kurtarılmasının mümkün olması, Sincar Dağı’na (Şengal) sığınan çoğunlukla Ezidi ahalinin katliamının önüne geçilmesi ve Musul Barajı’nın geri alınması mümkün oldu.
İD’e karşı Peşmerge’nin ne ölçüde “savaş yeteneği” sergilediği hâlâ tartışılan bir konu. PKK’nin –ister HPG adıyla Irak topraklarında bulunan, ister YPG adıyla Suriye’de- silahlı güçlerinin Peşmerge’ye oranla çok daha iyi savaşma yeteneğine sahip olduğu da aşikâr. Ancak, Amerikan hava harekâtı olmasaydı, bu kadar kısa süre içinde İD’in Irak topraklarındaki askeri ilerlemesinin önüne geçilebilir miydi? Kuşkulu.
ABD’nin Suriye’de “keşif uçuşları”na başlaması ile, gelişmelerin ne yöne doğru yol alacağını da, kestirmek zor. Ne var ki, kesinlikle farkedilen bir durum varsa, o da, ABD’nin İD’e karşı kesin tavır aldığı, bir tür “containment” politikasına yöneldiği ve Obama yönetimi, “tek bir Amerikan üniforması”nı artık Ortadoğu toprakları üzerinde konuşlandırmak istemediğine göre, ABD hava harekâtı ile İD’in “containment”ının sağlanması ile birlikte, sonunu getirme işinin, ABD ile ittifak halinde davranacak olan “yerel aktörler” tarafından yerine getirilmesi.
Hesap bu. Ve, bu hesap, Türkiye’ye giderek sıkıntıya sokacak özellikler taşıyor. ABD’nin İD’e yönelik “aktivizmi” başlayalıberi, Batı basınında “Türkiye-İD bağlantısı” ve İD’in Türkiye’den elde edilen çeşitli biçimlerdeki destekler ile “palazlandığına” dair haberler, her gün, bir Batılı yayın organında kendisine yer buluyor.
Söz konusu yazılarda, Türkiye’nin son aylarda, Batılı istihbarat servisleriyle sağlanan temaslar ve eşgüdüm sonucunda, İD’e ilişkin sınır geçişlerinde işi “sıkı tuttuğu” da ifade ediliyor.
Örneğin; dünkü bir Reuters yazısında, yabancı istihbarat servislerinin verdiği bilgilere dayanılarak,
Benim gibi bir insan yaklaşık 40 yıllık gazeteci, yaklaşık 30 yıllık köşe yazarı ise, yani bu süre içinde 10 bine yakın köşe yazısı yazmışsa, her yazdığının doğru olması, her tahminin doğru çıkması imkânsızdır.
Dolayısıyla, bu alanda ben de bir “istisna” değilim. “Hatalarım”ın, “doğrulanmayan tahminlerim”in farkındayım.
Ahmet Davutoğlu ve dış politika konusunda da çok yazı yazdım. Kimisi doğru, kimisi yanlış çıktı. Gördüğüm kadarıyla, bu yazılar arasından iki tanesi sosyal medyada öne çıkartılıyor
Biri 6 Mayıs 2009 tarihli. “Ahmet Davutoğlu ile yeni dış politika” başlıklı yazı, hem “yeni bakan”a ve hem de izlemesi beklenilen dış politikaya ilişkin olumlu beklentiler içeriyor.
Öyle görüyordum. Aramızda birçok kesişme noktası bulunduğu kanısındaydım. Nitekim, öne çıkartılan 4 Mayıs 2010 tarihli “Oxford’da cumhuriyet tarihimizin en iyisi” başlıklı diğer yazıda şu satırlara bile yer vermişim:
“Ahmet Davutoğlu’nu epey bir zamandır tanıyor ve izliyorum. Son bir yıl içinde biri uzun bir yurtdışı seyahati, birkaç kez birlikte olduk. Gözlemlerim ve bildiklerime ek olarak… kanaatimi, Dışişleri Bakanı oluşunun ‘birinci yıldönümü’ vesilesiyle açıkça ifade edeyim: Cumhuriyet tarihimizin toplamının en çarpıcı Dışişleri Bakanı!”
Bugün de bu görüşümde bir değişiklik yok. Davutoğlu, her şeye rağmen, Cumhuriyet tarihimizin en çarpıcı dışişleri bakanı olmuştur. Dahası, Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığını, başarılı da (başarılı olmak ile çarpıcı olmak eş anlamlı değildir) buluyordum. Bu bakışım, 2010’dan bir süre daha devam etti, sonra değişti.
Ne ile değişti?
“Sayın cumhurbaşkanım, zatıâlinizin öncülüğünde, yoğun istişareler neticesinde böylesi kutlu bir göreve aday gösterilmiş olmaktan büyük gurur duyuyorum…”
Bu sözlerin sarfedildiği “okazyon”, AKP’nin MYK toplantısı idi. Parti’nin, 27 Ağustos’ta yapılacak olağanüstü kongresinde MYK tarafından kimin Genel başkan adayı olarak belirleneceği açıklanacaktı. “Genel Başkan” Tayyip Erdoğan, Davutoğlu’nun ismini açıkladı.
Davutoğlu, “teşekkürlerini” ve “bağlılıklarını” Tayyip Erdoğan’a bildirmek için kürsüye çıktığında, “Sayın Genel Başkanım” diye girmiyor söze. “Sayın cumhurbaşkanım” diyor. Yani, kendisi de AKP MYK’nun “genel başkan adayı” değil, “Türkiye’nin Başbakanı” sıfatıyla konuşuyor.
Bu sırada sosyal medyaya düşen bir Tweet, durumun garabetini çarpıcı biçimde yansıtıyordu: “Türkiye’de şu anda iki cumhurbaşkanı ve iki başbakan var ama bunlar üç kişi!”
Tayyip Erdoğan şayet, Ahmet Davutoğlu’nun doğru olarak ifade ettiği gibi –zira 10 Ağustos’ta seçildi ve seçildiği YSK tarafından15 Ağustos’ta ilân edildi- “cumhurbaşkanı” ise partisiyle ilişkisinin 15 Ağustos’ta kesilmiş olması gerekiyordu ve dolayısıyla AKP MYK kararını “genel başkan” olarak o açıklayamazdı.
Türkiye, bir hayli zamandır, “hukuk devleti inşası”ndan adım adım uzaklaşıp, “tek adam devleti”ne doğru adım adım yol almakta olduğu için bu tür “hukuki ayrıntılar” pek önemsenmiyor. “Müstakbel başbakan” da önemsemiyor ki, kendisini siyasetle tanıştıran Abdullah Gül, Çankaya’da oturmaya devam ettiği halde, parti toplantısında Tayyip Erdoğan’a “Sayın Cumhurbaşkanım” diye hitap ederek, teşekkür konuşmasına başlıyor.
“Dünya tarihi”nde “büyük bir kırılma anı” yaşadığımız ve “Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran”, “yepyeni bir “Türkiye”nin “doğum anı”nın gerçekleştiği, büyük bir “tarihi dönüm noktası” söz konusu ise, gerçekten de böyle ayrıntıların bir önemi olmaz. Bunlardan söz etmek anlamsız kaçar.
Böyle bir “durum” mu var?
“(Obama) Özellikle şerefli bir dış politika yürütmüyor, ama tümüyle bencil ABD perspektifinden bakıldığında, benim düşündüğümden daha etkili olabilir.”
Stephen Walt, Harvard Üniversitesi’nin itibarlı Kennedy School of Government’ının dekanı ve ayrıca Uluslararası İlişkiler dalında kürsü sahibi olan çok tanınmış bir akademisyen (profesör). Dünya çapındaki şöhreti, Chicago Üniversitesi profesörü, meslektaşı John Mearsheimer ile 2007’de ortaklaşa kaleme aldıkları “Israel Lobby and U.S. Foreign Policy” (İsrail Lobisi ve ABD Dış Politikası) adlı kitaptan geliyor.
Walt ve Mearsheimer, ABD dış politikası üzerindeki İsrail lobi etkisini, eleştirel bir dille, önce makaleleştirerek, ardından kitaplaştırarak, hem Amerika’da bir “tabu”yu yıkmışlar, hem de dünya çapında ün sahibi olmuşlardı.
Obama’nın dış politikasını yerden yere vurmak, ABD’de özellikle sağcı Cumhuriyetçi çevrelerde pek geçerli. Stephen Walt onlardan biri değil. Ama, uluslararası ilişkiler ve dış politika alanında “neo-realist” akımın önde gelen bir temsilcisi olarak, Obama’yı ağır eleştirilerinden sakınmamıştı.
Oysa, FP yazısında, Obama’nın dış politikasını “reelpolitik ölçüler” içinde analiz ediyor ve “doğru” bir politika izlediği hükmüne varıyor.
Obama dış politikasına ilişkin uzun zamandır sahip olduğu değerlendirmenin büyük ölçüde “doğrulanmış” olduğunu, Stephen Walt’ın kaleminden okumaktan, itiraf edeyim, memnun oldum.
Walt, kendi kalibresindeki bir düşünce adamından beklenebilecek “entelektüel dürüstlük” ile kendi kendisine şu soruları sorduğunu açıklıyor:
“Obama, benim düşündüğümden daha kurnaz ve daha acımasız olabilir mi? Bu mümkün mü? Birçok dış politika kararından hayal kırıklığına uğramıştım ama onu azımsamış olabilir miyim? Kararsız ya da şahin danışmanlar tarafından etkilenmek bir yana, benden daha da realist biri olabilir mi?”
9 Ağustos’ta propaganda yasağına dakikalar kala, İstanbul sokaklarında kendisi için AKP’lilerce “dünya lideri” anonsları yapılıyordu.
“Taç giyme töreni”ne daha bir hafta kadar bir süre var ama, Türkiye’nin “Batılı müttefikleri”nde “dünya lideri”ne ne bir “hayranlık” ne de –daha önemlisi- “saygı” göze çarpıyor.
Daha da kötüsü, Türkiye’nin en önemli üç Batılı “müttefiki”nden, öncelikle ABD ve ardından İngiltere ve son olarak da AB’nin en güçlü ve artık herkes tarafından kabul gördüğü haliyle “lider” ülkesi Almanya’dan şaşırtıcı ölçüde “olumsuz” ve “uyarıcı” sinyaller geliyor.
Dünyanın ve kendi ülkelerinin bunca sorunu gündemde iken, Washington Post’un, New York Times’ın ve İngiltere’te The Guardian’ın başyazılarının Tayyip Erdoğan’a ağır eleştirilerle yüklü içeriklere ayrılması, Almanya’nın Türkiye’nin “kabul edilemez” bulduğu “espiyonaj skandalı”na karşı gayet umursamaz bir görüntü sergilemesi, hem tuhaf, ve hem de hiç hayra alamet değil.
Washington Post’ta 15 Ağustos tarihli, “Yazı Kurulu”nun kaleme aldığı 15 Ağustos başyazıyı, “Yeni Türkiye mi? Türkiye Otokrat Erdoğan’dan Kurtarılmalıdır” anlamındaki bir başlıkla gördüğümde gerçekten çok şaşırdım. “Amerikan Başkanlarının kahvaltı masalarında güne başladıkları gazete” olarak ün yapmış olan Washington Post’un Türkiye’ye hem de başyazı ayırması pek raslanan bir olay değildi.
Bu bir yana, Tayyip Erdoğan’ın ilk kez halk oyu ile cumhurbaşkanı seçilmesinden beş gün sonra, öyle “olumsuz” bir başlıkla kaleme alınmış olması, Washington siyasi mahfillerinde yankı yapan bir gazete için dikkate değer bir “tavır alış” idi.
WP başyazısı, “NATO ittifakının bir üyesi bir ülke olarak Türkiye, son on yıllarda ciddi mesafe aldı. Bölgenin başka yerlerindeki birtakım aşırılıklardan uzak duran laik Müslüman ülke olarak, Türkiye, Ortadoğu ve Avrupa'da önemli rol oynayabilir ve oynamalıdır. Ancak böyle bir emel, Erdoğan'ın dengesiz ve rahatsız edici davranışları sebebiyle kötü bir şekilde yere düştü” paragrafıyla başlıyor.
Ve dikkat; tam Obama’nın Irak topraklarında İD’e (eski IŞİD) karşı Kürtlere ve yeniden toparlamaya çalıştığı Bağdat hükümetine etkili hava desteği verdiği bir sırada, başyazıda şu satırlar: