Dünyadaki yüzmilyonlarca insan gibi, benim için de bundan daha önemli hiçbir olay yok bugün.
Türkiye’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kimin ne dediğinin, hangi adayın ne söylediğinin, bugün için –belki de “bugüne özgü” değildir- ilginç bir yanı göze çarpmıyor.
Tekrarlar tekrarlar… Oysa her Dünya Kupası finali tektir ve özgündür. Her biri tarihte unutulmaz biçimde yer alır.
Rio de Janeiro’nun efsanevi Maracana Stadı, daha önce bir kez dehe unutulmaz bir Dünya Kupası finali görmüştü. 1950 yılında.
Unutulmaz idi, çünkü tüm dünya, Brezilya’da yapılan ve savaş sonrasının (İkinci Dünya Savaşı) ilk dünya kupasında, Brezilya’nın şampiyonluğu bekleniyordu (2014’te olduğu gibi). Ama, 1-0 önce geçmesine rağmen ve o gün bugündür kırılamamış olan rekor seyirci önünde (200 bin) Brezilya, Uruguay karşısında 2-1 kaybetmişti.
Maracana, ikinci kez bir “Brezilya felaketi” yaşamayacak, çünkü stadın çimlerine, Brezilyalıların görmeye tahammül edemeyecekleri, Güney Amerika’daki baş rakipleri Arjantin ile onlara “Belo Horizonte katliamı”nı yaşatmış olan Almanya çıkıyor. Almanya malûm Brezilya’yı yarı-finalde eledi ve “ikinci bir Maracana faciası” ihtimalini Brezilyalılar için oradan kaldırmış oldu.
ALMANYA MI, ARJANTİN Mİ?
Bazı meslektaşlarımızın hangi cumhurbaşkanı adayına oy vereceklerini haftalar öncesinden açıklamış olmaları gibi, ben de, Dünya Kupası şampiyonluğu için gönlümden geçen takımı geçen hafta ilân etmiştim: Almanya.
Soğuk Savaş sonrasının “yükselen pazarları” ve “gelişmekte olan ülkeleri” kategorisinde adı Türkiye ile birlikte anılan 200 milyonluk dev Brezilya için, ev sahipliği yaptığı Dünya Kupası’nda alınan 7-1’lik yenilginin de bir “ulusal travma” olduğunu düşünen çok sayıda insan var.
Salı gecesi Belo Horizonte şehrindeki stadda 60 bin seyirci ama dünyada en az yüzmilyonlarca –eğer milyarlarla ifade edilmeyecekse- bir çift göz önünde gerçekleşmiş olan futbol hezimeti için Brezilya’da kestirmeden “katliam” ifadesi kullanılıyor.
Bunun Brezilya’ya etkisi ne olacak? Özellikle Ekim ayında yapılacak olan seçimlerde, ülkede yüzde 51’lik bir desteğe sahip olan kadın devlet başkanı Dilma Rousseff’in iktidarına mal olacak mı?
CNN’nin yıldız gazetecisi Christiane Amanpour, Dlima Roussef ile on dakika süren bir röportaj yaptı ve ilk beş dakikası tümüyle futbol ve “Belo Horizonte katliamı”nın sonuçlarına dairdi.
Dilma Roussef geçen yıl, Gezi’den etkilenerek Dünya Kupası stadyumları için harcanan akıl almaz paralara karşı ayaklanan Brezilya halkının isyanına ilişkin, Tayyip Erdoğan’ın Gezi’ye tepkisinden 180 derece farklı, medeni bir tavır ortaya koymuştu. İsimleri sık sık birlikte anılan Brezilya ile Türkiye arasındaki yönetim farkı, ilkinin lehine olarak geçen yaz ortaya çıkmıştı.
Dilma Roussef, gelinen noktayı bir “ulusal travma” olarak yorumlamıyor hatta onca para harcanarak inşa edilmiş stadların Dünya Kupası sonrasında doldurulabilmesi ve Brezilya futbolunun kendine gelmesi için, “Brezilyalı futbolcu ihracatı”nın durdurulması gerektiğini söylüyor. “En iyi oyuncularımızı ihraç ederek bir yere varamayız” diyor.
Gelgelelim, bu kez doğru teşhiste bulunduğu şüpheli. Keşke Amanpour ile konuşmadan önce “Dibe Vuran Ev Sahipleri Alman Devrimi’ni Taklit Etmelidir” başlıklı yazıda sözü edilen “sekiz dersi” okumuş olsaydı.
Yazı, Almanya’nın bugünlere 2004 Avrupa Şampiyonası’nı tek bir galibiyet alamadan ve gruptan çıkamadan elenmesi üzerine
“Enternasyonalist” bakış açısı ya da duygu dünyası, “Dünya Kupası” ile oluşur. “Dünya Kupası”nda dikkat edin “nasyonalizm”e yani “milliyetçiliğe” yer yoktur. Uluslararası ilişkilerin en barışçıl rekabet alanıdır “Dünya Kupası.” Milliyetçiliğe yer bırakmadığı gibi, kendi ülkesi dışındaki ülkeleri de tanıma dürtüsünün ve giderek farklı ve üstelik tanımadığı insanları sevme eğiliminin gelişmesinde de, bilinçaltları kurcalandığı takdirde, “Dünya Kupası”nın, önemli bir rolü vardır.
Bu dünyayı, geçen yüzyılda, 1950’lerde farketmeye başlamış olan benim kuşağımın insanları Alfredo Di Stefano’yu bilirler ve hayranlık duyarlardı. Brezilya’daki Dünya Kupası’nın sonlarına yaklaşıldığı sırada, Madrid’den bir haber geldi: Alfredo Di Stefano, kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırılmıştı. Ardından da kötü haberin gelmesi gecikmedi: Alfredo Di Stefano, 88 yaşında hayatını kaybetmişti.
Real Madrid’i Real Madrid yapan bir numaralı isimdi herhalde Arjantinli Alfredo Di Stefano. Bugünkü Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin öncülü olan Şampiyon Kulüpler turnuvası başlangıcından itibaren beş yıl üstüste, 1955-1960 yılları arasında Real Madrid tarafından kazanılmıştı ve o Real Madrid’in süperstarı, ne 1956 Macaristan ayaklanmasından sonra, İspanya’ya kaçmış olan Albay ve efsanevi futbolcu Ferenc Puskas, ne göz kamaştırıcı takımın yıldız solaçığı Francisco Gento, ne 1958 Dünya Kupası’nın yıldızlarından Fransız Milli Takımı’nın kaptanı Raymond Kopa idi.
O, sadece Alfredo Di Stefano idi. Real Madrid’in Arjantinli kaptanı. Gol makinası. Starların üzerindeki star; süperstar... Tüm yıldızların üzerine çıkan bir güneş gibiydi. Küçük yaşta dünyaya açılan gözlerimizde ilk gördüklerimizden biriydi. Dünyaya onun ve onun gibileri üzerinden ilgi duyduk. Kendimiz gibi olmayanların beğenileceğini biraz da ondan öğrendik.
Bazı futbolseverlere göre, Di Stefano, Pelé ve Maradona’dan daha büyük bir futbolcu, “tüm zamanların en büyük futbolcusu” idi. Futbol ile ilgisi yeni yeni kurulan bir ülkenin, ABD’nin önemli siyasi dergilerinden The New Republic’in ona sayfalarını ayırması çok ilgimi çekti. Şöyle yazıyordu:
“Alfredo Di Stefano Dünya Kupası’na tek bir maça bile çıkmadı. Ülkesi Arjantin, kural ihlalleri nedeniyle cezalandırılmış ve Kupa dışında bırakılmıştı ve İspanya (milli takım) için oynayabilecek iken, bu seferde ya sakatlanmış veya İspanya, Dünya Kupası’na katılma hakkı elde edememişti. Önemi yok. Sarışın, saçları dökülen, hiç atletik görünmeyen, ama müthiş süratli, hiçbir çaba göstermeksizin dengeli ve gole Arjen Robben kadar aç bir oyuncu olarak, uluslararası kulüp futbolunun şafağında hayati önemde bir şahsiyetti...”
Ne güzel ifadeler... Ve, şöyle noktalanmış yazı:
“Diğer takımlarda da oynadı ama onbir yılı Real Madrid’de geçti; Real Madrid formasıyla 282 maça çıktı, 216 gol attı. Sahayı boydan boya dolaşan ve maçların sonuçlarını belirleyebilecek Pele, Law, Best, Beckenbauer, Cruyff, Garrincha, Maradona ve benzerleri gibi uluslararası çaptaki oyuncuların ilkiydi. Bu oyunun ilk gerçek dünya ölçeğindeki yıldızıydı ve onu seyretmiş olanlar için (Alex Ferguson o ’60 Finali’nde çocuktu) o halâ tüm-zamanların en iyilerinin takımında yerini alır.”
Berlin’de beni havaalanına götüren şoförüm İran Azerisi çıktı. Urumiyeli. “Batı Azerbaycan vilayeti”nin merkezi. Bir süre Ankara’da da yaşamış, 41 yıldır Berlin’de, Almanya vatandaşı. Şah döneminde terketmiş ülkesini. İslam Devrimi’nden sonra geri dönmüş, tekrar çıkmış. “Fanatiklik kötü şey. Bunlar Şah’tan da beter çıktılar” diyor.
Sohbet ister istemez, Türkiye’ye kayıyor. “Bizimkine ne diyorsun?” diye soruyorum. “Kim?” diye sorgulamamı beklemeden ve duraksamadan cevabı yapıştırıyor: “Sizinki İkinci Atatürk olmak istiyor. Tarihe onun gibi geçmek istiyor…”
Diyorum ki, “Tam da bugünlerde okuduğum bazı yazılara, Türkiye’de bazı çevrelerin hakkındaki iddialarına bakılırsa, Atatürk’ten ziyade ‘sultan’ olmak istiyor sanki…”
Gülüyor, “Her ikisini birden istiyor: Hem ikinci Atatürk olmak istiyor; hem de sultan. Böyle bir şey olabilir mi hiç diyeceksin ama, sizinki öyle. İkisini birden olmak istiyor…”
Geçen hafta uçağa binerken elime aldığım Financial Times gazetesinde (3 Temmuz) kocaman bir tam sayfa yazı. Üzerinde, Tayyip Erdoğan’ın büyük bir fotoğrafı ve en iri puntolarla yazı başlığı “Grand Ambition”; “Büyük İhtiras” diye de çevrilebilir, nasıl bir amaç olduğundan yola çıkarak, “Yüce İhtiras” olarak da. Bugüne dek, dış basında yapılmış en kapsamlı ve başarılı Tayyip Erdoğan değerlendirmelerinden biri.
Aradan çok kısa zaman geçtikten sonra, Financial Times, önceki gün bir de başmakale yayımladı. Başlığı “Erdogan’s Ambition and Turkey’s Future” idi. Yani, “Erdoğan’ın İhtirası ve Türkiye’nin Geleceği.” FT’ye önem veren uluslararası siyasi karar vericilerin birçoğu bugünlerde, Tayyip Erdoğan’ın ihtirası ve onun cumhurbaşkanlığında Türkiye’de nelerin olabileceği ya da olmayacağını, etkili yayın organının kılavuzluğunda izliyorlar.
Başyazı, Erdoğan’ın hakkını vererek başlıyor:
“Son on yıl boyunca, Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, ülkesine sağladığı siyasi ve ekonomik dönüşümden ötürü selâmlandı.Kökleri ‘ılımlı İslamcılık’ta olan AK Parti’nin 2002’de iktidara gelmesiyle, Türkiye istikrarsız koalisyon hükümetlerinin ardından görece siyasi sükûnet yaşadı. Ekonomi dolar bazında üç misli büyüdü. Bununla birlikte Erdoğan ülkesinin cumhurbaşkanının ilk kez doğrudan seçileceği seçimlere hazırlanırken, Türkiye siyasi çalkantı içinde: Ekonomi zayıflıyor ve oluşturmuş olduğu uluslararası imaj bozuldu.”
Hatta, galiba, belli ölçülerde kişiliğini de etkilerler. Benim için Dünya Kupası böyledir.
Dünya Kupası, hayatımın her döneminde, dünyanın herhangi bir yerinde benimle birlikte oldu. Ben de onunla.
İlk hatırladığım –o da hayal meyal- İsviçre’de oynanan1954 Dünya Kupası idi. Finali Batı Almanya’nın Macaristan’a karşı kazandığını küçücük yaşımda dünyanın sanki en önemli olayı imiş gibi kaydetmiştim.
Fritz Walter ve Rahn gibi Almanlar’ın yıldız isimleri, tıpkı Macarların Puskas’ı, Kocsis’i, Czibor’u, Bozsik’i gibi belleğime girmişti.
O sıralarda Ankara’ya gelmiş olan Medrano Sirki’nin en ilgi çeken gösterilerinden biri köpeklerden oluşan ve Batı Almanya ile Macaristan arasında balonlarla maç yapan iki takımın gösterisi idi. Gösteri, Almanya tarafının 3-2’lik galibiyeti ile sonuçlanıyordu.
Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı ile ilişkisini, savaştan dokuz yıl sonra Dünya Kupası’nı kazanmasının, “yeniden ulusal uyanış”a işaret ettiğini, tabii ki o vakitler hem bilmiyordum, hem de anlamamıştım.
1958 Dünya Kupası’nı gayet net hatırlıyorum. İsveç’teki 1958 Dünya Kupası ile birlikte Pele’yi de. 17 yaşındaki çocuk sayılabilecek yaşta bir futbolcunun, yedekten takıma girip, akrobatik goller ile Brezilya’yı yarı finale, daha sonra finalde İsveç karşısında şampiyonluğa taşıdığını neredeyse maç maç hâlâ hatırlıyorum.
Dünyanın en önemli ve etkili birkaç dergisinden biridir. Siyasi ve ekonomik karar vericilerin önemli bir bölümü okur. Böyle ve üstelik derin bir yayın geleneği ve tecrübesi üzerine oturmuş olan bir derginin konu seçimi, konu öncelikleri de haliyle ince elenip sık dokunarak yapılır.
The Economist’in son sayısında “Turkey and the Kurds” (Türkiye ve Kürtler) üst başlığının altında “Dreams of Kurdistan” (Kürdistan Rüyaları) başlığını görünce, iç gündemin ıvır zıvırına esir düşmediğimi farkettiğim için de ayrıca memnun oldum.
Ivır zıvırı değil ama iç gündem demişken, küçümsemeye de gelmez. Günlük hayatımızı ve yakın geleceğimizi etkiliyor. Bu bakımdan hafta içinde Oya Baydar’ın Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerine T24’te yazdığı “Ben cumhurbaşkanı adayımı buldum, darısı başınıza” başlıklı yazısını not etmiştim:
“Bu satırları yazarken bir yandan da ekranda cumhurbaşkanı adaylarından birinin cülus töreninin kostümlü provasını izliyorum. Her şey tam beklediğim gibi; kişi kültü, abartılı tezahürat, hesaplı protokol, biraz gözyaşı, bolca kof hamaset, her zaman iş yapan vatan millet edebiyatı, ve de özenle planlanmış müminlik gösterisi: Hak’ka niyaz, dua fasılları... Zaplıyorum: Dolaştığım bütün kanallar canlı yayında.”
(İç gündemin ıvır zıvırı da diye kastettiğime örnek, Oya Baydar’ın değindiği bu husus. Başbakan’ın her konuşmasını –ki, konuşmasının yüzde 90’ı temcit pilavı gibi tekrarlanmış cümle kalıpları- bütün haber kanallarının sözbirliği etmişcesine her seferinde baştan sona canlı yayınlamaları hali…)
Oya Baydar, tümüyle paylaştığım duygular ile şöyle devam etmişti:
“Bu şov beni fazla ilgilendirmiyor. Ters köşe, düz duvar, falan diyerek bir süredir yaratılmaya çalışılan heyecan atmosferi aslında oyundan ibaretti. Tayyip Erdoğan’ın adaylığı sürpriz değildi, aylardır salonlarda, meydanlarda anlayanın anlayacağı biçimde kendisi tarafından dile getiriliyordu. Hayranları, kurmayları, yalakaları da, seçimi ilk turda yüzde 50’nin çok üzerinde oyla kazanacağı propagandasına çoktan başlamışlardı.”
Ona göre, bunun başlıca iki gerekçesi var:
1-Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Kürtler’in desteğine duyduğu mecburiyet;
2-Kürtler’in bölgede “kingmaker” yani bir tür “belirleyici güç” olarak sahneye çıkmış olması.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “provası” olarak kabul gören 30 Mart yerel seçimlerinde Erdoğan’ın yüzde 43 oy elde etmesine karşılık, muhalefetin (CHP+MHP) oy toplamının yüzde 44 olduğuna değiniyor. Aradaki açığın “Kürt siyasi hareketi”nin (bunu, bu sözcüklerle belirtmiyor, ima ediyor) oy potansiyeli ile kapatılması gerektiği üzerinde duruyor.
“Erdoğan ile ana muhalefet arasındaki eşit bölünmenin, Türkiye Kürtleri’nin belirleyici güç (kingmakers) olacağı anlamına geliyor. Onlar (Kürtler) için Erdoğan’ın otoriterleşmesi kaygıları, Irak’ta bir bağımsız Kürt devletini sağlama almaktan ve Türkiye’de kendileri için daha iyi bir çözüm elde etmekten sonra geliyor. Erdoğan, her ikisini de sağlayacak adamın kendisi olduğunu bildiriyor.”
Bu noktada devreye, “Barzani faktörü” giriyor. Türkiye’nin
artık bir bağımsız Kürt devletine eskisi kadar asabi olmadığının gerekçelerini öne süren ve burada Hüseyin Çelik’in FT demecine gönderme yapan yorumcu, “Irak Kürdistanı’nın Türkiye’ye artan ekonomik bağımlılığının Ankara’da (bağımsız Kürt devletine) direnişi dağıttığı”nı ileri sürdükten sonra, “Barzani de Erdoğan için Öcalan ve militan Kürt İşçi Partisi (PKK) ile konuşmalarında yararlı bir müttefik olduğunu gösterebilir” görüşüne yer veriyor.
Marc Champion, Irak Kürdistanı’ndan henüz dönmüş olan Stephen Cook’un kendisine şu “tespiti” yapmış olduğunu aktarıyor: “Barzani, Erdoğan’ı Türkiye’nin kralı ve Erdoğan, Barzani’yi Kürdistan’ın kralı yapabilir. Bu, Irak’ın parçalanması için güçlü bir lobi.”
Çoktandır bağlantımız kesikti. Kansere yakalandığını duymuştum ve Amerika’nın en kuzeydoğusundaki Maine eyaletinde, büyük aşkı New York şehrinden ve gözlerden ırak bir yerde kendisini kaybettirdiğini biliyordum.
İki hafta kadar önce, 13 Haziran tarihli Wall Street Journal’de yer alan “The Men Who Sealed Iraq’s Disaster With a Handshake” (Irak’ın Felaketini Bir Tokalaşma ile Mühürleyen İnsanlar) başlıklı ve Obama ile Maliki’ye ağır eleştiri yüklü makalesini, sadık asistanı Megan Ring gönderdi. “Fouad, bu makalesini görmeni istiyor” diye yazıyordu.
Hep öyle yapardı. Herhangi bir makalesini yayımlanmadan önce Megan üzerinden gönderirdi.
Çok sevindim. Fouad’ın dünyayı keskin bakışlarıyla izliyor ve yazıyor olabilmesinden ve bir de irtibatımızın tekrar kurulmuş olmasından ötürü.
Geri yazdım. Çok geçmeden, 20 Haziran günü eşi Michelle’den Fouad’ın “çok hasta” olduğu, onun en yakın dostlarının durumu bilmesi gerektiğini ve bu “bilgi”yi “gizli tutmam” ricasıyla bir mesaj daha aldım.
Uzun süre gizli tutmam gerekmedi. 22 Haziran günü, yani tam bir hafta önce Fouad Ajami’nin, sonsuzluğa göçtüğü haberini bütün dünya öğrendi. Dünyanın en önemli yayın organlarında hakkında uzun yazılar yayımlandı.
Fouad Ajami, ismi çevresinde büyük tartışmalara yol açmış, düşmanlarının sayısı dostlarının kat be kat üzerinde bir adamdı. Bununla birlikte, hakkında en ağır, en acımasız yazıyı yayımlamış olan solcu Amerikan dergisi The Nation onu, “kendi kuşağının ABD’de siyasi etkisi en kuvvetli Arap entelektüeli” olarak tanımlamıştı.
20. Yüzyıl ve 21. Yüzyıl’ın ilk yarısının Ortadoğu’sunu ve daha spesifik olarak Arap dünyasını anlamak isteyen herkese, herkesten farklı bir pusula göstererek anlatan Fouad Ajami idi. Eşsiz kitaplar bıraktı ardında.