5 Mayıs 2009
TELEFON dinlemek ahlaki midir?..<br><br>Ya da şöyle sormalı: Bir arkadaşınızla konuşurken yandaki birisinin kulak kabartıp sizi dinlediğini fark etseniz, dönüp ne dersiniz?...
Terbiyesiz?..
Ahlaksız?..
Ya da kalkıp işaret parmağınızı horoz yapıp sallar mısınız:
"Utanmaz..."
*
Peki, aynı şeyi devlet görevlileri yapıyorsa?..
Üstelik karınızla, arkadaşınızla, dostunuzla, annenizle, kardeşinizle, sevgilinizle... Diyelim ki bir sırdaşınızla konuşurken sizi dinliyorlarsa?..
Ve siz ona poponuzda çıkan sivilcenizi anlatıyorsanız...
(.......)
Adalet Bakanı, "70 bin insanın dinlendiğini" açıkladı...
70 bin ayıp...
70 bin ahlaki suç...
Üstelik kadınların saçının gözükmesini "günah" sayan AKP döneminde... İnsanların en mahremlerinin dinlenip bantlara alınmasını, sonra o bantların kırk kişi tarafından dinlenmesini, peşinden káğıtlara dökülüp dosyalanmasını...
İnsan yazarken bile utanıyor...
*
Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt çığlık çığlığa, beş ay karısının ve kendisinin dinlendiğini anlatmaya çalışıyor.
Oysa o; kapatma davası kapsamında kendisinin AKP’yi izlediğini sanıyordu.
O davanın savunma aşamasında, "Çağırıp AKP’yi dinleyeceğiz" diyordu üstelik, meğer AKP kendisini dinlediğinden habersiz...
Üstelik geceleri dahil...
CNN Türk’te, "Bu yapılan sinsice, kalleşçe..." diyordu.
*
Bence devletin adamlarının yaptığı ahlaki değil...
Eğer telefonlarımızı dinleyenler, evlerine gittikleri zaman çocuklarına ne iş yaptıklarını anlatabiliyorlarsa...
Eğer insanları gizli gizli dinlediklerini çocuklarına sıkılmadan-utanmadan söyleyebiliyorlarsa...
Sorun yok...
(.......)
Ben olsam utanırım...
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2009
İÇİMDE aslında bir "mimar" yattığını düşünerek evimizin planlarını ben yaparım. <br><br>Káğıtlara uzun uzun çizerim. Mutfak çatıda kalmasın, çatı bodrumda olmasın diye planlarıma numaralar koyarım. Numaraları daire içine alırım. Yanlardan oklar çıkartarak "dikkat edilecek nokta...", "Unutma...", "Önemli..." gibi notlar düşerim.
Konuklarımız geldiğinde "plan projesini" onlara da anlatmak için sabırsızlanır, konuyu açmak için "Nerde oturuyorsunuz?"dan başlarım.
Zaten muhterem karım birazdan "Ev planını misafirlerimize anlattın mı?" der ve kendisi anlatmaya başlar.
Dinleyenler plan projelerimi çok beğenirler.
Karım, "Hadi dolabı nereye koyacağını da söyle" der... Dolap?..
Planda dolap olmasa da "Dolap... Kullanım bakımından şurada..." derim. Sonra...
Sonra káğıtlarım karışır, bir tanıdık mimar buluruz, o bize "plan projesini" anlatır, dinleriz. Arada bir "Dolabı nereye koyacağını söyle..." diye atılırım.
Mimar "Dolap... Kullanım bakımından şurada..." der...
*
Mimarlar... Doğa cömert olsa da, dünyanın en çirkin şehirleri bizimdir.
Ankara’yı, İstanbul’u, Antalya’yı, Bursa’yı, İzmir’i ya da herhangi bir kenti gezerken düşünürüm; bu çirkin kentleri kim yaptı?..
Bir mimarın imzası olmadan çivi bile çakılamayacağını hepimiz biliriz.
O zaman bu çirkinlikler kimin eseri?..
O çirkin binalar kimin?..
Bahçeli evleri kim apartmanlarla doldurdu da bahçeler yok oldu?.. O iki katlı evlerin önüne ve arkasına yüksek apartmanları kim dikti?.. Eczane dolabı gibi üst üste kutu kutu görüntüler kimin çizimi?.
Niçin insanlar güzel-zevkli evleri-sokakları görmek için yollara düşüp taa Safranbolu’ya, Beypazarı’na gidiyorlar?..
Peki iyi mimarların kötü mimarlara tepkisi yok mu?.. Kentlere karşı bir suç işleniyor aslında...
İnşaat tabelalarında plan-projeleri çizenlerin adları yazılı gerçi. Ama yapılar bittikten sonra da gözüken bir yerine onu çizen mimarın adı yazılmalı...
Ki herkes görsün...
Suçlu kim?.. Kim bizi bu çirkin yapılar arasında yaşamaya mahkûm etti...
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2009
İŞÇİLERİN bayramı 1 Mayıs, makul biçimde kutlandı.<br><br>Beş yüz bin-bir milyon emekçinin el ele, omuz omuza... Alın teri ile yaşamanın gururunu haykıra haykıra kutlaması gereken bayramda, iki-üç bin işçinin makul sıralar halinde Taksim’e çıkmasına izin verdiler.
Sayı makuldü...
Yürüyüş makuldü...
Adımlar makuldü...
Sloganlar makuldü...
Zaman zaman kalabalığa karışmak isteyenleri polis makul olmaya davet etti, onlar makul olamayınca, makul sayıda biber gazı bombası atıldı üzerlerine, makul biçimde coplanıp, makul bir dayaktan sonra makul hale getirildiler.
Tayyip Erdoğan’ın “1 Mayıs’ı resmi emekçi bayramı yapma noktasında bu kararı almış bulunuyoruz” dediği gün, ben işçilerin dayak yiyeceğini anlamıştım makul olarak...
Makulü oldu...
Makul sayıda, makul sıra halinde, makul ses çıkartarak, makul makul Taksim’e gidenler makul karşılandılar...
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2009
ŞEHİT anneleri ağladığında, o gözlerden akan yaşların bir sorumlusu vardır. Bu ahlaksız, kirli, kanlı ve acılı ortamları yaratanlar ve sürdürenler, her damla gözyaşının sebebidir...
Ve en azından bir damla size düşer...
Bir damla bana...
*
Güzel bir dünya için hiçbir talebimiz olmadı:
Hukuk...
Demokrasi...
Çağdaşlık...
Bağımsızlık...
Medeniyet...
Ne bu soytarılaştırılmış demokrasiye bir tepki, ne hukuk talebi, ne bağımsızlık derdi, ne çağdaşlık isteği...
Bir millet vardı sadece; kadere razı..
Sessiz, yönsüz...
*
Bağımsızlıkta; duygularını Kurtlar Vadisi’ne kaptırmış, Polat Alemdar’la gururlanan bir toplum...
Hukuk; iş bitirici avukatların elinde olan bir şeydi her zaman...
Medeniyet; bir cep telefonu ile bir Japon arabasının arasındaydı...
Demokrasi; bir torba nohut ile yarım ton kömüre endekslendiğini görmedik mi?..
Çağdaşlık:
Bu toplum tarafından seçilmiş devlet adamlarının aile fotoğraflarına baktığınız zaman... Ve gözümüz Arabistan’a benzeyen sokaklara takıldığında, anlarsınız, bu hangi çağdır?..
*
Böyle bir toplumun hak ettiği yerdir burası...
Burada analar ağlar...
Ve hak edilen devletin ve devlet adamlarının, kara yazgı karşısında aciz, beceriksiz, yetersiz kalışının sonucudur o gözyaşları...
Eğer yedi devlete karşı savaşmış ve kazanmış bir ulus, bir avuç eşkıya ile başa çıkamıyor, çocuklarını veriyorsa...
Basiretsiz, bağımlı, kişiliksiz politikaların ve o politikalara yol veren milletindir suç-günah...
Hepimizin payı vardır o gözyaşlarında...
En azından bir damla size düşer...
Bir damla bana...
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2009
BEDELLİ askerlik şöyle oluyor: Parası olanlar, bedel olarak para verip askere gitmiyorlar.
Asker olup da arkası "er mektubu-görülmüştür" damgalı zarflarda "Evvela büyüklerin ellerinden öperim..." diye başlayan mektuplar yazmak fakirlere düşüyor.
Karanlık dağlarda beklemek onlara kalıyor, o eski türküyü söyleye söyleye:
"Yemen yolu çamurdandır
Karavana bakırdandır
Zenginimiz bedel öder
Askerimiz fakirdendir..."
*
Nasıl ki; vatan olanaklarından yararlanmak, devlet nimetlerinden faydalanmak, söz söylemek, laf yetiştirmek, en çok parası olanların hakkıysa...
"Bedelli askerlik" diyorlar buna.
Tanımın içindeki o "askerlik" lafını anlamış değilim bir tek...
"Kısa dönem askerlik" içinde, hadi diyelim ki birkaç ay olsun "askerlik" var da, bunun "askerlik" neresinde?..
Böyle "askerliğin" tek askerlik hatırası, vezneye para saymak olmalı...
*
Doğrusunu isterseniz; uygulanan askerlik sisteminin tümden değiştirilip profesyonel askerliğe geçilmesini... Yoksul-zengin tüm gençlerimizin eşit biçimde bundan yararlanmasını çoktandır hepimiz isteriz.
Çünkü o şehit törenlerindeki annelerin-babaların tümünün kasketli, başörtülü ve yoksul oluşları çok şey anlatır bize.
Ama sadece parası olanların bedel ödemesi...
Yoksulun boynunu büke büke dağlara gidip parasızlığın bir ikinci günahı olarak canını-kanını ortaya koyması...
Bu pis dünya düzeninin, paradan yana adaleti midir?..
Yoksa bu güzel vatan; kimisini canını-kanını uğruna verdiği için... Kimisini de parası için mi bağrına basar.
*
Ama ne yapacaksınız?..
Yine de bir bereli kartpostalı, evinin duvarına ömrünün en şerefli anısı olarak asmak isteyen yiğitlerimiz vardır...
Ve o türkü durmadan söylenir:
"Yemen yolu çamurdandır
Karavana bakırdandır
Zenginimiz bedel öder
Askerimiz fakirdendir..."
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2009
YALAKALIK; yalamaktan gelir. <br><br>Daha da doğrusu "yalaka"dır. Sonundaki o "lık" eki, daha fazla ayıp olmasın diyedir.
Sözlüklere göre ise açılımı şöyledir:
Yalayıcı, yalayan, yalamakta olan, yalamaktan vazgeçmeyen, yalamaya düşkün, yalamacı...
Yalakalık için iki şeye gereksinim vardır:
Birincisi; uygun bir dil...
Ve yalaka dilini kullanır:
"Güzel şeyler de oluyor..."
"Birçok başarı sağlandı..."
"İyi bir noktadayız..."
Yalaka dilin uzunluğuna bağlı artık. Misal dil yeterince uzun ve fonksiyonel ise kullanımda sınır yoktur:
"Çağ atladık..."
"Türkiye parlayan yıldız..."
"Dünya bizi izliyor..."
Deneyimli bir yalaka, dilini nerede kullanacağını iyi bilir.
Öyle dilini gereksiz yere sokmaz...
Temkinli ve dikkatlidir.
Hedefi iyi seçer, tetikte bekler, nişan alır, ağzını açıp da dil attı mı, hedefi tamı tamına bulur.
*
Sonra?..
Sonra işte böyle "güvenlik" diye 70 bin insanın telefonlarını dinleyip, kapalı evdeki bir teröristi yakalamak için yoldan geçen çocukları öldürürsünüz...
Ya da "istikrarlı ekonomi" diye diye, teğet (!) geçen krizde dünyanın en büyük işsizler ordusuna, en çok iflasına, en çok aç ve yoksula sahip olursunuz...
Dış politikada; sizi adam yerine koymazlar, AB’den umudu kesip, Obama tarafından kazıklanıp, dost ülkeler nezdinde "kalleş" oluverirsiniz...
İç siyasette; dinciler devleti ele geçirdiklerinde ve sıra size geldiğinde dizinize vurup "Nedir bu başımıza gelen" diye sızlanırsınız...
*
Tümü şu toplumu yanıltan yalakalıklar yüzündendir...
Yalaka dil üçe ayrılır:
-Kısa...
-Orta...
-Uzun...
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2009
ANAYASA Mahkemesi’nin yeni binasının girişine Türk tipi "hukuku temsil eden kadın" heykeli yaptırdılar. Balıketinde, saçları 70’lerin modası, ayağında şalvar, bol boncuklu gerdanlık, kalçaları iri, yarım karpuz göbek...
Ben görür görmez demek ki bağırmışım:
"Nurdane Halaaaa..."
Nur içinde yatsın, bu kadar mı benzer insan.
Eğer halam olsaydı, yanına koşup soracaktım:
"Eniştem nasıl?.."
Rahmetli oynamayı çok severdi. Ki şu bizim "hukuku temsil eden kadın" heykeli de göbeğinin altına tokmaklı şalı bağlamış, kemancı başlar başlamaz sanki "Hukuk üstünde hukuk...", pardon "Çardak üstünde çardak..." diye ortaya fırlayacak ve dört bir yana göbek savuracakmış gibi... Arada bir de ritme uygun olarak tombul kalçasını güm güm iki sağa, iki sola vurup söyleyecekmiş gibi geliyor insana:
"Hákim beyin altın dişi
Haşim Bey bilir bu işi..."
*
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve emeği geçenlere teşekkür ederim. "Hukuku temsil eden kadın" olarak benim Nurdane Halam’ın neredeyse aynısını oraya koymaları benim açımdan ne kadar anlamlı bilemezsiniz.
Hukuku temsil eden gerçek kadın heykelinin (Themis) gözleri kapalıdır, incecik zarif boynu bükük ve bir elinde terazi, bir elinde kılıç vardır.
Bunun gözleri açık.
Başkanı "iktisatçı" olan ve "irticai faaliyetlerin merkezi" saydığı iktidara "Türkiye’yi sen yönet" diyebilen yeryüzünün tek Anayasa Mahkemesi’nin girişinde olup da kim "Ben de göreyim, ben de göreyim..." diye açmaz gözlerini?..
Bir de tuttuğu terazinin bir gözüne semizotu, öbür gözüne kilo verme ölçeğini koysanız...
Halam...
(.......)
Dünyanın en hukuksuz "hukuk devletidir" burası.
Söyler misiniz; gücü olanların ve siyasi iktidarların, en büyük suçları hukuku kılıf yaparak işlediklerini... Ve en büyük hukuksuzlukların hukuk adına uygulandığını hangimiz bilmeyiz?..
Öyle bakıyorum Türk tipi "hukuku temsil eden kadın" heykeline...
Bağırmak geliyor içimden:
"Halaaaaa..."
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2009
"BEYKOZ beni yok mu sandın<br><br>Gözü gönlü kör mü sandın..." (.......)
Ve hukukçular, kadınların-çocukların sesini duydular.
İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Hülya Yalçın, bana gönderdiği mesajda, "Şiddetin çoluk çocuk demeden hızla yayıldığı bir boyutta yaşıyoruz. Bu yıkıcı ve yok edici şiddete bir an önce dur demek için harekete geçmekte umarım geç kalmadık" diyor.
2 Mayıs Cumartesi günü yüreği ve merhameti olan hukukçularımız Baro’da "Hayvanlara uygulanan şiddeti" tartışacaklar, açılış konuşmasını Baro Başkanı Av. Muammer Aydın yapacak.
Malta’da Golden Cross birincimiz Nilay Tezsay, hayvanlar için o gün işte o şarkıyı söyleyecek:
"Aydost beni yok mu sandın
Akhisar beni yok mu sandın
Kepez beni yok mu sandın
Beykoz beni yok mu sandın..."
*
Hem şiddetin sınırı, türü, çeşidi olmaz.
Mahallede bir kedi yavrusuna yönelen şiddet, aslında tüm mahalleyi tehdit eder.
Şiddet bir kez olsun yol bulduğunda, durmaz, durdurulamaz...
Kadınlar, çocuklar... Ve mahallenin ağaçları, duvarları, kapıları, pencereleri dahi...
Canlara acımayanlar için, can farkı yoktur...
Yavrularını emziren mahallenin anne köpeğini öldüren o adamın hasta kimliğinden fışkıran şiddet, dört bir yana sıçrar... Sırası geldiğinde kimse kurtulamaz ondan...
(.......)
Ve şaşkın, çaresiz, güçsüz insanlar... Kadınlar, çocuklar şimdiye kadar sadece ağladılar... Bu kez hukuk insanlarının gözleri doldu... Sadece bireylerin değil, kişiliği olan kurumların dahi vicdanları sızladı bu sefer.
Sevgili Nilay o şarkısını söyleyecek Baro’da:
"Uyan şehrim uyan
Sen gibi bir can
Ne farkı var
Bir mahzun çocuklar
(...)
Beykoz beni yok mu sandın
Aydost beni yok mu sandın..."
Yazının Devamını Oku