O mahallede oturanlar birbirlerini çok tanımazlardı, ama herkes onu tanırdı.
Çünkü o "gizli istihbaratçı" idi...
Birbirlerine bir yer tarif ettiklerinde, bunu civarda en iyi bilinen "gizli istihbaratçının" evine göre yaparlardı:
"Gizli istihbaratçının evinden yukarı çık, sağa dön, oradan..."
Gizli istihbaratçı, şapkasını geçirip, siyah gözlüklerini takıp, yakalarını kaldırıp evinden çıktığında, herkes balkondan-pencereden ona bakar, gizli işe gittiğini bilirlerdi.
Çoğu zaman balkonlardan-pencerelerden ona seslenenler olurdu:
"Önemli bir iş mi?..."
"......."
"Nasıl da yakalayacaksın yine..."
"......."
"Nelere de gidiyor nelere..."
"......."
Kimse balkondan-pencereden bakmadığı zaman, gizli istihbaratçı yan gözle bunu görür, o zaman pat pat koşmaya başlardı.
Ve herkes balkonlara...
Son zamanlarda o koşarken çocuklar da peşinden koşar, gün boyu herkes birbirine "gizli polisin koşarak önemli bir işe gittiğini" anlatırdı.
Koşarak gidip, sonra elinde soğan-patates filesi ile öyle sallana sallana eve dönmesini de mahalleli "gizli taktik" olarak görür "Hiç de belli etmiyor" derlerdi.
İşte o günlerde hırsızlar gizli istihbaratçının evini soymaya başladılar.
Daha doğrusu mahallede sık sık soyulan tek ev vardı; gizli istihbaratçının evi...
Bu, gizli istihbaratçının tabancasını temizlerken kendini iki ayağından birden vurmasından biraz önceydi.
*
Ben size söyleyeyim; Türkiye’de derin devlet yoktur.
Gömdüğü silahların krokisini çizip masasının üzerinde unutanın özel kuvvetlerin başı... Sakal bırakınca tanınmadığını zannedip hastanede yakalananın askeri istihbaratın komutanı... El bombalarını mutfağında saklayanın en önemli istihbarat elamanı olduğunu düşünürseniz...
Artı; Türk haber alma sisteminin işte bu gördüğünüz Tuncay Güney’den yararlandığını hesaba katarsanız...
Ve normal devletin de zaten olmadığını bilirseniz...