1 Mayıs 2007
ŞİMDİYE kadar AKP’yi destekleyen arkadaşlar pozisyon değiştirdiler ve "İrticaya da hayır, darbeye de hayır" demeye başladılar. Peki; beş yıldır laik cumhuriyetin altı oyulurken, işin "İrticaya hayır" kısmı akıllarına geldi mi?
Ne gezer...
Tayyip Erdoğan’ın eteğine yapışıp tüm dinci kadrolaşmalara, tüm dinci eğitim tuzaklarına, tüm dinci yapılaşmalara, tüm dinci uygulamalara göz yummadılar mı?
Yumdular...
Türkiye’nin nereye doğru sürüklendiğini görüp, uyarıda bulunanlara kızıp susturmak istediler mi?..
İstediler...
O zaman şimdi "İrticaya da hayır..." bölümü ne oluyor?..
*
Çünkü insanoğlu bir anda dönemiyor.
Böyle durumlarda "İrticaya da hayır, darbeye de hayır" diyerek ortada bir pozisyon almak en iyisi.
Sonra...
Sonra duruma göre; "Darbeye hayır" kısmını atıp "irticaya hayır"la işi götürmek de olası... "İrticaya hayır..." kısmını atıp "Darbeye hayır" kısmı ile devam etmek de olası.
Duruma göre...
Şimdilik bu pozisyon iyi:
"İrticaya da hayır, darbeye de hayır..."
*
Bu ulus ikiyüzlülükten, kaypaklıktan çok çekti.
Askerler muhtıra veriyorlarsa ve darbe tehlikesi varsa, bunun tek sebebi güçlü ve egemen sivillerin ikiyüzlü ve kaypak pozisyonlarıdır.
Eğer egemen ve güçlü olanlar, kendi çıkarları için, iktidarın eteğine yapışıp devletin için için kemirildiğine göz yummasalardı... Tepkilerini dürüstçe ve mertçe ilk günden bu yana ortaya koysalardı...
Bugün Türkiye "muhtıraları" ya da "darbeleri" tartışıyor olmayacaktı.
Ama yapmadılar...
Türkiye; adım adım, sinsi sinsi "dinci devlete" dönüştürülürken, güçlü ve egemenler, kendi çıkarları uğruna tüm olanları görmezlikten geldiler.
Görenleri "hiç" saydılar.
Şimdi görmek ve dönmek zorundalar.
Ama fazla da belli etmeden...
Usul usul...
Pozisyon şimdilik böyle:
"İrticaya da hayır, darbeye de hayır..."
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2007
AJANS haberine göre; malum dinci gazete bir deve hazırladı, Ahmet Necdet Sezer Çankaya’dan indiği gün kesmek üzere. Deveyi süslediler.
Deve de sanıyor ki iyi bir şey olacak.
Ama Abdullah Gül yukarı çıkıp da Sezer oradan ayrıldığı an, yatırıp kesecekler deveyi.
Deve her şeyden habersiz.
Arkadaşlarda bu alışkanlık vardır, uçak uçsun diye deve kestikleri gibi, şimdi de Abdullah Gül yukarı uçsun diye deveye gereksinim duyuyorlar.
Deve süslü süslü oturuyor.
Kuyruğunu sallamakta.
*
Yani cuma akşamı Genelkurmay’ın "muhtırası" deveyi yakından ilgilendiriyor.
Elbette demokrasimiz, rejimimiz, AKP iktidarı, dini siyasete alet edenler ile de ilgili ama deve ile de ilgili.
"Muhtıranın" özünde bir anlayış farklılığı yatıyor.
Çağdaş-uygar bir yaşam biçimine ulaşmak isteyenler, ilkel ortaçağ yaşam biçimine dönmek isteyenlere engel olmak istiyorlar.
"Muhtıranın" özü bu...
Şimdi "Pekiiii... Deveyi bu rejimsel olayın neresine sokacaksın?" diyeceksiniz.
Deve tam ortada bir yerde.
Laik sistem kaybedip de Çankaya dinci sistemin eline geçtiğinde, deve gidiyor.
Ama o süslendikçe sanıyor ki iyi olacak.
*
"Muhtıranın" görünen yanı; asker Çankaya’yı asla ve asla dincilere bırakmayacak.
Çünkü orayı Atatürk’ün makamı ve Başkomutanlık sayıyor...
Aksini ise Atatürkçülüğe ihanet kabul ediyorlar.
Beş yıla yakın AKP iktidarına seslerini çıkartmayıp, sıra Çankaya seçimlerine gelince "muhtıra" vermeleri bu yüzden.
Dönüyorum deveye:
Süslenince sandı ki bu iyi bir şey.
Ama Abdullah Gül cumhurbaşkanı olup da Çankaya dincilere geçtiği an deve gidiyordu.
"Muhtıra" tam bu sıraya denk gelmekte.
Literatüründe "Beni bu eşeklerin peşinde gitmek öldürür" gibi bir özeleştiri olan deve yine kurtuldu sayılır.
Ve kuyruğunu sallamakta...
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2007
DEMOKRASİYİ ancak biz böyle "maskara" yapabilirdik. Tıpkı çamaşır makinesinden "yayık" yaptığımız gibi... Ya da faizciliği "yatırım", denizleri "foseptik çukuru" yaptığımız gibi...
Şimdi bu demokratik(!) ülke, cumhurbaşkanını seçiyor.
Aylar süren "koydu-koymadı" döneminden sonra, siyasetin beşiğinde birkaç gündür yaşananlar "verdi-vermedi" sürecidir.
Türkiye’yi temsil edecek cumhurbaşkanının, seçmenin çeyreğinin oyuna dayalı, kendisi tartışmalı bir tek kişi tarafından belirlenmesi yetmiyor... Şimdi de işi kılıfına uydurmak için pili bitmiş birkaç milletvekilinin oyuna ihtiyaç var.
Ve "verecek-vermeyecek" süreci başlıyor:
"Beyefendi verecek misiniz?.."
"Veririm de, vermem de..."
Kimisi ise kararsız:
"Yüce milletimizin menfaatleri için vermem gerekiyorsa veririm... Biliyorsunuz, vermek ya da vermemek konusunda bağlayıcı grup kararı alınamıyor... İster ver, ister verme... Ama eğer Abdullah Bey’in cumhurbaşkanı olması memleketimizin hayrına ise veririm..."
*
Ve dün ilk tur seçimleri izlediniz.
Bir komedi gibi gelmedi mi size?
Hürriyet’in diğer sayfalarında okuyacaksınız; Türkiye gibi bir büyük ülke, devletin en yüce makamına bu kadar yapmacık, uyduruk, şaibeli, entrika dolu seçim yapabilir mi?..
Hem de "demokrasi" adına?..
*
Ama oluyor.
Kuşkunuz olmasın; Türkiye’nin 11’inci Cumhurbaşkanı, Bülent Arınç’ın "dindar birisi" diye yeterliliğini belirlediği, Tayyip Erdoğan’ın iki dudağının arasından çıkan Abdullah Gül olacaktır.
Bu izlediğiniz oylama-moylama ise sadece işi kılıfına uydurma aşamasıdır.
O kadar...
Maskaraya çevrilmiş bu demokraside; seçim dışı kalmış Tayyip Erdoğan, hukuk oyunları ile önce Siirt’ten "milletvekili" yapılıp ardından "Başbakan" olmadı mı?..
Oldu...
Bu da olur.
Maskaraya çevrilmiş bir demokraside olmayacak şey var mı?
Yok...
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2007
BEN kadınlara güvenirim.<br><br>Atatürk’ün kızları, ellerinde bayraklar, dillerinde sloganları, yüzlerinde kararlılık, sokaklarda çocukları için "aydınlık ve çağdaş Türkiye"yi talep ediyorlar. Bilgisayarıma bakıyorum; birkaç gündür gelen mesajların yüzde 70’i, 80’i kadınlar, ülkemizin içine yuvarlandığı karanlığa karşı çığlık üstüne çığlık atıyorlar.
Evlerine bayrak asanların çoğunluğu kadın.
Kadınlar; yüreklerindeki o annelik duygularını, beşik başlarında ninni söylemekten alıp, ülkenin sokaklarında uygarlık türküleri söylemeye taşıyorlar.
Başları dik...
Yürekleri korkusuz...
*
Siyasetin erkeklerine gözüm kayıyor.
Bir ulusal felaketin, göz göre göre ortaçağa yuvarlanmanın karşısında bile ne kadar kaypaklar.
Mertlikten uzak...
Sinsice...
İkiyizlü...
Kimin kiminle dans ettiğini anlamak, kimin kiminle çıkarını çözmek, kimin kiminle el altından anlaştığını bilmek, birkaç saat sonra dahi ne yapacaklarını görmek olanaksız.
*
Atatürk’ün kızları, ellerinde bayraklarıyla, net, açık, berrak, mertçe ve yiğitçe oradalar:
Sokaklarda...
Kimi kadınların tesettürlere bürünerek; kadının sosyal yaşamda varlığını reddetmelerine, kadınların birer sığıntıymış gibi arkalara itilmelerine... Sessiz-sinmiş-sakıncalı birer eşya gibi taşınmalarına... Ama asıl erkeklerin siyasi oyunlarının malzemesi olmalarına karşın, Atatürk’ün kızları çığlık çığlığa erkekleriyle omuz omuza, Mustafa Kemal’in laik-çağdaş devrimlerini savunuyorlar.
Her yerde onlar var.
Bulvarlarda, meydanlarda...
Bu pazar günü saat 13.00’te İstanbul Çağlayan’da olacaklar, tek dertleri var:
Çocukları için aydınlık.
Bu satırlar yazılırken dahi penceremden sesler geliyor, ellerinde bayraklarla geçiyorlar Atatürk’ün kızları.
Alınları açık, başları dik...
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI işini balıkçı ile konuşmuş... Erdoğan; bakanları ile isim konuşmadı, milletvekilleri ile konuşmadı. Parti MKYK’sı ile konuşmadı.
Gitmiş balıkçıya...
"Cumhurbaşkanlığı meselesini balıkçı ile istişare ettik" diyor.
Balıkçı "Bunun tavası olur, ızgarası olur, fırında da olur" gibi istişarelere alışıktır gerçi. Ama balıkçının "Kimden cumhurbaşkanı olur" görüşü ilk kez demokrasimizin tutanaklarına geçiyor.
O zaman balıkçı tezgáhından çıkan ilk cumhurbaşkanı bu...
Bizim medya ise; geç kalmakla birlikte, turp, roka, limon niyetine başlıklarıyla yetişti istişareye:
"Gül gibi açtı..."
"AKP buketinin Gül’ü Cumhurbaşkanı..."
"Doğum tarihi; 29 Ekim..."
"Göbek adı; Cumhur..."
Yeni cumhurbaşkanımızın doğum tarihinin "29 Ekim" oluşu ve göbek adının "Cumhur" olması bir hikmete işaret ediyordur.
Ki ABD elçisi, durup dururken mutluluğunu açıklamadı.
Çünkü yeni cumhurbaşkanımızın ismindeki bir ilahi hikmet, medyamız kadar ABD’nin de dikkatinden kaçmamıştır.
Tekrar bakın:
ABDullah...
*
Patronlar, ABD, medya ve kimi halkımız tarafından olumlu bulunan Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı adaylığı eğer 367 barajına takılacak gibi olursa...
Tayyip Erdoğan yine doğru balıkçı pazarına...
Olmadı; meseleye yüce mahkeme baksın diye, Anayasa Mahkemesi Başkanı Hanımefendi’nin kafasını camdan uzatıp "Taze balık..." diye bağırması da olur.
Çünkü balıkçı ile istişareyi biliyor arkadaş.
Hukuk, Anayasa, içtüzük, demokrasinin evrensel ilkeleri, içtihatlar ona göre değil.
"Balıkçı ile istişare ettim" diyor.
İster misiniz; balıkçı istişaresi ile alınan kararlarda sorun çıktığında Anayasa Mahkemesi yerine de köfteciye gitsin.
Ne yapabiliriz?..
Bu cennet kadar güzel vatan üzerinde yaşayan insanların, neden süründüğünün yanıtını görüyorsunuz aslında...
Bunlarla bu kadar oluyor...
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2007
BAŞBAKAN henüz aklındaki adayı açıklamadan AKP grubunda alkış koptu, gördünüz. Bilmedikleri bir adayı alkışlıyordu arkadaşlar.
Badem bıyıklar titredi, düşük göbekler zıpladı, tombul eller çırpıldı, yağlı dudaklar haykırdı:
"Bravooo..."
"Nurolll..."
Sorsaydınız o an:
"Beyefendi neyi alkışlıyorsunuz?..."
"........?"
Daha belli değildi çünkü...
Ben böyle bilmediği bir şeyi beğenip ayakta alkışlayanları ilk kez görüyorum.
Nitekim Tayyip Erdoğan kürsüden gözlerinin içine baka baka "Milletvekili arkadaşlarımla kimin olacağını istişare ettim" dediğinde dahi, onlar karşısında oturuyorlardı ve ağızlarını açmış Başbakan’ın dudaklarına bakıyorlardı:
Acaba kimi açıklayacak?..
Gördünüz; "Abdullah Gül" adını duyunca nasıl da sevindiler.
*
Demokrasiyi "soytarılaştırmak" ancak bu kadar olabilir.
Dün neyi açıkladı Erdoğan:
Türkiye Cumhuriyeti’nin on birinci cumhurbaşkanını...
Bundan sonra yapılacak oylama-moylama, sadece formaliteden ibarettir.
Göreceksiniz; patronların, gazetelerin, Ti-Vi’lerin "İyi oldu... Erdoğan fedakárlık yaptı... Uyumlu bir isim..." yorumları arasında o da olur.
*
Açık ve net söylüyorum:
Çağdaş Türkiye’nin en önemli kalesi Çankaya, dün itibarıyla cemaate geçmiştir.
Eşinin türbanı yüzünden, Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne vermiş ve dava açmış birisi sizin "cumhurbaşkanınız"dır.
Artı; ordularımızın başkomutanı...
"Laik Cumhuriyet"i temsil edecek kişi...
*
Kafalarında kurdukları ve adım adım gerçekleştirdikleri "Ilımlı İslam rejiminin" en önemli ikinci adımıdır bu.
Dilerim Türk halkı bu oyunların farkına varsın...
Bu uyku hali...
Bu zavallılık...
Bu zekásızlık artık yeter.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2007
BU yazı yazıldığı saatlerde, kimin "cumhurbaşkanı" seçileceğini henüz hiç kimse bilmiyor. Ne ona "cumhurbaşkanımız" diyecek halk biliyor.
Ne de onu "cumhurbaşkanı" seçecek milletvekilleri.
Fransızlar altı aydır tartışıyorlar, önceki gün seçim yapıldı, ama yine de cumhurbaşkanlarını seçmiş değiller, ikinci tur seçim yapılacak.
Burada ise kimin cumhurbaşkanı seçileceğini bir tek kişi biliyor:
Tayyip Erdoğan...
Yani kimi seçeceğini unutsa, Türkiye cumhurbaşkansız kalacak.
*
Bu yazı yazıldığı saatlerde uzaktan trampet sesleri geliyor, çocuklar 23 Nisan’ı kutluyorlar.
TBMM’nin açılışını ve 87 yıl önce alınan o muhteşem "Egemenlik, halkın seçtiği vekiller eliyle kullanılır" kararını...
Ama dün, yeni cumhurbaşkanının belirlenmesine saatler kala, hangi milletvekilinin kulağına eğilip "Cumhurbaşkanı kimi seçeceksiniz?" diye sorsaydınız, yanıt alamazdınız.
Çünkü bilen yok...
Marketten alacağı patlıcanları-kabakları seçen bir ev hanımı kadar dahi seçme hakları bulunmuyor.
Kim biliyor kimin seçileceğini?..
Tayyip Erdoğan...
*
Dün çocuklara yalan söylendi.
Ulusal egemenlik falan yok bu işte.
Ne parlamenter sistem bu, ne de demokrasi...
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının o yüce kararını, evire çevire bu hale getirdiler.
Sormaz mısınız:
Başbakanlığı bile çoğunluk tarafından sakıncalı görülen birisinin, Türkiye’yi yedi yıl temsil edecek cumhurbaşkanını tek başına "tayin" etmesi, hangi ulusal egemenliktir?..
Hangi parlamenter sistem?..
Hangi hukuk?..
Hangi demokrasi?..
*
Dün çocuklara yalan söylendi.
Belki de cumhuriyet devrimlerine en büyük ihanetin apaçık ortada olduğu gündü dün.
Çocuklar ne bilsinler.
Trampetlerini çala çala gittiler.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2007
KATİLİ durduramıyoruz. O her gece, eline silahını alıp sokaklara çıkıyor.
Bahçelerimizde, parklarımızda, köşe başında, ya da bir çöplükte gördüğü köpeklerimizi-kedilerimizi öldürüyor.
Hayvan Hakları Yasası bunu "suç" saydığı halde, katiller devletin görevlileri:
Belediyeciler...
Devletin adamları, devletin yasasını yok sayıyorlar.
Ve bu cinayetlerin işlendiği belediyelerde çalışan şefler-müdürler, suç ortaklarıdır.
Sokak hayvanlarını toplamak için ellerine verilmiş iğne atan tüfeklere öldürücü dozda ilaç koyup, uyanmamak üzere uyutuyorlar kedileri-köpekleri.
Katil durmuyor.
Çünkü bu katliamların yapıldığı yerlerde üçüncü suç ortakları güçlü ve dokunulmazdır:
Belediye başkanları...
*
Her gece sizler uyurken sokaklarda bir katliam yaşanıyor, öldürülmüş annesinin kucağına girip yine de orada uyumak isteyen bebekler...
Öldürülmüş yavrularını ayağa kaldırmak için başlarından ayrılmayıp bekleyen anneler.
Birer ölüm çığlığı sokaktan sokağa yayılır durur.
Sabahları çocuklarımız uyandığında, sadece mahalle arkadaşlarına sordukları şu masum soru kalır ortalıkta:
"Çomar’ı gördün mü?.."
*
Hayvan dostları ise; o iyi niyetleriyle oturup ağlamaktan, birbirlerine ölüm biçimlerini anlatmaktan, arada bir meydanlara çıkıp cılız gösterilerle "katili" hatırlatmaktan başka bir şey yapamıyorlar.
Ama böyle gitmez.
İnsanların insanları boğazlamasının, bu "öldürme" kültüründen başladığını "katil ruhlulara" anlatamazsak bile, anlatacak bir yer, anlayacakları bir dil olmalı.
Bütün hayvansever derneklerin, vakıfların, gönüllülerin bir üst çatı altında toplanmalarını ve el ele vermelerini diliyorum.
Eğer katliamları durdurmanın bir yolu varsa ve bizler bir araya gelmeyerek katliamların sürmesine neden oluyorsak, dördüncü "suçluyu" açıklayabilirim:
Biz...
Şu sorunun yanıtını çocuklardan saklaya saklaya:
"Çomar’ı gördün mü?.."
Yazının Devamını Oku