13 Nisan 2008
ORMANLAR en güven duyulmayan elde; Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’a teslim.<br><br>Ya ağaçları da peşinden gezdirmeye kalkarsa. Nitekim otel-motel yapımı için ormanın kesilmesi... Ormanı kesenin onun beş katı kadar başka yere orman ekmesi yetkisi ona veriliyor son yasayla.
İşte; yer değiştiren orman size.
Bir tür transfer...
Ağaçlar eğer ona uyarlarsa, bakarsınız meşeler sağ yumruklarını kaldırmışlar en soldan en sağa geçmişler ve kenarı dantelli birer külah geçirmişler başlarına fıstık çamları.
*
Nasıl oluyor ağaç kesenin beş kat ağaç ekmesiyle ormanın korunacağı, bilen var mı?..
Niçin ormancılara sormadılar?
Orman; tabanındaki bitkilerle, çürümüş kat kat toprağıyla, rutubeti, böcekleri, kuşları, damarları, yosunları, ışık ve su düzeni ile bir sistemdir.
O taşınamaz, ellenemez.
Ağaçlar yetiştikleri toprağa sadıktırlar.
Onurluca dimdik dururlar.
O ağacın, altındaki bitkilere, dallarındaki kuşlara, ormanın bütününe karşı görevi vardır.
Öyle zırt-pırt gezinmez ağaçlar.
*
Ormanları Ertuğrul Günay’a teslim ettiler.
Ormanı kesip turistik tesis yapanlar, onun beş katı kadar ağaç dikeceklermiş.
Bu bir kandırmaca...
Bakın; Orman Bakanlığı’nın Anayasa’da yazılı görevleri arasında "ormanları koruma" olduğundan ve bu yapılan talan "ormanları koruma" ile bağdaşmadığından, görevleri arasında "ormanları koruma" gibi bir hüküm bulunmayan Kültür ve Turizm Bakanlığı’na verdiler ormanlara beton binalar kondurma işini...
Anlamıyor musunuz?
Açıkça Anayasa’ya karşı hile bu.
Ve talan.
*
Zavallı orman.
Eğer Ertuğrul Günay’ın kararına göre yer değiştirecekse ağaçlar, kim tutabilir onları.
Oradan oraya...
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2008
SORDUKLARI şu:<br><br>"Sağcı kadınlar mı güzel, solcu kadınlar mı?" Oysa bütün kadınlar güzeldir.
Çirkin kadınları, ben sadece kimi zaman gazetelerde, televizyonlarda hemcinslerine kazık atarken görürüm.
"Akademisyen" ya da "aydın" unvanları vardır. Kuaförden çıkmış saçları eskimo çadırını andırır.
Başları açıktır ama türbanı-tesettürü savunurlar. Dincilerin kadın hakkı diye bir şey tanımadıklarını bile bile.
Belli ki amaçları; iktidarın vitrine koyduğu kadınlardan birisi olmak, bir makam, bir koltuk, bir avanta, bir çıkar...
Kendi hemcinslerine vefasızlık da vardır yüzlerinde, anaçlığın hiçbir zerresinde olmayan çocuklara ihanet de...
O kadınlardır çirkin olan.
*
Öbür kadınların tümü güzeldir.
Ve bence bütün kadınlar solcudur.
Eğer solculuk; insan egosunu aşıp, her şartta çıkar ve kazanç duygusunu bir kenara atıp eşit paylaşımsa, bu kadının da tarifidir.
Kendisini çocukları arasında paramparça edip yüreğini onlara dağıtma güdüsünde olan kadın, tanımadığı uzaktaki çocuklar için de ağlamaya başladığında...
Hangi evrensel sermaye onun susturabilir?..
Yüreğinde şefkat, merhamet, anaçlık ve güçsüzlere kanat germe duygusu varken...
Hangi kadın yoksulları sömürmeye "evet" diyebilir.
O "sağcı" ya da "solcu" olduğuna dahi karar vermez, yormaz bile kafasını.
Sadece sömürgeciliğin, petrol kuyularının, silah fabrikalarının, para savaşlarının, kazanç hırsının, çıkarın insanlığa acı verdiğini bilir.
Ve tüm bu acımasızlıklara razı olmaz kadın.
*
"Sağcı" ya da "solcu" deseniz de ben o kadınları tanıdım. Yaşları, kimlikleri, unvanları, milliyetleri, konumları ne olursa olsun, tümünün bir tek ideolojisi vardı:
Anaçlık...
Aslında tümü "solcudur" kadınların.
Hepsini sevdim ben.
Ve hepsi güzeldi.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2008
BU sefer de demokrasimiz hukukumuza uymuyor. İyi mi?..
Biliyorsunuz, son zamanlarda da cumhuriyetimiz demokrasimize uymadı bir türlü.
Demokrasi olacaksa cumhuriyetimiz elden gidiyor... Cumhuriyetimiz kalacaksa demokrasi olmuyor.
Dünyanın her çağdaş köşesinde demokrasi ile cumhuriyet birbirinin parçası sayılırken, bizimkiler birbirine düşman...
(.......)
Şimdi ise:
Demokrasi mi, hukuk mu?..
Hukuku olmayan bir demokrasi, ya da demokrat olmayan bir hukuk var mıdır yeryüzünde?..
*
Şunlarımız da birbirine uymuyor:
Aydın ile akıl...
Söz konusu anayasaya ve rejime karşı suç işlemiş güçlü bir iktidarın kapatma davası olunca, aydınlar televizyonlara çıkıp "Demokrasi hatırına hukukun işlememesini" istiyorlar.
Akıl şaşıyor...
O zaman hukukun işlemediği bir demokrasi olabilir mi?..
Ya da; gücü olmayanlara uygulanan hukuk, sıra güçlülere gelince durduğunda... Özü eşitliğe dayanan demokrasi olabilir mi bunun adı?..
Düşünüyorum da:
Niye aydın ile akıl bir araya gelmiyor?
Ve niye aydınların aklı yok?..
*
İşte; uymayan iki şeyimiz daha:
Fazilet ile ahlak...
Kriz varsa memlekette; durumu idare etmek, hoşgörü göstermek, oyunbozanlık yapmamak, gönül kırmamak, herkesi mutlu etmek, öyle kimseyi kızdırmadan çözümler bulmak "fazilet" diyorlar.
İyi ama; hálá insanlardan gerçeği saklamak, ihanetlerin üzerini örtmek, felaketi gizlemek, bir tarihi suçu görmezlikten gelmek, toplumu kandırmak...
Ahlaki midir?..
Söyler misiniz; öyle kıvırıp durmak... Ve bunu sanki "demokrasinin fazileti" adınaymış gibi göstermek...
Ahlak mıdır?..
Hangi ahlak?..
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2008
TİPİK futbolcu.<br><br>Bir anda sinirlenmiş gibi yapıyor. Bizler "Çok kızdı, şimdi hakeme yumruğu yapıştırdı, yapıştıracak" derken, yan yan zıplayarak gidiyor.
Acılar içinde kendini yere atıyor.
Demek ki sakatlandı...
Sıhhiyeci çantası ile koşuyor...
Tam sedye yetişti-yetişiyor ki...
Kalkıp koşuyor...
*
Söyler misiniz; haklarında açılan soruşturmaya "garabet", "utanç" dedikten sonra, şu ne:
"Yargıya saygılıyız..."
Hangisi doğru, hangisi yapmacık anlamak olası değil.
Bir anda kendini atıyor yerlere:
"Türkiye kazansın, biz kaybedelim..."
İki saat sonra Türkiye’yi daha da karıştırıp huzurunu kaybetmesine neden olacak, kendisini ise kurtaracak "Anayasa’daki parti kapatma maddesini değiştirmeye" kalkıyor.
Futbolcu...
*
Çoktandır AB’ye girme çabalarını unutmuştu. Bunu Türkiye’de bilmeyen, görmeyen, eleştirmeyen var mıydı?..
Ama iç hukuktan kırmızı kart görme olasılığı ortaya çıkınca, AB’ye dönüyor, durduğu yerde zıplıyor, söyleniyor...
"Ne oldu, ne oldu?..."
"Faul var diyor... Hakemin kendisine kırmızı kart değil de yeşil kart göstermesini istiyor... Bir de rakip oyunculara ayaklarıyla bilhassa kafalarını kullanmama cezası verilmesini talep ediyor..."
"Başka?..."
"AB hakemliğinde, laik cumhuriyet kalecisinin ’garabet’ ve ’utanç verici’ sayılması gerektiğini söylüyor..."
*
Futbolcu bu...
Tribünlere oynuyor, bağırıyor, çağırıyor, azarlıyor, kızıyor... Yerlere atıyor kendini, anında kalkıp koşuyor.
Bir tek an olsun gözüktüğü gibi değil.
Devlet yönetimini futbol alışkanlıklarına indirgedi ve futbolcu numaralarını sürdürüyor...
Oynuyor...
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2008
BEN o siyah giysili, eli tabancalı, eşkıya bakışlı, daha çok bir yarasaya benzeyen adamı dünkü gazetelerde görünce tanıdım.<br><br>1973 yılında, Kızılay’daydı. Elinde yine tabancası vardı.
Kurşun sıkmıştı üzerimize.
Amerika’ya kızanlara kızmıştı.
1977’de Çorum’da, Maraş’ta baktım yine o.
Yine bir yarasa gibiydi.
Elinde tabancası duruyordu.
Birçok insanı vurmuştu.
Bu sefer Alevi vatandaşlara kızmıştı.
1980’den hemen önce Taksim’de de onu görmüştüm:
"Sen misin?.."
"Evet..."
"Şimdi kime kızdın?.."
"Komünistlere..."
*
Názım Hikmet’in kemiklerini bile istemeyen, 6-7 Eylül’de azınlıkları yakıp yağmalayan, Abdi İpekçi’yi öldüren odur.
Ugur Mumcu’yu, Ahmet Taner Kışlalı’yı, öbür aydınları...
Madımak Oteli’nin içine ozanlar, yazarlar doldurulup ateşe verildiğinde, en önde baktım o.
Sormuştum:
"Tabancan hani?.."
"Tabancam mı?.."
"Evet..."
Bir yarasa gibi kara dumanların içinde kaybolurken bakmıştım, bu sefer elinde benzin bidonu...
Ve dün gazetelerde onun fotoğrafı vardı, öğrencilerin üzerine ateş ederken, bir yarasa gibi.
*
O asla bir "provokatör" değildir.
Gerçeği bir türlü görmemek için, kimi siyasileri kurtarmak için, bazılarımız ona "provokatör" deriz.
Oysa o; kendini vatanın bekçisi sayan, hurafeler ve efsanelerle beyni yıkanmış, uygar olmak istemeyen, kaba kuvvetten başka zenginliği olmayan, ilkel tutkularla yaşayan, gördüğü her aydınlık düşünceyi öldürmek isteyen, çağdışı bir yaratıktır.
Hiç de az değildir sayıları, bakın etrafınıza...
Dün gazetelere baktım; o...
Elinde tabancası vardı.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2008
KEDİ aşkı sınıflandırıldığında, içinde "kaçak aşk", "gizli aşk" asla yoktur. <br><br>O kadar aleni ve açıktır ki; çatıda... Bütün mahalle duyar.
Duymak istemeyene de duyurur kedi aşkını; haykıra haykıra.
Ben kedi aşklarını bilirim; önce ikisi çatının birer köşesine otururlar, karşılıklı...
Bir sohbettir başlar, mırıl mırıl...
Saatlerce, kimi zaman günlerce aç-susuz sürer bu aşk fısıltıları. O kadar saat ne konuşurlar, bizler bilemeyiz. Ama bu sohbet elbette onlar açısından çok şey ifade eder.
Ve uzlaşı sağlandığında, çığlık çığlığa mahalleye ilan edilir:
Kedi aşkı...
*
Maviş işte böyle áşık oldu.
Beğendiği erkeği seçti ve Mersin’deki evin çatısında aşklarını herkese haykırdılar.
Ama sahipleri Maviş’i o gün kovdular.
Çünkü Maviş, Siyam soyundan bir kediydi, gönlünü verdiği erkek ise sokak kedisi... İnsanlar onun, doğacak yavruların "değeri" açısından yanlış bir aşk yaşadığına karar verdiler.
Oysa yanlış aşk yoktur.
Ve kediler insanlara benzemezler; asalet, unvan yoktur onların dünyasında...
Irk, cins, soy bilmezler.
Bunu insanlar yaparlar; para, pul, şöhret, mevki, makam...
Milyonlarca yıl kedilerin asaleti bozulmağı halde, insanların giderek soysuzlaşması bu yüzdendir.
*
Maviş sokakta kalmıştı sonuçta.
Günlerce evi bildiği kapının önünde bekledi, kapıyı açmadılar. Pencerelere koştu, perdeleri çektiler.
Komşular kimi zaman onun bir ağaca çıkıp uzaktan uzun uzun eski evine baktığını gördüler.
O, áşık olduğu için cezalandırıldığını anlayamadı.
Sevmenin ve sevişmenin kabahat sayıldığını bilmedi, hiçbir zaman da bilmeyecek.
Sonra ne oldu bilmiyoruz.
Yasak, ama soylu aşkın ürünü bebeklerine çöplükten yemek kırıntılarını taşıyan bir Siyam kedisi görürseniz...
O Maviş’tir...
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2008
BAKIYORUM; durum iyi... Vaziyete bakıyorum:
- Büyüme tepetaklak...
- Her gün meydanlarda ekonomik protestolar var ve polis onları dövüyor...
- Enflasyon çift haneye fırladı...
- İşsizlik daha da arttı...
- Tarım çöktü, bal ülkesinde bal dahi kalmadı, Güney Amerika’dan ithal ediyorlar...
- İşte Hasan Cemal Abi dahi beklenilen "Ekonomiye ilişkin beklentiler hiç de iyi değil" diye başlayan yazısını yazdı...
- Sadece İstanbul’da her gün 35 esnaf iflas ediyor...
- Cari açığın "tehdit" sınırını aşıp "tehlike" sınırına girdiği açıklandı...
(........)
Vaziyet kötü olsa bile...
Başbakan ekranlarda "gelinen parlak noktayı" uzun uzun anlattı, büyük ekonomiler arasına girdiğimizi müjdeledi (çünkü kimsenin haberi yoktu) ve "birkaç güne kadar uluslararası derecelendirme sonuçlarının iyi bir şekilde açıklanmasını beklememizi" salık verdi.
Demek ki durum iyi.
Bekledik...
Uluslararası derecelendirme kuruluşu Standart&Poors, Türkiye’nin ekonomik görünümünü "durağan"dan "negatif"e çevirdi mi?..
Daha da açıkçası; Türk ekonomisini sınıfta bıraktı.
O zaman vaziyet kötü...
*
"Nasıl?" sorusu geldiğinde ben her zaman sorarım:
"Durum mu, vaziyet mi?.."
Bence hálá "durumun iyi, vaziyetin kötü" olması, Türkiye’nin uzun süre kendi kendini kandırmasından kaynaklanıyor.
Kemal Derviş’in çizgileri, IMF’nin kriterleri ile idare eden... Duble yol ve hızlı tren dışında kendisinin hiçbir projesi olmayan bir yönetim buraya kadardı.
Ama çoğunluk yanılgısını hálá kabul etmek istemiyor.
İçinde pişmanlık var.
Mahcubiyet var.
Eziklik var.
Suçluluk var...
O zaman gelin hep birlikte tekrarlayalım bu sözü:
"Durum iyi, vaziyet kötü..."
Yazının Devamını Oku