Bekir Coşkun

Şüpheli şahıs...

25 Nisan 2009
BİREYSEL protestolar Başbakanlık önünde giderek çoğaldıkça, polis geniş önlemler alıyor. Elinde fırın, ütü, yumurta, domates, şişe, çakmak, paspas, tava, mutfak robotu olanlar, "Otomatik kahve makinesi ile bir şahıs yaklaşmaktadır" şeklinde merkeze bildiriliyor.

Merkez o yana kuvvet sevk ediyor.

Her an bir anons geliyor:

"Şüpheli şahıs, elinde matkap olduğu halde..."

O yana da kuvvet gönderiliyor.

*

Biliyorsunuz; Ecevit’e atılan yazar kasa, muhalefetin gensoru önergelerinden daha etkili olmuş ve tarihe geçmiştir.

Son günlerde, şehrin merkezinde olan Başbakanlık çevresinde polis her an tetikte:

"Bir şahıs görüldü merkez..."

"Elindeki?.."

"Eli cebinde..."

"Anlaşıldı... O yana kuvvet sevk edilmesi..."

*

Kimi zaman protestocular sadece bağırdıkları için, polis bunu da göz ardı etmiyor:

"Amirim şüpheli şahıs..."

"Suç unsuru?.."

"Ağzı..."

"Ağzı varsa o zaman söyleyecek iki lafı da vardır... Ağzını açması durumunda, ekip olarak sırtına binilmesi ve dilinin ters istikamete sevk edilmesi..."

"Kendisi kalsın, dilini mi alalım?.."

"Kendisi gidince dili de gider arkadaşlar..."

"Anlaşıldı..."

*

Ama protestoların önü alınamıyor.

Vatandaşlarımız çakmak-benzin ile olsun, süpürge sapı ile olsun Başbakanlık önüne yöneliyorlar...

Her gün bir-iki protesto yaşanıyor.

Ben bu eylemlerin ne anlama geldiğini iyi bilirim, polis telsizleri durmuyor:

"Yaklaşan bir şüpheli görüldü amirim..."

"Elindeki?..."

"Kabak oyacağı..."
Yazının Devamını Oku

Ve şeytan güldü...

24 Nisan 2009
ESKİ takvim her sene on gün kayıyor.<br><br>Diyelim ki hicri takvime göre; Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u eskiden yazın almış oluyordu, her sene on gün kaya kaya zamanla kışın da almış oldu, arada bir de baharda... Muhasarada üşüdü de paltosunu mu istedi?...

Yoksa "Lala karpuz var mı?" dedi?..

Her ikisi de sırayla oluyor...

Bu yüzden büyüklerimiz eski takvimlere fazla kulak asmaz "erikler çiçek açarken", ya da "Sen hıyar çıktığında doğdun" gibi botanik takvimler kullanırlardı.

*

Yine hicri takvime göre Ramazan Bayramı, Kurban Bayramı, üç aylar, mübarek geceler, hac, kutsal zamanlar her sene on gün kayar.

İşte:

Dinci kardeşlerimiz bir tek "Kutlu Doğum Haftası"nı, o çok kızdıkları miladi takvime bağlayıp 23 Nisan’a denk getirip sabitlediler.

Sebep; cumhuriyetin en önemli bayramı 23 Nisan’ın karşısına "Kutlu Doğum Haftası" kutlamalarını koyarak, bir tür intikam duygusu...

O kaymıyor...

Kaysa, 23 Nisan kutlamalarına denk gelmeyecek...

Biri bir yana gidecek, öbürü öbür yana...

*

Kimi ufak sorunlar çıkmadı değil:

Diyelim ki Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in doğum günü olan Mevlit Kandili de her sene on gün-on gün kayıyor.

Ama "Kutlu Doğum Haftası" duruyor.

Böylece bizim din alimlerimize göre; peygamberimizin iki doğum günü oldu mu?..

Biri nisan sonunda sabit...

Öbürü mevsimden mevsime hareket halinde...

*

Dinleri yücelten, ona inananlardır...

23 Nisan egemenliğini yaratan güç, o savaşı veren insanların yüreğindeki imandı...

Bunun bilincinde olan insanlar, Anadolu’da iki kişiye asla laf söyletmezler:

Peygamber’e ve Atatürk’e...

Ama yüreğinde bu sentezi kuran insanları, 23 Nisan’lara düşman etmek isteyen din simsarları, işte böyle yaptılar...

İçlerindeki şeytanı dahi güldürerek...
Yazının Devamını Oku

Ne yapıyor bu adamlar?..

23 Nisan 2009
BAZEN düşünürüm: "Bu iktidar, bu hükümet, bu Cumhurbaşkanı, bu Başbakan, bu devlet adamları kimin?.."

Benim değil...

Çünkü beni kovdular bu topraklardan, bizzat Başbakan "git..." dedi, gitmedim...

Mahallemizin adını değiştirip birlikte dümenler çevirdikleri kendi imar komisyonu başkanlarının adını koydular.

Çalıştığım gazeteyi yok etmek istiyorlar...

Aynı düşüncede olduğum arkadaşlarımın-dostlarımın tümünü alıp hapislere doldurdular... Dışarıda kalanlar sessizleşti, ortadan kayboldular, dostlarımı aldılar elimden...

*

Bir tuhaflık var...

Kim bu adamlar?..

Diyelim ki dış politikada:

- Azerbaycan’ı iterek, Ermeniler ile uzlaşıyorlar...

- Kıbrıs Türkleri yerine Rumlarla daha iyi anlaşıyorlar...

- BM’den değil, Hamas’tan yanalar...

- Medeni dünya ile değil, o dünyanın "Eli kanlı katil" ilan ettiği El Beşir ile kucaklaşıyorlar...

- Kuzey Irak’ta; Türkmenleri unuttular, ikiyüzlü Celal Talabani ile koklaşıyorlar...

Ya da iç politikada:

- 22 yaşındaki adamı oraya "çocuk" diye oturtarak 23 Nisan’ı ti’ye alıyorlar...

- Atatürk’ü sevmiyorlar, Abdülhamid’i seviyorlar...

- PKK ve Apo’nun affedilmesi tartışmaya açıldı, terörle mücadele etmiş askerler içerde...

- Deniz Feneri yolsuzluktan mahkûm edildi Almanya’da, onu görmezlikten geliyorlar da... Vergi rekortmenlerinin hesaplarını didikleyip mahkûm etmeye çalışıyorlar...

- Fethullah Gülen okullarını destekleyip, ÇYDD’yi basıyorlar...

Saymakla bitmez...

*

Kimin devlet adamları bunlar?..

O Cumhurbaşkanı, o Başbakan, o iktidar benim değil...

Sizin mi?..

O zaman sormaz mısınız kendi kendinize:

"Ne yapıyor bu adamlar?.."
Yazının Devamını Oku

Demokrasinin kontörü...

22 Nisan 2009
Ergenekon’a girenler için "Sabah karanlığında kapı çalındığında yapılacak işler" rehberi olmalı. <br><br>Diyelim ki kapı çalındı; tek göz açılarak, belki giderler diye bir süre sessizce yatakta beklemeli... Gitmediler...

O durumda kapının arkasına gidip seslenilir:

"Kim o?.."

"Polis..."

"Hangi polis?.."

Burada dikkat edilecek husus; polis bildiğimiz polis gibi davranıyorsa, korkmamalı...Yok eğer zarif ve kibarsa, bu sizi içeriye atacaklar anlamına gelir...

Polisin elinde arama emri olup-olmadığını da sorabilirsiniz. Bu soruyu restoranda çorba içerken garsona "Acaba biraz karabiber var mı?" der gibi zarifçe ifade etmelisiniz:

"Acaba arama emriniz var mı?.."

Size bir kağıt göstereceklerdir. Hoş o anda arama emri yerine elinize kapının paspasını tutuştursalar, bakıp "Tamam, doğru..." demeniz ihtimali daha fazladır. Ayrıca o emir kağıdının içinde "isnat edilen suç ve arama nedeni" yazılı olmadığı için, pijama terliğinizin öbür tekini bulup giymeniz daha yararlı olur.

Tabi ki avukat isteme hakkınız da vardır, şöyle diyeceksiniz:

"Demokrasi ilkesi olarak avukatımı arayabilir miyim?.."

Polis:

"Ne avukatı?.."

"Benim avukatımı..."

"Kontörünüz var mı?.."

"Yok..."

"O zaman demokrasi nasıl olsun kontör yoksa... Demokrasi var, kontör yok... Nasıl işleyecek bu demokrasi?..."

"Avukatım gelsin..."

"Hani kontör?.."

".......?"

En iyisi her an hazırlıklı olup Ergenekon’a girecek suç unsurlarını evlerde tutmamalıdır; Atatürk posteri, Nutuk, Onuncu Yıl Marşı’nın CD’si...

Genelde emeklilerin darbe silahı olarak şemsiye sapı, ya da baston...

"Darbe planı" anlamına gelebilecek su tesisatı planı, çocukların yaptığı deve resmi gibi şeyler...

Lüzumlu olanlar ise çantada; diş fırçası, iki takım çamaşır, pijama-terlik, afiş çağrışımı yapmayan havlu...

Ve demokrasi için yeterli kontör...
Yazının Devamını Oku

Mustafa’dan mektup var...

21 Nisan 2009
DÜN Mustafa’dan mektup aldım.<br><br>Pulların üzerinde "Silivri" yazıyordu, mektubun arkasında ise "Görülmüştür" damgası vardı. Okurken Balbay’ın ses tonu, vurguları, gülen gözleri satırların arkasına yerleşti, yine sızladı burnumun direği.

*

Mektupta Mustafa "11 Nisan tarihli yazını üzülerek, gülerek ve düşünerek okudum" diyordu.

Oysa hiçbir köşe yazısı, Mustafa Baltay’ın Cumhuriyet Gazetesi’nde hálá yayınlanan köşesi kadar çok şey anlatamaz bize... Hiçbir köşe, başımıza gelenleri bu kadar iyi ifade edemez...

Her sabah okurum...

Dün yine okudum, şöyleydi:

"Mustafa Balbay -48- gündür tutuklu olduğu için yazısını yazamamıştır..."

Bu kadar...

Öbür arkadaşlar; altı buçuk senedir sürdürdükleri iktidar yağcılığının vıcıklığı içinde debelenip, işlenen bir büyük günahtan belki de kendilerini kurtarmak için sayfalar dolusu yazsalar da...

Çok şey anlatan bu tek satırdır.

Tarihe geçecek olan da bu:

Bu boş köşe...

*

Mektubunda da çok şey söylemiyor Mustafa...

"Üzüldüm, güldüm, düşündüm" diyor...

Ona yanıt verip "Havalar nasıl?" mı desem?.. Bunun yanıtını ikimiz de biliyoruz hoş:

"Gökyüzüne çevir yüzü

Deniz gibi bir gökyüzü..."


Kimi yarım-kısa sözcükler kalıyor geriye, mektubun sonunda koymuş zaten Mustafa:

"Her neyse...

Bu da geçer...

En kısa sürede görüşmek dileğiyle..."

*

Elbette geçecek...

"Çocuklar çağdaş bir ülkede büyüsünler"den başka derdi olmayanların, hüzünlü hapishane mektuplarını, elimizin tersi ile yanaklarımızı sile sile okuyarak bekleriz...

Hukuku bekleriz...

Adaleti bekleriz...

Vicdanların sızlamasını bekleriz Mustafa...
Yazının Devamını Oku

Gazoz içen sincap...

19 Nisan 2009
ÇEVRE Bakanı’nın adı ne?.. Eminim çoğunuz bilmiyorsunuzdur.

Zaten ben de bilmiyorum. Eğer adını buraya yazacaksam bir yere bakmam lazım.

Hüsamettin miydi, Feyzullah mı?...

Yok öyle bir "bakan" çünkü.

Zaten Çevre Bakanı olacak kişileri "yok gibi" olanlar arasından seçerler... Ki öyle bir "bakanlık" ya da "bakan" sanki yokmuş gibi olsun diye...

*

Oysa "Çevre Bakanı" tüm bakanlardan daha önemlidir. Ekonomi bakanlarından, Dışişleri’nden, Adalet bakanlarından...

Çünkü ekonomi bozulduğunda nasıl olsa bir gün düzeltirsiniz... Dış ilişkiler bir gün unutulur... Adalet bir gün elbet işlemeye başlar...

Ama bir orman yok olduğunda, bir göl kuruduğunda, bir ova çöle döndüğünde asla geri getirilemez...

Bakın; yağmurlar kesildi, nehirler yine boyalı akıyor... Kıyı ormanları bitti... Yeşil alanların tümüne beton binalar konduruyorlar... Kumsallar naylon torbalarla dolu... Deniz hálá fosseptik olarak kullanılıyor... Madenciler ormanları sökmeye devam ediyorlar...

Çevreyi en hızlı tüketen ülkedir Türkiye...

*

Öbür Çevre Bakanı’nı, gazetelerde resmi çıkıyordu, kimi zaman da konuşuyordu diye kızdılar ve gönderdiler.

Bunu tanıyan yok...

Sesi çıkmayan birisi...

Bir yüksek yere çıkıp "Ben Çevre Bakanı’yım..." diye bağırsa, o mudur, değil midir?..

Kimi zaman çevre muhabiri arkadaşlara sorarım:

"Çevre Bakanı’nı hiç gören-tanıyan oldu mu?.."

Bu "Hiç gazoz içen sincap gördünüz mü?" gibi bir sorudur, yanıtlarlar:

"Valla birisi geçti sanki... O muydu, değil miydi?.."

".......!"

Kimi zaman bir yere bakmasın diye bakan yaparlar adamı.

Baksa; rezaleti, suiistimali, vurgunu, hırsızlığı, yağmayı, talanı, kiri, pisliği, çirkinliği, tükenişi görecek...

O da bakmaz...

Ama bizler ona yine de "Bakan" deriz...

Zaten bunun adını da bilmiyoruz; Sayın.....

Ama ne?..

Bir yüksek yere çıkıp "Ben Çevre Bakanı’yım..." dese... O mudur, değil midir?..
Yazının Devamını Oku

Bugün "1 numara"ya gidiyorum...

18 Nisan 2009
PEKİ; yarın sabah gün ağarırken kapınızı çalıp "Ergenekoncu..." diyerek yatak odanızı, çamaşırlarınızı, mektuplarınızı didikleseler, sonra kolunuzdan tutup sizi götürseler... Ne yapacaksınız?...

Kanıt olarak, kitaplığınızdaki "Atatürk’ün Nutku"nu alsalar, sızlanıp "O benim yol rehberim" deseniz...

Kim dinler?..

Arkadaşlarınızla yaptığınız telefon sohbetleriniz dinci gazetelerde "İşte Ergenekon itirafları" diye yayınlansa...

Derdinizi nereye anlatabileceksiniz?..

Ve sizi bir hücreye tıksalar...

Toplumun gözünde "gizli işlerin adamı" ilan etseler... Boynunuza bir "Ergenekon Terör Örgütü" yaftası assalar...

Yapacak neyiniz var?..

*

Çünkü; canı yanan insanlar hukuka sığınırlar... Ama canınızı hukuk yakıyorsa...

Hukukun bittiği yerdir orası...

Başınızı hangi taşa vuracaksınız?..

*

Erbakan’ın "Kanlı mı olacak, kansız mı?" sorusu ile başlayan... Çırağı Tayyip Erdoğan’ın "Camiler kışlamız/ Kubbeler miğferimiz/ Minareler süngümüz/ Müminler askerimiz" narası ile ilk adımı atılan... Anayasa Mahkemesi’nin "İktidar irticanın merkezidir" kararı ile kanıtlanan... Laik cumhuriyeti savunan kadınlı-erkekli tüm aydınların sabah karanlıklarında toplanıp toplanıp hapishanelere doldurulması ile yaşanan süreçtir bu...

Bir sabahın karanlığında sizi de alıp götürseler...

Ne diyeceksiniz?..

*

Atatürk için dahi "1 numara" diyorlar...

Öyle midir sahi?..

Asıl hedefin, asıl yok edilmek istenenin Mustafa Kemal ve devrimleri olduğunu elbette biliyoruz...

Türkiye gırtlağına kadar hırsızlığa-yolsuzluğa-vurguna batmışken, sadece ve sadece Atatürkçü düşüncede olanların hapishanelere kapatılması elbette rastlantı değildir...

Ve derdimizi anlatacak kimse kalmamışsa...

O zaman...

Bugün saat 15.30’da ben de herkes gibi Anıtkabir’e gidiyorum...

"1 numara"ya...
Yazının Devamını Oku

Baykal 2046’da başbakan oluyor...

17 Nisan 2009
DÜN gazetelerde okudum; CHP’nin, Türkiye’nin başına gelenleri "bir yemekte AB elçilerine anlatma" fikri iyi bir şey. Ama CHP çoğu zaman başımıza gelenler konusunda AB medyasından, ya da AB kaynaklarından alıntılar yapıyorsa... Bence Türkiye’nin başına gelenleri önce kendi kendine anlatmalı.

İşin ciddiyetini ve boyutunu anlamayan onlar kaldı: Baykal ve CHP... 

*

"CHP yeniden yapılanacak...", "2011’de iktidarız...", "Erken seçim gündemde değil..." gibi küçük küçük mesajlarla, aslında saha kenarında daha da beklemeye niyetli olduklarını anlıyoruz.

Bir hesaba göre; her seçimde böyle iki puan-iki puan artırarak, CHP 2046’da iktidar olursa olabilecek... Ki Baykal 108 yaşındadır...

*

Böyle süremez...

Baykal ve arkadaşları bu sonsuz bekleyişten hoşnut olabilirler, ama Türkiye bekleyemez...

Arada bir parlak-ateşli konuşmalar yaparak... Yüreklere biraz su serpiştirerek...

Eski tas-eski hamam...

(.......)

Böyle gitmez...

Bu; AKP’nin Yüce Mahkeme kararı ile tartışmalı iktidarını meşrulaştırmaktan, içeride ve dışarıda Türkiye’nin başına ördüğü çorapları sürdürmesine olanak tanımaktan başka bir işe yaramaz...

*

Toplum gerekli mesajı verdi, artık Türkiye’nin vebali AKP’den çok, CHP’nin sırtındadır.

Şu an bile CHP’nin yollarda olması gerekiyor...

Bangır bangır, güçlü, yeni yüzler ve yeni politikalarla, inandırıcı, samimi, çalışkan, akıllı, canlı, heyecanlı, her gün büyük yürüyüşten haberler vererek...

Sokakta, meydanda, dizine vuran insanların yanında...

Varmış gibi yaparak değil, var olarak...

Hemen...

(.......)

Yoksa iki puan, iki puan daha...

Sene 2046’da... Baykal 108 yaşında...

Ve ben evde yokken mi?..
Yazının Devamını Oku