Bahar Korçan

Bir tuhaf rüya

27 Mayıs 2004
‘Bir sabah uyandım; tüm insanlar ayrı lisan konuşuyorlardı. Tek kelime ile başladım gün akışına, akşam oldu çıkamadım anlayış yokuşuna. Ne söylediysem durgun yüzüme baktılar. Bildiğim her lisanı denedim ‘Ne oluyor yahu burada?’ demek için; hatta bir ara uydurmaca kaydırmaca bile yaptım dilimin üstünden, nafile kimse dönüp bakmadı. Kimse üstüne alınmadı, parçalarken ben kendimi köşelerimde, elimi bile tutan olmadı. Ortak bir kelime aradım, onlarla benim aramda. Bir küçük sözcük, söz, tek bir harf, işaret parmaklarımla, gözümle, göz üstündeki kaşımla, dans bile ettim, kıvırdım, sarıldım, yazdım, çizdim çöp adamlarla, sonunda anladım ben de bir çöptüm. Kimse beni anlamıyordu.

İşin kötüsü, kimse kimseyi anlamıyordu. Çünkü herkes ayrı lisan konuşuyordu. Ayrı gayrı olmuştu dünya üstü insanı. Dünya altı ne durumdaydı henüz bilmiyorum ama bizim halimiz berbattı!

İş güç kalkmıştı ortadan. Eğitim ve öğretim diye bir kurgu yok olmuştu. Gazeteler, basılı yayın unutulmuştu. Çünkü kimse bir diğerinin yazdığını ne okuyabiliyor, ne de anlayabiliyordu. Kimse anlaşamadığı için, sanırım herkes anlatmaya çalışmaktan yorulmuştu ve işin ucunu ortalığa salmışlardı. Anlaşamamanın verdiği sıkıntı ruhları kıtlığa dönüştürmüştü. Artık anlaşılmanın hazzını yaşayamadığı için sanatçılar hepten herkese küsmüşlerdi. Kendi kendilerine su akar deli bakar misali oyalanıyorlardı. Ressamlar neyse de, müzisyenler sonsuzluğun felaketini yaşıyorlardı. Hiç kimse hiçbirinin bestelediği hiçbir söz ve notayı anlamıyordu! Anlayamamak algısızlığa yol açmıştı. Zaman içinde bu algılamama kaosu önce kızgınlığa, sonra kavgaya, sonra savaşa, sonra beden ve vücut kıyımına, daha sonra kazanmak veya kaybetmenin bilinçsizliğine ve en sonrasında sonsuz durgun olumlara yol açmıştı. Dünya artık sonsuz durgun dönemini dingin ve algısızca soluyan ve hiç konuşmayan tuhaf bir gezegen olmuştu. Bu nasıl olmuştu Tanrım! Nasıl herkes ayrılmıştı birbirinden. Duygular nereye buhar olup uçmuştu da, insanlar böylesine kurumuşlardı. Gerçek nerede kırılmıştı? Beni kim anlayacaktı?’

Derin bir soluk aldım.

***

Bu kaos yalnızca bir rüyaydı. İyi ki diye başlayan beş cümle kurdum peşi sıra yüksek sesle kendi kendime. İyi ki dünya o garip durgunluğa girmedi. Tüm çokluğuna karşın ortak anlaştığımız kelimelerimiz mevcut hala. Tamam, savaş hala var. Anlamsız işkenceli insan kıyımları hala acının ötesinde yüreklerimizde. Tamam, bazen aynı lisanı konuşup acaba ben Çince bir şeyler mi söyledim mi ki bu insanlar beni hala anlayamadı diye düşündüğümüz anlar yok değil. Hala aynı toplumda olup da birbirimizin yüzüne anlamsız durgunluk yaratıp, ayrı köşelere çekilip ‘bizler’ ve ‘onlar’ durumu yaratıyoruz. Hala eğitimde ve öğretimde çağdaş insana yaraşır bilinçte kurgular yaratmamakta tuhaf bir şekilde ısrarcıyız.Örneğin hala aynı lisanı konuştuğumuz, aynı toprakta yaşadığımız halde köşe kapmacaları oynamaya birileri bizleri zorluyor. Hala paylaşmayı öğrenemedik. Hala az okuyoruz, az okumak o korkutucu sonsuz durgunluğu yaratır korkuyorum. Yüreğe giren notalar yerlerini yüzeysel geçici plastik notalara bırakmış hala. Derin bir soluk daha aldım. Gerçek karşısında aynı lisanı konuşmak bazen zor oluyor, anlıyorum. Ama aynı lisanı konuşmak öğrenmekle başlar. Kelimelerin aynı harflerden oluşmasından bahsetmiyorum. Ya da adı aynı olan lisan türü değil söylemek istediğim. Bahsettiğim duygu, anlayıştır. Anlamaya çalışmaktır karşındakini. Paylaşmaktır dünyayı dürüstçe. Anlamak ve anlatmaktır hayatı birbirine. Böylece konuşmaktır toplumda tüm hisleri insanca özgürce. Eğitimde ve öğretimde köşelere kapılmadan temiz yolda yetiştirmektir genç yürekleri. Kirlenmemiş gelecek, şu anımızı temizlemekle başlar. Henüz lisanlar tutuyorken, birbirini karşılıklı konuşmak ve paylaşmakla başlar. Daha çok paylaşmalı anlara.
Yazının Devamını Oku

Alternatif paylaşımlar

24 Mayıs 2004
<B>M</B>adalyonu çevirdim. Herkesin boynunda asılı duran bu bilindik eski kimlikli madalyonun bir de başka yüzü varmış da haberim yokmuş. Ben, herkesçe bilinen kimliklerin, ezberlenmiş yüzlerin, isminden önce meşhur kelimesi gelen her yerin hepimizin boynuna zoraki asılmış bir madalyon olduğunu düşünürüm. Onların bilmeden sahibiymişiz gibi davranırız. Takip eder, fikir yürütürüz. İsimlerini ezberlediğimiz için, kimlikleri de, basma kalıp halleri de beynimize yer etmiştir, öylesine madalyonlarımızın ağırlığında yaşar gideriz.

***

Merak etmek dürtüsü önemli aslında. Merak etmek, eşelemek, altını üstüne çaktırmadan getirmek, ya da sakin sessiz madalyonun arkasını çevirmek isteklerini de beraberinde getirir. Görünenin ötesini algılama biçimi çoğu zaman başkan boyutlara açılan gizli kapılar gibidir. Algılayıp dalarsın içine; önce bir şaşkınlık sonra içine işlemecilik, sonra gülümsemecilik, anlamacılık ve kendine yeni madalyon yaptırmacılık.

Bodrum, kocaman bir madalyon hepimizin boynunda. Biliriz Bodrum’u. Gidenler, gitmeyenler herkes Bodrumlu gibi davranmayı sever nedense. İşin havasında cıvasında olanlar için eğlenme durumu sonsuzca önemli bir konudur. Hangi kulüp, hangi yeni plajımsı podyum açılmış, ne nerede, kim hangi paparazzinin hangi karesine sıkışmış, kim hangi renk payetli parmak arası topuklu terliğinle hangi kumsalda yürümeye çalışmış gibi konular ile ‘Bodrum eşittir budur’ durumunu yaşarlar.

Kimileri yeni aldıkları dağ başı ‘Bodrum sandıkları’ evleri ve de yeni döşedikleri eşyaları ile bir olmuş, başka bir şey bilmez olmuş kendi de eşya olmuş farkında değil bir şekilde yaşar Bodrum’u. Kimileri de Bodrum’a yakın ve Bodrum kadar uzak bir yerde yüreklerindeki sıcak samimiyetle başka bir Bodrum yaşarlar az kişilerin soluduğu.

Bodrum’a 15 km. uzaklıkta bir kamp var. 2002 yazında açılmış ‘Alternative Camp.’ Kampın özelliği adı üstünde. Engelliler için alternatif bir yaşam biçimi var bu kampın her alanında. Bu müthiş paylaşımı yüreğine ve yaşamına yazmış da müthiş bir adam var: Ercan Tutal.

Ercan ile bu kamp hakkındaki hayallerini uzun zaman önce paylaşmış ve onun bu inanılmaz hayalini ve o kocaman yüreğini şaşkınlık ve onurla dinlemiştim. Şimdi mayıs ayının sıcağa yeni kavuşmuş Bodrum’unda bir hayalin gerçeğe dönüştüğünü görmek beni nasıl etkiledi anlatamam.

***

Bu köşede yazı yazmam ilk teklif edildiğinde hemen ismi de çakılmıştı beynime: Alternatif Varolmalar! Ben düz çizgileri hiç sevemedim oldum olası. Geometrik düzlükler değil bağımsız olmaları hep sevdim, etkilendim. Kendi çizgisini çizenleri anlatmak derdim buradan sizlere. Düzlükler benim görüş alanım dahilinde değil. Benim gönlüm birlikle alternatif varolmaları yaratan ve paylaşanlarda. Geçtiğimiz hafta sonu bu farklı varolmayı yaşadım Ercan ve kamp paylaşımcıları, gönüllüler ve dostlar ile.

Günseli Duraklı... Robert Kolej 9. sınıflar Alternatif Proje Üretim ve Uygulama Kulüp Başkanı ve edebiyat öğretmeni. 11 öğrencisi ile gönüllü olarak 19 Mayıs tatilinde Bodrum’da bu kampta yürekten neşeleri ve heyecanları ve sevgi dolu bakışları ile hep birlikte buradalar.

Ayrıca başka gönüllüler de var. Dünyanın farklı yerlerinden gelen, bir Alman, bir Jamaicalı, iki Güney Koreli, bir İngiliz, bir Galler ve birçok Türk genç gönüllüler hepsi burada Bodrum’da bir haftalığına tatile ve eğitime gelen Gaziantep Engelliler Derneği’nden 22 engelli dostlarına paylaşım için buradalar. Bir başka Bodrum’daki bir başka varolan bu gruba bir bakın. Dünyanın farklı coğrafyalarından bambaşka bir sürü insan. Niçin bir araya geldiler bu hafta? Gaziantepli 22 dostla buluşmak ve hayatı Ercan hocalarının sevgi önderliğinde paylaşmak için.

Hemen hemen hepsi yanıma gelip kendini tanıttı bana ve kızıma. Mutlulukları gözlerinden oluk oluk içimize aktı. Evde kapalı kalmaktan, Bodrum’da deniz kenarına gelmişlerdi. Mutluydular, ilk kez su altına dalmışlardı. Mutluydular, çünkü kendi başlarına hayata bakabiliyorlardı. Mutluydular ortada kocaman bir sevgi vardı ve her isteyen istediği kadar alıp gönlüne yapıştırabiliyordu.

Robert Kolejli öğrencileri gördüm sonra. Engelliler ile aralarında hiçbir engel yoktu. Bu genç Türk insanlarına baktım, paylaşıyor olmanın ve ne olursa olsun birlikte hareket etmenin ve önemli bir sosyal öğretinin içinde mutluydular. Gerçek ile karşılaşmış ve olanları sevmişlerdi. Yaşıtları gibi açılan yeni bir kulüpte değil buradaydılar, hayatta ve gerçekte ve kendilerinde ve oluşturdukları ortak sevgide. Giderken, daha ilk bakışta sıcak gülümsemesi içinize doğan Günseli öğretmenleri ile birlikte üzülerek döndüler.

***

Türkiye’de 8,5 milyon engelli var. Kaçta kaçı bağlı oldukları derneklere kayıtlı bilmiyorum. Kaçta kaçı evlerinden çıkıyor bilmiyorum. Ama bildiğim yaşadığımız şehirler engelliler için düzenlenmemiş zor bir sınav gibi yollar, kaldırımlar. Gaziantep’teki dostlarımla konuştuğumda bu zorluğun daha da farkına vardım. ‘Evden dışarıdayım bunun mutluluğuna inanamıyorum’ dedi biri. Birkaç arkadaş konuşurlarken duydum, geleceğe ilişkin planlar yapıyorlardı. Kimi İngilizce öğrenmeye, kimi masa tenisi oynamaya devam edeceğim dedi. En çok da dalmayı sevmişlerdi. Çünkü suyun altında herkes aynı ve özgürdü.

Madalyonu çevirdim. Başka bir Bodrum gördüm bu kez mayısında Türkiye’nin. Bu başka Bodrum çok sahici ve çok samimiydi. Alternatif varolmalar ile tanıştım, paylaştım. Düz çizgilerin dışında tüm başka çizgileri gördüm, çok sevdim.

Teşekkürler Ercan Tutal...

Teşekkürler tüm gönüllüler...

Teşekkürler tüm alternatif var olanlar...

Hepiniz sevgi ile kalın sonsuzca.
Yazının Devamını Oku

Küre dışı

20 Mayıs 2004
Fısıltısını duyuyorum bazı geceler. Ya da gün ortası çığlığını nefesimde. Geliyorlar bazen teke tek kalıyoruz karşılıklı zamansızlıkta. Bazen çoklukları şaşırtıyor beni ansızın çıkışlarında. Nedir, kimdir bilmiyorum. Ama varlığı keskin, varlığı coşkun, varlığı yaşatıcı, onsuz olamayıcı!

Özlemle bekleyip dururmuş şair, uzaklara bakar ararmış kelimeleri, kimi bulduğunun farkında, kimi değil deli, kendine başka alanlar açmaya çalışıp uyuşturmuş beynini, kimi bir duvara bakıp durmuş aylar boyunca. Duvar ona o duvara, sonunda karışmışlar göz yaşlarıyla beyaz boş kağıtlara, boyalara karışmış yaşamı.

Kiminin kanı akmış tuvallere, kimi gökyüzüne bulaşmış, kendi ilim olmuş da kimseler anlamamış, kimi kulağını kesmiş yine de yaranamamış kendine. Dengesizlik denge olmuş, amaçları sonsuza ermek olmuş.

***

Yaratıcı insanlara fısıldayan ses kimin?

Hangi keskin kılıçtan darbe alıyor bu yürekler, hangi anlamları evrimine yazıyorlar diğerlerinin, bu nasıl bir fısıltıdır ki 1001 bedende 1001 çeşit olarak akıyor insanlığa?

Bu nasıl bir coşkudur ki doyamaz üreten doğurduğuna hep dahasını ister bu garip ruhlar, hep yaratmak ister, hep paylaşmak ister fısıltılı anları dert olur duymayınca, ölüm olur yaşarken umutsuzca.

Sormak isterdim tüm üretenlere, doğum öncesi ve sonrası başka hikaye. Ama ya ilk sevişme anı fısıltıyla, ilk aşk anı içlerine dökülen ilk olma halini nasıl yaşar her sanatçı?

Benimkini biliyorum. Dertli, bencil anlarımla boğulurken bazen sudan sakin bazen benden delisi olmaz. Ben bile şaşarım kendime. Tüm antenlerim açık, tam algılama hali evrenden. Aynı frekanstan veren her şey ile ilintili olma hali. Notalar sihirli başka bir gezegenden akıyorlar dünyaya. Bu boyuta inerken yaydıkları enerji buluşuyor ilgili tüm varlıklarla. Ağaçlar, çiçekler, ya da yere düşen kurumuş bir yaprak, bir bakış tanımadık bir bebekten, bir küçük taş parçası avucumda, ya da varlığı yüksek bir dağ bilmediğim yerinden dünyanın, rüzgár olup uçarlar içime.

Yankılanır bu kez fısıltı her yerimde; kelimelerimde, çizimlerimde, şiirimde, benim olan olmayan her şeyimde.

Fısıltıyla paylaşım. Paylaştıkça aşka eriş. Bütünü hissediş. Dışına çıkış olağan kürenin. Dışardan içeriye bakış. İçerdekilere dışardan fısıldayış. Alanını yaratma oyunu bu. Kendi fısıltını çığlık yapma gerçeği bu. Yarattığın bu yeni alana küredekileri alma oyunu bu. Anlayana sonsuzluk, kavrayamayana bir daha düşünme dürtüsü yerleştirme fısıltısı bu.

Yüreğini sevdiğim bir arkadaşım ‘yaratıcılık rahatsızlıktan doğar’ demişti. Bir şeylerden rahatsızsan onu değiştirmek için karşıt yaratma dürtüsü bu belki de. Belki de hayatın ta kendisi. Düşününce, ‘sanatçılar ve derin düşünen bilim insanları olmasaydı, dünya tek düze, içi boş bir küre olurdu’ diyorum. Açık yürek olma dürtüsünü kaybetmeden, yeniliklere kapıları açma zamanıdır artık. Sayıları tarihsel yanlışlıklardan dolayı az olan ülkemizde her yeni fısıltılı insanlara yolu açma anıdır diyorum.

***

Fısıltı ile konuştum dün gece. Bana nota oldu. Bana kelime oldu. Bana desen oldu. Bir ara ağladım. Gözyaşım oldu. Kendimi gördüm. Küre dışındaydım. İçerdekilere bağırdım. Duyanlar mutluluğum oldu. Fısıltıyla paylaştım, başka boyutlara baktım. Tek gerçeğin sevgi olduğunu gördüm.

Küreden dışarılara, ara sıra da olsa bakmayı unutmayın.

Sevgi ile kalın...



Not: Bu yazımı yazdıran fısıltı, bana Jolly Mukherjee Kirvani’nin ‘Badmarsh and Shri Remix’ isimli parçasını da getirdi...
Yazının Devamını Oku

Bir gün ışık olursam

13 Mayıs 2004
Hiç ses çıkmaz

Işığın düştüğü yerden.

Sakin ve sessiz,

Ama hızlı ve görünmez,

Değişime düşer ışık.

Gerçeğe düşer bazen.

Bazen hayale dönüştürür.

Sıkışıp, daraltır.

Genişletip, çoğaltır.

Sessizce geçer,

Sakince vurur.

Hep güçlüdür, yok olmaz.

Varlığında ses yoktur,

Işık olmak işte bu yüzden,

Zordur.

***

Tüm ışık olmak isteyenlere duyrulur. Bir öğleden sonrasında parçalı bulutlu İstanbul’un, atölyemin dar arka girişinde not etmiştim bu satırları. Dar bir çıkmaz sokaktır bu giriş. Eni beş adımlık bir aralık. Ama bize nefes verir gün içinde. Atölyeye inen merdivenlere oturup dar aralık göğünü seyrederiz. Sıra sıra dar sokaktaki yüksek binaların arasından havayı koklarız.

Oturduğum merdivenlerin ötesine, birden hızla ve kendinden emin bir şekilde pat diye düştü ışık. Güneş bir an kendini göstermişti ve ışık seline boğulmuştuk; merdivende öylesine çay içerken. Sahnedeymişim de sanki, en önemli dönüşümü yapıyormuşum gibi bütün spotlar yuvarlak aydınlıklarınla beni işaret ediyormuş gibi oldum birden. Halbuki ben, dar aralıkların kadını olarak çay içiyordum kendi çıkmaz sokağımda bir başıma. Nerden bilirdim aniden güneşin tüm ışıklarını başımdan aşağıya boşaltacağını? Kendime baktım.

Saçlarım kızılımsı yanıyordu, çay sanki kehribar bir küre elimde, üstümdeki beyaz gömlek yüzüme yansıyan bir sihir, kirli merdivenlere biraz önce temizleme dürtüsüyle dökülen su tanecikleri yerlere saçılmış elmaslar, dar aralık binalarının yüzleri ışıkla kamufle... bir ben varım nereye açıldığı belli olmayan sokakta, bir de ışık !

Bu bir sihir. Tüm gerçek görüntüler gitmiş yerini elmasları dökülen, kehribardan küresine bakıp geleceği okuyan çok aralıkta oturan başka ben’e bırakmış. Üstelik ışık tüm bunları sessiz sedasız yapmış. Hiç söz yok, çığırtkanlık ne gezer.

Aniden gelip, aniden vurup, bir bulut istilasında aniden yok olan sihirli ışık.

Havayı tekrar bulutlar ele geçirince bir kez daha anladım ki ışık gerçek ile hayal arasında bir çeşit taşıt. Hayat karışımında bazen tuz bazen şeker oluyor ya insan. Hani bazen de taşıtı bulamıyor ya, işte aynı durum. Bir başına olmacaları yaşarken kişi, çıkmaz sokağında hep bir mucize bekler durur. İster ki hep olsun, hep kendine doğsun güneş. Hep ‘Allahım ver’ der. Daha çoğunu, iyisini, sağlığını, tatlısını hayatın. Ama çok şekerli isteklerin gerisinde ağzın yanmalı ki tuzdan biberden, o zaman öğrenmeli insan tattaki dengenin ne kıymetli olduğunu.

***

Ver demekle ışık yağmıyor ki dar aralıklara artık. Artık gönülden temizleme zamanı içimizi, gerçeğimizi, hayallerimizi. Saf halinle düşünmez ise, egoları dua yapmışsa avuçlarında ya da hepten yanlış taşıta binmişse kandırık biçimde; o çıkmaz sokağa güneş gelir mi? Biraz şüpheli! Hani yolunu seçenler vardır ya sessiz derinden ilerler ya kimselere sormadan. Bayılırım böyle insanlara. Hesapları yoktur onların başkaları ile başkalarının taşıtına da binmezler gösterişten. Bağırıp çağırmazlar.

Yüzeyden avuçları açılmaz gökyüzüne. Kalpten açılır, ruhtan konuşurlar evrenle. İşte onlara ışık hep yağar, dar sokaklarda, çıkmaz yollarda, en kuytusunda bulutlu havanın, güneş onları hep sezer, hep ulaşır. Beklenen mucize, aslında akışında yaşananların küçük şeyleri görmektir. Küçük şeylerin anlamını keşfetmektir. Küçük dokunuşları doğanın bazen ne çok şey anlatır.

Havayı koklamak gerek. Doğanın sır dolu dengesinde kim bilir kaç dar aralıklara, kaç sihirli ışık düşer, kimler kalır kendi sahtelerinde karanlığın, kimler aydınlanır çıkmazlarda aniden hiç bilinmez.

Bir gün ışık olursam...

Sevgi ile kalın.
Yazının Devamını Oku

Bir masal

10 Mayıs 2004
Bir varmış bir yokmuş, anneler reklam yıldızı olmuş, benim haberim yokmuş. Baskıcı reklam kampanyaları olmuş başlı başına gezici müzikal kumpanyaları. Alma dürtüsüne endekslenmiş tüm sayfalar, kaplamış bencilcesine ekranı anneli reklamlar.Fotoğraflarda anne oldukları şüpheli en güzelinden ve incesinden mankenler, sahte anne bakışlarınla bana hediye alın diye diretiyor biz evlatlara. Sanki en büyük reklamı veren en çok hediyeyi de satar yarışması yapmışlar aralarında. Yandan gölge anne figürü yapıştırılmış vitrinlere bakmadan geçtim hızla. Zaten oldum olası vitrin fikrinden nefret ederim. Bir de üstüne anne ve hediye baskısı gelince ağır geldi bu hafta bana. İçime fenalık geldi! Düşünüyorum da; ertesinde bir anneler gününün, bir sürü ’neden’ ile başlayan sorularım oluyor kendi kendime.

Neden sahtecilik bu kadar popüler?

Neden çağdaş bir başkalaşmaya çalışmak yerine aynılaşmaya başladı bu toplum?

Neden sakince yaşamak yerine güzel ve özel bir günü, kapılıp gitmeceleri oynuyoruz hep birlikte?

Neden her şeyi ama her şeyi bu kadar çabuk tüketir olduk?

Neden Nişantaşı eski kimlikli sakinliğinin yerini keyifsiz gürültücülere bıraktı kendini aniden?

Neden... neden... neden...

Açıklaması hayli uzun. Galiba bir evrim olayı bu. Rahat bırakmak gerek. Kafamızı meşgul ediyorsa bu gibi sorular bu iyiye işaret aslında. İçinde değil dışındaki evrim dairesini yaşamak bu. En azından sakinliğimizi korumaya çalışıyoruz. Sakin sakin nedenlerimizi üretiyoruz.

***

Bir anneler gününün ertesinde huzurluysak eğer gönülden derinden, ne mutlu bize. Reklam yıldızlarına kanmadan sevgiyi dökmüşsek dilimizden annemizin kalbine ne güzel. Yanımızdalar bedenen veya değil fark etmez bence.

Anneler her nerde olurlarsa olsunlar biz evlatları her an görür, her an ışık olurlar yolumuza. Bir düşünce yeter içten. Anneler anlarlar. Hiç kaçırmazlar onlar, bizi bizden daha net bilirler. Parlak ve saydamdır bakışları. Taa derininde neler saklı, nelerin üstü örtülmüş şıp diye bilirler. Bilmeleri ne güzeldir aslında. Bizi bilmeleri, çaktırmadan hayatımızı takip etmeleri, ufak ufak öğüt vermeleri laf arasında, dişi aslan misali hiç bıkmadan korumaları ve sonsuza değin bir varlık tarafından sevildiğimizi bilme onurunu bize vermeleri ne güzeldir.

Anne olunca beni daha iyi algılayacaksın demişti bir konuşma sırasında annem. Haklıymış. Kızım doğduktan sonraki birinci anneler gününü unutmamak için yazmıştım. Cümlelerimdeki şaşkınlık, yaşadığım ilk’in heyecanı, ben artık bir anneyim demişim iki satırda bir inanamayarak kendime, gururlu genç bir annenin anne olma telaşı karışmış cümlelerime.

‘Ruhumda çocukluğum koşuşturup dursa da ben artık bir anneyim.’ Bu cümleyi hala seviyorum. Bence sır burada. Anne olmak bir bakıma büyümek ama diğer tarafında hayatın, tekrar çocuk olmak demek bebeğinle. Onu anlamak için çocuk ruhunu hiç kaybetmemek demek. Hep çocuk safınla büyük anne duygusunu dengede tutmak demek. Ve artık iki kişi için nefes almak demek. Sınırı yok bu varoluş duygusunun. Annelik bence en kuvvetli varoluş duygusudur. Hangi cins olduğu da fark etmez varlığın. Anne her cinste hep annedir işte.

***

Bir varmış bir yokmuş. Bir annelik masalı varmış. Tüm kadınlar bu masalla doğmuş. Bedenlerinde, anı gelene kadar bu masalı saklamış. Aşk gelmiş, aşk gitmiş ama annelik masalı hep kalmış. Yüreklerinde tüm kadınlar bu masalı dinler bu masalı söylermiş. Anı gelmiş masal dünyaya inmiş. Bir küçücük bedende bir evren sevgi saklıymış. Bebeğinle ilk bakıştığında kadın ağlamış mutluluktan. Bebek gülmüş; dünyadaki sağlam sevgi kucağından. Ne aşka benzer bu duygu ne başka bir şeye demiş kadın. Bu masal benim, ailemin, geçmişin, şimdinin ve geleceğin masalı. Hepsi de bu küçücük bedende saklı.

Çocukluğunu da almış koynuna, düşmüşler bebek ile kadın kendi masallarını yaratmak için yollara. Ne fırtınalar, ne dağlar yıkılmış yollarına, ne devler çıkmış hayatlarına, kimi zaman gülmüşler, kimi zaman yüreklerce ağlamışlar. Ama hep sevmişler birbirlerini. Hep sevmişler, sonsuza kadar sevgi ruhlarını hep beslemiş. Bir gün gelmiş bebek büyümüş, anne ile beraber. Zaman başa sarmış ve

Bir varmış bir yokmuş demiş anne bebeğine.

Bir annelik masalı varmış...

Nice sevgi dolu günlere.
Yazının Devamını Oku

Bahar temizliği

6 Mayıs 2004
Şimdi!

Kıyasıya mücadele etme zamanı.

Kiminle mi?

Kendimizle!

Asılmak inançlara, umutlarla koyun koyuna uyumak değil, taptaze serininde sabahın yeni güne hızla uyanma zamanı. Hayalleri tıkıştırdığımız gizli dolabın, kapılarını sonuna kadar açıp filizi kokulu bahar havasınla yeniden doluşturma zamanı. Aşk çekmecesini aralayıp, meşk çekmecesiyle birleştirip, şans rafında ne var ne yok giyinip kuşanma anları.

Karamsarlık, hep benim başıma gelircilik, ben ne şanssızım kardeşimcilik, kısa köşe dönmecilik, hemen olsunluk cebim şimdi dolsunluk, hiç sinemaya, baleye, tiyatroya gitmemecilik, hep ağlamalı şarkı türkü dinlemecilik, hala ama hala sigara içmecelere devam etmecilik, sevdiklerimize ‘seni seviyorum’ demememezlik, varlığımızla hiç konuşmamacıları hep birlikte yüklüğe kaldırmacanın TAM ZAMANI! Şimdi, olmak zamanı. Kendimiz gibi giyinip kuşanma zamanı. Hayal dolabını yaşam bavuluna doldurup uygulamanın, biz istediğimiz için gerçekleşme anı. Bir düşünelim. Koynumuzda neler var? Hayaller var her türlüsünden ihtişamlı, sevdalı. Umutlandıklarımız var içten sızısından gizlice yandıklarımız var.Yanıp yanıp alamadıklarımız var. Alıp da ona erince vazgeçtiklerimiz var. Maymunundan dürtülerle hemencik omuz silktiklerimiz, avare avare yollarda hoş şapşallıkla gezdiğimiz, onu birazcık göreceğiz diye samanlığında şehrin onu aradığımız, rengi tonu bol hayallerimiz.

***

Boşunu, dolusunu boş verip, hayalden öte bir gerçeğe dönüştürme dürtüsü olan ‘vizyon’ sahibi olmaktır kıymetlisi. Esas durum kişinin kendi vizyonunu oluşturmasıdır. Altıncı veya yüz altıncı göz olsun ileriyi gören, hisseden bir yerimiz mutlaka olsun. Oturun evinizin en sevdiğiniz köşesine, uzatın bacaklarınızı şöyle geleceğe. Kapatın gözlerinizi ve görmeye çalışın. 2 ay, 8 ay, 4 sene, 5 sene, 7 sene sonra siz neredesiniz? Doğru soru nerede olmak istiyorsunuz? Nerde olmak istemek, nerede olacağınızı bilmek demek çoktan yüzde ile. Bu yolu hissederek bulmaktır. Şu anda okuyanlar, çeşitli meslek için kitaplar arasında ter dökenler, zorlama ile üniversitede kendine farklı yol seçenler. Ya da hayatı bir yerlere akarken seçimlerinden dolayı kendilerine gülümsemeyenler, cümlem sizlere, nacizane.

Geç değil hiçbir şey, kendini tanımadan göçenler dışında. Onlar da benim inancıma göre bir daha geliyorlar zaten seçimi doğru yapıp, deneyimi tamamlayana kadar. Yoksa bu seferinde hayatınızın kendiniz için doğru olanı yapmak hiç de geç değil. Olumlu seçenekler kendini yaratır inançla ve yürekle. Düşünce bence büyük güç.Her şey düşünmekle başlıyor. Düşünmek en hızlı ulaşım aracı, en çabuk duygu aktarıcı, en hızlısından kapıya teslim varolma kargosu. Olumlu olunca düşünce faydası sonsuz. Bir küçük pozitif düşünce, bir yerinden dünyanın.Yayılır inanın evrenin en gidilmez kuytusuna.

Şimdi!

Gözlerimizi kendi yarattığımız dünyamıza açıp, vizyonumuza gülümseme anı.

Farkında olup evrenin, pozitif düşünce üretme zamanı. Hayal dolabından tüm olumsuz umutsuzlukları bahar temizliğinle silkeleme zamanı. Şimdi kendine, sevdiğine, ülkemize, dünyaya ve evrene doğru hayal gerçekleştirme zamanı!

Sevgi ile geleceğe...
Yazının Devamını Oku

Mum çiçeklerine...

3 Mayıs 2004
Arka yatak odasında duvara asılı dururdu. Terliklerini çıkarıp, yumuşak puf yatağın üstüne basarak uzanıp alırdı, dikkatle. Sonra salona geçerek, pencerenin yanındaki koltuğuna otururdu, mum çiçeğine hafiften göz atarak. Çiçeğin soluk pembe rengine bayılırdı. Ben de hemen karşısına otururdum. Gözlerim dünyada ondan başkasını görmezdi o an. Hayranlıkla seyrederdim. Başından kenarı iğne oyalı ipek eşarbını çıkarır, gümüşi her zaman topuz yaptığı güzelliğini açık bırakırdı. Tanrım ne kadar güzel ve zarifti. Bal gözleri hüzünlü ve her an ucu yaşlı, ucu özlem bakardı. Baştan aşağı süzerlerdi birbirlerini inceden derinden. Anılar her bir telinde, müzik sinmiş ağacında, sevdiklerini saklamışlığında öylesine dalar, sevgi ile bakışırlardı. Sonra başlardı tınısı, sakinden puslu sesiyle... Darıldın mı cicim bana, hiç bakmıyorsun bu yana, darıldınsa barışalım, kumru gibi koklaşalım...

Ben küçük hayran, o hüzünlü çalan; anneannem, udu ve torunu Bostancı’da mum çiçekli salonda bir yaz günü şarkı söylerdik.

Ud, ismini taşıdığım anneannemin annesinden ona kalmıştı. Kalan yadigar zaten bir sedefli ud, bir yüzük, bir gönül dolusu anı idi. Elmas yüzüğü hayatı boyunca hep taktı, ara sıra annesini düşünüp onu öperdi. Anılar o yaşadığı sürece onunla yaşadı. Ama ud! O başkaydı. Onda müziğin büyüsü vardı. Çalmayı da annesinden öğrenmişti. Şarkıları beraber söylerlerdi. Beykoz’daki aşı boyalı konak satılmadan önce, mangala bakır cezve ile kahvesini sürer, bir yandan da udunu çalar diye bana anlatırdı.

***

Çocuk olmak ne vurdumduymaz, gel keyfim gel dönemiymiş; insan rakamı artınca daha iyi anlıyor. Ne hayalmiş, tüm sevdiklerimize sonsuza değin hiç solmayacaklarmış gibi kör mutlulukla inanmak! Güzelmiş tüm şarkıların yeniden yeniden söyleneceğine kapılmak. Plastik olduklarından şüphelenip anneannem görmeden mum çiçeklerini tırnağımın ucuyla çaktırmadan koparmak güzelmiş. Kalabalık torun topluluğunun 3’üncü çocuk şahısı olarak, yaramazlık, sınırsız özgür anneanne evinde koşuşturmak, bahçedeki fıstık çamının dibinden kim daha fazla fıstık toplayacak yarışması yapmak, benden bir küçük olma şanssızlığına düşmüş 4’üncü torunu hem çok sevmek, onsuz uykuya bile yatamamak, ama onu fena halde tırmalamak, pazar günleri Bostancı kasaba hallerini yaşarken sessiz ve güzellik halinde; ilk sabah vapuru ile elimizde sepetimiz, dünyanın eennn temiz denizine kıyısı olan Sedef Adası’na doğru koşturmak çok güzeldi.

Bir de adaya vardığımızda kim önce plaja gidip, en havalı yer olan sedef kayanın kenarındaki yeri kapacak yarışması vardı. Suyun içinde gerçekten bembeyaz sedeften bir kaya vardı. Deniz doyumsuz temizdi. Deniz deniz gibi kokardı. Deniz bizimdi, pet şişeler denizlerimizi henüz ele geçirmemişlerdi. Gün batımını seyreder, en son vapurla sakin Bostancı’mıza dönerdik. İskeleden eve yürürken hafif yorgun, mutlu, etraf akşam sefası, hanımeli karışık bahçe kokardı. Döner veya midye tava, birahane değil!

Gün batımında bazı günler, seramonili lüfer avına çıkardı babam. Büyük bir keyifle ava hazırlanırdı. Yemlik için önce istavrit tutulurdu. Balık bol zamanı Marmara’nın. İstavrit kum gibi çok nasılsa. Kınalı ile Bostancı arasında çakar kayalığından az öteden kerteriz alır ve başlardı lüfer avına babam. Denize becerikli babamı taklit ederek ben de oltamı atardım, Marmara’nın gece yeşili koynuna... Bir keresinde 164 tane avlamıştık, üç kişi. Konu komşu taze lüfer yemişti o gece, doyasıya keyifle...

İlkbaharın ilk günlerinde başka bir keyif daha başlardı benim için. Annem ile bostana gitmek. Şimdilerde lunapark olan bölgede, sonu gelmez sebze bahçeleri, meyve ağaçları uzanırdı. Derenin iki yakasında iki ailenin bakımını yaptığı kokulu, taze yeşilliğe doyamazdım. Bostana dalardım yeşilliğe aç çocuk olarak. Toplardım taze havuçları, kokusu burnumda Osmanlı çileklerini, tırmanırdım dut ağacına midemi doldururdum hunharcasına dutla, erikle, kirazla...

***

Masal gibi geliyor şimdi. Kendi kendime anlattığım, üstelik de gölgesinde yakın zamanı yaşadığım. İnanasım gelmiyor. Resimlere bakıyorum, ben aynı çocuk gözlerimle hala buradayım, notası anneannemin kulağımda aynı, hálá çam fıstıklarının tadı damağımda, hálá koşarak atlıyorum hayata...

Farkı değişimde geçmişin. Bostancı başka Bostancı olmuş. Bostanların taze doyumsuzluğuna kocaman bir lunapark yapmışlar, içinde yabancı yüzlü kalabalıklar sahte eğlencesini yaşasınlar diye. Geçen gün geçtim önünden, bütün meyve ağaçlarını kesmişler, yerine çirkin bakan yüksek binaları dizmişler.

İskeleye baktım uzaktan. Yakına gitmeye cesaretim yoktu. Vapurlar hálá adalarla barışık, ama deniz hepimize küsmüştü. Çakar kayaların üzerinde göz kırpıyordu her iki yakaya. Ama kerteriz alacak lüfer kalmamıştı akşam sularında.

Anneannemin eski evinin sokağına girdim, ürkekçe anılardan. Ev orda idi. Ama içinde ne notası kalmıştı, ne mum çiçekli salonu. Ud nerde diye sordum büyük dayıma, ‘Deden de öldükten sonra kaybettik, nerede bilmiyorum’ dedi.

Çocuk, büyük, karışık durdum sokağında Bostancı’nın, avuçlarımdaki anılara baktım; berraktı, temizdi, kokuluydu, tadı damağımda kalmıştı. Şimdiye baktım farklıydı. Ben yine yalın, ben yine aynı. Elimde başka bir el, kızımın anıları...

Merhaba dedim kendime. Gözlerimde başka bir perde açıldı, geçmişin özlemiyle şimdiye...

Sevgi ile kalmalara...
Yazının Devamını Oku

Gölgeler’e

29 Nisan 2004
Yaşamına yanaştım

Aralıktan kaçıştım

İçten girdim,

Derin ve karanlıktı.

Dıştan çıktım,

Karanlıklar umutsuzca çoktu.

Çoklar çığlıktı,

Ben sessizdim.

Çoklar dardı,

Ben geniştim.

Bir nefes yukarıdan bakınca,

Safımla,

Aşkı aralayınca,

Aslında

Gölgelerin ışığı barındırdığını gördüm.


Yukarıdaki satırlar 2002-03 kış koleksiyonum için yazdığım bir şiirdi. Adı ‘Gölgeler’e. Aradan geçen zaman bu histen uzaklaştıramadı beni. Derinden anlatımı her okuduğumda ya da bir dokusuna dokunduğumda hep etkiledi. Etkisi, hüzünlü farkındalığı belki. Belki de yaşadığımız zaman dilimine ve çevresine dünyanın, tuhaf bir şekilde örtüşmesinde. Bir kelimesinin ardında saklı duran başka yüzlerine...

***

Biriyle karşı karşıya gelirsiniz ya bazen, plansız, hedefsiz bir buluşmadır bu. Aşktır, dosttur, iştir, güçtür veya yalnızca anlık alışveriştir. Öylesine zamanın öylesine normalliğinde bir iştir işte. Tesadüf yoktur evrende. Bir normal kesişmenin gölgesinde bazen ne depderin anlam gizlidir, gariptir ama sarsıcı gerçektir. Bakmayı öğrenmek gerek. Ciddi ciddi kafa yormak gerek. Bakmanın ötesindeki görme durumunu kavramak gerek.

Hepimiz yapıyoruz aslında. Yargılıyoruz. Beğenmeyip, etiketini yapıştırıp alnına; boşboğaz sepetine atıyoruz. Aralıktan bakıyoruz çoğunlukla. İtiraf: Ben yapıyorum ara sıra. Sonradan kavrayınca bir utanıyorum ki kimliğimden sormayın!

Kimle gelmişim karşılıklı? Kavra bakalım sana getireceği düşünceyi. Yargılama çığlığına, sessizce dur ve anla. Kimbilir gölgesinde karşıdakinin ne ışıklar gizli saklı gerçeğinde. Bende olmayan bir ışık onda yanıp durur belki. Belki o ışık yoluma amaçtır kim bilir?

***

Çok örneğim var aslında benim. Öylesine sağlamasını yaptım ki bu bence ansız, evrence planlı kesişmelerin; yazmakla bitmez inanın. Birini paylaşmak isterim.

Bol krizli iki binli yıllarında ülkenin; her şey saçı başı dağınık arap olmuş iken, paralar pul pul olmuş boğaz sularına karışmış iken; hayatımı daha ödenebilir bir seviyeye indirme zorunluluğuyla ev aramaya başlamıştım.

Bu arada bir dip not: Ben kendimi bildim bileli ev ararım. Hep bir nedenim vardır kendimce. Aile bezmiştir benim bu müşkülpesent ve değişken durumuma ama faydasız peşim sıra gelirler.

Yine o tahammülsüz ev arama seanslarından birinde, bir ilan ‘Anadoluhisarı’nda!’ Boğaz’da ya ben bayıldım. İlanda rakamlar da uygun, şaşırtıcı. Annem ısrarla gidelim bakalım diye her on dakikada bir telefon ediyor. Müthiş işim var. Atölyeden çıkmam imkansız gözüküyor derken son anda bir randevu iptal oldu ve ben Fulya’dan karşıya hayrettir trafiksiz geçtim. Annemle yokuşu çıkarken, içimdeki ses, karşıma çıkana dikkat sinyali yolluyor. Zile bastım, bekledim. Bastım, bekledim. Bir kez daha bast... Yirmili yaşlarda pırıl gözlü, gülümsemeli ve özürlü bir genç kız açtı. Beklememizin nedenini anladım. Koltuk değnekleri ile kapıya ulaşmak zaman alıyordu. Bir an göz göze geldikten sonra inanılmaz bir heyecanla bana sarıldı aniden. Beni tanıması değildi sevinci. O bir Tarkan hayranı idi. Beni karşısında görünce sanki o geldi gibi oldu dedi. Ben şaşkın kapıda dururken, o değneklerini atmış bedenime sarılmıştı. Biliyordum dedi, o sabah dua ettiğini, ben gidemiyorum ama sizlerden biri bana gelsin diye ben ‘O’nunla konuştum dedi.

Ağladı, ağladım.

Dinledi, dinledim.

Bana öyle cümleler kurdu ki. Hayat açısı benden çok genişti. Baktığında gölgelerdeki tüm gizlenmiş ışıkları görüyor ve dağıtıyordu.

Sıkıntılı anlarım onun sayesinde uçup gitmiş, yerini tanımadığım bir insandan bana verilen değerli farkındalıkları doldurmuştum. O evi tutmadım ama müthiş bir insan buldum. Bence bunun adı mucizedir.

Yine bir nisanında bir senenin, sevdiğim boğazın bir kıyısında, hayatımda ilk ve son kez gördüğüm bir sahici insandan öğrendiklerimi paylaşmak istedim.

***

Gölgesinde neler sakladığını bilemediğimiz tüm sevgi dolu insanlara buradan selam olsun.

Nice gerçekten görmelere...
Yazının Devamını Oku