16 Nisan 2009
12’nci dalga ile ilgili şöyle başlıklar vardı: "Ergenekon şaşırdı..."
"Ergenekon’da pusula şaşıyor mu?.."
"Ergenekon’da sapma..."
(.......)
Arkadaşlar Ergenekon’un ne olduğunu yeni yeni anladılar. Ki sosyolojide buna "geç intikal" diyorlar.
Yeni kuşaktaki karşılığı; jetonun geç düşmesi...
Bana kalırsa; idrak sorunu...
Hani otomobili banketten uçurduktan sonra, yolun kenarına oturup "Ben nerdeyim?" demek gibi... Ya da içkiyi ayran gibi içtikten sonra, lavaboyu kucaklamışken "Bana ne oldu?" sorusu gibi...
*
Bu kanaat önderleri, Tayyip Erdoğan’ın "değişmesini" tam altı sene beklediler...
Keza bir "dinci" iktidarın Türkiye’yi AB’ye sokmasını...
Ya da; AKP’nin çağdaş reformlar yapmasını...
Hiçbiri olmadı...
Benzer başlıklar altı sene sonra atıldı:
"AKP şaşırttı..."
"Pusula şaşıyor mu?..."
"AB’den sapma mı?..."
*
Bence şu "geç intikal" sorunu, aslında kıvırma sanatının bir unsuru olmalı...
Bal gibi biliyorlardı neyin ne olduğunu... Artık mızrak çuvala sığmadığında, insanları aptal yerine koymanın sınırına dayanıldığında, mal ortaya çıktığında... Bir yere kaçamayıp soruyordur bizi eşek yerine koyarak:
"Ergenekon şaşırttı..."
"AKP’de pusula şaşıyor mu?..."
"Laiklikten sapma mı?.."
*
Allah bir topluma ceza vermek istiyorsa, ona akılsız-ahmak aydınlar verirmiş...
Şimdi mi uyandınız, öyle mi?...
Şimdi mi görebildiniz gözünüzün önünü?...
Bu kadar mıydı zekánız, sezginiz, donanımınız, aklınız?...
Peki kim ödeyecek bu günahların bedelini...
Kayıp yıllar, yaralı-bereli bir cumhuriyet, kan kaybetmiş bir ülke?..
Peki, hiç utanmaz mısınız siz?...
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2009
O; kızların başını örtmek istiyor, sen açmaya çalışıyorsun.<br><br>Bundan daha büyük suç olur mu usta?.. Senin suçun ağır...
O; kadınlar İranlılar gibi örtünsünler diye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dahi gitti...
O; kadınların saçlarının gözükmesini istemez. Devlet protokolünün fotoğrafına bir daha bak; onun yanındaki ve tabii ki kafasındaki kadın işte oradadır...
Ama sen...
Okuyan, düşünen, eşit, özgür, kimlikli, çağdaş, dili olan, sözü olan, yüreği olan kızlar yetişsin diye dernekler-vakıflar-üniversiteler kurduğunda suç işledin...
*
Bu bir rejim kavgasıdır aslında...
Elbette her rejimin kendine özgü bir kültürü, her kültürün bir yaşam biçimi vardır.
Kılığı, kıyafeti...
Selamı, sözü, söylemi...
Kadını, erkeği..
Oturuşu, kalkışı...
O; tarikat okulları, merdiven altı kursları, vali-kaymakam yetiştiren imam okulları, türbanlı-tesettürlü kuşaklar istiyor...
Kanıtı; kendi aile fotoğrafıdır...
Tekrar bakmalısın...
*
Ve sen onu engelliyorsun...
Dün gazeteler, şu son dalgada sorgulananların yaptıkları ile doluydu; üniversiteler, yüzlerce yurt, okullar, okula gönderilen yoksul çocuklar, burslar, okutulan kızlar...
Yetişmiş ve yetişmekte olan on binlerce cumhuriyet genci...
Yetmedi; meydanlarda daha çok "çağdaş Türkiye" isteyen aydınlıkçı milyonlar...
(.........)
İşte o zaman kızdı o...
Bu yüzden sabah karanlığında polisler kapılara dayandılar...
Kurmak istediği kravatlı mollalar düzenine, senin engel olduğunu düşündüğü için tüm bunlar başına geldi...
Yoksa dünyanın hangi devleti, hangi hukuku, hangi adaleti, çağdaşlığa hizmet edeni sorgular?..
Suçun ağır usta...
Belki seni asarlar...
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2009
BU iktidar Türkiye’yi yönetemez.<br><br>Anayasa Mahkemesi’nin, "İrticai faaliyetlerin merkezi" olduğuna karar verdiği bir yönetim orada oturamaz... Buna izin vermek anayasaya, cumhuriyete, laikliğe, Atatürk Türkiyesi’ne karşı suçtur.
Bunu görmezlikten gelen, susan herkes suçludur...
CHP, MHP, parlamentoda olan-olmayan siyaset... Aydınlar, medya, demokratik kurumlar...
Yargı, sivil toplum örgütleri...
Herkes...
*
Ama olanlara bakın:
"İrticanın merkezi" olduğu en üst mahkeme tarafından karara bağlanmış iktidar ve kanatlarının altındaki dinci örgütlenme, kin ve nefretle saldırıda... Çağdaşlığı savunan, laik cumhuriyete ve devrimlere bağlı olan kim varsa ya tutuklu, ya gözaltında...
Yüreği olanlar...
Sesi çıkanlar...
Laik ve çağdaş cumhuriyete sahip çıkmak isteyen ve sessiz kalmayanlar sorguda...
*
Dün "12’nci dalga" dediler...
Yine bir sabahın karanlığında Prof. Mehmet Haberal gibi eserler yaratmış bir bilim adamının, Türkan Saylan gibi ömrünü çağdaş Türkiye için harcamış bir Atatürk kızının, laiklik derdi olan profesörlerin, akademisyenlerin evlerini bastılar, kimisini alıp götürdüler...
Zor şartlarda laik cumhuriyeti cesaretle savunan Kanal-B, ADD, ÇYDD, ÇEV, 68’liler Vakfı gibi kurumlar, birer terörist yatağıymış gibi gün boyu arandı...
Hálá soracak mısınız; hedef kim?..
Ya da hálá inanacak mısınız; darbe yapmak isteyen silahlı bir örgütün peşinde olduklarına?..
*
Yine de olsun...
"İrticai faaliyetlerin merkezi" olduğu mahkeme kararı ile kesinleşmiş bir iktidar Türkiye’nin tepesine oturmuş olsa bile... Atatürk cumhuriyetine ve devrimlerine sahip çıkmak isteyenler hapishanelere doldurulsalar dahi...
Türkiye’yi sevenler susmayacaklar...
O ses hiç dinmeyecek...
Kulak verin...
Duyacaksınız...
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2009
ABD Başkanı’nın kediyi okşaması sadece bize tuhaf geldi...<br><br>Oysa orada duran insanlara selam vermek gibi... Bir güzel manzaraya durup bakmak gibi... Yolun üzerindeki bir çiçeği koklamak gibi... Altından geçilen bir ağacın yapraklarına dokunmak gibi doğal bir şeydi bu. Ama biz hiç görmemiştik...
Bir devlet adamının kedi okşaması karşısında, medya olarak "Koşun..." dedik:
"Koşun, Başkan kediyi okşadı..."
Muhabirler heyecanla bildirdiler:
"Başkan kediyi okşadı..."
Editörler inanamadılar:
"Kediyi bayaa okşadı mı yani?.."
"Evet..."
"Kedinin adı ne?.."
"Gli..."
Tuhaf bir şeydi bu bizim için; bir devlet adamının bir hayvanı sevmesi, üstelik bunu gören bizim devlet adamımızın da aynı şeyi yapması...
*
Genelde bizimkilerin bu tür gezilerinde önlerine koyun getirirler. Yemek için...
Ve devlet adamı koyuna öyle bakar...
Bunun onlarda neyi çağrıştırdığını bilirim ben; etli pilavı...
Kimi zaman da inek, ya da deve getirirler oraya.
Ama hiçbir zaman şöyle bir haber okumadınız:
"Cumhurbaşkanı ineği okşadı..."
Ya da:
"Başbakan deveyi görünce sevdi..."
Böyle olmaz çünkü... Şöyle olur:
"İki inek, otuz koyun, bir deve kesildi..."
*
Bizler; her gece sokaklarında zehirli yiyecekler atılarak, kedilerin-köpeklerin vahşice öldürüldüğü bir ülkenin insanlarıyız...
Öldürülmüş annesini emmek isteyen bebekleri, cansız yavrularını terk etmek istemeyen anneleri seyrede seyrede yaşarız...
Karşılıksız sevgilere hasretiz...
Bir devlet adamının kediyi okşaması bu yüzden büyük haberdir bizde...
Nasıl sevindik... Nasıl sevindik bilemezsiniz...
Başkan, kediyi okşamıştı...
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2009
"Milliyet.com.tr" sorgulamanın ses bandını dinleyince daha çok dehşete kapıldım; işkence sesleri, uğultular, hırlamalar, ağlamalar... Sorgulamayı yapan polislerden birisi, sorgulanan istediği isimleri vermeyince "Ta.aklarını koparın" diyor...
Anladığım kadarıyla sorgulanan haham (!) Tuncay Güney bizim adımızı da Ergenekon’un içine sokarsa "ta.akları" kurtuluyor.
Bandı dinlerken düşündüm; istikbalimin Tuncay Güney’in "ta.akları" ile bağlantılı olabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Kim bilir yıllar önce, o işkence yapıldığı saatlerde, uzaklarda ben her şeyden habersiz nerdeydim, ne yapıyordum...
Çok çok uzakta bir mahzende ise hiç tanımadığım bir adamın "ta.akları" beni ilgilendiriyordu, belki de yazgım değişecekti.
"Ta.aklar"a karşılık ben...
*
"Benim kaderim hahamın ta.aklarına bağlıydı" savımdan daha enteresan bir şey size:
O sorgulamada Tuncay Güney’in ifadesini işkence altında alanlardan Adil Serdar Saçan da, Ergenekon üyesi olduğu iddiasıyla, davanın tutukluları arasında ve hapiste.
Ergenekon davası o ifade üzerine kurulu.
Şimdi sorsak:
Sorgucu Adil Serdar Saçan, kendi üyesi olduğu örgütü Tuncay Güney’e işkence yaparak ortaya mı çıkardı?..
Yani polis işkence ile hahamı konuşturuyor, örgüt ortaya çıkıyor...
Polis bir de bakıyor ki kendisi de içinde...
Böylece kendi kendini yakalamış oluyor.
Öyle mi?..
*
Ne bileyim ben...
Benim aklım böyle çetrefilli işlere ermez...
Bildiğim tek şey; bir pis ortamın zavallı insanlarıyız... Sahipsiz, güvensiz, bir kirli bataklığın içinde rasgele yaşayıp giden zavallılarız...
Devletimiz yok...
Hukuk yok, kanun yok...
Bir sürü entrikanın, tezgáhın, oyunun, kirin-pasın ortasındayız, yarın başımıza neler gelecek, hiçbirimiz bilmiyoruz...
(......)
Bandı dinliyorum...
İstikbalimin bağlı olduğu yeri düşünüyorum:
Hahamın ta.akları...
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2009
ÇOĞUMUZ önce solcu olduk. Kafalarımız solcuydu, yüreklerimiz solcu, sevdalarımız solcuydu, aşklarımız solcu, ağlayışlarımız solcu...
Türkülerimiz solcuydu:
"Üç çocuğa yarım ekmek
yetsin diyorum yetmiyor
Sol yanımda ağrı var
Bitsin diyorum bitmiyor..."
(.......)
Sonra ne oldu bilmiyorum...
Belli bir yaşa gelenler, mevki-makam beklemeye başlayanlar, paraya-pula kavuşanlar vazgeçtiler "solcu" olmaktan.
*
Dün DSP Genel Başkanı Zeki Sezer’in "gitme" kararına ve ağlayan fotoğrafına bakınca bunları düşündüm:
Bu millet oldum olası solu sevmedi.
Sosyal demokratlar dahi Türkiye’de hiç iktidar olamadılar.
Zaman zaman sağ partilerden transfer milletvekilleriyle, ya da sağ partilerin tamamlaması ile hükümet olmuş gibi gözüktüler, ama hiçbir zaman iktidar olmadılar.
Bir hesaba göre sol oyların toplamı, taş çatlasın yüzde 25-27’dir...
(.......)
Oysa yoksulu çok bu ülkenin.
Açı-çıplağı...
İşsizi, sürüneni, ezileni...
Nasıl oluyor anlayamam; bu memlekette zenginler dahi dayanamayıp "solcu" oldular da, açlar, çıplaklar, ezilenler sol’a kızdılar.
Sonunda...
CHP işte böyle "iktidar olma umudunu yitirmiş parti" oldu.
DSP lideri ise ağladı dün...
*
Ya açlar, yoksullar, ezilenler?
Onlar; nohut-kömür bekliyorlar.
Muhtaciyetlerini sorgulamadan... Nohut gönderenlere şükrederek... Her kim ki "seni eziyorlar" derse, ona kızarak...
Öyle sessiz...
Kaderci...
Mahkûm...
Sinmiş...
Ezik...
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2009
DIŞ politika, diplomasi, ABD, Obama, AB, NATO, Birleşmiş Milletler, gelenler-gidenler, demeçler, bildiriler, konferanslar, toplantılar, görüşmeler, ilişkiler...<br><br>Tüm bunlar Türkiye’nin çağdaş dünyada yerini alması için ise, bence boşuna... Sorun içerde...
Diyelim ki; o heykelin olduğu yerde...
*
Heykel kasabanın girişindeydi, ben yakından görmüştüm...
Bakınca aklıma kötü bir şey gelmemişti.
Uzaylı bir adamın, dünyadan kaçmak isteyen bir başka uzaylıyı sanki, "Gitme burası çok eğlenceli... Daha ne Bülent Arınç’ı gördün, ne Hadise’nin kalçalarına baktın, ne Melih Gökçek sana iki tane balon patlattı, ne Hasan Cemal’in bir yazısını okudun..." diyordu...
Öbürü havada dünyadan kaçmak isterken, onu tutan ısrar ediyormuş gibi gelmişti bana:
"Nohut verecekler sana..."
"........?"
Böyle bir heykeldi.
Bir sanat eseri, gizemli, ilgi çeken, düşündürücü...
*
O heykel insana her şeyi çağrıştırabilir, düşündürebilirdi, bir tek şey hariç:
Cinsellik...
Bakan yemekten içmekten kesilir, eğer alttakinin erkek, havada tuttuğunun kadın olduğunu fark ederse, bir süre hadım olarak dolanıp dururdu.
İşte Kemer’e yeni seçilen belediye başkanı, "Halkımızın ahlakını bozuyor" diye bu heykeli söküp çöpe attı...
Demek ki; Kemer’de çalınmamış yeşil alan kalmadı, bu ahlak bozucu değildi...
Orman kalmadı...
Deniz kalmadı...
Kumsal kalmadı...
O güzelim Kemer, çalına çalına bitti de kimsenin aklına "ahlak" gelmedi... Ama heykele bakınca "ahlak" elden gitti...
Öyle mi?..
*
Çağdaşlığı, uygarlığı, Batılılığı, adam olmanın yolunu dışarlarda aramak boşuna...
Sorun; heykelin olduğu yerde...
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2009
BİR düğün sonrası gibi...<br><br>Telaş, koşuşturma, heyecan, itiş-kakış bitti... Dünürler birbirlerini dövmeden, oynama sırası yüzünden kavga çıkmadan, misafir küsüp gitmeden, dünürün eniştesi garsonu dövmeden, düğün bitti...
Trafik normale bindi...
Yollar açıldı...
Polisler evlerine gittiler...
Çöpleri topladılar, barikatları kaldırdılar yollardan...
Müzik durdu...
Baş başa kaldık Osman...
*
Obama’nın çoğuna katıldığımız parlak-görkemli sözleri ile sanki farklı bir dünyaya gitmiş gibi olduk bir an için:
"Çok güzel bir ülkeniz var..."
"Barış ve sevgi bizim olmalı..."
"El ele birlikte yapacağımız çok şey bizi bekliyor..."
"Biz Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen ’Hıristiyan bir ulusuz’ demiyoruz, bizi birleştiren bağlar var... Aynı şekilde laik-inanç özgürlüğüne saygı gösterilen Türkiye’yi desteklemeye devam edeceğiz..."
Ve fonda top atışları...
Bando-mızıka...
Gurur, kıvanç...
Osman, uçtu mutluluktan...
*
Ama düğün bitti...
Kendi başımıza, kendi kendimizle kaldık: Dedikodu, iftira, yalan, dolan, üçkáğıtçılık, dolandırıcılık...
Hırsızlık...
Hukuksuzluk...
Yobazlık...
İşte; kasabanın tek heykelini "ahlakımızı bozuyor" diye yıktı adam...
Ve işkencecinin gazetelere yansıyan "Taş.klarını sık, bunları da Ergenekon’a sokalım" sözleri, çığlıklar, kusma sesleri...
Güvensiz, korku dolu, endişe verici bir ortam...
İşsizler yeniden iş aramaya başladılar, iflas edenler kendi başlarına kurşun sıkmayı sürdürüyorlar, kadınlar ağlamaya devam ediyorlar bıraktıkları yerden...
İşte böyle; misafirler gittiler...
Düğün bitti...
Baş başa kaldık Osman...
Yazının Devamını Oku