2 Mayıs 2008
SEVGİLİ Burcu Uğur, "Gece derin bir nefes alıyoruz, gündüz bırakıyoruz nefesimizi" diyordu notunda.<br><br>Öyle yapmalı... Bu kirli-pis hava solunacak gibi değil.
Gece bastı mı, el ayak çekildi mi, ışıklar söndü mü, karanlık kiri-pası kapattı mı...
Bakan, Vali, Emniyet Müdürü pijamalarını giydiler mi...
Nefes alacaksınız.
Gündüz bırakırsınız nefesinizi.
*
Dün yine nefes alma sorunu vardı.
Kameralar nefes almaya kalkanların yerlerde kıvranıp bayıldıklarını gösterdiler.
Düşman kuvvetlerinin üzerine saldırır gibi saldırıp; bu ülkenin en masum, en temiz, yoksulluğun faturasını en çok ödeyen, ama verginin de en ağırını sırtlanan işçilerimizi darmadağın ettiler.
Bir emekçinin yere düşüşünü gördüm.
Onlarcası kin ve nefretle tekmelediler, üzerinden geçtiler, ezdiler, vurdular.
Nefes almaya kalkmıştı belli...
Ellerinde karanfilleri ile gelen yaşlı emekçiler, zehirli gaz altında nefes alamayıp yerlere kapanarak kustular.
Ve dün ağlattılar eli nasırlılarımızı...
*
Nefes aldırtmadılar.
Nefes...
Bu hava "demokrasi" adı altında Türkiye’yi ele geçirmiş ve bu koca ülkeyi çalarak yaşamaya alışmış olanların havasıdır.
Kendi düzenlerine, kendi avantacılarına, kendi yağmalarına, kendi hırsızlarına uygun havadır bu hava...
Size göre değil.
Bu hava emekçilere-işçilere yaramaz.
Özgürlük, barış, bağımsızlık, aydınlık, demokrasi, hukuk isteyenlere uymaz bu hava.
Hava kötü...
Geceleri nefes alacaksınız, el ayak çekildiğinde, ışıklar söndüğünde, karanlık kiri-pası gizlediğinde, bakanları, valileri, müdürleri pijamalarını giyip uyuduklarında...
Bir hırsız gibi içinize çekeceksiniz memleketin havasını geceleri.
Gündüz bırakırsınız nefesinizi.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2008
İSTANBUL’da hukuksuz işgal edilip halkın elinden alınan yerlerin büyüklüğü ne kadardır?.. Bir Taksim Meydanı?..
İki... Üç... On... Yüz... Bin...
Ama ne Bakan gördü, ne Vali...
Boğazın iki yakası, yeşil alanlar, ormanlar, tarihi eserler, kültür alanları... Hatta daha dün Milliyet’in birinci sayfasında vardı; antik kalıntı Bizans Sarayı...
Cemaatlere ve tarikatlara verilen kamu arazilerini toplayın, kaç Taksim eder?..
Ya da kaç Taksim büyüklüğündedir; bakanların, milletvekillerinin, parti önde gelenlerinin, belediyecilerin ve yakınlarının kapattıkları alanların toplamı?..
Ne Başbakan gördü, ne Bakan, ne Vali...
Ama işçiler Taksim’e iki saatliğine çıkıp şehit arkadaşlarını anmak istediklerinde, bunun adı:
"İşgal..."
*
Kaç esnaf iflas etti de ömür boyu kepenklerini kapattı ocak ayından bu yana?
Güvensiz ortamda kaç turiste tecavüz edilip bıçaklandı, öldürüldü?
İstanbul sokakları değnekçi, kapkaççı, hırsız çetelerine bırakılmış değil midir?
Ne Bakan görüyor, ne Vali...
Ama işçiler ellerinde karanfillerle iki saatliğine Taksim’de "bayramlarını" kutlayacaklar, bunun adı:
"Esnafın işini aksatmak... Turistlerin huzuru kaçırmak... Ve şehrin asayişini bozmak..."
*
Niçin böyle yapıyorlar, niçin?..
Çünkü insan psikolojisidir; onlar işçileri, hele hele örgütlenmiş işçileri hiçbir zaman sevmediler. Bu yüzden de hırsızın-uğursuzun-itin-kopuğun yaptıklarını dahi görmediler de, işçinin elindeki karanfillerle Taksim’e iki saatliğine çıkmaları battı onlara.
Ve kızdılar.
İşçileri vurmalı...
(.......)
Bugün 1 Mayıs.
Alın teri ile yaşayan, dürüst-namuslu işçilerimizin, yarı aç-yarı tok yaşayıp yine de ülkesini seven yiğit emekçilerimizin bayramı...
Kutlu olsun...
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2008
NE kadar güçlüsün. Bence o "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" sözü çok da doğru değil.
Egemenlik senin.
Her yerde senin sözün geçiyor.
Siyasetten sanata, ekonomiden kültüre, güvenlikten demokrasiye kadar her yerde, her zaman son sözü sen söylersin.
Senin kararın ve desteğin olmadan hiçbir şey olmaz.
Sen ne dersen o...
*
Beceriksiz vali de sana güvenir, hırsız belediye başkanı da, avantacı işadamı da...
Ağalık senin sayende yaşar.
Eli kanlı katilleri "kahraman" yapan sensin.
Hurafeler, şıhlar, şeyhler senindir.
Ama televizyonlardaki sululuk, densizlik, kalitesizlik, çürümüşlük de senin beğenin.
Sen razı değilsen şu yukarıdakilerin hiçbiri başaramaz.
Hiçbiri olmaz...
*
Siyasetçinin düzenbazı, yalancısı, sahtekárı sana gelir.
Çünkü o bilir ki sen olmadan yapamaz.
Seni ikna etmek için elbette "din-iman-vatan-millet" gibi sözcükler söyler.
Sen aslında bunların yalan olduğunu bilirsin, ama sanki etkilenmiş ve inanmış gibi yaparsın.
"Kandırılmak" senin maskendir aslında.
İleride "kandırıldık" demek için.
Çok utanmazsın.
Çok...
*
Ben seni uzaktan tanırım.
Bak bu eserler senin:
Çalınmış-yağmalanmış kentler... Yok olmuş tarım alanları... Çalınmış tarih, kaybolmuş kültür...
İşsiz gençler, mamasız çocuklar...
14 milyon aç...
Ve işte bölünmüş, kavgalı, kaygılı, yönü yitik, umutlarını arayan bir memleket...
Tümü senin eserin.
Sen ne ikiyüzlü, sahtekár, düzenbazsın.
Sen...
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2008
SÖZLÜĞE baktım "maval"ın iki anlamı var: <br><br>Birincisi, Arapların bir tür şarkısı. İkincisi; uydurma, asılsız, hikáye, yalan...
Bence Denizlili çiftçinin önceki gün Başbakan’a "Bize maval okuma!" diye bağırdığı birincisidir, yani bir tür Arap şarkısı.
Ki ben Arap’ın "maval" okumasını bilirim.
"Maval" genelde Arap’ın aynı sözcüğü durmadan tekrarlamasından oluşur, uzunluğu duruma göre değişir.
Diyelim ki Arap, minderlerin üstünde rahat bir mekándaysa iki-üç gün sürebilir.
Devenin sırtındaysa, "maval" gideceği yerde biter.
Yok eğer deve güdüyorsa, develer kaçana kadar...
*
Başbakan, "Enflasyon tek haneli rakamlara indi... Ekonomi iyileşip büyüdü görüyorsunuz..." deyince, işte o an Denizlili köylü kalabalığın arasından seslendi:
"Maval okuma... Mazot kaç lira, biliyor musun?.. Ben çiftçiyim, yağ bile alamıyorum... Sen bunları külahıma anlat..."
"Maval" uzun bir şarkıdır.
Hatta kimi "maval" okuyuşların -altı sene olmasa bile- üç gün-üç gece sürdüğü, mavalcının giderken "Devamını yakında gelip okurum" dediği anlatılır.
"Maval" okuyan ağzını açar ve gözlerini kapatır.
Etrafında ne oluyor, ne bitiyor görmez. Arada bir tek gözünü açması ise, bakmak içindir:
Dinleyen kaldı mı?..
*
Denizlili çiftçi, Başbakan’a "Maval okuma" dedikten sonra Başbakan şöyle dedi:
"Onların kulakları vardır duymazlar, gözleri vardır görmezler, dilleri vardır söylemezler..."
"Maval" zengin Arap kültürünün eşsiz bir hazinesidir.
Türkçe’de bir karşılığı da "martaval"dır.
"Maval"ın uzunluğu dinleyenlere göre de değişir.
"Maval" dinleyenler, aynı sözcüklerin aralıksız ve durmadan tekrarından fazla bir şey anlamazlar.
Aslında bir şey anlamak için de dinlemezler.
Doğrusunu isterseniz zaten dinlemezler de.
Öyle bakarlar:
Maval, maval...
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2008
PİRİNÇ yok, bulgur olur.<br><br>Bulgur biterse?.. Makarna...
Makarna biterse nohut.
Nohut biterse?..
*
Teknoloji nasıl olsa bize her şeyin gelişmişini, kolayını, yapayını sunuyor.
Bence bizde bu akıl olduktan sonra, pirinç, nohut, buğday gibi doğanın verdikleri olmadan da yapabiliriz.
Televizyonlardaki reklamlarda bizlere sunarlar artık:
Dijital domates...
Uzaktan kumandalı nohut...
Cipli köfte...
Plaza semizotu...
4x4 patlıcan...
Enjektörlü hamburger...
*
Eğer sizin için tarlalar değil fabrikalar, kumsallar değil oteller, orman değil golf sahaları, ırmaklar değil atölyeler, ovalardaki tarlalar değil sanayi siteleri önemliyse...
Elbette pirinciniz olmaz.
Mutfak robotunuz olur ama makarnanız da olmaz.
Sizin için bostan tarlaları değil dokunmatik buzdolabı önemliyse, dokunmatik buzdolabınız olur.
Ama içi; bir demet olsun maydanozsuz...
Elbette pirinç bulamazsınız.
Ve pilav yersiniz:
Betonarme...
*
Doğa sadece dağ, orman, deniz, nehir, kuş gibi elle tutulan, gözle görülen varlıklardan oluşmaz.
Doğanın sistemi, felsefesi, hukuku vardır.
En bilinen yasasıdır doğanın:
Her aptallık bedelini öder...
(.......)
Şimdi pirinç yok...
Makarna yersin akılsız başım.
Makarna bittiğinde, bulgur tükendiğinde, patates kalmadığında... Biz de türlü yaparız:
Kontörlü...
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2008
BİR anda Katar’a koştular.<br><br>Biz anlamadık. Beş ay içinde Cumhurbaşkanı, Başbakan, 8 bakan, Katar’a koşturunca, bunun ekonomiye bir katkı işi olduğunu düşündü bizim arkadaşlar.
Sadece Katar’ın Türkiye’ye katkısının ne olabileceğini bilemedik ve mutlulukla bekledik:
"Katar...
Bize ne katar..."
Meğer damat beye alınan gazete-televizyonun parasını bulmak için düşmüşlerdi yollara.
Katar katar...
*
Böylece rakipsiz bir ihale ile Çalık Şirketi’ne satılan ve parası iki kamu bankasından (Vakıfbank ile Halkbank) çıkan Sabah-ATV medya grubunun eksik kalan parası Katar şeyhinden sağlanmış oldu.
Bu aşamada Katar’a koşanlara bakın:
Cumhurbaşkanı...
Başbakan...
Dışişleri Bakanı...
Maliye Bakanı, Milli Savunma Bakanı, Devlet Bakanı, Enerji Bakanı, İmar ve İskán Bakanı... Ve ilave iki bakan ile çok sayıda bürokrat, katara katara...
Peki siz birey olarak bu devlet teminatlı para alımı ile biraz daha borçlandığınızı biliyor musunuz?..
Yani damada gazete-televizyon alımına farkında olmadan kefil olduğunuzu?..
Nerden bileceksiniz?..
Muhtemelen siz de umutla beklediniz:
"Katar...
Bakalım bize ne katar..."
*
Bence bu bir helal skandal...
Her türlü yolsuzluğu, suiistimali, avantayı, beleşi görmüş birisi olarak, böylesini hiç görmemiştim. Rakipsiz ihale ile satılan, 750 milyon dolar parası devlet bankalarından çıkan, kalanı işte böyle Katar’dan sağlanan...
Üstelik "geçmiş dönemin hortum paralarını tahsil etme adına" yapılan enteresan bir iş...
Söyler misiniz:
Bu mudur ak-pak yönetim?..
Böyle midir din-iman...
Böyle mi olur Müslümanlık, söyler misiniz?..
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2008
LİSE yıllarından bu yana ilk kez "takım tutmak" geçti içimden.<br><br>Muhterem karıma haber verdim: "İşte tutuyorum..."
O "Lütfen yapma..." dedi:
"Sen duygusalsın, top kenara kaçtı diye aşağı kapanıp keman çalmanı istemem... Ayrıca futboldan anlamıyorsun, durmadan kuzen Atilla’yı arayıp ’Şimdi ne oldu?’ demen hoş olmaz..."
*
Takım tutmaya karar vermemin sebebi, ilk kez bir futbol camiasına sempati duymam:
Galatasaray’a...
Fethullahçı Hakan Şükür, dini-imanı futbol ile karıştırıp dinci gazetelere "Kutlu Doğum Haftası vesilesi ile derbi maçının önemi" üzerine demeçler verince, kulübün bilinçli-aklı başında taraftarları tepkilerini yüreklice gösterdiler.
Bilgisayarıma gelen genel mesaj ise şöyle:
"Galatasaray, Fethullah’ın tarikat evi değil. Laikliğin ve Atatürkçülüğün kalesini yıktırmayız. Atatürk’ü Galatasaray Lisesi’ne geldiğine pişman etmeyiz..."
*
Türkiye’nin birçok sanatçısı, gazetecisi, işadamı, edebiyatçısı, tarihçisi, akademisyeni dincilerin eteğine yapışmışken... Muhalefet yapan siyaset önderleri dahi eleştirdikleri sofralara koşup otururken... Galatasaray camiasının taraftar duygusallığını bile aşıp kendi futbolcularına tavır alarak Atatürk’e sahip çıkmaları, önce onları yüceltti gözümüzde.
Önemli olan; "din-iman" diyen, ama işine geldiğinde "gavur" takımlarının üniformasını giymekte bir sakınca görmeyen... Ya da 270 milyon maaşlı yoksul insanlar kazançlarının yarısını vergi olarak verirken, vergisiz trilyonları cebine indiren bir futbolcunun lafları değil...
Önemli olan; Galatasaraylıların kendi futbolcuları olsa dahi, önce laikliğe ve çağdaşlığa sahip çıkmaları.
*
Yoksa o tarikatçı futbolcuya anlatamazsınız zaten; Müslüman ülkeler içinde, dünya yeşil sahalarında top koşturanın niye sadece Türkiye olduğunu...
Ve o futbolcuların, Mustafa Kemal’in kurduğu modern Türkiye’nin yeşil sahalarında yetiştiğini...
Ama Galatasaray’ın aklı başında önderleri tüm Türkiye’ye bir şey anlatıyorlar:
Önce laik, çağdaş, aydınlık Türkiye...
O yoksa...
Kimse yok.
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2008
DOĞRUSUNU isterseniz konu "ayaklar ile başın yeri" olduğunda, Türkiye ters durmaktadır.<br><br>Başı aşağıda, ayakları yukarıdadır. Nitekim sorun ne olursa olsun, bizler tartışmalarımızda birbirimize bunu sorarız aslında:
"Her şey tersine bizde..."
"Bu kadar ters iş görmedim..."
"Yani terslik bu kadar olur..."
Dünya düzgün durduğu halde, bizde baş ayak, ayaklar baş yerine konulduğunda, böyle olması doğaldır.
Sadece orta yerlerimizin ters olmakla birlikte yerinde durması bir avuntudur, o kadar...
*
Misal ekonomide:
Türkiye zenginleşirken, halkın fakirleşmesi... Yerli-yabancı holdingler kazanırken, üreticilerin, esnafın, çiftçinin iflas etmesi nedir?
Ters pozisyon...
Ayakları yerden kesilmiş bir ekonomide, ekonomi yönetiminin ayağa düşmesinin sonucu.
Ya da sosyal hayatta:
Bu ters pozisyon yüzünden değil midir ki uygar Batı yerine Arabistan’a gidiyor memleket.
Ben biliyorum; siz sandınız ki Türkiye Batı’ya gidiyor...
*
Diyelim ki demokraside:
Durmadan tek karar vericinin millet olduğunu söyleyen Başbakan’ın, sıra milyonlarca emekçinin bayramlarını Taksim’de kutlama istemlerine gelince çok kızması ve "Ayakların baş yerine geçtiği yerde kıyamet kopar" demesi neyi gösteriyor?
Ters pozisyonu...
Çünkü millet hiçbir zaman baş ya da başta olmadı.
O bir yalandı.
Bir tersliktir, başta olan arkadaşlara inanan, nihayet başa geçtiklerini düşünen saf insanlar öyle sandılar sadece.
Ters zihniyetin pozisyonudur bu.
Ayaklar yukarıdadır...
Her şey size ters gelse de... Tersine tersine gitseniz de... Bir türlü düzelemezseniz bile...
Başınız her zaman yerdedir...
Ya düzelirse pozisyon:
"Kıyamet kopar..."
Yazının Devamını Oku