Arka yatak odasında duvara asılı dururdu. Terliklerini çıkarıp, yumuşak puf yatağın üstüne basarak uzanıp alırdı, dikkatle. Sonra salona geçerek, pencerenin yanındaki koltuğuna otururdu, mum çiçeğine hafiften göz atarak. Çiçeğin soluk pembe rengine bayılırdı.
Ben de hemen karşısına otururdum. Gözlerim dünyada ondan başkasını görmezdi o an. Hayranlıkla seyrederdim. Başından kenarı iğne oyalı ipek eşarbını çıkarır, gümüşi her zaman topuz yaptığı güzelliğini açık bırakırdı. Tanrım ne kadar güzel ve zarifti. Bal gözleri hüzünlü ve her an ucu yaşlı, ucu özlem bakardı. Baştan aşağı süzerlerdi birbirlerini inceden derinden. Anılar her bir telinde, müzik sinmiş ağacında, sevdiklerini saklamışlığında öylesine dalar, sevgi ile bakışırlardı. Sonra başlardı tınısı, sakinden puslu sesiyle... Darıldın mı cicim bana, hiç bakmıyorsun bu yana, darıldınsa barışalım, kumru gibi koklaşalım...
Ben küçük hayran, o hüzünlü çalan; anneannem, udu ve torunu Bostancı’da mum çiçekli salonda bir yaz günü şarkı söylerdik.
Ud, ismini taşıdığım anneannemin annesinden ona kalmıştı. Kalan yadigar zaten bir sedefli ud, bir yüzük, bir gönül dolusu anı idi. Elmas yüzüğü hayatı boyunca hep taktı, ara sıra annesini düşünüp onu öperdi. Anılar o yaşadığı sürece onunla yaşadı. Ama ud! O başkaydı. Onda müziğin büyüsü vardı. Çalmayı da annesinden öğrenmişti. Şarkıları beraber söylerlerdi. Beykoz’daki aşı boyalı konak satılmadan önce, mangala bakır cezve ile kahvesini sürer, bir yandan da udunu çalar diye bana anlatırdı.
***
Çocuk olmak ne vurdumduymaz, gel keyfim gel dönemiymiş; insan rakamı artınca daha iyi anlıyor. Ne hayalmiş, tüm sevdiklerimize sonsuza değin hiç solmayacaklarmış gibi kör mutlulukla inanmak! Güzelmiş tüm şarkıların yeniden yeniden söyleneceğine kapılmak. Plastik olduklarından şüphelenip anneannem görmeden mum çiçeklerini tırnağımın ucuyla çaktırmadan koparmak güzelmiş. Kalabalık torun topluluğunun 3’üncü çocuk şahısı olarak, yaramazlık, sınırsız özgür anneanne evinde koşuşturmak, bahçedeki fıstık çamının dibinden kim daha fazla fıstık toplayacak yarışması yapmak, benden bir küçük olma şanssızlığına düşmüş 4’üncü torunu hem çok sevmek, onsuz uykuya bile yatamamak, ama onu fena halde tırmalamak, pazar günleri Bostancı kasaba hallerini yaşarken sessiz ve güzellik halinde; ilk sabah vapuru ile elimizde sepetimiz, dünyanın eennn temiz denizine kıyısı olan Sedef Adası’na doğru koşturmak çok güzeldi.
Bir de adaya vardığımızda kim önce plaja gidip, en havalı yer olan sedef kayanın kenarındaki yeri kapacak yarışması vardı. Suyun içinde gerçekten bembeyaz sedeften bir kaya vardı. Deniz doyumsuz temizdi. Deniz deniz gibi kokardı. Deniz bizimdi, pet şişeler denizlerimizi henüz ele geçirmemişlerdi. Gün batımını seyreder, en son vapurla sakin Bostancı’mıza dönerdik. İskeleden eve yürürken hafif yorgun, mutlu, etraf akşam sefası, hanımeli karışık bahçe kokardı. Döner veya midye tava, birahane değil!
Gün batımında bazı günler, seramonili lüfer avına çıkardı babam. Büyük bir keyifle ava hazırlanırdı. Yemlik için önce istavrit tutulurdu. Balık bol zamanı Marmara’nın. İstavrit kum gibi çok nasılsa. Kınalı ile Bostancı arasında çakar kayalığından az öteden kerteriz alır ve başlardı lüfer avına babam. Denize becerikli babamı taklit ederek ben de oltamı atardım, Marmara’nın gece yeşili koynuna... Bir keresinde 164 tane avlamıştık, üç kişi. Konu komşu taze lüfer yemişti o gece, doyasıya keyifle...
İlkbaharın ilk günlerinde başka bir keyif daha başlardı benim için. Annem ile bostana gitmek. Şimdilerde lunapark olan bölgede, sonu gelmez sebze bahçeleri, meyve ağaçları uzanırdı. Derenin iki yakasında iki ailenin bakımını yaptığı kokulu, taze yeşilliğe doyamazdım. Bostana dalardım yeşilliğe aç çocuk olarak. Toplardım taze havuçları, kokusu burnumda Osmanlı çileklerini, tırmanırdım dut ağacına midemi doldururdum hunharcasına dutla, erikle, kirazla...
***
Masal gibi geliyor şimdi. Kendi kendime anlattığım, üstelik de gölgesinde yakın zamanı yaşadığım. İnanasım gelmiyor. Resimlere bakıyorum, ben aynı çocuk gözlerimle hala buradayım, notası anneannemin kulağımda aynı, hálá çam fıstıklarının tadı damağımda, hálá koşarak atlıyorum hayata...
Farkı değişimde geçmişin. Bostancı başka Bostancı olmuş. Bostanların taze doyumsuzluğuna kocaman bir lunapark yapmışlar, içinde yabancı yüzlü kalabalıklar sahte eğlencesini yaşasınlar diye. Geçen gün geçtim önünden, bütün meyve ağaçlarını kesmişler, yerine çirkin bakan yüksek binaları dizmişler.
İskeleye baktım uzaktan. Yakına gitmeye cesaretim yoktu. Vapurlar hálá adalarla barışık, ama deniz hepimize küsmüştü. Çakar kayaların üzerinde göz kırpıyordu her iki yakaya. Ama kerteriz alacak lüfer kalmamıştı akşam sularında.
Anneannemin eski evinin sokağına girdim, ürkekçe anılardan. Ev orda idi. Ama içinde ne notası kalmıştı, ne mum çiçekli salonu. Ud nerde diye sordum büyük dayıma, ‘Deden de öldükten sonra kaybettik, nerede bilmiyorum’ dedi.
Çocuk, büyük, karışık durdum sokağında Bostancı’nın, avuçlarımdaki anılara baktım; berraktı, temizdi, kokuluydu, tadı damağımda kalmıştı. Şimdiye baktım farklıydı. Ben yine yalın, ben yine aynı.Elimde başka bir el, kızımın anıları...
Merhaba dedim kendime. Gözlerimde başka bir perde açıldı, geçmişin özlemiyle şimdiye...