Paylaş
Yani, bu isimler, 2014 Mart başında Süleymaniye’de “mezhep çatışması” ve “bölgenin geleceği” konusunda ne söylediğime dair, “tanık” gösterebileceğim kişiler arasındalar…
Konuşmamın temel tezi, 17. Yüzyıl Avrupa’sının Westphalia sistemi ile son bulmuş “Otuz Yıl Savaşları” analojisine dayanıyordu. Özet olarak söylediğim, Avrupa’da yaklaşık 400 yıl önce “Otuz Yıl Savaşları” adıyla yaşanmış olan “mezheplerarası savaş”ın bir benzerini, “Küresel çağda bugünün Ortadoğu’sunda yaşamaktayız. Taraflar, güçlerini tüketene ve yorulana kadar, yani belirli bir yeni denge üzerinde yer alana kadar, bu çatışma devam edecektir ve bu, hayli uzun bir süre cereyan edeceğe, maalesef çok kan döküleceğe ve yıkımlar yaşanacağa benzemektedir. Ortadoğu’nun yakın hatta orta vâdeli geleceği, süreklilik kazanacak bir istikrarsızlık gösteriyor. “
Yaklaşık üç ay sonra, bir başka uluslararası toplantıda “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın yeni mimarisi” başlıklı bir panelde, aynı analojiyi tekrarladım. Ortadoğu’nun önünün uzun süre, “derin ve yaygın istikrarsızlık” olacağını, ya sınırların değişeceğini veya sınırlar kağıt üzerinde aynı kalsa bile, ülkelerin içinden parçalı yapılar haline geleceğini söyledim.
Panelin moderatörü, Irak’ta 2007’de mimarı olduğu ve yürürlüğe koyduğu “Surge Strategy” ile görece olarak son dönemlerde en istikrarlı dönemlerinden birini yaşatmayı başarmış olan (e) General David Petraeus idi. “Sizin böyle bir sonucu duyuyor olmanız can sıkıcı olabilir” diye de ona takıldım. O da, “Çok iç ferahlatıcı bir tablo sundunuz” diye ironik bir tepki verdi.
Önceki gün, TÜSİAD’ın “Ortadoğu’daki gelişmeler” konusunda düzenlediği, son dönemlerde Türkiye’de katıldığım en düzeyli ve en zihin açısı toplantıda da, aynı analojiyi bir kez daha dile getirdim.
Bir öğretim üyesi, bu analojiye katılmadığını, “Ortadoğu’daki ‘Otuz Yıl Savaşları’nın Osmanlı Türkiye’si ile Safevi İran’ı arasında Avrupa’daki ile eş zamanlı yaşanmış olduğunu” söyledi ve “Nitekim, Kasr-ı Şirin Anlaşması, 1639 tarihlidir” diye hatırlattı. Malûm, Avrupa’daki “Otuz Yıl Savaşları” da 1618-1648 arasındadır. Yeni bir uluslararası düzen kuran, “ulusal egemenlik” kavramını yerleştiren Westphalia Barışı’nın tarihi 1648’dir.
İlginç, üzerinde durulmaya değer bir bakış açısı ve değerlendirmeydi. Üzerinde epey düşündüm. Ama zaten, 1639’da Kasr-ı Şirin ile nihayet bulan Osmanlı-Safevi çatışması veya bir başka deyimle Ortadoğu’daki “Sünni-Şii savaşı”nın, o tarihte cereyan etmiş olmasının, bugün tekrarlanmayacağı anlamına illa da gelmeyeceği konusunda da mutabık kaldık.
Bu kadar uzun bir “girizgâh”, Ortadoğu’daki mevcut duruma ilişkin Avrupa’nın “Otuz Yıl Savaşları” analojisi ve yakın-orta vâdeli geleceğin “istikrarsızlık” olacağının “patent hakkı”nı talep etmeye hakkım olduğunu belirtmek içindir.
Şaka bir yana, dün, ABD’nin çok önemli iki stratejik beyninin iki yazısını okudum. İlki, Dış İlişkiler Konseyi (CFR – Council on Foreign Relations) Başkanı Richard Haass’a ait. Ortadoğu’yu mezheplerin “dini mücadelesi ile enkaza dönmüş bölge” olarak tanımlayan Haass’ın “Yeni Otuz Yıl Savaşları” başlıklı yazısından bölümler:
“Çatışmalar ülkelerin içinde ve devletler arasında cereyan ediyor; iç savaşlar ve vekalet usûlü yürütülen savaşları birbirinden ayırdedebilmek imkânızlaşıyor. Hükümetler kontrolü sık sık daha sınırlarının içinde ya da ötesinde hareket eden küçük gruplara –milisler ve benzerleri- terkediyorlar. Hayat kaybı felâket ölçüsünde ve milyonlarca insan evsiz barksız kalmış vaziyette.
Ortadoğu’da değişim 2011 yılında, aşağılanan bir Tunuslu seyyar satıcının protesto amacıyla kendisini ateşe vermesiyle alev aldı; birkaç hafta içinde bölge tutuşmuştu. Onyedinci yüzyıl Avrupa’sında Bohemyalı Protestanların Katolik Habsburg İmparatoru Ferdinand II’ye karşı başlattığı yerel dini bir ayaklanma, o dönemin büyük yangınını tetiklemişti.
Protestanlar ve Katolikler, destek için, bir gün Almanya olacak topraklardaki dindaşlarına yüzlerine dönmüşlerdi. İspanya, Fransa, İsveç ve Avusturya gibi dönemin belli başlı güçleri, çatışmanın içine çekildiler. Sonuç, Yirminci Yüzyıl’daki iki dünya savaşına kadar, Avrupa tarihinin en şiddetli ve yıkıcı dönemi olan Otuz Yıl Savaşları oldu.
Avrupa’da 1618-1648 olayları ile Ortadoğu’da 2011-2014’te olan-bitenler arasında alenî farklılık elbette ki var. Ama, benzerliklerde çok ve göz açıcı nitelikte. ‘Arap Baharı’nın şafağından üç buçuk yıl sonra, uzun, büyük maliyetli ve ölümcül bir mücadelenin ilk dönemine tanık olduğumuz ihtimali hayli yüksek. Zaten işler çok kötü ve daha da kötü olabilir…
Bölgenin gidiş yönü kaygı verici: zayıf devletler topraklarına hakim olamıyor; az sayıdaki güçlü devletler üstünlük mücadelesinde; milisler ve terörist gruplar daha büyük etki elde ediyorlar; ve sınırlar siliniyor. Yerel siyasi kültür demokrasiyi çoğunlukçulukla karıştırıyor ve seçimler iktidarı paylaşmak için değil sağlamlaştırmak için araçlar olarak kullanılıyorlar.”
Bu son cümle, doğrudan doğruya şu dönemin Türkiye’sini son derece doğru biçimde tanımlıyor.
Sözünü ettiğim ikinci yazı, ünlü Zbigniew Brzezinski ile “dünya ahvali” üzerinde Foreign Policy’de yayınlanmış bir mülakat. Mülakatı yapan FP Grubu’nun CEO’s David Rothkopf. Yayımlanan mülakata atılan başlık çok çarpıcı: “Görülmemiş bir İstikrarsızlık Zamanı”!
David Rothkopf, “Bunun nedenleri üzerinde konuşalım” diye giriyor söze “Bunlar niçin şu dönemde oluyor? Bu dönemi farklı yapan nedir? Ortadoğu’da, bu konuda Sykes-Picot döneminin sona erdiği tartışması var—bu arada dış güçler nüfuz alanlarını genişletmek istemiyorlar ve mahalli güçler de ülkelerinde tabandan harekete geçen unsurları durduramıyorlar.”
Ve, dönemimizde ortaya çıkan “görülmemiş istikrarsızlığın” sorumlularının nerede, kimlerde aranacağını sorguluyor.
86 yaşına gelmiş ama zihin melekeleri dipdiri gözüken Zbigniew Brzezinski, cevabına, “Ortadoğu’da olup bitenlerle, birkaç yüzyıl önce Avrupa’da Otuz Yıl Savaşlarında olmuş olanlar arasında paralellikler görüyorum” diye başlıyor. “Yani, siyasi eylemin temel dürtüsü olarak dini kimlik tanımının müthiş yıkıcı sonuçlar vererek yükselmesi…”
Benim, “bugünün Ortadoğu’su” ile “Avrupa’nın Otuz Yıl Savaşları” analojisine dair “patent hakkı” talebim işin şaka yanı ama bütün bu aktardıklarımda, özellikle bugünün ve yarının muhtemel Türkiye’si için çok önemli ipuçlarını yakalayabilirsiniz.
Ayrıca, uzun süredir, Türkiye’nin geleceğine ilişkin duyduğum ve uzun süredir dillendirmeye çalıştığım kaygının nedenlerini de yukarıdaki satırların aralarında bulabilirsiniz.
Paylaş