Bahar Korçan

Kurgu

26 Temmuz 2004
Hani, en çıkmaz zamanlarında hayatın tüm sorumluluğunu yüklediğimiz, kendi üstümüzden tamamen çevik bir hareket ile karşı kıyıya attığımız, suçlu ben değil, sen değil, biz değil türünden cümleler ile bütün suç işte onundur dediğimiz kader var ya; hani meşhur şarkısı da var. İşte o kaderden bahsediyorum. Ona yeni bir ad taktım.

Kader pek hicranlı geliyor bana. Yeni çağa uysun ve daha da pozitif olsun diye ona ‘Kurgu’ diyorum artık.

Bu sonsuz çağ kurgusunu anlamaya çalışmaya da kısaca hayat deniyor etrafta. Yeni deyimi ile varlık süreci.

* * *

Zaten tüm oluşumlar da bu kurguyu anlamak için varolmuş aslında. Tüm dinler, Uzak Doğu felsefeleri, Buda, yoga, bildik bilmedik tüm kendini arama durumlarının amacı bu kurguyu ve onu yaratanını anlamak.

Bulunmuş mu bilinmez ama isteyince hissedilir. Hissedince kendini bilmeler, kurguna yön vermeler ve bazen de sakince kendini kurguya, bırakmalar başlar.

Bazen de sessizce saf saf bilinmezini yaşarsın. Bir an sonrasını bilmeden devam edersin. Hiçbir algı, hiçbir ses gelmez kurgudan ama gelen bir şey vardır hayatına.

Bilmezsin, kokusunu dahi duymazsın, yalnızca başına gelir ve yaşarsın. Dalgasız durgun sular bir sonraki fırtınanın habercisidirler. Bir gece bir trene binersin ve...

* * *

Aniden gelen tüm kazalar hepimizi çok etkiler. Çünkü ani olurlar yani plansız, programsız değişimler yaşatırlar ve üzücü ve korkutucu ve ayırıcıdırlar. Her kaza sonrası nedenler araştırılır.

Nedenler ve suçlular.

Nedenler ve amaçları.

Nedenler ve bulunamayan sonuçları.


Süregiden bulma yolları daima bir kapalı kapının önünde son bulur.

Kurgu!

Çünkü böyle yazılmıştır o kişilerin kurgusu. Nedeni vardır elbette tüm oluş için ama, sonucunu bulamayız kendimiz için. Acıtıcı, sarsıcı tüm kazalar derinden inince içimize bazen reddederiz, bazen dalarız içine

... ama sonuç yoktur.

Garip değil mi?

İnsan nasıl da hiçbir şey yapamaz kalıyor. Gerçekte ise bir sürü şeyi yapabilecek gücü olmasına karşın, kurgunun karşısında şaşkın kalıyor. Sevginin karşısında sevgiden ayrı düşünce kabullenmesi zor çok oluyor.

* * *

Ben tren kazası sonrası haberleri dinlemekte çekimser kaldım. İlk anlar sanki yokmuş saydım kendimce. Sonra bu kandırmaca dedim, sonra bu kurguya dahil olanları düşündüm, dahil olanların sevdiklerini, nedenleri, amaları...

Kapalı kurgu kapısına geldim, bu yazıyı yazar buldum kendimi. Kurguyu algılama yazısı.

Kurgu bu, kimilerine sessiz ama nedeni sağlam bir oyun hazırlar her an. Asıl tuhaf olanı bu oyunları bizim seçiyor olmamız gerçeğidir. Biz seçeriz ama bilmeyiz. Hatırlamak bunun için önemlidir. Akıp giderken hayatı, iyi solumak gerek detayları. Detaylar bize ipucudur çünkü.

* * *

Farkına vardım ki her şeyin ardında bir amaç var. Görünen, görünmeyen her şeyin bir nedeni, bir eşiti var. Bu nedenler bizi oluşturuyor. Karşı çıkmak veya kabul etmek fark etmez, bu kurgu saati hep işliyor. Döngü dönüyor.

Acılar veya gülücükler, her duygunun bile bir nedeni var. Kısacası tüm bu nedenlerle her birimiz hayatı oluşturuyoruz. Hayatın her farklı yüzü bize dönüyor zaman içinde, bizler de o an neyi yaşamamız gerekiyorsa yaşıyoruz. Kabullen ama teslim olma.

Her yeni oluşum bize bir şeyi hatırlatmak içindir. Hatırlamak gerek ne olursa olsun sevgiyi. O zaman kurgunun karşısında biz gerçek biz oluruz. Çünkü sevgi her zaman en kuvvetli enerji.

* * *

Kimilerine ani acı, kimilerine ani sevinç, kimilerine sessizlik, bazılarına çok seslilik, bazısına bolluk, bazısına kıtlık...

Türlü duygudan türlü seçimle kurgunun içindeyiz işte.

Hayat bu demek.

Yapılacak tek şey, ne olursa olsun sevmekten vazgeçmemek.

Sabırlar, sevgiler hepinize...

Kurgunuz sevgi olsun...
Yazının Devamını Oku

Yalnızlık üzerine

22 Temmuz 2004
Çocukken dünyaya bakardım. Arka balkondan, gökyüzüne doğru sarkar, kendimi dünyaya sunardım. Çınar ağaçları vardı evin arka bahçesinde, en uç yaprakların üstüne uzanır, en tepeden dünyaya bakardım. Dünya büyük, çok büyük ben küçük, yine de korkmaz kendimce en yüksekten karşısına geçip, gözlerimi dikip bakardım dünyaya. Hissettiğim duygu güçtü. Ben bir çocuk halimle karşısında durunca bu kocaman dünyanın korku ile karışık garip bir güç duygusu dolardı yüreğime. Aslında bu dünya ile benim ortak durumumuzdu aslında. Dünya yalnız ben yalnız dönüp dururduk kendi eksenimizde.

***

Yalnız olma duygusunu hem çok severdim, hem üzerdi beni. Sızardı içime sinsice sessiz kalırdım dünya ile. O susardı, içindeki sesin çokluğuna karşın, ben onun suskunluğunun içini dinlediğinden kaynaklandığını bilirdim. Ne çok dinliyor dünya bizi, derdim. Ne çok susuyor. Ne yalnız ne mağrur, kimseye bir şey demeden dönüyor dönüyor. Yalnızlık duygusu hep en saf gerçek gibi gelmiştir bana. Hem varsın çokların arasında onlardan birisin. Hem teksin, bir tek sensin. Bu nasıl bir varoluş ikilemidir ve nasıl hassas bir dengede oluşmuştur. Ürpertisi buradadır yalnızlık durumunun.

İnsanların en büyük korkularından biri yalnız tek başına vedalaşmaktır hayatla. Tek olarak gelinen bu hayattan tek olarak gittiğimiz bu kadar gerçekken, nedense yalnız yaşlanmaktan ölmekten korkarız. Ya da bazılarının saplantısı olur hayat; bırakmak istemez, onun hiç öbür yakaya bileti yokmuş gibi saplanır durur vizyon hayatın geçici maddelerine. Komiktir hayli de hüzünlüdür durumları. Bu değerli dünya içi olmalarından bir hayatı madde bağımlılığı ile tüketmek, para hedefli seçimlerle bitirmek kendini ve hiç bakmamak kendine, hiç bakmamak dünyaya ve hiç farkında olmamak ne üzüntülü bir olmadır. Anlamam! Anlamam, devamlı konuşup hiç dinlemeyenleri. Anlamam, hiç suskunluğunu yaşayamayanları. Anlamam, çokluğun içindeki tekliğin zenginliğini keşfedemeyenleri. Anlamam, dünya ile göz göze gelemeyenleri. Anlamam çünkü ben o programı bitirip rafa kaldırmışım. Belki de hatırlamak istememektir benimki. Yalnızlığa kaçıştır hafiften belki de... Yalnızlığın garip döngüsü vardır. Çok yüzlüdür yalnızlık. Çok köşeli çok sürprizli, çok bilinmez bir denklemdir. Bir eşiti vardır elbette, bulan var mıdır bilemem ama zordur çetindir. İçine düşersen ki hep beklenmedik ani gelmeler ve ani gitmelerle oluşur. Korkarsın önceleri. Sonra hafiften sindirimli alışmalar gelir peşinden. Sonrası soluk alma yalnızlığın içinde, sonrası yine ürperme sonrası kabullenme sonrası suskunlukla kendi ekseninde dönme dönme.

Suskunluğa kavuşma zamanla ve dinlemeyi öğrenme önce içini sonra senden dışını çok dışını çok ötelere ulaşma ve hiç korkmamaca hep gözlerin kapalı bile olsa her şeye ulaşmaları yaşamaca. Tıpkı dönen ve döndükçe farkındalığı yaşayan Mevleviler gibi, Mevlana gibi, tüm gezegenler gibi, Dünya gibi.

***

Yalnızlıktan ürkmeye hiç gerek yok. Dinlemeyi bilmek gerek. Ne söylüyor bize ve oluşumumuza kulak kabartmak gerek. Ayna gibidir yalnızlık, ne verirsen fazlası ile yansımasını alırsın. Sakince susmak ve bu değişmez gerçek aynasına huzurla bakmak lazım.

Tüm evren niye sessiz diye düşünüp dururum. Niye her şeyin olduğu bu sonsuz uzayda niye hiç ses çıkmaz. Sonsuzca suskun, ötesi sessiz döner durur bu gezegenler. Çünkü dinliyorlar! Yalnızlıklarının ve ‘Bir’ olduklarının farkında oluşumu dinliyorlar. Sanırım sır burada.

Kendinizi ve Dünyayı ve de evreni dinlemeyi keşfetmecelere...

Kendiniz gibi kalın.

Paylaşım: Bu yalnızlık yazısını yazarken kelimelerime notaları ile eşlik eden parça: Krıshna. Beats serisinden Paul Schwatz’dan Veni Redemptor Gentium.
Yazının Devamını Oku

Bir moda tasarımcısının tuhaf durumları

19 Temmuz 2004
Bir heyecan, bir telaş. Öncesinden yaşamak zamanı, insanın hayal ötesini indirmek bu anlara; bir tuhaf tatmin, bir benzersiz hoşluk anlatamam. Konusu olan tuhaflık, diğer meslektaşlarım olan moda tasarımcılarının da şu anlarda yaşadığı heyecanla aynı aslında. Biz önceden soluyanlar şimdiden 2005 yazını yaşıyoruz. Dosta düşmana duyrulur!

2005 yaz koleksiyonum tamamdır. Şubattan beridir yüzdüğüm hayal denizinden nihayet kara göründü! Ayak bastım bir soluk, bir yorgun, bir gönül dolusu mutluluk ile ben yaz kara parçasındayım. Oh, yaşasın!

Bazen yaptığım iş durumuna bir boy yukarıdan bakınca, önceden yaşanan tüm bu koşuşturmanın garip benzersizliğini daha net görüyorum. Ne yapıyorsun bu aralar diye soranlara: ‘2005 yaz koleksiyonumu hazırlıyorum’ cevabı onları anlamsızca gözlerime bakıp şaşkın insan örneğine niye dönüştürdüğünü biraz anlıyorum sanırım.

Yaklaşık bir, bir buçuk sene sonrasının ahkam kesmecelerini şimdiden belirlemek, eh birazcık narsis, bir tutam ego parçacıkları, bir avuç da ‘benim dediğim olur’ bakıncılık yaratmıyor değil. Psikolojik açıdan çok sağlıklı olduğu söylenemez. Ne yalan yazayım, aslında durum sandığınız gibi değil aslında. Bizler hep çok şık falan giyinmeyiz. Hele ben hele ben, ya siyahtır üstümdeki, ya beyaz, en renkli halim ecru (kırık dökük beyaz demek)... İnsanlar yolda ya da davette görünce beni çaktırmadan hafif sarsıntılı bir hayal kırıklığına maruz kalıyorlar ama elden ne gelir. İnanın bende şöyle devamlı kuaföre giden, saçbaş yerinde, manikür pedikür ikilisi uyum içinde, makyaj durumları her daim sağlam bir hatun olmayı isterdim diye bir itiraf yazacağımı sanıyorsanız aldanırsınız.

Bir düşünün, hadi kendinizi bir zerrecik benim yerime koyun. Uzuuun senelerdir devamlı parça purça, yok o kıyafet yok bu kumaş, tam bu sezon koleksiyon bitti derken nefesimin ilk lokmasında hemen hızla gelen bir diğeri uğraş dur. Niye? Hemencecik modası geçsin diye. Tanrım böyle paradoks bir iş daha görmedim! Devamlı yeni yaratma dürtüsü tabii ki zamanla bozukluk yapmıyor değil! Saysam sayfalar dolar. İşte moda tasarımcılarının psikolojik bozukluklarına bazı örnekler;

1- İnceleme hastalığı: Sürekli etraftakilerin kılığını kıyafetini mercek altına alıp, olmamış deme hastalığı.

2- Detay manyaklığı: Her şeyde, lüzumlu lüzumsuz her şeyde detaycı olma. Detay sarhoşluğu da denir aramızda. Girdiğin her mekanda kıyı köşe o buna uymuş uymamış durumu.

3- Dokunma tuhaflığı: Parmaklar alışmış ya devamlı kumaşa dokunup hissetmeye. Karşındaki tanıdık tanımadık, kim olursa olsun, dokunup kumaş misali algılama isteği.

4- Fazla evrensel olma hali: Her gerçek tasarımcıda bulunur. İflah olmaz bir garip hastalıktır. Dikkat!

5- Ben en iyiyim başka kimse yok, körlüğü: Klasik bir tasarımcı hastalığıdır. Sanatla uğraşan her insan oğlunda ve de dişisinde görülür.

Bu liste inanın bitmez. İnsan hayalde fazla yüzünce böyle sarhoş oluyor işte.

Şakası, gerçeği bir yana hem çok zorlayıcı hem de çok keyif verici bir iş bu. İlacı, her şeyi olduğu gibi sevmek. Bir de oluş biçimi var bu mesleğin. Belki de tek sırrı GERÇEK OLMAK.

Bir tasarımcı gerçeğini bulamamışsa derinden, inceden. İşi zor. Yalancı, sahte suni denizlerde yüzdüm sanır yıllarca; dönüp bakar geriye masal misali geldiği bir arpa boyu yoldur.

Gerçek atınca yürek. O zaman anlar kişi, herkesin ayrı ışığı olduğunu. O ışıklar zaten hiç kesişmez ki bir diğerinle. Nasip ve rızk denilen hak denilen bir evrensel yasalar var ya, çok hassas bir dengede döner insan yaşamında. Işığını gören, adil olan, oyunsuz, arkadan çelmesiz, art niyetsiz beyaz olan hakkını o hassas teraziden alır yoluna serer. Yüreğinde tortu olanlar zaten yaratıcı olamazlar. Onların yolu da yoktur aslen. Kendi karanlık oyunlarının sevimsiz kurbanları olarak durup dururlar aynı yerde.

Bu olağan üstü evreni ve bu anlatılamaz kurguyu yaratanı çok seviyorum. Bu ne inceden olmalardır. Ne akıl yeter ne yürek. Sevginin ışığı altında kendine ve ona inanmak ne huzur verici bir duygu.

İçinden gerçeğinin ışığını geçiren her insana saygım sonsuz. Geçiremeyen oyunculara buradan selam olsun. Dilerim bir gün sizler de karanlığı kapatıp, kendi ışığınızı yeniden yakarsınız...

Hep ama hep gülün olur mu? Bu aralar tüm Türkiye’nin bu gülümsemelere çoook ihtiyacı var. Unutmayın.

Sevgi ile kalın.
Yazının Devamını Oku

Ten

15 Temmuz 2004
Küçük aralıktan bakmaktan vazgeçin evrene! Açınızı genişletin, sonsuzlukta genleşip her şeyle bir olun.

Dar açılı sıkışıklıktan çıkıp, bütünleşmeyi öğrenin.

İnsan olmanın biyolojik özellikleri çoğu anlar bizi küçülttü.

Anlamak bizler için yüzeysel geçişlerden oluştu.

Kavramaktansa acele geçişleri yeğler olduk.

Bilgeleşmenin bizi tüm evrenle bir yapacağını unuttuk.

Bizi biz olarak bildik.

Gerçekte ise biz her şeydik.

Her şey ise bizdik.

***

İnsanın oluşuyla yıldızların oluşu aynı iken, biz tek açılı halimizle çoğu zaman gülünç olduk. Dünyayla, insan ve diğer varlıklar her şey birbirinle ilintili.

Sihirli moleküller var, büyülü hücreler, aynı amaç taşıyan genler var. İnsanı insan yapan dolu duygu tüpleri var. Dolu dolu düşünceler. Kelimesiz konuşmanın bilinmez sinyalli oluşu ‘ten’ var. Tende çok şey var. Tende mesajlar var. Tende sevgi, tende acı, tende açlık, tende doyumsuzluk, gri bulutsu düşmanlık, tende ihtiyaç, tende toprak, varlığını sürdürebilmenin tüm şifreleri tende var. Her varlığın teninin tenle buluşması, kimi zaman çarpışması, kimi zaman birbirinle örtüşmesi, kısacası ölümsüzlük ve sonsuzluk var. Çünkü tende her zaman soluk var.

***

Tenin tenle

Tenin bizle

Tenin evrenle buluşmasıdır anlatılan

Ten dünyasal varlıkla, ötesi arasındaki hassas, sihirli ayrımdır. İnce dokulu duygu akımlı bir zardır.

Ten kapılıp gitmek değil

Tenle ve ruhla birlikte var olmaktır

Asıl davranması gereken

Asıl dengeyi bulmaktır.

Sevgi ile kalın

Bahar Korçan
Yazının Devamını Oku

A.Ş.K.

12 Temmuz 2004
Zorluklar yağarken omuzlarımdan, kaçacak tek bir yer yokken sağında solunda hayatın, gizli ve yalnız yürümek üstüne beyaz şeytanların imkansız olduğunda, duyduğum tek ses aşka aitti. Kıyısına fırlattığında, hayat yolunun tüm olmazlar, seni sen yapan hayaller umutsuzluğa kucak açmışken ve sen soruyorsan nerede durduğunun hayatın, pusulası şaşmışsa kim olduğunun, kapa kendini olmazlara, açılan kapıdan gelen tek tını aşktır unutma!

Aşk adı üstünde:

Anların

Şanlı

Karmaşası

Aşk’ı soruyorlar hep. Aşkı arıyorlar her yerde. Herkes gizli kapaklı veya açık seçik aşk arıyor. Kimi bilmeden gerçeğini, aşk seçiyor domates misali tek tek. Kimi hiç bilmiyor tınısını, kiminin adı aklında sanmakla geçiriyor tüm hayatını. Bir kadın aramak, aşk türünden ah ne çıkmazdır anlamadan aramak kadını. Bir erkek aramak, aşk bulaşmış bir adam yüreğine kavuşmak ne nadir ne kıymetli.

Yürüyorum kendimde. Bakıyorum gözlerden derine. Gördüğüm hep aynı kırgın ifade.

Nerde?

Benim yarım nerde?

Benim insanım nerde?

Sorular katman olmuş yüreklerde. Sorular yanlış cevap olmuş kimliklere. Sorular duvar olmuş, geçilemez sınır olmuş. Sorular sonsuz sorun olmuş, kimse farkında değil. Yazık olmuş. Kimi kurbanı olmuş egolu ilişkilerin, kimi korkup kaçar olmuş belki de en aşkından, hiç bilinmeze dönmüş rotası, ruhu duymaz gözü görmez olmuş. Aşkına yapmacıklık sürmüş biri, dönüp durur plastik mekanlarda yalnız bedeni. Yüzü güler kiminin, içinden kıvrım kıvrım aşksızlık sancısı çeker.

İçim yanar benim her aşksız gördüğümde. İçim acır, aşkını bulup da beslemeyenlere rastladığımda. Ağlarım, aşka kavuşamayan her film, her gerçek, her rüya, her insan bildiğimde. Çünkü öğretti hayat bana hayli sert, hayli kızgın, hayli köşeli türünden bu duyguyu. Şimdi bir anı yığını var içimde çok ama çok kıymetli. Deneyimlerimi serince önüme, cımbızımı da aldım elime. Tek tek temizlemeye başladım, önce egolar, sonra yalnızlığın berbat gölgeleri, savunmasız kadın olma durumları, yalnızlığın sevimsiz yalancı güç şovları, ben incinmeyeyim bana ne senaryoları, tekil aile, yalnız anne olma dürtüleri, özenle örülmüş güvensizlik kalelerimi... Zaman içinde tertemiz olunca beyaz içim, saydam dışım, çalışıyorum ne için? Aşk için! Ben için, gerçek insan olmak için.

Zorluklar içinde kıvrılıp epeyce uyuduktan sonra, bir gün biri dokundu omzuma ve ben uyandım. Ayağa kalkıp şöyle bir güzel zıpladım yıldızlara karşı, döküldü tüm tortular ve aşk’ı duydum ilk kez. Temiz ve pırıl gerçek insan duygusunu duydum. Gülümsedim. Kucak açtım, kalelerimi bir bir yıktım. Aşka hangi kale dayanır ki zaten. Aşk direkt gelir, temizdir, sade ve gerçektir.

Aşk tek bir şey ister, korunmak. Aşk aranmaz, aşk ısmarlanmaz, tarifi reçetesi yoktur, bir anda düşer başınıza. Hoş evrende tesadüf de yoktur ya. Aşk da bu olağanüstü kurgunun en saf varolma duygusudur.

Hálá kavuşamayanlara, önce kendinize temiz olun, aşk sizi bulacaktır.

Aşk içinde uçanlara; ona iyi bakın, koruyun. Evrene sevgi yayıyorsunuz farkında olun.

Aşk ile kalmalara...
Yazının Devamını Oku

Seçim

8 Temmuz 2004
Biz ön balkondaydık. Bizim dışımızdaki aile fertleri içerde sohbet durumundaydılar... Mevsim aynı mevsim. Hava sıcak ama mutlu. Bir yaz akşamında ondört-onbeş yaşımızın, üstümüzde bir şort, bir tişört, kutlamasını yaşıyorduk farkında olmadan taze hayatımızın. İki kuzen, aramızda var birbuçuk yaş. Ben küçüğün büyüğü, o saçları bal rengi, o anlar ailenin küçüğü. Laf saf kahkahalarla süslüyoruz geceyi. Balkonda bizim mahalle de, hatta karşı adalar Büyük’ünden Kınalı’sına, hatta tüm şehir ve yıldızlar beraberinde... Sanki hepsini alıp gelmiş fırdöndü de tüm dünya bizim olmuş, üstüne de ön balkonu vermişler loca misali. Yani öylesine hakimiz gecemize. Kuzen küçük ama bilmiş. Tam oğlanlardan konuşurken ki ortaklaşa yanıp tutuştuğumuz ama bizden hallice büyük, erişmesi boy bakımından mümkün, makamsal bakımdan mümkünsüzden söz ederken; dur bir dakka bak ben ne deniyorum dedi. Heyecanla sota ettiği sardunya saksının arkasından bir şey çıkarttı. Bir paket sigara ve kibrit!

Şaşırdım ama belli etmedim sözde. Büyüğüm ya! Hadi dedi yaksana. Uzattı bir sigara, bir kutu kibrit. Uzattı bana yaşamımdaki önemli seçimi. Uzattı bana bilmediğim ama merak ettiğimi. Aldım.

Ben nasıl yakılır bilmem. Annem öylesine korkutmuş ki kibritten beni. Oynama yanarsın, evi de yakarsın diye. Kibrit baş düşman. Görsem beş adım geriye kaçarım. Nerde bende o çakası yürek kibriti çat diye! Sen yak dedim. Can kuzen çaktı ateşi, yaktı sigarayı. Uzattı! Parmaklarımın arasında yanan kağıt. O bana, ben ona bir yabancı, bir sakil bakıştık. Böyle içine çekeceksin, sonrada burnundan dışarıya dumanı üfle işte dedi. Bir güzel gösterdi. Şaşkın, çocuk emri uyguladım. Aman Allahım. Öldüm sandım. Duman doldu içime. Hani burnumdan çıkacaktı. Nerde, hepsi barsağıma kadar yapıştı. Boğuldum, öksürdüm. Tıkanıklık geçti. Aman aman ellerim leş kokuyor. Nefesim, gül nefesim yanık tütün işgali altında. Üstüm, başım, içim, dışım yabancı kokuyor. Şöyle bir abla bakışı attım bal kuzene. Kaldırıp attım sigarayı. Atış o atış. Bir daha asla türünden ne denedim, ne aradım, üstelik hep kaçtım. İçenlere kızdım, içmeyenlere yaşasın benden muamelesi yarattım. Kibritle barış yaptık. Ben ve sigara düşman olduk. Bal kuzen sağolsun!

***

Sigara konusu insanlar için bir yara.
Ne kapanıyor, ne de kapatmak isteniyor. Eziyet çekilerek keyif yapılınca, bir de üstüne ölünce hiç hoş olmuyor tabii!

Devamlı söylenen biri oldum sigara konusunda. Minik minik söyleniyorum, tatlı nidalı söyleniyorum, hafif kızgın sağlığa hassas söyleniyorum, artık sabrım bitmişse lanet kızgın oluyorum... Yani devamlı bir üzüntü içimde bu sigara konusu. İçilen mekanlara özellikle kış aylarında gitmemeye çalışıyorum, olmuyor. Amerika’nın neredeyse tek sevdiğim seçeneği, özellikle NYC’da sigaranın tüm kapalı mekanlarda yasak oluşu. Oh! Ne rahatım. Saçlarım mis gibi, ciğerlerim mesut, temiz, rahatlıkla yemeğimi yiyip çıkıyorum. Bizde tam tersi. Mekandan fukara küçüğün microsu masalarda dip dibe otururken, yandakinin sigarasının tüm pisliğini de tabakta önünüze sunuyorlar.

Yakınımdaki sevdiklerime değil yanlızca bu tavır, aslında yaşamlarında sigarayı seçen tüm dünyalılara sözlerim. Öylesine inceden anlamları var ki seçimlerimizin. 2001 yaz sezonunda ‘seçim’ isimli bir kolleksiyon hazırlamıştım, bu varoluş şeklimizdeki seçimlerimizle ilgili.

Bir düşünün seçimlerimiz ile kendimizi yaratıp, ifade ediyoruz. Öylesine önemli ki her detay, her adım. Sigarayı seçenler, varoluşta kendilerine arı bir biçimde teslim edilen bu muazzam bedeni an ve an tıkayarak kirletmeyi ve yok olmayı da seçmiş oluyorlar. Dahası da var, evrensel bilinç taşıyanlar, sigaranın yaşam için gerekli tüm enerji kapılarını da kapattığını bilirler. Tanrının bizlerle bağlantılı olduğu bazı özel bilinçlenme kanalları var. Bu sesi duymak ve verileni almak için, onun bize emanet ettiği bu bedene özen göstermemiz gerek. Dünyanın pis artıklarıyla dolan bir beden, bence bu özel sesleri de duyamaz. Uyuşturucu, sigara ve alkol, doğumda bize sunulan ve seçip de geldiğimiz bedenimiz için bir sınavlar grubu.

Arınmak, her şeyden uzaklaşmak değil. Bilhassa her şeyin içinde olup kendimiz ve bedenimiz için doğru seçimi yapmaktır. Doğru seçim sigara içmekse, onun getireceği her türlü tehlikeli sınavlara da hazır olmak demektir. Doğru seçim içmemek ise, tüm sesleri saydamca duymak demektir. Karar sizin.

***

Not:
Bal kuzen o geceden sonra uzun yıllar sigara içti. Geçen gün yaşadığı şehirden telefonla bana iki haber verdi. Büyük kuzenimizin sigara yüzünden savaş halinde olduğu hastalığı anlattı. İçimden üzüntü ve iyi dilekler aynı anda aktı. Ve ekledi. Artık içmediğini, bıraktığını, sabahları daha temiz uyandığını hissettiğini söyledi. Zor sınavda tüm iyi dileklerimi yolladım diğerine, bal kuzene de yaşasın dedim.

Sevgi ile kalın...


Bir olup

Kanat olmadan

Uçan

Sayısız

Kum taneleri

Derin enlem

Geçişlerinde

Olmayı yaşarken

Kehaneti tuttu

Tanrının

Benden çok

Benlerimle

Artıları

Eksilere

Karıp

Oluşumu seçtim

Özgürce.
Yazının Devamını Oku

Etki-tepki

5 Temmuz 2004
<B>E</B>tki-tepki meselesi güzel bir olay. Bahar-Onur Air meselesi de güzel bir olay.<br><br>Efendim, 315 yolcu ile yaşanan beş saatlik gecikmeli Bodrum seferine cevaplar GELDİ! Çok sevindim bu cevap olaylarına. Bahsi geçen 315 yolcudan hálá bir ses gelmese de, çeşitli tarihlerde, defalarca aynı havayolu şirketi ile yaşanmış binbir hikaye e-mail kutuma akmaya başladı. Meğerse ne dertliymişiz... Tur şirketleri ve havayolu şirketleri en gerçek hali ile ortaya çıktı. Tepki vermek çağdaşlık kıvamında, insanı rahatlatıyor anlaşılan.

Bahsi geçen havayolu şirketinden yazımın yayınlandığı aynı gün hemen cevap geldi. Yetkisi iletişim direktörü olan Rauf Gerz Bey, bana bu aksilikten kaynaklanan üzüntülerini mesleğine uygun cümleler ile ifade edip; olayın güvenlikle ilgili olduğunu tırnak içlerinde bana yazmış. Böylesine bir ihbarı biz, yolcular ile paylaşamayız diye de eklemiş. Güvenlik ile ilgili bir problem olduğunu bizler de anlamıştık. Konumuz havayolu şirketinin hiçbir personelinin ortalarda olmayışı ve yaşanan bu olağanüstülük ile baş edemeyişleri idi. Aklıma hemen felaket senaryoları üşüşüyor. Ya aynı havayolu ile uçuş sırasında böylesine bir aksilik yaşasaydık; ne olacaktı acaba? Yine aynı personel, aynı ilgisizliği ile yolcuları kaderleri ile baş başa mı bırakacaktı? Ve aynı mesleki cümleler ile özür mü dileyeceklerdi? Bu kötümser bulutları beynimden hemen kovaladım.

İlgi birçok problemi çözer. Benim söz ettiğim ilgi meselesi. Geçiştirmek, belirsizliğe bulanmak ve cevapsızlık bulutları, profesyonel durumlara uymuyor. Yine de bu kadar çabuk tepki verdikleri için Rauf Bey’e teşekkürler. Umarım konunun öneminin bekletmek değil, yolcularla ilgilenmek olduğunu anlamıştır diyorum.

Gelelim etki-tepki olaylarına. Sizlerle konu ile ilgili okuyucu tepkilerinden bazılarını paylaşmak istedim. Sessiz kalmayıp, benimle deneyimlerini paylaştıkları için hepsine sağol sağol sağol...

Sayın Dr. Ruhet Genç’in Onur Air yetkililerine gönderdiği mektubun tamamı...

Tepkisine teşekkürler.

İyi Günler,

14 Haziran 2004 tarihinde Onur Air OHY 022 Sayılı İST-AYT seferini yapan uçak, check-in işlemini tamamlamak üzereyken Bay Ersözen isimli bir yolcu gelerek uçmaktan vazgeçtiğini, check-in yaptırdığı bagajlarını da bir arkadaşının karşılayıp alacağını, check-in counter’daki Çelebi Ground Handling firması yetkililerine söyledi ve terminali terk etti. Olayı duyar duymaz yolcu ve bagajın uluslararası kaideler gereği birbirlerinin ayrılmaz parçası olduğunu, emniyet açısından, yolcusuz yolcu beraberi bagajın tek başına uçamayacağını söylediysem de, madem ki arkadaşı alıyormuş, o halde idare edelim şeklinde cevapları, emniyet açısından hassas dengelerin varolduğu şu günlerde benim tüylerimi ürperten bir cevap oldu.

Ne gelişmekte olan Onur Havayolları’nın onuruna, ne de Çelebi şirketinin konusundaki birikimine yakıştıramadığım kaideleri hiçe sayan, böylesi tevekkel bir yaklaşımı size bildirmek benim için bir görev olmalıdır.

Saygılarımla

Dr. Ruhet GENÇ

Sayın Sulhi Dölek

Sayın Bahar Korçan,

Size bir Onur Air + Öger Tur öyküsü de benden...

17-22 Haziran tarihleri arasında Almanya’daydım. Beni davet eden kuruluş, biletleri Öger Tur’dan almış. Gidişim sadece yarım saat gecikmeli oldu. Dönüş için 22 Haziran günü Öger’den telefonla bilgi aldım.

19.30’daki uçağın (Pegasus) 20.10’a ertelendiğini, bundan başka sorun olmadığını söylediler.

Saat 18.30 sularında Düsseldorf Havaalanı’na geldiğimde ise, uçağın 22.30’da ve dahası, Köln’den kalkacağını öğrendim. Karayoluyla Köln’e gitmek zorunda kaldım. Köln Havaalanı’nda, check-in sırasında, Öger’in iki uçuşunun (20.10’daki Onur Hava Yolları ve 19.30’daki Pegasus) birleştirildiği ortaya çıktı. (Oradaki Onur Air sorumlusunun yolculara saygısız tavırlarının altını da çizeyim.)

Birleştirilen iki uçağın gördüğüm kadarıyla hepsi Türk olan üçyüz kadar yolcusu, tıkıldıkları salonda biraz söylenerek, ama fazla da tepki göstermeden bekleşiyorlardı. Belli ki çoğu böyle gecikmelere alışıktı.

Saat 22.30’a geldiğinde bizi İstanbul’a götürecek olan Onur Air uçağı hálá ortada yoktu. Söylenmeler biraz daha arttı ama, hepsi o kadar. Uçak geceyarısına doğru geldi, 01.00 dolaylarında da ancak kalkabildi. Böylece, üç saatten daha kısa sürecek bir uçuşa, beş buçuk saatlik rötarla başlayabildik. Yolculuk, eski bir otobüsle yapılan bir karayolu yolculuğuna daha çok benziyordu. Kabin görevlileri yolcularla laubalilik sınırlarında gezinen bir samimiyet içindeydiler. Bir kadın yolcu hastalandığında, uçakta sağlık bilgisi olan bir personel bulunmadığı, tansiyon ölçme aletinin bile bozuk olduğu ortaya çıktı. (Ama sigara ve parfüm satışı hiç aksamadı. Kimseye makbuz falan verildiğini de görmedim.)

Konuştuğum bazı yolcular, bu tür uzun rötarların Öger Tur ve Onur Havayolları’nda sık sık yaşandığını, ucuz diye tercih edilen bu firmaların, aslında çoğu zaman THY veya Lufthansa ile aynı fiyata geldiğini söylediler. Sanırım bir anlamda, gurbetçilerimizin alışkanlıktan kaynaklanan tembellikleri ve duygusal bağlılıkları sömürülüyor.

Sadece paylaşmak istedim.

Sevgilerimle, Sulhi Dölek

Sayın Beybin Esen

Selam Bahar abla...

Bugünkü Onur Air hikayeni anlatmışsın ya köşe yazında... Beterin beterini göstermek için başımıza gelenleri anlatıyorum...

Yılbaşında Kuşadası’na gideceğiz.

Sevgili annem ile kalacağımız otele, annemin arkadaşlarıyla birlikte yola çıktık. 6 kişiyiz, uçak sabah 06.00’da... Uçağa binmeden önce size bir kart veriyorlar biletlerin yanında. Bakıyoruz, üstüne Adana yazılmış. Uçağa en son girenler biziz, hiçbir yolcu bunu farketmemiş, yolcuları bırakın çok sevgili görevli arkadaşlara biz soruyoruz...

- Burada niçin Adana yazıyor?

- Şey... Aman Tanrım, Adana uçağını durdurun, içinde İzmir yolcuları var!!!!!

Ve sonra anons yapılıyor ‘16 İzmir yolcusu kayıptır! Bavullarıyla birlikte Adana’ya gittiklerini sanıyoruz!...’

Biz binmemiştik tabii ama bavullarımız bir Adana seferi yapıp öyle gelecekler İzmir’e...

Çok sevgili Onur Air personelleri bize gece 00.00 uçağını teklif ettiler. Yani 18 saat sonraya! Onun yerine, en iyi yol bildiğin yoldur şeklinde THY uçağına bindik ve yaklaşık 5 saat rötarlı olarak İzmir’e vardık.

Gördüğün gibi Bahar ablacım, senin yaşadığın ilk değil. Bence sonuncu da değil ya, neyse...

Beybin Esen

***

Bir küçük trajikomik not:

Geçen gece Yine Bodrum’a uçma isteği ile bu kez FLY AIR’den bilet aldım. İçimden gülmek geliyor nedense. Sanki bir çeşit alacakaranlık kuşağına düştüm. Ben ve yeni iç hat havayolu şirketlerimiz! Dizi film olur yakında hani, öylesine olaylar zinciri beni kovalıyor. Bu kez 4 saat gecikme oldu. Ve ben hemen biletimi iptal edip, araba ile Bodrum’a vardım. Geze geze, ohh ne rahat. Hiç değilse rötar yoktu!

Alternatiflerimizin daha kaliteli ve zamanında olması dileğiyle.

Sevgi ile kalın...
Yazının Devamını Oku

Benim bir şarkım vardı

1 Temmuz 2004
Ara zamanlarda takılıp kalıyorum. Geçmişteki tadı damakta kalmış küçük ama huzurlu detayları, yeninin kötümser değişimini görünce beni girdap gibi ara zamanlara çekiyor. On üç yaşındaydım Bodrum ile tanıştığımızda. Tepeden aşağı inerken otobüsün camından turkuvaz denizle kucaklaşmış kaleyi gördüm ilk kez. Uzaktan esrarlı duruşu, az yeşil çok deniz halli bu küçük sahil kasabasını çok sevmiştim. Sırtımızı kaleye emanet eder bağrımızı denize açıp çay içerdik yat limanındaki kahvelerde. Mavi boncuktan bilezik dizer, arka sokaklardan birinde elde yapılan meşhur Bodrum sandaletini Truvalı Helen misali ayağımıza geçirir, bir güzel Bodrumlu olurduk kendimizce.

Sonraları M.F.Ö.’nün Bodrum Bodrumu geldiğinde dilimize, daha bir yeni yetme halleri ile aynı kasabanın aynı sokaklarını şarkı gibi yaşar olmuştuk. Ama bildik simaları hep aynı köşelerinde bulurduk. Aynılarına aynen kavuşmak her yaş değişiminde güven verirdi. Bilmiş olurduk Bodrumu bilmeyenlere karşı. Bizimdi yazın o küçük kasaba. Bilirdik sokaklarını, yeni boyanmış taze tahta kokulu teknelerini, gözlemecisinin, dondurmacısının tadını biz bilirdik.

***

Sonraları keşif’e başladık ehliyetimize kavuşunca çevre köylerini Bodrumun. En sevdiğim Gölköy ile Türkbükü. Aman nasıl sakin nasıl kendine özgü. Güzelim Ege köylerinden en güzeli bu ikisi. Sırt sırta vermiş sakin ve huzurla yaz insanlarını bekliyorlar. Ördeklerin yolu vardı arabaların yoktu Türkbükünde. Sahilden bir ayağınız denizde ulaşırdınız koyun sonuna. Sondan, baştan veya ortadan veya tam tersinden, biri veya toplu halde azgınca birileri geldi, eldiven gibi hızla ters çevirdi sanki bu küçük kasabayı aniden. Geçen her yıl büyük adımlarla değişti Bodrum. O toplu halde gelenler hep bir ağızdan bağırdılar kaleye doğru: ‘Tüm bu diyara özgü huzurlu detaylar hemen şimdi çizginin dışına, bilinçsiz plastik görüşler derhal kasabanın ve civar köylerin içine!’ Yeni adıyla Göl-Türkbükü’nün hali malumunuz. Herkesler yazdı çizdi. Kimliğini koruyan azlar dışında, şehirli sahicidışılara servis verme uğruna değişen ve güzelim Ege rengine uymayanları görünce derhal ara zamanlara kaçış yaşıyorum. Uzunca bir küskünlük döneminden sonra sonunda şarkılarda kalan Bodrum Bodrum’a indim geçen gün. Kale aynen duruyor. Sanırım tek aynı kalan da Kale. Her taraf beşinci sınıf taklit markalar satan giyim dükkanları, incikçi boncukçu ve de artık mide bulantısı ve de ruh sıkıntısı yaratan dünyada taklit edilen en birinci marka olan Louis Vuitton çantacılar. Artık yeter türünden, aksanlarından nereli olduklarını bile çıkaramadığınız en para pul harcamaz altıncı türden turistler.

***

Tüm bu tuhaf değişimden kendimizi kurtarıp, yine eskisi gibi bir çay içelim dedik denize doğru. Hoş denizde görünmüyordu ya teknelerin kıçlarından neyse. Oturduğumuz kahve- birahane arası yerde ince belli yoktu. Tost istedik sandviç var cevabı geldi. Ama ama ama bu kadar da olmaz ki! Bırakın şarkılarda kalan romantikliğimi ben yalnızca cam bardakta çay, bir de tost, şöyle eriyen peynirli o da mı geçmişte kaldı diye ağlayacakken; imdadımıza Denizciler Derneğinin Kale yanı kahvesi yetişti de gözyaşlarım bana kaldı. Ben hep problem görücü biri oldum gibi gözükmesin. Bilincimizi toplum olarak geliştirmezsek bize özgü hoşlukları kaybedip, plastik maskelere bürünüp dururuz böyle. Gözüm Bodrum’dan karşı kıyıya takılıyor. Komşunun kendine özgü hallerini nasıl da kendine özel tavırlarla koruduğunu görüyorum. Onlar gibi olmak değil, bizim gibi olmak önemli. Bodrum’a bakıyorum, inanın o sokaklarda Bodrum’a özgü olan tek şey canım Kale kalmış. Nerede yakın geçmişte tüm güzelliği ve huzuru ile boylu boyuna uzanan o küçük kasabanın sahiciliği?

***

Ara zamanlara kaçtım yine. Ne geçmiş ne gelecek. Tam arasında tatlı mutlu oyalanıp, biraz naz biraz niyaz Bodrumu anıp, hemen geri döneceğim Nato sonrası şehrimin şimdisine. Yine aynılarımı korumaya çalışıp, yine hatalarımı geleceğe doğru düzeltip, yine bildik şarkımı söyleyeceğim:

Nasıl anlatsam

Nerden başlasam

Kaç kişiydik o zaman

Bak

Kaç kişi kaldık şimdi

Bodrum Bodrum...

***



Kendiniz gibi kalmacalara...
Yazının Devamını Oku