26 Nisan 2004
Bir ses kulağınızda uğulduyor mu durmaksızın? Hızlı akan bir şeylerin hız yutan sesleri?
Anlarınız siz yetişmeden birkaç adım ötenizden koşturarak geçip gidiyor mu?
Ardında bir hız bulutu bırakarak,
Siz daha anlamadan olanları;
Bir sonraki zaman tuşuna birkaç kere üst üste basıyor sanki birileri!
Tık Tık TIK!
Hızlı zaman geçiş düğmesi.
2000’den sonrasında hızla BASILA!
***
Artık zamanın daha hızlı aktığını hissedebiliyorum. Bir sabah uyanacağım, bir ömür geçmiş olacak. Hafiften ürküyorum. Ben de evrendeki en hızlı oluşun, düşünce gücü olduğunu sanırdım. Hayır hayır, zamanmış!
Son 5’e 5 senedir zamanın olmadığına bilimsel anlamda kendimi inandırmıştım. Tüm antenlerimi açtım, evrene en uzak yıldızdan en yakın markete kadar hislerimi yolladım ve bir takım enlem boylam hesaplarından sonra zamanın olmadığına kanaat getirmiştim. OYSA!
Ya biz tuhaf bir boyutta yaşıyoruz. Ya da o gülümseyen Tanrı’nın başka hesabı var bizimle. Muzurca bir şey yapmış, YERÇEKİMİ koymuş dünyaya! Ne güzel değil mi? Ayağımızı sıkı sıkı yere bağlayan canım yerçekimi.Yavaş yavaş bedeni kendine çeken ISRARCI yerçekimi!
Bir yandan paçamızdan çekiştirip duran yerin çekimi, diğer yandan hızını şaşırmış zaman... İşimiz zor diyorum bu aralar.
Haftaya bir nefes temiz temiz başladığımı hatırlıyorum; bir de Pazar akşamı iyi geceler dediğimi sevdiğime. Ne aralar neler oldu kimbilir? Bastığım toprakta yerçekimi var onu çok iyi biliyorum. Bir de hatırımda küçükken tekrar tekrar söylediğim bir ant kalmış geçmişten. Puslu sabahında ilkokulun, ağzımdan nefesimin duman oluşunu izleyerek çocuk sesimle bağırarak söylediğim ANDIMIZ kalmış aklımda hálá ezberimde.
Bir an durun lütfen sabahında bu hızlı geçen şaşkın zamanın, bir durup hatırlayın. Andımızı hatırlayın. Küçük bedenken bizler bir and içtik. Bakın and söyledik demeyiz, ya da and okuduk, öğrendik demeyiz. And İÇTİK deriz. İçeriz çünkü içimize yazarız demektir bu. Kanımıza ekleriz.
***
TÜRKÜM DOĞRUYUM!
Bir ulusun doğruluğa yemin etmesi ne büyük bir onurdur. Unutmamak Gerek.
ÇALIŞKANIM, İLKEM: KÜÇÜKLERİMİ KORUMAK, BÜYÜKLERİMİ SAYMAK,
Hayatın dengesi bu değil mi?
YURDUMU MİLLETİMİ ÖZÜMDEN ÇOK SEVMEKTİR.
Bu toprağı sevmek, üstündeki insanları ayırmadan sevmek, biz olmayı sevmek.
ÜLKÜM YÜKSELMEK İLERİ GİTMEKTİR.
Geleceği görmeyi öğrenmek, yükselirken Türk kimliğinle ileri gitmeyi bilmek.
EY! BÜYÜK ATATÜRK
AÇTIĞIN YOLDA
GÖSTERDİĞİN HEDEFTE
DURMADAN YÜRÜYECEĞİME
AND İÇERİM!
VARLIĞIM TÜRK VARLIĞINA ARMAĞAN OLSUN.
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
***
Böyle bir and içtik hepimiz. Onurlu sonsuz bir and. İçimizde, genimizde varlığını sürdüren bu muazzam andın kelimelerde kalmaması bizlerin elinde. Kendi alanımızda, kendi seçtiğimiz yolda bu and yankılansın sevgi ile ruhumuzda. Dünya bir tane, Türkiye de öyle. Kıymetli güzel insanların, binbir hikayeli toprakların, ömür yetmez sanatların, toprak kadar geniş kültür mirasının, şimdiki ödünç almış kişileri olarak; bir küçük Bahar’dan sade bir hatırlatma yanlızca. Artık zamanın daha hızlı aktığını hissedebiliyorum.
Saatler atlıyor gün içinde,
Şaşıyorum.
Saatim yetişmiyor geleceğe,
Basit, ilkel saatim ne yazık ki sadece bu anı gösteriyor!
Ben anımı biliyorum zaten.
Şu anı rakama dökmenin faydası ne ki?
Anım 21.45
Aman ne önemli!
Geçmişte bu anda neler olduğunu gösterse,
Ya da gelecekte 21.45’te bir nisan akşamı neler olacağını söylese, tamam!
Nerde?
Henüz keşfedilmedi o gerekli saat.
Bekliyorum.....
Beklemenin ötesinde bir gerçek kapısı açılıyor aklımda,
Şaşkın zaman akışında,
Bilmek istiyorsak geçmişi,
Ya da yakın uzak geleceği,
İçimize bakalım hep birlikte.
Sözlerimiz yazılıyor ya havaya,
Altı yaşından beri içtiğimiz anda bakalım
Zaten anlatmışız orada geçmişi ve geleceği,
Zaten söz vermişiz kendimize, çocuklarımıza, büyüklerimize
Ulusumuza ve ATAMIZA!
Kimin umrunda şaşkın hızlı zaman
Bizim içtiğimiz sonsuz bir ANDIMIZ var...
Sonsuza değin biz olmacalara...
Sevgi ile...
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2004
Avucumun içine ellerini aldığımda kızımın, öylesine küçük ve hafif kalırlardı ki; bu savunmasız küçüklük, sızlayarak gözyaşı olur, ağlardım.
Ne zaman bir bebek doğsa yaşama,
Ben ağlarım.
Bazıları saçma bir şekilde düğünlerde ağlar, ben doğana ağlarım. Gidene sevgi yollar, yolu ışık olsun dilerim.. Ama doğan her bebeğe ağlarım.
Kimbilir ne için gelmiştir? Ne gibi bir programı vardır yaşanası? Omuzlarında görünmez kimbilir kaç ton yük vardır? Zaman akarken o yükler nasıl döküleceklerdir başından aşağıya? Zorluklar ve kolaylıklar, aşklar, kayboluşlar, umutlar... Nasıl sığacak bu minicik yüreğe? Şaşarım!
Rahatsızlık işte!
Hastahanede bebeklerle ilk karşılaştığımda camın arkasından, bunlar geçer aklımdan. Sonra kucağıma aldığımda saf insan küçüğünü; kulağına ‘kolay gelsin dostum, yolun açık olsun’ derim sessizce.
Sulunun ötesinde akarsu gözlüyüm ben. Dayanıksızlığımsa; bin yüreğim olsa doldursam yine yetmez sevgisi onların, çocukların.
***
Beden küçük ruh büyük çocuklar!
Aslında dipten ve derinden her olup biteni anlayan ve çaktırmadan kaydeden çocuklar. İnsanın kendi yarısı doğduğunda daha bir anlar oluyor onları. Çünkü yakın takip söz konusu. O size, siz ona her an takipleşmece oynuyorsunuz. Beraberce küçülüp bazı anlarda, beraberce büyüyorsunuz birdenbire. Çok açılı bakmayı öğretiyor çocuklar insanlara, büyük olmamın dar açılığından sıyrılıp, küçük olmanın sonsuzluğunda uçuyorsunuz. Hem de ne uçuşlar yaşatıyorlar, bol türbülanslı, bol heyecanlı bilenler bilir!
***
Gözleri bilen bakışlı çocuklar!
Yolda yürürken, karşıdan gelirler. Bazen anneli babalı, bazen büyüdüğüne kanaat getirmiş kısa mesafe yalnızlığında kesişirim onlarla. Dahası bakışlarımız kesişir. Dokunmatik bakış değildir çocuk gözleri. Öööylesine bakıp giderler size doğru, içinize doğru. Durup bakarlar. Anlarlar. Yemin ederim o anki dalgalanma ne ise ruhunuzda bilirler. Başka hiçbir şey dağıtamaz sabit bilme durumunu. Bakarlar, bakarlar, bakarlar...
Ben tuhaf olurum. O ise diğer anına hızlı geçiş yapar hayatın, çığlık atar, elini bileğine kadar ağzına sokar ya da pabucunu fırlatır havaya güler. Ben şaşkın o bilgin; herkes kendi yoluna gider..
***
Sorgu sual çocuklar!
Hatırlıyorum... kızım ‘bu ne’ zamanlarında öylesine çok soru sorardı ki babası ile vardiya usulü cevaplama sistemi getirmiştik ev durumuna. Belirli saatler cevaplama sırası onundu, takip eden uyku harici saatler benimdi. Yorucuydu çook yorucuydu! Bildiğim ve tanıdığım ve de tanımadığım tüm nesnelere tanım cümlesi bulmak, üstelik bu cümleler kısa ve de öz olacak!
Daha biri bitmeden ışık hızı ile diğer nesneye hemen göz atış, hatta sadece gözün ‘g’ harfini bile atmak yeterli. Ardından beklenen soru ‘BU NE?’ Allahtan bu ne durumu geçici. Başına şu an gelen varsa, kolaylıklar, kocaman sabırlar dilerim.
***
SmallBang çocuklar!
Bu kelime kızımın ilkokul 2. sınıftaki arkadaşları tarafından sınıftaki aşırı hengame enerji taşıyan müthiş bir çocuğa verdikleri isimdi. Öylesine yaramaz ve durmamaz bir çocuktu ki... Yaraşır lakap, BigBen‘in kardeşi SmallBen oldu.
Komik anlar yaşatırlar.Tüm iyi niyetinizle ona uyma gibi sonucu sürpriz paylaşımlar yaşamak istersiniz ya; Yandınız!
Film olur film. O çeşidi henüz keşfedilmemiş bir çeşit füze yakıtı gibidir ve devamlı ateşlenmek ister. Siz ise hala fosil yakıtın ilk hali enerjinizle... Denemesi zor. AMA elden ne gelir...
***
Hayalicihan Çocuklar!
Penceresi sonsuz ruhun çocukları. Antenleri hep açıktır. Her dalga boyutundan alım yaparlar. Gözleri açıktır ama nereyi gördüğü meçhul dolaşırlar. Yazarlar, çizerler, notalarla oynarlar. Bırakın evin duvarları onların olsun. Özgürlük ilk evinin duvarlarında başlasın. Bir çizgi film kahramanı ile yaşamak gibidir onlarla olmak.. Düşerler kalkarlar, anlarını hep rengarenk boyarlar. Bilirim onlardan biriyle 13 senedir yaşamanın mutluluğundayım.
***
Her ne çeşit olurlarsa olsunlar. Onlar çocuklar. Adı üstünde çok olmanın cuk hali. Bedenleri henüz bir model. Ruhları kimbilir hangi bilge?
Ama elleri küçük.
Elleri henüz işlememiş hayatı
Elleri tertemiz
Elleri dokunmamış geleceğe
Elleri beyaz buluttan
Elleri uykuda
Sütte
Şarkısında sınıfın
Dinletisinde annenin
Elleri hala avuçlarımızda
Küçük
Elleri tek şey ister
Bizden
SEVGİ !
23 NİSAN için Teşekkürler ATATÜRK.
Yolun ışık olsun.
ÇOCUKLAR anlarınız kutlu olsun.
Hep çocuk kalmalara...
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2004
Bir pazartesi yazısı.
Karnım ağrıyarak geçti tüm okul yılları,
Pazartesi sabahları .
Adı üstünde o güzel tembel pazarın ertesi
Yayılmacalı saatlerin bitimi
Sonrası, güneşli’ kendin’ gününün.
Pazartesi,
Anneli, babalı, sucuklu kahvaltının yerini
Bir bardak ılık suya bıraktığı sabahtır.
Rutine düşen hayatların,
Planlı programlı kimlik çeşitlemelerin arasında
Yalnızca bir başlangıç sandığımız,
Adını sanını koyduğumuz
Aslında kendi gidişimizi hafiften kandırdığımız,
Adı Pazar, tersi olmazsa bu hayat hanesine boş yazar
Bir yeni 24 saat durumudur.
***
Karakaplı küçük defterimin bu pazartesi sayfasına bakıyorum. Her satırı bölmüşüm saatlere ve kurşun kalemle randevularımı yazmışım. Bu saatte falanca, şu saatte oraya gitmece, arada büyük harfle UNUTMA ! demişim kendi kendime. Onu aramayı unutma. Takip edilesi sonsuz iş güç. Bir baktım sayfa dolmuş da gün yetmemiş. Aman ne saçmalık!
Nedir bendeki böyle bilmiş durum?
Sanki bir saniye sonrasına soluğumun garantisi varmış gibi, sanki ben tüm sonraki saatlerde dünyada neler olacağını biliyormuşum gibi, bir kendime güven gelmiş, ben de doldurmuşum günümü yapılacak işlerle!
Silgi aradım dağınık masamda. Hepsini silmek istedim bilmişliğimin. Sandığım, kandığım, biliyormuşum gibi yaptığım tüm satırları temizlemek istedim. Arınmak istedim diktatörlüğümden. Kendi kendime yaptırım uyguluyorum da farkında değilim. Gereklilikten oldum olası sıkılırım. Neye göre, kime göre gerek ki bunlar ben de omzuma konduruyorum yapılacak diye satırlar dolusu lüzumsuz saatleri acaba?
Garantisi yok ki hayatın. Garantisi yok ki bir adım sonrasının. Aslında garantilik yok evrende. Sade bir şekilde olmak var ya da olmamak var. Hepsi bu !
***
Daha yukarıdaki pencereden bakalım haydi bu pazartesi sabahı sizinle. Kendi katımızdan değil de, bir kat yukarıdan. Boyumuzun üstünden bakınca kuş bakışı, aslında hayatımızı garanti komikliğinin üzerine kurduğumuzu daha net görebiliyorum. Hayatımı garantiye aldım diye konuşur bir dost yanınızda bazen. Maaşım iyi, yeni ev aldım. Çocukların geleceği garantide diye düşünür bir diğeri.
Neyin garantisi dostlar?
Nasıl bir garanti oyunudur ki bu oynadığımız, biz gerçekten inanıyoruz. Hayatımızın günlerini biliyormuş gibi fiksliyoruz. Perçin perçin aylar evvelden gün alıp evleniyoruz örneğin. O gün gelecek nasılsa, oyunun adı garanti ya! Bildiğimizi sanıyoruz. O gün gelirse mutlu olup, aksilik olursa kader diyoruz.
Hayvanlar daha şanslı aslında. Hiç randevu vermiyorlar, önceden verilmiş sözleri yok ki tutma zorunlulukları olsun. Küçük kara kaplı defterleri de yok. Yaşasın onlar. Şu saatte orda burada olma gibi bir durumdan müthiş bir varlık farkı ile sıyrılıyorlar. Onların iç yankılanmalarını dinleyecek özel bir güdüleri var. Ne olacaksa o zaten oluyor. Hayvanlar kurulu düzenle bağlantılı yaşamayı becermiş varlıklar. Sonradan kapılmacalı garantililik oyununu hiiç oynamıyorlar. Onun için hepsini çok seviyorum.
Yukarıdan bakınca bir soluk. Kimi zaman akışı anlamadan, başka oyunların içine düştüğümüzü görüyorum. Garanti olmamalı bence hedef. Daha çok farkındalık olmalı. Daha çok anlayınca etrafı, insanları, içinde varolduğumuz henüz de başka bir tane daha olmayan dünyayı, o zaman daha varlığımıza yakışır pozisyonlara kavuşuruz. Bu akıl, mantık ve şuur üçgenine sahip insanlık 2004 yılında keşke daha az garanti konuşur olsaydı. Keşke garanti olmak uğruna bencil insan modeli yaratmasaydı.
***
Adını unuttuğum ve yıllar evvel okuduğum bir kitaptan hatırladığım çok güzel bir anlayışı aktarmak istiyorum. Bir inanışa göre çok ileri bilinç taşıyan varlıklar, yaşamları süresince sahip olma dürtüsünden arınırlarmış. Yaşam süresince ihtiyaç duydukları her ne ise onu ödünç kullanmak üzere alırlarmış. Örneğin bir ev yapmak ve ekip bir şeyler yetiştirmek için toprağa ihtiyaçları var.Toprak evrenin bir parçası, onların bilincine göre buna para karşılığı nasıl sahip olunabilinir ki. Yalnızca ihtiyaç karşılamak için ödünç kullanıyorlar. Öldükten sonra ihtiyacı olan başka bir insana geçiyor ve ödünç aldığı her şeye iyi bakmak sorumluluğunu da yüksek bir bilinç olarak edinmişler. Kendinden sonrakilere dünyalarını temiz ve bereketli bırakma bilinci bu. 2004 yılında kazanç garantisinden dolayı yok olmuş orman alanlarını düşününce içim sızlıyor maalesef!
***
Bir pazartesi iç dökme yazısı bu.
Etraftan fazlaca etkilenme
İyi şeyler olsun dünyada yazısı bu
Garantili ihtiyaçlar için, O güzel yüzlü fokları öldürmeme istek yazısı bu,
Gereklilik dolu yaşamımızı sevgi ile zenginleştirme yazısı bu.
Bu köşede olup, sizlerle dertleşmenin mutluğunu yaşama durumu bu.
Artık işimin başına dönüp,
Küçükkarakaplı defterimin pazartesi sayfasını uygulama zamanı bu.
Hep ama hep sevgi ile kalın lütfen...
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2004
Ay hepimizden büyüktü!
Tüm ışıkları yutmuş, dolmuş dolmuş,
Dolunay halinde başımızın üstündeki yerini almıştı.
Elimle biraz uzansam tutacağımı zannettiğim bir mutlu andı.
Uzun uzun bakışmıştık dolmuş ay ile.
Bir ay vardı, bir ben, bir aşık erkek, bir de ona aşık arkadaşım.
Gözlerine bakarak, aşkını anlattı ona,
Ben şahit aşık dostlarıma,
Aşkı dinliyorum ay misali Kalkan’da.
Kadın anlatınca aşkı,
Cevap bekledik beraberce diğerinden,
Manzaraya karşı.
Durdu ve beklenmedik bilgece bir cümle kurdu anımıza.
‘Söylenen sözler niye önemlidir bilir misin’ dedi.
Söylediğin her kelime havaya yazılır aslında.
Sen farkında olmasan da,
Dudakların sonsuza satır yazar.
Sen gidersin,
Bir daha gelirsin,
Sözünü tutmazsan, söylenmişlerin gelir seni bulur.
Söylenen her şey havada asılı kalır,
Söz hele sevgi olmuşsa;
Evren seni bekler.
Seni izler, söz verilmiş sevgiler.
O sene içinde evlendiler...
1986 Ağustos, Kalkan
***
Havaya yazılan kelimeler!
O uzak anıdan sonra ben bu cümleyi hep hatırladım. Hızlı akan binlerce şeylerin arasında; durup aşık bir adamın evrene yazdırdığı bu garip inanış gelir aklıma. İnanırım, inanarak kelamlarımı havaya savurmadan önce bir nefes düşünürüm. Bu oluşumda, bu bedenimde şimdi ne yazdırıyorum acaba evrene diye.
Ağır geliyor aslında bilincine varınca.
Yaşamını düşününce insan ve de özellikle kızgınlık anları denen delice kanın lav olduğu anlarda!
Neler söyledik sevdik, sevmedik etrafa?
Bildik bilmedik kaç söz verdik dosta düşmana?
Kaç kere sevdik dedik ve vazgeçtik?
Kaç kez insan yüreğine baktık da, doğruyu söyledik dürüstçe,
Kimlere ne sözler verdik de unutmuşa, yapmamışa döndük işimize gelip,
Çıkarsız kaç doğru sevgi sözcüğü yazdırdık sonsuza?
***
Farkına varmak böyle bir biçim olsa gerek. Niye olduğumuzun cevaplarını ararken, hepimizin aynı çember içinde olduğumuzu unutmamak gerek bence. Yapılan her şey, iyisiyle, beteriyle hepimizin hanesine yazılıyor. Hele sevgi acısını, bence insan sevgisiz kalmak gibi ağır bir yok oluşla ödüyor. İşin sırrı sevgiyi bilmekte sanırım. Aşkı bol keseden dağıtılmış cümlelerde değil de, azında ve de özünde bulup paylaşabilirsek eğer daha SAHİCİ olabiliriz diyorum. O zaman sahici sözlerle buluşur belki dudaklarımız. Sahicikten severiz, sahici hayatlar yaşarız, kendimiz gibi oluruz hiiiç başkasına benzemeden! Sahici seçimler yaparız, gerçekten beğendiğimiz için gidip bir şey satın alırız ve giyinirken mutlu oluruz. Çünkü o bizim sahiden SEVEREK aldığımız bir şey olduğu için biz oluruz.
Sahiden güleriz, bir sabah vakti belki yalın ayak en yakın toprak parçasında iki dakika yürüyüveririz, sahiden kocaman severiz birini, birilerini, sevmediklerimizi de sahiden belirleriz ve yapmacıksız onları yargılamayız. Sözümüz de sahici olur ve evrene boşu boşuna çöp sözcük yollamayız böylece.
***
Havada uçuşan milyonlarca sözcüklere bakıyorum
Sahiplerinle bir şekilde, bir yaşamda buluşacak satırlar.
Ödeme anına konacaklar.
Eşitleme yapacaklar.
Denklem kurulacak
Evren adaleti yerini bulacak,
Biz de sahici insan olacağız; anın birinde...
Sahici kalmalara...
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2004
Renklerin arasında oyun oynuyorum.
Tadım tuzum yerinde.
Kıvamındayım aşın,
Büyümeye başlayan yaşın.
Kırmızı giyiniyorum bu aralar,
Hafifçe geçiyorum simsiyah olmalardan,
Kulağımı deldirdim,
Mutsuz bile değilim sızısından,
Sızlanmıyorum ‘hayret’ bu aralar hayattan.
Adım üstündeki mevsim geldi belki ondan,
Belki bir akşam vakti evimizin önünde,
Kızımla birlikte gökyüzün değişen tonuna bakmaktan,
Arka bahçemize yeni taşınan kırlangıç ailesiyle tanışmaktan,
Bekli de iflah olmaz bir romantik kaos oluşumdan,
Ondan
Bundan
Bir tutam şundan
Bir avuç umuttan
Çokça insanlıktan
Yürek yürek buralı olmaktan.
Burada yaşamaktan,
Sonsuza kadar buralı olmayı hep SEVMEKTEN.
Hep olmaktan,
Çok olmayı öğrenmekten.
Bir akşam vakti kızımla hayata göz kırpmaktan,
Mutluyum.
***
Ben geldim hepimizin başına. İşte bu satırlar ondan. Bu bahar mevsiminin bir tuhaflığı olduğu kesin. Apansızın amaçsız mutluluk tuhaflığı bu. Havadan, sudan, dinlediğimiz notalardan, bir şeyinden doğanın; insanın tüm organları gülümsüyor. Kısa sürüyor ya bu bahar olma halleri. O yüzden doyasıya tadını çıkarmak gerek. Bol bol gülün yani, kendi bolluğunuzu yaratın. Bu kısa ömürlü bolluğu dostlarla paylaşın. Girmediğiniz sokaklara girin, keşifler mutluluğunu tadın. Günaydın diyin, Allah aşkına. Tanıdık tanımadık gün aydın diyin. Ne güzel bir sözdür bu. Günün ışıklı olması, bunu bir başkası için dilemek, ne güzel bir bolluktur insan için. Kıt olma hallerini milletçe silkenip bu mevsimde atsak hep birlikte. Şöyle bol olsak el ele. Bol bol düşünsek örneğin. Bol bol kitap okusak. Tartışsak. Geleceğe dair hayaller kursak, onları gerçeğe dönüştürecek çocuklarımıza kendi kimliğimizi sevmeyi öğretsek ve onların hep gülmesini sağlasak. Bol bol biz olsak ve bunu tüm dünya ile paylaşsak!
Adım üstünde dedim. Normal değil tabi ki bu durum benim için. Hem 21 Mart bahar başlangıcında doğ, hem adın Bahar olsun, hem de bu aralar aynı mevsimin tüm değişimini derinden, dipten yaşa! Olacağı budur! Kaotik bahar olmaları!
Geçici ama seçici.
Seçiyorum durmadan.
Gözlerim ışık hızını yedi kat geçen küçük uçaktan daha hızlı.
Seçiyor, seçiyor, seçiyor.
Renkli renksiz her detayı tarıyor, kaydediyor, ayırıyor, arşive yolluyor, kategorize ediyor, dip not yazıyor, siliyor, mail atıyor ve gülümsüyor...
Kırmızı giyiniyorum bu aralar.
Kırmızı kırmızı bahar oluyorum.
Yeni açılan küçük dükkanımda en kırmızı parçaları bulup giyiyor mutlu oluyorum.
Kıtlığıma kocaman bir Bahar kapısı açtım.
İçinden bolluğumu akıtıyorum.
Bol kalın...
Paylaşımlar
l P1: Yeni bir albüm. Ben çok sevdim.
JEM / Finally Woken. Özellikle 1. parça ‘They’ ve 10. parça ‘Stay Now’
l P2: Okuyanus’tan değişik bir kitap daha. Başka açıdan bir KAHRAMANLAR KİTABI. Birçok yazarın kendi romanlarında yarattıkları kahramanlarını başka yazarların kaleminden tanıma fırsatını bulacaksınız. Keyifli ve ilginç.
l P3: Kendi konumdan bir paylaşım. 2 Haziran’da İTKİB Genç Tasarımcılar Yarışması yapılıyor. Ben de 11 sene önce aynı yarışmanın birincisi olmuştum. Heyecanlı bir çalışma sürüyor bu aralar. Önümüzdeki günlerde detaylarını sizlerle daha geniş paylaşacağım.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2004
Serbest oksijen radikali!<br>İşte olmak istediğim hava çeşidi. Hani çok havalısın derler ya.
Bana da çok radikal bir oksijensin desinler. Ve de özgürsün üstelik diye eklesinler.
İşte benim amacım budur!
* * *
Etrafınızdaki yakın uzak insan kümelerinin içinden, hızlıca bir arama yapın. Acaba kimler var?
Hem serbest
Hem oksijen
Hem radikal olan.
Üzülmeyin!
Umudunuzu hiç kaybetmeyin.
Onlar gizlidirler.
Ama onlarsız var olmak imkansızdır. Bu gerçeği iyi bildikleri için, zaman diliminde bazı tuhaf anlarda ‘yaşasın‘ kıvamında içimize doğarlar. Onlarsız evrimi devam ettirmek kötü bir hayal. Oksijensiz vizyonun devamı kesik ve kısa olur. Bunu çok iyi bilirler. Süresini yaşarken bize tanınan anların; tesadüfü yoktur ya olanların, amaçlı bir S.O.R. ile karşılaşırız. Bazen bir dokunuştur tanıdık tanımadık ama içimiz ürperir, söyler bazen sağ arkadan kulak ucumuzdan, içimizin en derin kuytusuna doğru kelimeleri, bazen de kavgada, dargınlığında bir dostun, aşksızlığında aşk sandığımızın, tam o anda ‘tak‘ diye anlarız ya; ya da bazı devresinde en kritik dönemeçlerinde kocaman ulusların kocaman bir S.O.R.’u doğar ve akışı değiştirir tüm zamanın, kalplere ışık olur, silinmez sevgi olur, nefesi olur.
Unutulmaz,
Hep solunur,
Solunur,
Minnet olur.
Yalnızca baş tacı olmaz,
Gelecek olur.
Sonsuza kadar olur.
* * *
S.O.R.
Serbest Oksijen Radikallerini anlamak için, adı üstünde ‘sor’mak gerekir. Önce kendine, niye nefes aldığına, amacına seçtiğin hayatın, evrene dönmek gerek yüzünü sonra, geçmişine şimdisine ve sonrasına oksijenin, soru sormak lazım. HAYATA SORU SORMAK LAZIM.
Anlaması imkansız yoksa olanları, olacakları,
Sayıları gittikçe azalan S.O.R.’ları
Anlamanın keyfini yaşamayı.
* * *
Derinimizde tüm bilgiler yazılı aslında. Hücrelerimizde şifrelenmiş durumda bizle beraber her yere geliyorlar, sessiz ve sakince.
Farkında bile olmamak bana acı veriyor.
G1- S-G2-M
4 faz
İnsan hücre döngüsü
Örneğin S
DNA‘ların aynısını sentezleyerek iki katına çıkarıyor. İlerki kuşaklara tüm şifreyi kopyalıyor.
Kopyalarken kendini sağlama almak için aynı genetik şifrenin birer kopyasını da G1 ve G2’ye yüklüyor.
Apoptosis
Programlı hücre ölümü demek. Kanseri önleyen müthiş bir sistem. Kısaca hücre intiharı deniyor.
Tüm bu inanılmaz olaylar zincirini kim sağlıyor dersiniz?
SERBEST OKSİJEN RADİKALLERİ.
Hayat bundan ibaret işte!
Hayat denen bu garip kendini bulma oyununda, bir Türkiyeli olarak ve de geleceğe gülümseyerek,
En minnetinde
En sevgisinde
Geleceğime inanarak yazdığım
En müthiş Serbest Oksijen Radikali olan,
ATATÜRK’ü
Gülümseyerek anıyorum. Her nerdeyse yolu ışık olsun.
Saygıyla...
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2004
Bazen görünmez birilerinin sizi arkanızdan hızla ittiğini, bilinmeze itiştirdiğini hissettiniz mi?
Seçimini yapmadan o anın, sinsice nehir misali amaçlı bir yere doğru aktığınızı, yönünüzün farkettirmeden, küçük dokunuşlarla değiştirildiğini, ‘Ben buraya ne zaman ve neden geldim, kim bu oda dolusu insan’ dediğiniz oldu mu hiç?
Notasında kaybolduğunuz müziği, hiç hissettirmeden birinin değiştirdiğini ve sizin de sazan balığı dostunuzla içine düştüğünüz zaman dilimi hiç mi yaşamadınız?
Ben devamlı bunu yaşıyorum!
Arkamda bir ordu ile geziyorum gibi geliyor.
Başımı çevirsem aniden, hızlı ve keskin,
Sonsuz bir itici kakıcı ordu mensuplarıyla,
Gözlerimiz çakışacakmış gibi geliyor.
Amaçlı değişim programı uygulayıcıları!
Yahu sizin işiniz gücünüz yok mu?
Beni habire oraya buraya itiştirip duruyorsunuz.
Bre insafsızlar!
Huzur yok mu yani bana bu diyarlarda?
Üstelik uçaktan korktuğumu bile bile beni durmadan dünyanın uzak köşelerine savuruyorsunuz.
***
Tamam!
Los Angeles’ta moda show’ları var.
Üstelik Mercedes Benz’in düzenlediği defileler var.
Üstelik ben çok havalı bir şekilde, en sükseli show olan Jenni Kayne’nin gecesinde Dustin Hoffman ile tanıştım. Güzel!
Üstelik, ismini bilemediğim birkaç popstarla da karşılaştım.
Üstelik, orada beni tanıyan birilerinin çıkması göğsümü çaktırmadan kabarttı. Kendi köşelerimde mini mini gurur duydum.
Aferin, dedim ama hep dozajı ayarladım.
Üstelik, buralarda alternatif varolmaları başaran bir güzel Türklerle tanıştım.
İşte o zaman beni niye itiştirdiğinizi anladım!
Alternatif Varolmalar
Örnek 1 ve 2:
AYKUT BAYRAK
Doktor
Kadın doğum ve jinekoloji
2002 New York Methodist Hastahanesi İndekronoji ve reproductif 2. uzmanlık
2003 Pasific Coast Reproductif Society kongresinde, araştırmalarından dolayı özel ödül sahibi
Aynı sene ekim ayında Avrupa’ya davet ediliyor ve tüp bebek konusundaki çalışmalarından dolayı ikinci bir ödüle layık görülüyor.
Gözlerinden zeka akan bu genç Türk insanıyla, kendi başarı yolunu kurmuş başka bir Türk arkadaşım sayesinde tanıştım.
EMRAH YÜCEL
Büyük filmlerin, etkileyici afişlerinin altında bu genç insanın imzası var.
Yeteneği, vizyonu ve de hayata eşiyle birlikte sevgi ile sarılışı.
Müthiş!
***
Dünyanın bir ucunda, o gece kalabalık ve de keyifli bir Japon restoranında, kendi dallarında ve seçtikleri kendi yollarında başarıyı sımsıkı avuçlarında tutmuş iki genç Türk insanıyla olmaktan gurur duydum. En çok da öz genlerini unutmadıkları, sahiplendikleri, kimliklerini kalplerine yazıp bu uzun ince ve de zor varolma yoluna evrensel bir bilinçle çıktıkları için onları çok sevdim.
Aykut’un ve Emrah’ın başarısını eminim yakında ve de uzak zamanda uzunca duyup, gururla paylaşacağız. Yolları açık ve net olsun...
***
Arkamdaki heyecanlı ordu mensuplarına duyurudur!
Kendimi sizsiz hissetmek imkansız.
Attığım her adımda,
Binlerce ses gelirse tabanlarımdan
Ellerimi açtığımda okyanusa,
Binlerce el dalgalanıyorsa ufukta,
Karanlık yalnızlığında yabancı isimlerin,
Işık oluyorsa nefesleriniz,
Gülümsüyorsa tanıdık tanımadık yüzler
Sabah sisinde,
Kumun neminde
Varsın itiş kakış olsun anlar,
Varsın güzel insanlarla buluşmak için
Sürüklensin yollar.
Amacı sevgi ise varolmanın
Ben razıyım,
Ordu mensupları ile bir ömür boyu yaşarım.
Sevgi ile kalın...
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2004
Sisin kumla öpüştüğü bir sabaha uyandım. Bu dokunuştan doğan nemi soluyarak, uzaklara bakıyorum uzaklara... Sisin içinden geçip, karşı kıyıdaki palmiyeleri aşıp, onlarca tekne direğinin aralarından kıvrılıp, limanı martı misali gözleyip, uzaklara bakıyorum.
Havaalanından bir anı
Uzun uçuşlu bir yolculuk sonrası İstanbul Havaalanı’na kavuşmanın rahatlığıyla gülümserken, bavuluma yardımcı olmak üzere bir görevli gelmişti yanıma. Hoşgeldik, beş gittikten sonra dönen banda bakmaktan hiptonize olmuş bir halde bana nereden geldiğimi sordu. ‘New York’tan’ dedim. ‘Çok mu uzak’ dedi. ‘Uzak tabii, 10-11 saat uçuyorsun’ diye cevap verdim.
- Uzakmış.
- Haklısın uzak.
Gözlerimiz hálá dönen bantta, bir anlık sessiz düşünce anından sonra, derinden baktı bana ve,
- Sen dünyanın ucu neresidir bilir misin? Dünyanın ucu, en uzak yeri acaba nasıldır dersin, dedi.
Tekrar durup düşünerek, yüzüne ve de boyuna hayli büyük gelen kalın çerçeveli gözlüğünün ardından bir yorumda bulundu.
- Kayalık, dedi. Bence dünyanın en uzak ucu kayalık! Senin geldiğin uzak yerde de kayalıklar vardı değil mi?
Bavulum geldiği için, bu farklı yoruma bir cevap bulup verememiştim. Yan yana kapıya doğru yürürken, ulaştığı bu farklılığın tadını çıkarırcasına cümlesini tekrarlıyordu:
- Kayalıktır. Kesinlikle kayalıktır. Başka ne olabilir ki?
Onun uzağı kayalıktı
Hayalin son perdesinde
Hiçliğin son kapısında
Taşlar vardı.
Uzağında kişinin
Bazen kaçmak için
Bazen de yakalanmak
Bir köşesinde hayatın
Mutlaka bir uzağı olmalı
Yalnız veya milyonlarla bir
O uzak şehirde
Uzaklara bakınıp
Aslında aradığının kendisi olduğunu anlamak.
Uzaklardan
U1: Los Angeles’ta hava 30 derece civarında. Özlemişim. Kavuştuğuma çok sevindim.
U2: İnsanları kıskanmamak elde değil. Sağlıklı ve aşırı güzel görünüyorlar. Ve istedikleri her saat okyanusa koşup sörf yapma gibi tuhaf bir özgürlükleri var.
U3: Los Angeles’ın en müthiş mağazası ‘Maxfield’ gerçekten olağanüstü. Bir galeri mantığında düzenlenmiş. Kapısında sizi 6-8 metrelik dev taştan heykelcikler karşılıyor. Ürünler özenle seçilmiş. Etkilendim.
U4: Bir CD önerisi: Air/Talkie Walkie
Yazının Devamını Oku