Bekir Coşkun

Postal’a annesinin öldüğünü söylemedim...

11 Ocak 2009
POSTAL, yedi aylık oldu... Cunda’dan Ankara’ya geleli üç aydır, bizim evin en küçüğü... Siyah-beyaz, upuzun kulaklı, yakışıklı bir av köpeği olacak.

Köpeklerde yavruları koruma duygusu var, Çıtır yatağını ona bıraktı. Suşi ne bulsa oynasın diye ona getiriyor; sehpa ayağı, dolabın kulpunu...

Ama o bir başka yeri özlüyor.

Kimi geceler onu bahçenin çitinin dibine oturmuş, uzaklara bakarken buluyoruz. Kimi zaman uyurken bir anda kalkıp dört bir yanı koklayarak arıyor, belki rüyasında annesini gördüğünü söylüyor Andree.

*

Bütün yavrularını iyi insanlara dağıtıp, en son Postal’ı yanından alıp getirdikten sonra Anne, Cunda’da yalnız kalmıştı.

Bizim Hayrettin her gün yemeğini verdi, veteriner hekim sevgili Furkan tüm bakımını üstlenmişti. Biz sık sık arayıp Anne’yi sorduk...

Ve geçen ay Postal’ı annesine götürmeye karar verdik, anneye "Onu sana getireceğiz" diye sözümüz vardı...

Yol boyu camdan dışarıyı seyretti Postal.

Cunda’ya vardığımızda, yavruları gittiğinden bu yana hep yüksek yerlere çıkıp adaya gelen yola bakan Anne bizi karşıladı.

Postal arabadan inince çılgına döndü...

Annesinin memesini emmeye bile kalktı, anne "Artık büyüdün" der gibi kızdı...

Bir hafta boyunca deliler gibi oynadılar.

Önde Anne, arkada Postal her yeri gezdiler. Bebeklerin doğduğu inşaat, kardeşleri ile oynadıkları tarlalar, yağmur yağdığında saklandıkları garaj, üzerinde uyudukları o samanlık...

*

Ankara’ya döndükten sonra.... Geçen gün... Komşular Anne’nin öldüğünü bildirdiler...

Hep yavrularını beklediği o yerde, uyur gibi, sebebi bilinmeden...

Andree çok ağladı...

Yaşam işte böyle bir şey; ömürleri kısa olduğu için gözlerimizin önünde geçen onların yaşamı ile bizim yaşamamız arasında fark yok... Bizler hangi tarlada umursamazca oynuyoruz, hangi özlemin içinde yanıyoruz, hangi mutlu ya da mutsuz noktasındayız yaşamımızın...

Değişmiyor...

O gece Postal’ı çok okşadım...

Köşesinde uyurken o gece, yine bebek rüyaları gördü, annesiyle oynadı belki...

Ona annesinin öldüğünü söylemedim...



Yazının Devamını Oku

Korku filmi...

10 Ocak 2009
GECE karanlık... Ormanın içinde elinde fenerle adamlar dolanıyor. Bir uğultu var, ben onun bitişik yoldan geçen kamyon sesi olduğunu biliyorum ama, bana sanki mezardan birazdan çıkacak hortlağın sesiymiş gibi geliyor.

Muhabir elindeki mikrofona adeta fısıldıyor:

"İşte buraya gömmüşler..."

Bir an içimden "Dırrrrrr..." diyorum:

"Dırrrr... Şimdi çıkıp amiri yiyecek..."

Ben bu durumlarda ekrana bakarken bir gözümü kapatırım... Bizim muhterem, "Battaniyenin arasından öyle tek gözle bakıp durma, korkuyorum" diyor.

Herkes korkuyor...

Türkiye korku içinde...

Ormanda elinde fenerle adamlar dolanıyor, yeri kazıyorlar, televizyon muhabiri, "İşte buraya gömmüşler" diyor, hortlak sesleri gelmekte kamyon tekerleklerinden...

*

Sabahleyin ilk haberdi:

"Ergenekon davasından gözaltına alınan İbrahim Şahin’in evinde bulunan krokideki yer kazıldı, kayıp silahlar bulundu..."

Ve herkesin aklına geleni ben biliyorum:

"Bu Ergenekon işi ciddi galiba... Bu gözaltına alınanlar o kadar da masum değilmiş..."

*

Ergenekon iddianamesinde bu örgütün AKP’ye karşı darbe ortamı yaratmak istediği var mı?..

Var...

İbrahim Şahin, bu kayıp silahlardan dolayı 2000 yılında artı 1 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. O tarihte, yani 2000’de AKP Hükümeti var mıydı?...

Yok...

Peki İbrahim Şahin’in mahkûmiyetinin altında kimin imzası var?...

Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun...

Şimdi İbrahim Şahin ile Sabih Kanadoğlu gibi insanları aynı kefeye koyup, ormanda bulunan kayıp silahların şaibesine bulamak olası mı?...

Olası...

*

Çünkü korku filmidir bu...

Türkiye; bir çeteler, mafya, kirli örgütler cennetidir... Her zaman bir kirli çuval bulup, temiz insanları onun içine doldurabilirsiniz...

Ve sindirip korkutursunuz insanları...

Zaten şu an onu izliyorsunuz...

O korku filmini...
Yazının Devamını Oku

Örgütün neresine bakmalı?...

9 Ocak 2009
"ERGENEKON terör örgütü"nün nicelik ve niteliklerine bakıyorum da, biraz değişik sanki. Bir; yeryüzünün en geveze terör örgütü bu... Telefon konuşmaları 2200 sayfa tutuyor.

İki; yeryüzünün en olgun terör örgütü aynı zamanda... Tümü emekli...

Üç; yeryüzünün en gizemli terör örgütü ayrıca... Çoğu birbirini tanımıyor. Ki sorgulamada tanışıp, birbirlerini yazlığa davet etmeleri bu yüzden...

Dört; yeryüzünün en eğitimli terör örgütü de... Bir YÖK daha kuracak kadar profesör, doğu illerinden birisinde üniversite kuracak kadar akademisyen, üç siyaset-sanat-kültür dergisi yayınlayacak kadar yazar ve düşünür, Pakistan ordusunu yönetecek kadar general, bir koalisyon kuracak kadar siyasi parti genel başkanı var içinde...

Beş; yeryüzünün en değişik silahlarına sahip bir terör örgütü... Çeşitli silah ve bombalar yanında; kalem tabanca, içi boş (muhtemelen taş niyetine kafaya vurmak için) el bombası, havalı lunapark tüfeği, sustalı bıçak, kama, balta, baston, şemsiye sapı...

Altı; yeryüzünün en esrarengiz terör örgütü... Tabanı olsun, altyapısı olsun belli değil... Bir de başı (ona "bir numara" diyorlar) belli değil... Bu nedenle ortasını yakaladılar...

*

Biliyorsunuzdur; Anayasa Mahkemesi bu hükümetin "irticai faaliyetlerin merkezi" olduğuna karar vermişti.

Ergenekon davası iddianamesinde ise, örgütün Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni "iskata" (düşürmeye, aşağı almaya, oradan indirmeye) kalktığı belirtiliyor.

Yani; yargının üst tarafı, AKP Hükümeti’nin irticai faaliyetlerin merkezi olduğunu söylüyor... Yargının alt tarafı ise; bir araya gelip o AKP Hükümeti’ni oradan indirmek gerektiğini düşünenlerin "terörist" olduğunu düşünüyor...

Yok eğer siz de Anayasa Mahkemesi kararına bakıp AKP’nin indirilmesi gerektiğini düşünüyorsanız...

O zaman yedi; yeryüzünde sizi en çok şaşırtacak terör örgütüdür bu aynı zamanda...

Çünkü içinde siz de varsınız...
Yazının Devamını Oku

Hesaplaşma...

8 Ocak 2009
"DOKUZUNCU dalga" mı, "onuncu dalga" mı?..<br><br>Suçlananlar; eski YÖK Başkanı, Yargıtay Onursal Başsavcısı, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri... Orgeneraller..

Hákim tümgeneraller...


80 yaşındaki profesör yazar Yalçın Küçük’ü, kaçmasın diye kolundan tuttular... Genelkurmay Hukuk Müşaviri emekli Tümgeneral Erdal Şenel... Eski İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan evde olmadığı için yerine oğlu...

Koyun üzerine içerde bekleyen gazetecileri, yazarları, profesörleri, generalleri, parti genel başkanlarını, aydınları, sanatçıları, işadamlarını, hukukçuları...

Bunların tümü:

"Terör" suçlusu!..

*

Emin olabilirsiniz, elbette bu burada kalmayacak... Bekleyin gelecektir; onuncu dalga, on birinci dalga, on ikinci dalga...

Eğer laik cumhuriyeti savunuyorsanız, eğer karşı devrimin sinsi sinsi yapılmakta olduğunun farkındaysanız... Eğer Anayasa’nın değiştirilerek, örtülü bir din devleti kurulmasına tepkiniz varsa...

Bekleyin...

Sıra size gelecektir...

*

Bu hukuki bir dava değil, bir siyasi hesaplaşmadır...

Orgeneral Kılınç, 28 Şubat’ın MGK Genel Sekreteri... Tümgeneral Erdal Şenel, 28 Şubat’ın Genelkurmay Adli Müşaviri... Kemal Gürüz, 28 Şubat’ın YÖK Başkanı... Sabih Kanadoğlu, 28 Şubat’ta Fazilet Partisi’ni kapatan Başsavcı...

Hesaplaşma bu...

Hedef ise; ilk denemelerde başarılamayanı başarmak...

AKP’nin "ılımlı İslam" projesine karşı olan, laik cumhuriyeti savunan, Anayasa değiştirilerek din referanslı devlet kurma niyetlerine karşı duran insanları sindirmek hedef...

Aydınları korkutmak...

İtirazı olanları susturmak...

Söyler misiniz; çoğunu tanıdığınız, ömürleri devlete hizmetle geçmiş, çoğu yaşamları pahasına irticayla, çağdışılıkla, geri kalmışlıkla, dışa bağımlılıkla, hatta terörle mücadele etmiş bu insanların "terörist" sayılmaları ve sabahın karanlığında elleri kelepçeli birer adi suçlu gibi götürülmeleri size normal mi geliyor?..

Nasıl?..
Yazının Devamını Oku

Diplomat...

7 Ocak 2009
ÇANKAYA’da toplanıp ve uzun uzun düşünüp Gazze vahşetini "diplomasi" ile çözmeye karar verdiler.<br><br>"Diplomat" kim?.. Eeee Başbakan...

İsrail’in çevresinde dört tur attıktan sonra Antalya’da açıkladı diplomat:

"Zulm ile abat olunmaz.
.. Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste... Er veya geç hak egemen olur... Öfke ile kalkan zararla oturur..."

Ben hiç böyle "diplomat" dili duymamıştım.

*

"Diplomat" esas itibariyle "Dip..." hecesi ile başlar.

Bu Tayyip Erdoğan’ın Gazze meselesinde yürüttüğü diplomasiye çok uygun bir noktadır.

Sen kalk Filistin ile İsrail arasında arabuluculuğa soyun ve tam "Ortadoğu’da etkili bir rol üstlenmiş bulunuyoruz, inşallah neticeye varacağız" dediğin gün, İsrail Gazze’nin gırtlağına çöksün...

Gazze ortadan kalktı nerdeyse.

Bu; diplomasinin "Dip..." noktası...

*

İkinci hece "lo"dur...

İnsanları kandırmak için, İsrail’e horozlananlarla, İsrail ile 2.5 milyar dolarlık silah ticareti yapanlar aynı.

Daha yeni yeni İsrail’e verilmiş 167 milyon dolarlık bir ihale var.

Koyun üzerine; tank-savaş uçağı projelerini...

Koyun; Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki (BOP) dayanışmayı...

Ya da; ABD-Türkiye-İsrail strateji ortaklığını bilmeyen var mı?..

İşte halk arasındaki "lo" noktası:

"Herkese lo lo, bize de mi lo lo..."

*

Son hece "mat"...

Türkiye’yi laik-çağdaş yolundan saptırıp, o avuç içi kadar İsrail karşısında ezilip-büzülen Araplara benzetmek isteyenlerin pozisyonu...

Gerçek, bir kez daha mat ediyor ahmaklığı...

Çağa direnenlerin, ortaçağa takılıp kalanların, haklı olsalar dahi hiçbir zaman kazanamayacakları bir kez daha kanıtlanıyor...

İyi bakın...

Sinen-pısan Arapların tersine, bu horozlanmalarını dahi, Mustafa Kemal’in yaralı-bereli laik cumhuriyetine borçlu olduklarının farkında mısınız?..

(.........)

Ne bileyim ben...

"Diplomat" böyle bir şey işte...
Yazının Devamını Oku

Kafesteki kuşu vurmak...

6 Ocak 2009
EVET...<br><br>Kafesteki kuşu vurdular... İki yanı kapalı, bir yanı deniz, öbür yandan yaklaşan ölüm... Ve kucağında bebeği ile sağa-sola kaçıp çırpınan Gazzeli annenin, biraz sonra bulunan cesedi...

Hemen yanında ağlayan bebek...

(.........)

Tüm insanlığın, televizyonların başına oturup umursamazlık içinde seyrettiği anda... İnsanlığın gözü önünde... Dahası; o "insanlık" denilen şeyin en az yarısının onayı ile oldu bu.

Kafesteki kuşu vurdular...

Ve ben saygımı yitirdim insanlığa.

"İnsan" denilen yaratığın dilindeki o "sevgi", "barış", "kardeşlik", "insani duygular", "insanlık" gibi sözcüklerin ne kadar yapmacık ve yalan olduğunu artık daha iyi biliyorum.

*

Ve kızgınım insanlığa...

Eğer "insanlık" denilen şeyin birazı olsaydı insanlıkta... O bebeğe atılacak şey belki bir çikolataydı...

Biraz mama...

Bir oyuncak...

Ama annesini öldürmek gibi bir kötü hediye, İsrailli askerlerin değil, aslında insanlığın ona verdiği şeydi.

BM, AB, devletler hukuku, evrensel ahlak değerleri önünde... Bir yanında gelişmemiş kendi kavmi, öte yanında güçlü ahlaksızlık... Ve ekranların başında seyirci insanlık...

*

İnsanlık...


Bence káinatın yüz karası...

Tüm suçları "hukuk", "hak", "barış", hatta "din" adına işleyen bir yalancı sahtekár...

Kendi ırkını yiyen bir canavar...

Ve kendi çocuklarını vuran bir ahlaksız...

Tanrı’nın yarattığı en güçlü ve en akıllı, ama tehlikeli, en korkunç, en zalim, en acımasız mahluk...

*


O bebeği düşündükçe bunlar geliyor aklıma.

İnsanlığın ona biten mamasından atması gerekiyordu, bir çikolata, bir oyuncak belki...

Ama orada olanları anlatan en iyi cümleydi bu:

Kafesteki kuşu vurmak...
Yazının Devamını Oku

Sevgisiz tarlalarda yetişen zebaniler...

4 Ocak 2009
O adamın...<br><br>O sorumlu olduğu yaşamları hiçe sayan adamın... Çocukluğunda sorumlu olduğu bir kuşu, bir kedisi, bir köpeği olsaydı... Bir sorumlu olduğu canlıyı; koruma, kayırma, yaşatma duygusunu koysalardı yüreğine...

*

Ama öyle olmadı.

Ona "kesmeyi" öğrettiler...

"Kesmenin" sevap olduğunu bellettiler çocuğa... Yaşatınca değil, öldürünce manevi ödüllerin sahibi olmayı...

Böyle yaptılar...

Ve her mutlu olayda "kan akıt" dediler.

Bu sefer sevinçlerin, başarıların kanıtıydı kan akıtmak... Ya da bir umudun, bir beklentinin, bir hayalin gerçekleşmesi için çareydi:

Akan kan...

(.........)

Belki çocukluğunda sokakta bulduğu bir kedi yavrusunu eve götürdüğünde... Kendisine bir rastlantının emanet ettiği bir canlıyı korumaya karar verdiğinde, içerden bir kadının uyarısı geldi:

"Bir bu eksikti..."

Ya da bir korkutucu erkek sesi:

"At onu dışarı..."

*

Böyle büyüdü çocuk...

Çıkarı olmadıkça bir canlıya özen göstermemeyi, kesmenin sevap olduğunu, kan akıtmanın uğur getireceğini öğrene öğrene...

Bir canlıyı yaşatmanın mutluluğunu hiçbir zaman tatmadan...

Kendisine emanet edilmiş bir canın sorumluluğunu taşımanın hazzını ve gururunu hiçbir zaman bilmeden...

Sonra...

Sonra, başka insanların yaşamından sorumlu yetkili oldu, görevli oldu, gaz müdürü oldu, belediye başkanı oldu, vali oldu, devlet adamı oldu...

Ama sorumlu olduğu insanları korumanın, kayırmanın, yaşatmanın, yüreğindeki karşılığı yoktu...

Ve işte; sudan nedenlerle, hiç yoktan yere, boşu boşuna insanlar öldüğünde, gazeteler şöyle yazdılar:

"Sorumsuzluk..."

Yaşatma, koruma, her canlıya özen gösterme duygusunun ekilmediği yüreklerde yetişen zebaninin adıydı o:

"Sorumsuzluk..."
Yazının Devamını Oku

Aslında 2009’a girmedik...

3 Ocak 2009
DOĞRUSUNU isterseniz 2008’e de girmemiştik.<br><br>Size sanki öyle girmişiz gibi gelmişti... Daha da açıkçası 2007’ye, 2006’ya, 2005’e, 2004’e, 2003’e de girmiş değildik...

Ben size söyleyeyim; 2000’li yıllara henüz girmediğimiz gibi, 1990’lı ya da 1980’li yıllara da...

*

İlk iki gününde olup bitenlere bakıyorum.

Bu 2009 değil...

Bu memleket, bu insanlar, bu yaşananlar, bu davranışlar, bu olanlar, 2000’li yıllara uymuyor.

Başında külah, sırtında cüppe, elinde satırla "İçki içmek haram" diyen o adam:

1500 yıl önceki...

(........)

O insan gibi eğlenmek için kalabalığa karışmaya kalkan turistin arkasına yapışmış tacizci, elini kadın turistin bacak arasına sokmuş (aslında turist erkek. Ama saçı uzun olduğu için o kadın sanıyor) o taş devri insanı...

Gelişmemiş...

İlkel...

Vahşi...

(........)

Yazın keneden, baharda mantardan, kış geldi mi sobadan ölen sıra sıra insanlar...

Durmadan insanlar ağlıyor sağda-solda...

Bir adam elinde boru gösteriyor millete; annelerin çileyle büyüttüğü, babaların özenle okuttuğu o çocukları öldürenin boru olduğunu anlatmaya çalışıyor...

Bir diğeri ise; "Yılbaşı haram olduğu için" diyor dinci gazeteler.

Yıl 1930’lar mı desem...

1940lar mı desem...

(.........)

Ama kesinlikle 2009 değil...

Tüm bunları düzeltecek adamlara bakıyorum; ortaçağdalar... Hiçbir şey onları 2000’li yıllara getiremiyor...

Akılları ortaçağda hálá...

Tutkuları ortaçağda...

Kafaları ortaçağda.
..

*

Ben biliyorum; size sanki 2009’a girmişiz gibi geldi...
Yazının Devamını Oku