Bekir Coşkun

Temiz eller, kirli ayaklar...

21 Ocak 2009
"TEMİZ elleri" isteyen bizdik...<br><br>Işıklarımızı söndürdük... Tencere-tava kapaklarına vurduk... Çocuklar anlamayıp korkup ağladıklarında, onlara "Size temiz bir ülke bırakmak içindir..." dedik... Biz talep ediyorduk:

Temiz devleti...

Temiz toplumu...

Temiz siyaseti...

Temiz elleri...

*

Ergenekon’da Laik cumhuriyet ile hesaplaşmasına karşı çıkanlara "Niye temiz elleri istemiyorsunuz?" diyen Başbakan doğru söylemiyor.

Bunu isteyen bizdik...

Bu cumhurbaşkanı, bu başbakan ya da bu iktidar değil... Onlar; aydınlık için karanlık eylemini yapanlara "gulu gulu dansı" diyen Erbakan’ın arkasında istiflenmişlerdi.

Abdullah Gül’den, Tayyip Erdoğan’a kadar, tümü...

Ve tümü "temiz eller" isteyenlere kızıyorlardı...

*

Şimdi ise; her değerimiz gibi "temiz elleri" de elimizden alıyorlar ya...

Tıpkı; Türkiye’yi ortaçağa sürüklerken, "AB’ye giriyoruz" diyerek, Batılılaşma söylemlerimizi elimizden aldıkları gibi...

Tıpkı; cumhuriyetin karşısına demokrasiyi dikip, demokrasiyi elimizden aldıkları gibi...

Tıpkı; ticarette-siyasette-yağmada-avantada kullandıkları dinin üzerine oturup, inançlarımızı elimizden aldıkları gibi...

Bu sefer ne:

"Temiz eller..."

*

"Temiz eller" isteyen; yedi sene önce millete verdiği sözü tutup "dokunulmazlıkları" kaldırıp önce kendisi temize çıkmalı...

Misal; ne oldu bu kayıp trilyonlar, nedir bu evrakta sahtecilik, nasıl oldu damada kamu bankasından 700 milyon dolar, niye uçtu genel başkan yardımcıları, niye açıklanmıyor Arap kralların hediyeleri, nedir bu Deniz Feneri, niye bakılmıyor doğalgaz vurgununa, niye kapağı açılmıyor binlerce vurgun-soygun dosyasının?...

Bu köşeye sığmaz saymakla...

Yine de "Temiz elleri" sahiplendiler...

İyi mi?

Oysa "Temiz elleri" isteyen bizdik...

Biz...
Yazının Devamını Oku

Nasıl devlet adamı olunmaz?..

20 Ocak 2009
NORMAL zamanlarda kimin "devlet adamı" olduğu-olmadığı belli olmaz. <br><br>Çünkü herkes aşağı yukarı aynı biçimde oturur masanın başında. Makama gelirken de, sanki memleketi kurtarmaya acele yetişmesi gerekiyormuş gibi merdivenleri koşarak çıktı mı?.. Bu idare eder...

Herkes adamı "devlet adamı" sanır...

Ama işler karıştığında...

*

Gazetelerde haber vardı dün; Şarm El Şeyh’teki Gazze Zirvesi yemeğine Abdullah Gül’ü çağırmadılar.

O da uçağına binip döndü...

Çünkü; Hamas’tan yana olmakla, Gazze’den yana olmayı karıştırdı arkadaşlar...

Aynı gün Başbakan, Gazze katliamından hemen önce İsrail Başbakanı Olmert ile 6 saat birlikte olduklarını anlatıyordu.

Muhtemelen o 6 saat içinde Başbakan, strateji ortağına "Bölgede barış ve kardeşliği İsrail ile Türkiye kuracaktır, bu da böyle biline..." diyor, Olmert de "Tabiiiii..." anlamında başını sallıyordu...

Meğer o sırada uçaklara bomba yüklemekte...

Ve Gazze yerle bir...

*

Ben bu arkadaşların dış politikalarının ne denli bilinçsiz, acemice ve sallapati olduğunu, Hamas yöneticilerini önce Ankara’ya çağırıp sonra onlardan kaçtıklarında anlamıştım.

Başbakan, havaalanında onlarla karşılaşmamak için sen git bir möble fabrikasına otur...

Möble fabrika bekçisinin gece karanlığında Başbakan’ı karşısında görünce dilinin tutulduğunu, o gün bu gündür arada bir sadece "Sunta var, kalas var..." diye bağırdığını bu köşeden hatırlarsınız...

*

"Devlet adamlığı"
zor günlerde belli olur.

İşte; TBMM’nin İsrail’i kınayan kararına oy vermeyen partinin genel başkanı ile o popülist konuşmaları yapan Başbakan aynı kişidir...

Tıpkı arada bir ağlayan, ama İsrail’e yeni silah ihalesi verilmesini durdurmaya bile yanaşmayan kişinin, aynı Başbakan olması gibi...

"Devlet adamlığı" zor iştir...

Keşke Abdullah Gül küçük oğlu ile mısır işini yapsaydı, Tayyip Erdoğan ise eski sucukçuluk işini...

Türkiye büyük bir ülkedir...

Böyle "devlet adamları" ile yönetilemez...
Yazının Devamını Oku

Ormanın hazin hikáyesidir bu...

18 Ocak 2009
BU aslında çevrenizde gördüğünüz korulukların, yeşil alanların, ormanların, o ormanlardaki fıstık çamlarının hazin hikáyesidir. (.........)

Ormanları satmaya karar verdiler.

Bu ülkenin her şeyini çalıp çırptılar; bankaları, kasaları, KİT’leri, bütçeleri, örtülü ödenekleri, yoksul insanların vergilerini...

Şehirlerde-kasabalarda-yerleşim ve sanayi bölgelerinde yağmalanacak bir şey kalmadı...

Tıpkı, bölgesindeki tüm koyunları tüketen kurtların yer değiştirmeleri gibi...

Sıra ormanlara gelmişti...

*

Siyasetçiler, "İlmen ve fennen orman vasfını yitirmiş araziler" diyerek, ormanları satmak için iki kez Anayasa’yı değiştirdiler.

Eski Cumhurbaşkanı geri gönderdi...

Yeniden TBMM’den geçti yasa.

Bu sefer Anayasa Mahkemesi, iki kez orman satışıyla ilgili yasaları iptal etti...

Onlar da "Yabancılara Mülk Satışı Yasası"nın içine koydular ormanları satma hükümlerini...

Yüksek yargıdan geri döndü...

Ve geçtiğimiz günlerde yine "2B arazilerinin ilmen ve fennen satılması" hükmü TBMM’den bilmem kaçıncı defa geçti...

Bu kez de "Tapu ve Kadastro Yasası"nın içine gizlenmiş maddelerle...

Toplumdan saklı-gizli...

Anayasa’ya rağmen...

Zaten çölleşen bir ülkede; Anayasa’ya, hukuka, insan vicdanına, hatta ahlak değerlerine rağmen...

Anayasa’yı kandırarak...

Kendi Cumhurbaşkanları elbette onaylayacak...

Ormanları satacaklar...

*

Ve sizin haberiniz yok...

Bu toplumun büyük kesimi ise; sadaka ile beslenen dilenci rolüne çoktan alıştı...

Bu kez orman arazilerine konacak diye eminim mutlu.

Umurunda değil; orman morman.

Hukuk, yasa masa...

Doğası, ormanı, havası, çocuklarının dünyası yok edilen, en gelişmemiş halkların bile göstereceği refleks ise sadece bizim hayallerimizdedir...

Bir yok edişin hazin hikáyesidir bu...
Yazının Devamını Oku

Derin devlet yok...

17 Ocak 2009
O mahallede oturanlar birbirlerini çok tanımazlardı, ama herkes onu tanırdı.<br><br>Çünkü o "gizli istihbaratçı" idi... Birbirlerine bir yer tarif ettiklerinde, bunu civarda en iyi bilinen "gizli istihbaratçının" evine göre yaparlardı:

"Gizli istihbaratçının evinden yukarı çık, sağa dön, oradan..."

Gizli istihbaratçı,
şapkasını geçirip, siyah gözlüklerini takıp, yakalarını kaldırıp evinden çıktığında, herkes balkondan-pencereden ona bakar, gizli işe gittiğini bilirlerdi.

Çoğu zaman balkonlardan-pencerelerden ona seslenenler olurdu:

"Önemli bir iş mi?..."

"......."

"Nasıl da yakalayacaksın yine..."

"......."

"Nelere de gidiyor nelere..."

"......."

Kimse balkondan-pencereden bakmadığı zaman, gizli istihbaratçı yan gözle bunu görür, o zaman pat pat koşmaya başlardı.

Ve herkes balkonlara...

Son zamanlarda o koşarken çocuklar da peşinden koşar, gün boyu herkes birbirine "gizli polisin koşarak önemli bir işe gittiğini" anlatırdı.

Koşarak gidip, sonra elinde soğan-patates filesi ile öyle sallana sallana eve dönmesini de mahalleli "gizli taktik" olarak görür "Hiç de belli etmiyor" derlerdi.

İşte o günlerde hırsızlar gizli istihbaratçının evini soymaya başladılar.

Daha doğrusu mahallede sık sık soyulan tek ev vardı; gizli istihbaratçının evi...

Bu, gizli istihbaratçının tabancasını temizlerken kendini iki ayağından birden vurmasından biraz önceydi.

*

Ben size söyleyeyim; Türkiye’de derin devlet yoktur.

Gömdüğü silahların krokisini çizip masasının üzerinde unutanın özel kuvvetlerin başı... Sakal bırakınca tanınmadığını zannedip hastanede yakalananın askeri istihbaratın komutanı... El bombalarını mutfağında saklayanın en önemli istihbarat elamanı olduğunu düşünürseniz...

Artı; Türk haber alma sisteminin işte bu gördüğünüz Tuncay Güney’den yararlandığını hesaba katarsanız...

Ve normal devletin de zaten olmadığını bilirseniz...

Derin devletin olmadığını görürsünüz...

Ve olamayacağını...
Yazının Devamını Oku

Anlaşılmasın diye bir yazı...

16 Ocak 2009
DOĞRUSU bu Ergenekon işinden sizler gibi ben de bir şey anlamadım aslında. Televizyonlardaki bunca konuşma, gazetelerdeki bunca köşe yazısı, bunca haber-yorum, bunca anlatma çabası, bir şey anlamadığımızdandır...

Ve bu yüzden televizyonda anlatanların "anlatımı" bittiğinde, bizler birbirimize dönüp "Bence..." diye başlarız anlatmaya.

Anlayacak gibi olduğumuzda ise anlaşılmaz bir şey olmakta; yerden çıkan silahlar, bombalar, bir yeni tanık, bir yeni tutuklama...

Anladıklarımız elden gidiyor...

Bu son anladığımızın akşamı, Tuncay Güney televizyona çıkıp anlatmasaydı...

Anlaşılmıştı...

Ama onu dinleyip de eski anladığımız, yeni anladığımızı götürünce... Fikri Sağlar, "Yani dedi ki..." diye televizyonlara koşup anlatmaya başladı.

Zaten o an bizler birbirimize dönüp "Bence..." diye başladık anlatmaya...

Bu anlamadığımız şeyi...

*

Anlatmaya
başlıyorum:

Bu Ergenekon davası için "Savcısı benim" diyen kim?..

Başbakan...

Bu davanın gerçek savcısına tahsis edilen, içinden Tayyip Erdoğan’ın balyozla çıkartıldığı zırhlı araç kimin?...

Başbakan’ın...

Genelkurmay Başkanı kime gidince siviller tutuklandı, askerler serbest bırakıldı?..

Başbakan’a...

Önce bu davanın yayılacağı yerleri, önceki gün de varacağı yerleri ve korkması gerekenlerin listesini kimden öğrendiniz?..

Başbakan’dan...

Türkiye’de en aptalların bile bildiği yeraltındaki kanlı-kirli işlerle özdeşleştirilip evlerinden toplatılan insanların ortak tek özelliği kime karşı oluşları?..

Bu Başbakan’ın iktidarına...

*

Amerika
’nın saygın Middle East Qarterly Dergisi’nin bu sayısında, Ortadoğu uzmanlarının yorumunda, Türkiye’nin dinci devlet lehine el değiştirme sancıları içinde olduğu belirtildi...

Amerikalılar uzaktan anladılar da...

Biz içindekiler anlamadık...

Anlayamadık...
Yazının Devamını Oku

Gazze’nin kara gözlü çocukları...

15 Ocak 2009
DÜŞTÜKLERİNDE, ağlayarak koştukları büyükler okşamadıkça, acısı geçmez çocukların.<br><br>Gazze’nin kara gözlü çocukları şanssız. O kocaman gözlerini daha da açarak, nereye koşacaklarını bilemeden, korku içinde, şaşkın...

Öyle bakıyorlar.

*

Önceki gün, Milli Eğitim Bakanı’nın emri ile Türkiye’deki 45 bin okulda "Filistin’de hayatını kaybedenler için" saygı duruşu yapıldı.

Biliyorsunuz Emine Hanım da zaten ağladı...

Ertesi gün Başbakan ağladı...

Cumhurbaşkanı; bugün-yarın ağlamak için uygun bir yer arıyordur, ben biliyorum...

(...........)

Türkiye, ABD ve İsrail ile Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) ortağıdır.

Başbakan Tayyip Erdoğan, BOP’un "eşbaşkanı olduğunu" mutlulukla kaç kez söyledi.

İsrail’in Gazze’ye egemen olması ise BOP’un bir parçası...

(...........)

Ondan sonra sen otur ağla...

O proje sonucu İsrail bombaladıkça... Evleri insanların başına yıkıldıkça... Ve kara gözlü çocuklar öldükçe, ailece ağlama şovları düzenleyin siz...

Ve kel alaka 45 bin okulda saygı duruşu...

*

Çocukların canı yandığında büyüklere koşarlar...

Gazze’nin kara gözlü çocukları şanssız.

Çünkü onlara sahip çıkması gereken yetişkinleri, onlardan daha çaresiz... 200 milyonluk bir zengin coğrafya... Ama cehaletin, ilkelliğin, çağdışılığın altında ezik...

Sinmiş...

Mahkûm...

Korkak...

İkiyüzlü...

Kendisini adam etmek için, elin aklına gelen BOP gereği; evi başına yıkılan, çocukları öldürülen... Acz içinde, zavallıca durduğu yerde sadece zıplayıp bağıran, yakılan bez parçaları üzerinde tepinen...

Ya da sadece işte ağlayan...

(.........)

Şanssızdır Gazze’nin kara gözlü çocukları...

Koşacak kimse yok...
Yazının Devamını Oku

Kazı kazan...

14 Ocak 2009
HER yeri kazıyorlar. <br><br>Elinde kazma-kürek, inşaat kamyonuna binmiş polisleri görünce Ergenekon’u çözmeye gittiklerini anlıyorum. Okurlarım bir Rus fıkrası gönderdiler:

Komünizm döneminde hapse atılan baba, patates ekmek için tarlayı kazmakta zorlanan oğluna telefonda gizlice gömülü silahlardan söz etti.

Ertesi gün KGB tarlanın altını üstüne getirdi.

Oğlu babasını arayarak "Baba, tarlamızın her yerini kazdılar" dedi ve keyiflenen baba yanıt verdi:

"Şimdi patatesleri ek..."

*

Arada bir mahallenin suyunu patlatmak yanında, derin devleti bulayım derken polis arkeolojik kazı da yapmış oldu, bir testi de buldular. Sümerlere ait olduğu tahmin edildiğine göre, Sümerler de girdi mi işin içine!..

Nedense bende "baş bağlama" izlenimi uyandıran Adalet Bakanı’nın yüzüne bakıyorum, sanki şey oynuyor:

Kazı kazan...

El bombası çıkınca seviniyor, testi çıkınca üzülüyor...

Onlara göre bu silahlar AKP’ye karşı darbe silahları.

O zaman darbe yapacakları, Radyo Evi yerine ellerinde kazma-kürekle tarlaya koşarken görecektiniz...

Ve bakacaktın tank yerine kepçe ile geliyor paşa...

Peki, siz derin bir darbe kültürüne sahip olan yurttaşlar olarak, hiç yerden çıkartılanlarla darbe yapıldığını gördünüz mü?..

Bir bilge siyasetçi Hüsamettin Cindoruk, en doğrusunu söylüyordu geçen gün:

"Darbe yapmak sadece Genelkurmay’ın tekelindedir..."

*

Yeraltından çıkan silahlara gelince; yeraltında her zaman silahlar vardı...

Çünkü bu kadar çok hırsızı, bu kadar çok soygunu-vurgunu, bu kadar çok mafyası, bu kadar çok kirli işleri olan... Eli kanlı katilleri "kahraman" gören... Kurtlar Vadisi’nin Polat Alemdar’ını ağlayarak alkışlamaya koşan... Ama hukuku-adaleti asla olmayan bir ülkede, yerin üstü de kirlidir, altı da...

Silah çıkınca niye şaşıracaksınız?..

Sorun bu değil...

Sorun; AKP bunu muhaliflerini susturmakta kullanıyor... Bir başka kirli iş, bir başka hukuksuzluk...

Ve yerden bomba çıktıkça seviniyorlar...

Kazı kazan...
Yazının Devamını Oku

Bu günler...

13 Ocak 2009
GECE "Yalçın Küçük Hoca tutuklandı" dediler...<br><br>Ben, Yalçın Küçük üstadımızın durumuna yanmıyorum, onun yüreği bu gibi zamanlar içindir. Nitekim gözaltına alındığı zaman evinden çıkarkenki haline baktım, sevinç içinde...

Sanki Paris’e tatile gidiyor...

Asıl içeri alınmasaydı çok kızacaktı.

Yalçın Hocam günlerce önceden hazırlığını yapmıştı belli ki... Kalpağı başında, kırmızı fuları, çanta muntazam, eminim içinde özenle kim bilir kaç gün önceden hazırlanmış pijaması, terliği, diş fırçası, tıraş takımı, yedek çorapları...

Belki polisler gecikti diye kızdı da...

(.........)

Serdar Turgut’un kulakları çınlasın, ben asıl Yalçın Küçük’ün ifadesini alana yanarım.

Muhtemelen sorgucu, soruları kendisinin soracağını sandı...

Yalçın Küçük; sinek yakalar gibi iki elini havada üç kez çırparak ve yerinde sıçrayarak, kim bilir kaçıncı defa "İşte burada dur..." demesinden sonra, sorgucunun nasıl fenalık geçirdiğini elbette biz bilemeyiz.

Ama sorgunun yapıldığı binadan çıkıp makam arabası yerine nöbetçi polislerin sırtına binmeye kalkan birisini gördüyseniz...

Ya da evrak çantası yerine makam odasındaki sehpayı koltuğunun altına almış gitmekte olan birisini...

O odur...

Yalçın Küçük’ü sorgulamaya kalkan sorgucu...

*

Zor günlerdir bu günler...

Korku ile cesaret vuruşur...

Masumiyet ile hinlik yarışır... Sinmek ile tepki, yürek ile yüreksizlik, akıl ile ahmaklık, sorumluluk ile gaflet karşı karşıyadır...

Bir yanda acı, öte yanda linç vardır...

*

Olsun...

Yürekli Türk aydınları, her şartta, her zaman laik cumhuriyete sahip çıkacaklar. Çünkü onların yüreğindeki yurt sevgisinin büyüklüğünün tanığıyım...

Belki de o soruyu sormanın tam zamanıdır:

Siz hiç; çağdışılığa karşı direnen, çocuklarına aydınlık bir dünya bırakmak isteyen yürekli insanların eli boş döndüklerini gördünüz mü?..

O günlerdir bu günler...
Yazının Devamını Oku