7 Nisan 2009
BİZİM güzel bir ülkemiz var.<br><br>Kardelen çiçekleri ile menekşeler aynı zamanda açar. Kuzey yarımızda kestane, güney kıyılarımızda portakal yetiştirip, akşamları soba başlarında birlikte yeriz.
Fıkralarda kendi kendimizi anlatıp kendi kendimize güleriz...
Zengin değiliz...
Yoksulumuz çok...
Ama umutlarımız var...
Sabahları dört bir yandaki okullarda çocuklarımız aynı şarkıları, aynı marşları söyleye söyleye derse başlarlar...
Eksik-meksik ama, Müslüman ülkeler içinde demokrasiye sahip tek ülkeyiz...
Anayasamız yazılı...
Ortadoğu’nun tek laik-sosyal-hukuk devletiyiz...
Ve Batı uygarlığına talip, bunun için çırpınan, didinen, direnen tek Ortadoğu ülkesiyiz...
*
İşte; ünlü 11 Eylül terör saldırısından sonra, ABD "Büyük Ortadoğu Projesi" ile bu ülkede bir "ılımlı İslam devleti" kurmaya hız verdi, Araplara örnek olsun diye...
Ve bir anda her şey değişti.
ABD’nin gizli elinin hünerini ve gücünü hepimiz biliriz; dört günde kurulan bir dinci parti Türkiye’nin tepesine oturuverdi.
Adeta bir istila başlamıştı...
Dinci iktidar kendi medyasını, kendi sermayesini, kendi yönetim kadrolarını, kendi politikalarını hızla kurarken... Atatürk Türkiyesi’nin güzergáhını savunan herkesi cezalandırdı, sindirdi, susturdu, sildi süpürdü...
Laik-çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin hem fotoğrafı, hem adı artık şöyleydi:
"Ilımlı İslam..."
*
Şimdi ABD’nin yeni Başkanı Obama Türkiye’de...
İki gündür gezip gördüğü bu güzel ülkenin üzerindeki her çağdaş varlık, her Batılı kurum, her medeni anlayış, Mustafa Kemal’in ve onu izleyen insanların eseridir.
Tüm bu çağdaşlığı yıkmak isteyen plan ise ABD’nin...
(.......)
Oysa bizim güzel bir ülkemiz ve hayallerimiz vardı...
Bence yalakalık yapmayı bırakıp söyleyin Obama’ya:
ABD elini çeksin çağdaşlık umutlarımızdan.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2009
ZATEN benim belediye başkan adayım da seçilemedi. <br><br>Seçilirse hiçbir iş yapmayacağını söylüyor ve ekliyordu:<br><br>"Çivi çakan alçaktır..." Talep edenleri yanıtlıyordu:
"Aha elimi şuradan şuraya sürersem, bana da başkan demesinler..."
İstekler geldikçe, seçimi kazanınca ne yapacağını açıklıyordu:
"Kim ki en küçük bir icraat yaparsa, ben onun taaaa..."
Seçimi kaybetti benim belediye başkan adayım.
Canım sıkıldı...
*
Öbürü kazandı...
Dört bir yana projeler yaptırıp şantiyeler kuracak... Binalar, tesisler, bloklar, çimentolar, demirler...
Zaten boş alan görünce aklına bina geliyor ve bir anda suratı blok apartman şeklini alıyor... Dili kürek biçiminde ağzından çıkıp dolanıyor...
Kıçı çimento karma makinesi gibi, daireler çize çize gidiyor...
Yeşil alan, doğa, orman, koruluk, çevre, tabiat, bilmiyor, tanımıyor, sevmiyor...
Aklı fikri dört bir yanı çimento, asfalt, demir, inşaat, tesis, bina ile doldurmak...
Sağ elinin orta parmağını reçel kavanozuna batırıp-çıkartır gibi yapıp, nerelere beton kazıklar çakacağını gösteriyor:
Her yere...
Sonra sağ elinin orta parmağını bu kez ters çevirip aşağıdan yukarıya doğru ittirerek, nerelerden binalar, bloklar yükseleceğini belirtiyor:
Her yerden...
*
Belediye başkanları görevlerine başladılar.
Ve bizler dünyanın en kötü şehirlerinde-kasabalarında yaşarız. Siz gitmediyseniz yurtdışına gidip gelenlere sorabilirsiniz...
Meydanları, parkları, heykelleri, tarihi, kültürü, doğa parçası, gölü, ormanı olmayan... Allah deniz-göl vermişse dahi, onu foseptik olarak kullanan pis şehirler...
Hepsi birbirinin aynı kasabalar; bir uzun cadde, kaymakamlığın olduğu bir dar meydan, kişiliksiz...
Niçin?..
Çünkü o adam mazbatasını aldı, koltukta dozer makinesi oturuyor...
Benim adayım kaybetti...
Son seçim vaadi şöyleydi:
"Elini sürenin taaa..."
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2009
MUTSUZ bir ülkenin insanlarıyız biz, yüreklerimiz yatırlardaki mum penceresine benzer. Zaman zaman bir mum yakarız... Bir yeni tasarı, bir plan, bir girişim, bir iş, bir dönem, bir uğraş, bir karar, bir adım, belki de bir hayal...
Kısacası bir umut...
Mumun ışığı kararmış duvarda oynamaya başlar, kırpıştırdığımız kısık gözlerimizin içinde dalgalanır ziya...
Seviniriz...
Ne bileyim ben...
Belki fısıltı halinde yatıra kısa bir hatırlatmamız:
"Mum yaktım yatıra
Ey yatır beni unutma..."
*
Benim gözüm her zaman mum pencerelerinde yakılmış eski mum kalıntılarına takılır.
Kat kat...
Renk renk...
Erimiş ve bitmiş umutlar sanki...
Onlar bir zamanlar yanan mumlardan geri kalan tek şey...
İşte; mum taşının kenarında donmuş gül renkli bir damla mum kalıntısı... Bir genç kızın mı?.. Sınıfı geçmek isteyen bir çocuktan mı kaldı?.. Belki bir emeklinin, bir asker annesinin, bir işsizin, bir üniversite öğrencisinin...
Kim bilir...
Ya yakıldığı günkü umutlar?..
*
O öyküyü bilirsiniz:
Dört mumdan birincisi barıştı. "Hiç kimse benim yanık kalmamı istemiyor" dedi... Kısa bir süre sonra ışığı gitgide azaldı ve söndü barış...
İkinci mum, "Ben güvenim" dedi... "İnsanlar beni gerekli görmüyorlar, bana gerek yok" dedi, söndü o da...
Üçüncü mum "sevgi" idi... "Ben sevgiyim, yok edildim..." dedi, çırpına çırpına söndü...
Çocuklar mumların bir bir söndüğünü görünce ağladılar.
Dördüncü mum onlara, "Ben umudum. Ben yandığım sürece beni alıp diğer mumları yeniden yakabilirsiniz" dedi...
(.......)
Öyle yapın...
Dördüncü mum sönmesin...
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2009
O haritayı kaç gündür evirip çevirip bakıyorum; iç kesimler sarı, kıyılar bir çember gibi boydan boya kırmızı. İç kesimlerdeki sarı boyalı yerler AKP’nin kazandığı illeri gösteriyor, kırmızı kıyılar ise muhalefetin kazandığı yerleri...
Yıllardır bu böyledir; kıyılar kırmızı, içerler sarı...
Türkiye’nin bir türlü alt edilemeyen kara yazgısının, geri kalmışlığının 1/100.000 ölçekli haritasıdır o.
İyi bakın...
*
O harita aynı zamanda; dans haritasıdır...
Kadınlar açısından ise; dayak haritası...
"Aile salonumuz vardır" tabelası asılı çay salonlarını, pastaneleri, lokantaları da gösterir bize...
Enteresan bir haritadır...
Kitap satışlarını da gösterir...
Gazete satışlarını da...
Dergi-mergi okuma haritasıdır...
O; seçerken domateslerini mıncıklayan müşterisine kızmayan manavın bulunduğu yerleri gösteren haritadır.
Haritanın kırmızısı; ramazanda ağzı oynayanların dövülmediği yerleri gösterir... Sarısı; ağzı oynayanların dayak yedikleri yerleri...
Ya da; düğünde oynayan dört erkeğin haritası...
Harita; sevgililerin parkta el ele tutuşmaları ile... El ele tutuşan sevgililerin aile meclis karar ile infaz edilmelerini de gösterir bize...
Bir kadeh şarabın haritasıdır...
Tiyatroların...
Restoranların...
Konserlerin...
Selamlaşmanın da haritası...
Asansörde karşılaştığı komşunun hanımına selam vermeyip suçlu suçlu yere bakan erkek ile, asansörde bir erkekle olmak suçmuş gibi ezilen-sıkılan-mahcup kadının haritasıdır o sarılı-kırmızılı harita...
Vatandaş ile ümmetin...
Tepki ile tepkisizliğin...
Ses ile sessizliğin...
Direnme ile kaderciliğin...
Çırpınış ile mahkûmiyetin haritasıdır o...
(.......)
İyi bakın:
O bizim haritamızdır...
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2009
HER seçimden sonra böyle olur; arkadaşlar televizyonlarda günlerce sandıktan çıkan mesajları "Halkımız dedi ki" diye sayarlar.<br><br>Halkımız ise bakar:<br><br>"Acaba ne dedim?.." *
Misal şu mesajı nasıl halkımızın:
"Yolsuzluklara hayır..."
İyi ama en çok yolsuzluğun yapıldığı, hırsızlık dosyalarının havalarda uçuştuğu belediyelerde eski başkanların yeniden seçilmesi neyin nesi?..
Yolsuzlukları ortaya döken Kılıçdaroğlu’nun seçimi kaybetmesi... Ama o dosyalarda yolsuzluk yaptıkları apaçık kanıtlananların yeniden seçimi kazanmaları nasıl oluyor?..
(......)
Ya da şu mesaj:
"Türkiye laik kalacak..."
Yani seçmen laikliğe sahip çıkması için, laiklik karşıtı AKP’yi görevlendirdi, öyle mi?..
(......)
O zaman şu mesaj:
"Seçmen çağdaş yaşam dedi..."
AKP’den kopan oylar nereye gitti?..
Saadet Partisi’ne...
Bu size seçmen "Çağdaş yaşam istiyorum" dedi gibi geldi mi?..
(......)
Halkımızın değerli mesajlarından bir diğeri:
"Kriz ve işsizlik..."
İyi de, AKP’nin en çok oy aldığı yerler, krizin vurup da işsizliğin patladığı bölgeler; Kocaeli, Körfez bölgesi, Gaziantep, Bursa, İstanbul...
(......)
Peki, ya bu:
"Yoksulluk mesajı..."
AKP, kentlerin zengin merkezlerinden oy olmadı, en çok oyu yoksul varoşlardan aldı, nasıl oluyor?..
*
Her seçim sonrası böyle olur.
Çene uzmanları, televizyonlarda günlerce "Halkımız dedi ki..." diye başlarlar ve halkımız oturup bakar:
"Acaba ne dedim?.."
Oysa; seçimler sadece akılsız insanlar ile akıllı insanların sayımıdır...
Genelde birinciler kazanır...
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2009
Yazarımız Bekir Coşkun seyahatte olduğu için bugün yazısını yazamamıştır.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2009
ŞUBAT ayının 20’sinde bu köşede çıkan "gidiş" yazısı yayınlanınca, birçok eş-dost itiraz etti, ben boynumu büktüm.<br><br>Doğrusunu isterseniz hiçbir bildiğim yoktu, sadece gazetecilik içgüdüsüdür, ben o havayı tanırdım, havada yanık kokusu vardı. O gün Ertuğrul Özkök aramıştı:
"Emin misin?.."
Emindim...
*
Yine eminim:
AKP’nin "gidiş" sürecidir bu.
Eğer Tayyip Erdoğan’ın "Milletim ne derse o..." sözü hálá geçerliyse; milletin yüzde 61’i AKP’yi istemiyor.
Üstelik onca katrilyonları aşan rüşvete, dağıtılan avantaya, seçmenin kapısına götürülen buzdolaplarına, üçlü kanepelere, kömürlere, nohuta, makarnaya rağmen...
Türk demokrasisi tarihinin en avantalı-rüşvetli seçimini yaşadı.
"Ya AKP yüzde 52 oy alırsa..." diye köşelerinde, televizyon ekranlarında yalakalık yapanların sabah-akşam toplumu yanlış yönlendirmelerine rağmen...
Başbakan yenilgisine ekonomik krizi neden gösterse de tam tersine ekonomik krizi "fırsata çevirip" her gün bir kesime indirim, ucuzluk, vergisiz alışveriş müjdeleri vermelerine rağmen...
Dahası; AKP karşıtlarının sabah karanlıklarında toplanıp toplanıp hapishanelere doldurulmalarına rağmen...
Telefonlarında konuşmaya korkuyordu insanlar...
Tehdide...
Korkuya rağmen...
Asıl önemlisi:
Muhalefet olmamasına rağmen...
Deniz Baykal’a rağmen...
Devlet Bahçeli’ye rağmen...
*
AKP’nin "gidiş" sürecidir bu.
Ve bu "gidişin" ilk resmi işaretini gördünüz aslında.
Karşıdan gelen her üç kişiden ikisi, Tayyip Erdoğan’ı Başbakan, AKP’yi de iktidar görmek istemiyor...
Böyle bir iktidar; sanki hiçbir şey olmamış gibi artık orada öyle oturamaz...
Önümüzdeki süreçte siyasi gelişmeler hızlanacak...
Ben bu havayı tanırım...
Havada yanık kokusu var...
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2009
ZAMANI-günü geldiğinde ben hep bu yazıyı yazarım.<br><br>Bu yazıyı bütün okurlarım, eş-dost bilir. Vakti geldiğinde "Hazır mı?" diye sorarlar. Kimi dostlar, "Şimdi şöyle yazacaksındır..." diye başlayıp, yazıyı eksiksiz satır satır adeta okurlar.
Ben boynumu büküp "Orada virgül olacak..." derim.
Bu; patates satıcısının her zaman "Patatesss..." diye bağırması gibi bir şeydir...
Ya da canı yananın her zaman "ay..." demesi gibi...
Vakti zamanı gelince okurlarım "Aynısını yaz da okuyalım... Şöyle noktası virgülüne kadar tıpatıp..." der...
Yazımın adı;
"Eşek..."
*
Bugün seçim yasağı var, doğa-çevre yazısı yazma zorunluluğu da eklenince:
Eşek, inek, katır dört yıl sonra aynı yerde buluşma sözü verip ikballerini aramak üzere yola çıktılar.
Dört yıl sonra buluştular...
İnek ile katır perişandı...
Birbirlerine, "Bu insanlar üzerimize yük doldurup, sopalarla döve döve canımı çıkarttılar... Zincirlere vurdular, demirlere bağladılar... Üzerimize o bindi, o indi, öbürü bindi... Belim çöktü, kendimi zor kurtardım..." diye yakındılar.
Uzaktan eşek gözüktü...
Çok mutluydu...
Semizdi, gülüp oynuyordu, inek ile katır şaşkın, sordular:
"Nasıl oldu bu?.."
Eşek anlattı:
"Bir memlekete gittim, birisi bağırınca herkes onu alkışlıyordu... Ben daha yüksek sesle anırınca beni alkışladılar... Duyan yanıma koştu, duyan koştu... Onlar arkamda toplandıkça ben daha çok bağırdım..."
"Sonra?.."
"Sonra beni başkan seçtiler..."
"Eşeği başkan mı seçtiler?.."
"Evet...Ben anırdıkça onlar ’Memleket seninle gurur duyuyor’ diye alkışladılar... Yedim, içtim ve bağırdım..."
"Pekiiii... Senin eşek olduğunu anlamadılar mı?..."
Eşek:
"Yarısı anladı... Ama anlayan yarısı, anlamayanlara anlatıncaya kadar, iş işten geçmişti..."
Yazının Devamını Oku