28 Haziran 2004
<B>V</B>arsayımlı felaket senaryolarımın başında, İstanbul’dan kaçış korkusu hep vardır. Bir çeşit felaket şehrimi sardığında, istemeden zorunlu kaçış durumu bazı anlarda beynimi bulandırır. Ve sonunda beklenen felaket günleri geldi çattı. Nato!
Cuma akşamı kapalı yollardan, geçilmez caddelerden, girilemez evlerden, gidilemez iş yerlerinden zorunlu kaçış durumu için binlerce İstanbullu Atatürk Havalimanı’na baskın yapmıştı. Biz de o ahaliden bir küçük gruptuk. Uçak saatimizden iki saat önce elimizde biletimiz kuyruktaydık. Kontrolden geçip içeriye kendimizi attık. Bu ana kadar her şey yolunda beklemeye başladık. Bekledik, bekledik, bekledik...
***
Her ne kadar zaman yoktur kavramına inansam da bu bir çeşit tutsak edici, sinirleri haince törpüleyici, çağdaşlıkla ilkellik arasına çomak sokucu, açıklamasız bekleme süreci 5 saate çıkınca; durum anlarımıza surat asmaya başlamıştı.
Anladığınız üzere ben alternatifleri severim. Belirlenen düz çizginin dışında yeni platformlar yaratanları izlerim. Rekabet ve alternatif insanı körükler. Akıllı ise kaliteyi artırır. Az insan çok egoysa kendi kendini bitirir. Bu duygular izinde bu kez Bodrum’a gitmek için THY değil de yeni ve yaşasın daha ucuz alternatifimiz Onur Air diyerek seçimimizi bu yeni iç hat şirketimizden yana kullandık. Kullanmaz olsaydık. Abartısız ve samimiyetle söylüyorum böylesine bir çile yaşamak için acaba ne yaptım diye ruhani sorular bile sordum kendime o gece. Onur Air 19.00 uçağı ile Bodrum’a gitme isteğinde olan 315 yolcu cuma akşamı ne olacaklarını bilemeden, sorulan her soruya yanıt alamadan, Çelebi şirketinin sorulara alerjik yanıtsız personelleriyle mücadele hallerinde öylesine alanda bekletildik. Uçak kalktığında saatler 00.15 idi.
Üzüldüm. Üzüntümün kişisel ve toplumsal boyutları var. Ilımlı açıdan baktığımda; tamam şehir bir olağanüstü hallerin merkezinde. Bir gün önce kahreden bombalar patlamış. Yine suçsuz, yine kader türünden üzücü kesişmeler sonucu insanımızı yitirmişiz. Güvenlik telaşlı, olağanüstü tedirgin bir günler soluyoruz. Her şeyi anlıyorum. Güvenlik için bizi beklettiklerini, alanda görevli polis memurlarından öğrendik. Yolcular senoryalar üretim merkezinde hemen cümleler kuruldu. Kimi bomba ihbarı var dedi, kimi hepsi yalan bu havayolu şirketinin yeterli uçağı yok, bizim uçağın başka bir seferden dönmesini bekliyoruz dedi, kimi küfür etti, kimi sustu, ben de sizlerle paylaşıyorum işte. Yolunda gitmeyen sistem dışı bir aksilik olduğu kesin. Benim anlamadığım konu aslında Onur Air’in yolcularına karşı kayıtsız tutumu oldu.
Siz kalkın yıllar boyu THY’nin tekelinde olan iç hat sisteminde ilk defa bir alternatif yaratma cesaretini gösterin ve bu ilerici akılcı yatırımı hayata geçirin. Seferlere yeni başladığınız şu günlerde yolcularınıza daha ihtimamlı, daha profesyonel davranışlar sergileyeceğiniz yerde kalkın başınıza gelen ilk aksilikte böylesine ilgisiz kalın. Bizim yolcular olarak isteğimiz yalnızca bir yetkilinin çıkıp bir açıklama yapması idi. Bırakın açıklamayı Onur Air’den tek bir şahıs bile göremedik. Merkez ofise gitmek isteyenler oldu, ofis kapalı kimseyi bulamazsınız yanıtını; Çelebi’nin gönlü sıkkın çelebilerinden aldık.
***
Bu şaşkın alternatif girişimin bir kazazedesi olarak isteğim tüm bu sıkıntılı çilenin cevabını Onur Air yetkililerinden almaktır. Umarım diğer yolcular da söz verdikleri gibi şikayet mektuplarını bu havayolu şirketine ulaştırırlar. Belirsizlikler ve aksilikler karşısında negatif tepki yaratmak değil niyetim. Niyetim soru sormak ve cevap beklemek. Aslında sorulan her soru ,böylesine akılcı bir girişimi daha doğru rotaya sokacaktır diye düşünüyorum.
‘Alternatif Varolmalar’a soyunan tüm iç hat havayolu şirketlerini kutluyor, başarının ve devamının yolcunun kalbinden geçtiğini unutmamalarını bir garip yolcu olarak hatırlatıyorum
Güvenli ve ilgili nice uçuşlara dostlar...
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2004
Sanki bütün demir ayaklı küçük varlıklar anlaşıp, gece ben mışıl ışıl uyurken kafamın üstünde dans etmişlerdi. Giderken de tüm ağır demir ayaklarını, geldikleri tüm demir tren raylarını üzerimde bırakıp çekip gitmişlerdi. Öylesine ağır ve taşınamaz haldeydim. Bazı sabahlar böylesine metalik bir yorgunlukla uyanıyorum. Başımın üstüne dünya kadar bir başlık geçirmişler, ben her akımı her kakımı alan zavallı, yorgun çanak anten gibi güne karışmaya çalışıyorum. Bazen çok zorlayıcı, çok anlaşılmaz karışık. Yapılacak şey gelenlere süzgeç olmak, kalan tortuları sallayıp dökmek.
***
Size de oluyor mu bilemiyorum. Uzun zamandır günlük akışlı dünyamızda tuhaf şeylerin olduğunu siz de hissediyor musunuz? Ütopyalardan, akıl almaz efsanelerden, aslında gelecekten bilgi akımı yaptıklarına inandığım bilimkurgu filmlerinden, fantastik günlük tesadüflerden ben hep çok hoşlanmışımdır. Gizemi severim. Çözme yollarını, aklımı didiklemeye bayılırım. Böylesine olaylar ve insanlar da beni bulmuştur çoğu zaman. Seviyorum algı ötesi durumları. Ama bahsettiğim tuhaflıklar, cümlesini kurduklarımdan değil. Gerçek! Öylesine gerçek ki okuduğumdan beri beynimin içinde dönüp duran binlerce soru ve benzetme, eşitini bulma durumu yaşıyorum.
Vazgeçilmezlerim arasında TÜBİTAK tarafından hazırlanıp yayınlanan Bilim ve Teknik dergisi bu ayki sayısında solukları kesici bir araştırma ve farkındalığa yer vermiş. Başlık ‘Manyetik Tersinme’. Lütfen okuyun. Okuyun da dünyamıza neler oluyor bir güzel anlayın. Alp Akoğlu’nun hazırladığı sayfalar arasında kendinizi Hollywood’vari bilimkurgu bir filmin çaresiz kahramanları gibi hissedin. Dünyamızda olmaya yüz tutmuş tuhaflık, bir yer değiştirme durumu aslında. Dünyamızın manyetik kutupları, güneyi ve kuzeyi yer değiştiriyor. Pusulalardaki garipliği bir düşünün. Kuzey göstergesi güney olacak. Varsayım değil gerçek. Gezegenimizi saran manyetik alan, bizleri kozmik ışımlardan, güneşin zararlı ışınlarından bir kalkan misali koruyor. Dahası dünya üzerindeki yaşam bu manyetik alana bağlı olarak devam ediyor denebilir.
***
Yazıdaki en belirgin örneklerden biri balıkların ve kuşların yönlerini bu manyetik alan sayesinde buldukları. Tersinme süreci jeofizikçilerin araştırmalarına göre en son 778.000 yıl önce gerçekleşmiş. Bu süreç başladığında değişimin 5000 yıl sürmesi bekleniyor. Ama hemen rahatlamayın birçok bilim insanına göre dünya yeni bir tersinme durumuna başlamış bile. Yani bizler değişimin başladığı dünya üstü varlıkları durumundayız. Ozon tabakasındaki yıpranmaya anlaşılan yalnızca biz insanlar değil sevgili dünyamızdaki bu değişiminde katkısı olmuş gibi gözüküyor. Yani daha zamanımız var gibi gözükse de değişiklik başlamış dostlar. Korkutucu değil bence bir yaşam belirtisi. Dünyamız yaşıyor ve her yaşayan varlık gibi o da bazı anlarda değişiyor. Yenileniyor. Soluk alıyor ve sanırım ona daha iyi davranmamızı istiyor.
***
Evren koca bir bilinmez. Ama hissedilemez değil. Hissetmek bizim elimizde. Tüm eski yeni din içi, din ötesi, kalp yöresi algıları açma anı bence. İnsan olmak yalnızca tüketmek olmamalı. Evren dengesi ying ve yang gibi, almak ve vermek gibi, sevmek ve sevilmek gibi işin sırrı dengede!
Üstünde yaşadığımız, defalarca öldüğümüz ve her defasında yeniden seçip geldiğimiz bu muhteşem gezegen de olanlara kulak vermek gerek. Dünyayı da sevmek ve bunu göstermek gerek. Değişim başlamışken evrene gönülü sunmanın tam anı. Bir olduğumuzu unutmadan soluk alma anı.
Metalden kocaman başlığımı giydim yine. Bir ağırım, bir farklı, gelen tüm akımlar, kakımlar içimde, her değişimi hissediyorum, yer ve gök yüzünde...
Ben insanım
Ben suyum
Ben toprak
Ben bulut
Ben başka bir varlık
Ben dünya
Ben bebek bir evren
Ben Bir’im.
Ben hissederim.
Ben yalnızca gülümserim...
***
Sevginin farkındalığı ile kalın...
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2004
Bu anlardan on sene önce aynı mevsim dönemlerinde Ankara’dan bir telefon almıştım. Telefonun ucundaki çağdaş ses bana duygularını öylesine temiz anlatmıştı ki kısa süre içinde bir araya gelmiş ve uzun sürecek bir tanıdık olma durumuna da derhal imza atmıştık. Arayan Ankara Devlet Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğu’nun kurucusu, koreografı ve sanat yönetmeni Beyhan Murphy idi.
***
Hani derler ya bilmiş bilmiş bazen; bir daha dünyaya gelsem şu olurdum, bunu yapardım diye... İşte aynen o bilmişlikle diyorum ki; bir daha gelse idim bu tuhaf kurguya, ben de doyasıya dans ederdim. Ama bildiğim başka gerçekler de var. Ben bir daha gelmek istemediğim için bu tutkumu dans edenlere kostüm çizerek, sahnenin hemen arkasındaki kolona yandan tutunarak, eser sergilenirken, sahne gerisindeki o anlatılamaz büyüyü içime içime çekerek gidermeye çalışıyorum. Onun içindir ki dansla yaşamı bir olanları hep sevgi ile izledim, sevdim. Sayısı arttıkça çizdiğim eserlerin, kendimce nasıl şımarıp mutlu oluyorum parantez içinde anlatamam. Başka bir keyif bu. Çiziyorum, var oluyor, bir de üstüne dans ediyorlar o kostümlerle. Rahat mısınız diye sorarım devamlı, tek endişem kostüm içinde rahatsız olmaları çünkü. Kostüm dansçı bedeniyle öylesine denge yaratmalıdır ki; dans ederken, hava ile yarışırken, çekim gücüne notalarla kafa tutarken o dansçı her şeyi ile kendi olmak zorundadır. Onun için rahat ve kendi kimliğine denge olmalıdır her bir kumaş parçası.
***
Şimdi!
Yeni yeni bir keyif var Ankara’dan. Kültür ve Turizm Bakanı’mız Sayın Erkan Mumcu’nun öncülüğünde, Ankara Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü dostum Remzi Buharalı’nın çabalarıyla Türk kültür mirasının izlerini taşıyan farklı bir yorumla sahneye konan yeni bir eser var karşımızda. Koreografisi Beyhan Murphy‘e ait, 24 Haziran Perşembe günü ilk gösterisi Atatürk Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek eserin adı da ekibi kadar etkileyici: ‘GÜLDESTAN’.
Gül her zaman ve her topluluk için birçok gizemi ifade eden bir çicek. Güldestan da bu gizemin bize düşen payını aktaracak. Oyun 4 modülden oluşuyor. Divan edebiyatında da aşkı ve sevgiliyi simgeleyen gül, oyunda gül-endam, gül-rana, gülistan, güleşan olarak sahneye konmuş. Bana sonsuz gözüken kültür zenginliğimiz her zaman diliminde çeşitli sanatçılara ilham olmuş gül ile simgelenmiş.
Dört şehirden seçilmiş dansçılar bu eser için biraraya gelmişler. Ankara, İstanbul, Antalya ve İzmir Devlet Opera ve Balesi’ne bağlı olan dansçılar ve tüm teknik ekip şu anda İstanbul’dalar ve uzun saatlere yayılan prova ve sahne hazırlıkları içindeler. Her şey perşembe akşamı ilk gösteri için.
***
Geçen gece tüm ekibi AKM’de ziyaret etme şansına sahip oldum. Dekorlar sahneye yerleştiriliyordu. Tüm teknik ekip ile beraber, heyecanla her detayı inceden, derinden hisseden bir özel kişi vardı. Güldestan’ın tüm dekorlarını çizen ve hazırlayan Sayın Işın Mumcu. Dekorun her parçasına sevgisi ve heyecanı yansımıştı, ben bu satırları yazarken dekor tamamlanmak üzere idi.
Müzikler bir başka keyifle, ruhunu işine veren Mercan Dede ile Kültür Bakanlığı sanatçılarından oluşan özel orkestraya ve kostümler ise Ankara Devlet Opera ve Balesi’nden İsmail Dede’ye ait. Eserde toplam 35 dansçı görev alıyor.
***
Ben tüm bu hazırlıkları görünce çok heyecanlandım. Bir fikirden sahneye akan bu doğum, bence görülmeye değer bir şeyleri bizlere kazandıracak.
Güldestan için 113 kişi çalışıyor şu an. Bir özel doğum için 113 insan. Birarada sahnede, ışıkların altında, yüzleri bize, içleri geçmişten getirdiklerimize dönük bu anlatımı, 113 alternatif varolmaları yaşayanlarla paylaşmakda bizlere düşüyor.
Bir daha gelmeyeceğimi bile bile diyorum ki; tekrardan dünyaya düşeydi tohumum, ben nefesim yetene kadar dans dans dans ederdim.
Yüreği danstan geçen herkese sevgiler olsun...
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2004
Ben bir safım. Öz saf hem de. Safların en önde gideni hem de. En önden ve en açık yürek teslim olanı. Giyinmişim bembeyaz saftorikten elbisemi yürüyorum hayatımın dikenli, çimenli yollarında bir başıma. Köşelerden biri çıkıp da aniden dokunursa yüreğime, dost yazdığım haneme, insanca gülümserse içime doğru sıcak ve gerçek; işte ben açarım tüm benimi dost gördüğüm bu varlığa. Çünkü bilirim gerçek insan azdır. Gerçek insana rastlamak şans değil haktır.
Onun için en çocuk halimle inanırım ben. Ha çocuktur Bahar, ha ortasından hayatın ya da sonundan bir eski yaşın veya yeniden oluşun başındandır hiç fark etmez. Bahar hep aynı saf hamurdandır. Sanırım ki karşımdakinin de hamuru aynı kaptandır. Sanırım ki yüzüme gülen bu ses benimki ile aynı tondandır. Sanırım ki o da benim gibi az kalanlardandır. Ama bilmem ki ben yalanı, bilmem ki sağdan soldan dolambaçlı dönüşleri. Ben sahiciyi bilirim. Ne anlarım öyle imiş gibi olmalardan. Onun gibi konuşmalardan, insanları kandırık sandırık burkmacılardan. Düzdür benim yolum. Düzü bilir, temizi yaşarım. Tortusu bol ruhlardan anlamam. Berrakları görürken, gözlerim saflarımla bir kör olur, kulaklarım eski bir dostta özlem olmuş iken ben ne anlarım o eski dostu yalanla taklit edenden?
***
Ben bir safım. Çoğu zaman bu zaman dilimine hiiiç uymadığımın fena halde farkındayım. Ne yapacaksın?
Seçip gelmişin bir kere dünyaya bu yaşamı sonuna kadar yaşayacaksın. Biliyorum ve saf saf yaşıyorum işte. Olay nedir? Anlatayım, sizlerle paylaşıp rahatlayım ve de üstüne benim bu sersem hallerime gülelim istedim.
Efendim bir zamandır, sesi aynen Tarkan’a benzeyen ve Tarkan’ın bütün yakın çevresini bilen, bütün özel numaralarına ulaşan, ama aynen Tarkan nidalı, onun tonlamasına, onun gülüşüne sahip bir sapık şahıs hepimizi arayıp duruyordu. Aklınıza kim gelirse yakından uzaktan herkesle bağlantıya geçti. Tabii ki beni de aradı ve ben bunu yuttum!
İnandım, arkadaşım akıllı Yonca Evcimik beni inandırmaya çalışsa da ben öz saf inandım işte! Konuştukça konuştuk, dertlerini paylaştık, kısacası bu çok numaralı oyunun kurbanı oldum kimbilir kaç kişiyle birlikte. Allah’tan benim gibi saf olup hem de akılcı şüpheciliği olan bir sevgilim var. Onun sayesinde bu kandırmaca evvelsi akşam dedektiflik bir halde sona erdi.
Suçlu tespit edildi. Adı sanı bulundu. Ben bu satırları yazarken, o tuhaf şahıs özürler diliyordu. Nafile!
***
Nafile kırılmış yüreklere. Çok komik aynı zamanda kendi halime. Ben yolda yürürken düşünce de, çok gülerim kendi halime. Yine aynen öyle oldu. Kendimle dalga dalga başka diyarlarıma geçtim sayesinde. Eski dostumun çok eskide öylece kala kaldığını, yerinden hiç oynamadan bana eski resimlerden donuk baktığını anladım. Onun sayfasını aralık bırakmıştım bu olaydan sonra sıkıca kapadım. Kendime döndüm, saflığıma ‘Dur biraz şüphelen bakalım’ cümlesini büyük harflerle ekledim. Sevdiğim adamı bir daha kucak dolusu sevdim. Sonra bir yerlerdeki o kendini bir başka insanla böylesine özleştiren bu tuhaf adamı düşündüm. Ona bir an önce kendini sev ve kendin gibi ol cümlesini hediye ettim.
***
İşte böyle!
Unutmadan bu arada kendimi de sevdim tüm bu karmaşanın içinde. Ben sahici olmayı bilirim, benim programım böyle yazılmış ben ne yapayım?
Hoşça ve sahici kalın...
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2004
‘Son su damlasını yitireli uzun zaman olmuştu. <B>Son kum fırtınasında elimizdeki son su tanklarını da kaybetmiştik.</b> Görünmezlik oyunu gibi bu. Bir an karşında dururken, bir an sonrasında her şey kayıp gidiyor senden. Sanki birileri izliyor sağdan soldan, yukarıdan ya da dibinden dünyanın; ve anlık duygu değişimlerinin kurbanları olarak ağır kararların ağır cezaları bizim payımıza düşüyor. İstek dışı karar kurbanları! İşte biz buyuz.
Ne, kum fırtınasını istedim ben, ne de iklim yokoluşlarına sebep oldum varlığımla, ne dünyadaki tüm su kaynakları döngüsünü kuruttum, okyanus işgallerini yaratanlardan ben sorumlu değilim. Sera etkisi diye başlayan ve kısa sürede tamamı hızla değişen sıcaklık akışlarından ben ve benim jenerasyonum hiç mi hiç sorumlu değil...
***
Biz, bir yandan varlığımızla doğal sisteme saygılı olmak bilincini taşırken, diğer yanından şimdiki zamanın çözümsüz sonlarını yaşıyoruz. En kötüsü de bu çözümsüzlüğe mahkum olmak ve bunun hüzünlü zorunluluğunu paylaşıyor olmak. Bazı anlarında şimdiden geriye dönmeyi istiyoruz hepimiz. Geriye dönüp yanlışların üzerine artılarımızı koymayı, bilinçsiz kirletmeyi evrenin bir parçası olarak durdurmayı, geleceği yeniden temiz yöne oturtmayı hayal ediyoruz. Ama boşlukta dolaşırken şimdinin karanlıklarında, umutsuzca hayale esir olmak bir işe yaramıyor ne yazık ki. Ne yazık ki artık su yok! Aramadan vazgeçmedik. Bedenimiz ve ruhumuz son kayboluşunu yaşayana kadar bu sürecek. Kimyasal arınmış sıvılarla besleniyoruz. Doğal olmadığı için etkileri çok fark yaratıyor zaman içinde bedenimizde. Değişiyoruz. Değişim organ kaybıyla başlıyor. Farklı varlıklara dönüşüyoruz. Yavaş yavaş yok oluyoruz bir anlamda. Her bir organ eksikliği daha az sıvı tüketmek demek. Son parçamız soluyana kadar buradayız. Üzgünüm. Ben öncesi genlerimi taşıyan varlıkların dünyayı bu kadar acımasızlık bilinci ile tüketmelerinden üzgünüm.’
***
Yukarıdaki öngörülü gelecek senaryosunu niye mi yazdım? Şu anı paylaşan bizler ne yazık ki bazı önemli gerçekleri göz ardı etmek gibi kötü bir alışkanlığa sahibiz de ondan. Doğal yaşam dengesi olağanüstü kurulmuş bir kurgu. Tanrı hayranlık ötesi bir sistem kurmuş bu bir tanecik dünyamıza. Her şeyi düşünmüş ve birbirine bağlı müthiş bir denge ile yaratmış. Hiç aksamayan, hiç bozulmayan bu kurgu kusursuzlukla işliyor aslında. Tek bir varlık bozuyor bu sistemin döngüsü. İnsan!
***
Yeryüzünün yüzde 70’i sularla kaplı. Bu yetmişlik payın yüzde 97’sini denizler oluşturuyor. Yüzde 2’si kutuplarda donmuş olarak henüz duruyor. Canlı varlıkların ihtiyacı olan tatlı su miktarı dünyada yalnızca yüzde 1 oranında bulunuyor. Şimdi işin harikalığı burada yatıyor. Bu mükemmel ötesi sisteme göre dünyamızdaki sular hiç eksilmiyor ve hiç artmıyor. Döngüdeki rollerini sonsuza kadar sürdürebilir bilinçli bir su durumunla beraberiz. Negatiflik, insan kaynaklı atıklarla bu dengeyi sarsmalarında. Tarımsal kirlenme, sanayinin ağır metal atıkları, insan atıkları... Olduğu gibi yeraltı sularını ve içimizden geçen önemli nehirler ile denizlerimizi KİRLETİYOR.
***
Gelelim daha gerçekçi acıtıcı rakamlara:
Türkiye’nin son 50 yılda kaybettiği sulak alan miktarı 1.300.000 hektar. Bu rakam Van gölünün 3 katından büyük. Batı Avrupa da kirletme suçu ciddi boyutlarda. Avrupa kıtasının en önemli nehirlerinden biri olan Tuna nehrine boyutları korkutucu bir miktarda sanayi atıkları dökülüyor. Tuna’nın aktığı deniz Karadeniz. Karadeniz’e Tuna nehrinin kirli ve zehirli boşalttığı su miktarı senede 206 milyar metreküp.
Kişi başına tüketilen yıllık su miktarında 18.000 metreküp ile Amerika liste başı.
Daha ne yazayım bilemiyorum. Durum ciddi ötesine hızla geçmiş durumda. Bu hızla gidersek en başta kuruyacak yerlerin başındayız ülkece. Elimizi geleceğimize dokundurmak istiyorsak, hep beraber bilinç gerek bize. Duyarlı şimdiler, parlak gelecekler yaratır.
Gelecek dünyasındaki kötümser senaryom umarım hiç gerçekle yüzleşmez. Umarım gelecekte ışıklı olmalar bizi bulur.
Bilinçli insan olmalara.
Sevgi ile...
Kaynak: W.W.F. (Doğal Hayatı Koruma Derneği)
Yazının Devamını Oku 10 Haziran 2004
Bir kürem olsaydı camdan ve candan. Bakarak sisler arasından geleceği aralasaydım. Kendimce bir göz atsaydım sonraki anlara. Neler ve kimler kurgudaki dostum, kimler sinsice düşmanım, kimlerin avuçlarında benim yurdum, toprağım, sözleri geçmişimin kimlerin dudaklarında onur, kimlerinin yüreklerinde tortu bilseydim.
Geleceğe açılan gözüm yaşlarla dolardı belki. Belki de gözüm gülerdi diğer gözüme. Biri bende şimdinin, biri benden ırakta geleceğin kendi zamansızlığımı yaşardım geniş zaman ekli kelimelerimin.
***
Bir sesim olsaydı; şimdikinin eşi. Omzumun üstünden tınısı gelseydi ve sesi bana geleceği verseydi. Notası bu damlanın değil, damlanın göl halini vursaydı kıyılarıma; bana gelecekte kimler nasıl konuşuyor söyleseydi.
Kimler neler savuruyor, evrenin görünmez tahtasına kimler neler yazıyor sesleriyle, kim nerde, ne içsizlikle vuruyor kelimelerini diğerine, hangi gönlü derin saplanıp kalmış sevgisizliğin kahreden cümlelerinde, hangi içi açık ışıkla söyleşiyor bilseydim, dinleseydim sessizce. Duyusu kulaklarımda takılıp kalırdım belki gelmemiş seslerin dünyasında.
Bir defterim olsaydı, her sayfası bembeyaz. Boş ve beyaz halinle karşımda dursaydı. Ben açınca kapağını her anı yeniden yazsaydı. Seçenekli gelecek defterinden, istediğim zaman dilimini farklı varyasyonları ile okuyabilseydim. Anlık küçük değişimlerin yarattığı büyük sonuçları her beyaz sayfada okusaydım.
Hangi grup hangi seçenekte gelecek dünyaya neyi yazdırıyorlar, kimler bir küçük değişikle ne gibi kaoslara yelken açıyor, kimler varlıklarındaki ego girdaplarından çıkamayıp, kimler sevgi tozunla ulusları peşinden götürüyor, sayfasında beyazlığın kimler karalanıyor kimler aklanıyor okusaydım.
Geleceği okumak, geleceği duymak, geleceği görmek! Kim istemez ki? Arzulu hakim olmak isteği kimleri sarmadı ki?
Tarih denen şüpheli di’li geçmiş zaman halli hadisede; hikayeler sonsuz. Filmler ısrarla bu konu üzerine habire üretim durumunda. Beyinler hep gelecek görü için uğraşıyor. Falcılar aslında kendini öyle sananlar, okuyanlar üfleyenler, kandıranlar, isteyerek kananlar, uzaya bakanlar, yıldızlara soranlar, toprağı okuyanlar, falanlar filanlar... Liste uzar gider!
Gelecek nerde aslında? Gelecek şimdide. Öyle gizli saklı da değil, üstüne üstlük apaçık ortada sehpa gibi uzanmış duruyor. Üstüne ne koyduğunuza bağlı. Öylece durup size bakıyor.
Bir de capcanlı bir üyesi var geleceğin. Eğer sahipseniz bu değerli üyeye, hemen koynunuzdan size gülümsüyor. Bir veya bin an sonrası gözlerinde size bakıyor gelecek dünya.
***
Bu özel üye çocuklarımızdan başkası değil aslında. Olacak her şey genlerle bir sonraki bu küçük bedende soluyor. Bundan daha heyecanlı bir şey düşünemiyorum.
Falcıya ne gerek var ki? Bakın çocuğunuzun ya da başka çocukların gözlerine görün geleceğinizi. Küreye, ikinci bir omuz üstü sesine, ya da seçenekli gelecek defterine hiç ihtiyaç yok. Hemen kolunuzun altında önemli bir gelecek taşıyıcısı var.
Açın beyaz sayfalarını bu özel üyenin ve okuyun. Geleceğinde bu güzel Türkiyemin neler olacak bir bir görün.
Nasıl yetişiyor bu filizi fidan, bir sonrasında cümlenin nasıl yeşerecek, serpilecek gökyüzüne görün.
Sesini dinledim geçenlerde geleceğin. Kızımın okulunun yıl sonu gösterisinde bir sürü parlak gelecek üyesini dinledim. Seslerindeki umut, seslerindeki heyecan benim geleceğimdi. Sevindim. Evrensel bakınca onların hepsinin ışık çocukları olduğunu, kürem yoktu ama gördüm. Dünyaya sevgi getirsinler, bir olmanın farkındalığını hepimize yaşatsınlar en derinimden diledim.
Cümleleri egosuz, cümleleri aydınlık olsun umut etmekten öte ben geleceğimize inanmayı seçtim o gece.
***
Kürem yok, olsun ben geleceği Lal’in gözlerinde her an görüyorum.
Sesim yok ikinci seçenekli. Olsun benim her an çınlayan Lal sesim var. Bana olacakların tınısını zaten söylüyor.
Aman sayfaları sihirli Harry Potter defterini kim ister. Benim sayfaları gerçek, sayfaları pırıl Lal kızım var. O zaten bana -cek ekli tüm cümleleri yazıyor.
Yaşayın siz Çocuklar!
***
Gelecek durumları devam edecek...
Sevgiyle..
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2004
Tene hükmetmek. Hayalini dokuya dönüştürmek. Bütünü tende yakalamak. Bilmediğin iç dünyalı yabancılarla kendi düşlerini buluşturmak. Üstelik tüm bu zor durumu yaratmak, sunmak ve satmak için sadece birkaç ayının olması! O kısa zaman dönüşlerinden hemen sonra kıymetli hayal ürünlerine ‘modası geçti’ damgası vurularak unutulması ve senden anında yeni ve daha iyi, hep bir diğerinden daha iyi hayaller beklenilmesi. Tanrım! Bu ne çeşit bir tutsaklıktır böyle?
Garip döngülü, garip anlı, garip vizyonlu biz gariplerin yaptığı bu gariguru işine kısaca ‘moda tasarımcılığı’ deniyor. Halk söylemi ile ben bu söylemi ‘odacı’ gibi algılayıp sevmesem de ısrarla birileri bize ‘modacı’ diyor.
***
Şimdi, geçen akşam bu garipliğe yeni garipleri seçmek için toplandık. Şaka bir yana ben İTKİB’in her sene düzenlediği bu yarışmayı bir hayli ciddiye alıyorum. Daha önce yazdığım gibi benim de 12 yıl önce ilk yarışmanın ilk birincisi olmam olayı inceden anlama yalnızca yardımcı, asıl ilgim Türkiye ile genç Türkiyeliler arasında bir meslek dalındaki gelecek paylaşımına tanık olmak. Bu önemli bir tanıklık. Böyle gecelerde üçlü zaman dilimini anında yaşıyor insan. Geçmişi biliyor ve hissediyorsun. Şimdiyi bizler yaşıyoruz. Geleceği ise podyuma bu genç Türkiyeliler taşıyor.
***
Ben çok keyif alıyorum. Her yeni dokuda ve tasarımda beraberce soluyacağımız yeni anları paylaşıyoruz hep birlikte. O gece tekstil sektörünün bir çok üyesi ve bu sektöre bağlı çalışan herkes orada idi. En çok da tasarımcı öğrencilerinin ve yarışmacıların heyecanı hepimizi etkiledi. Jürideki diğer tasarımcı arkadaşlarımdan Ümit Ünal ve Hakan Yıldırım ile yan yana otururken en çok yarışmanın sonucu açıklanırken yine ve yine heyecanlandığımıza baktım. Sonuçlar söylenene kadar bizim de neticelerden haberimiz yoktu. Yarışmadan bir gün önce toplanıp puanlama yapmıştık ama neticeyi bizlerde o geceki gösteriden sonra öğrendik.
***
Bu sene ilk kez mansiyonlar da verildi. ’Evrensel Bağıntılar’ isimli koleksiyonu ile Kübra Naldöken ve ‘Pırıltı’ isimli koleksiyonu İlke Ayşegül Haşlaman mansiyon kazandılar. Kübra’nın eserleri yaratıcılık açısından bence çok başarılı idi.
Ödüller ise;
3. ‘Varoluşum’ ile Hakan Oktaş
2. ’İzolasyon’ ile Giray Sepin
1. ‘Samuray’ temalı koleksiyonu ile Canan Çullu
Rafine ve duru anlatımı ile Canan’nın koleksiyonu etkileyici idi.
Hayaller, hayaller...
Kimbilir kaç gün ve kaç gece bin bir hayal denizinde yüzüldü bu eserler için.
Kimbilir kaç kere yaşlarla, ümitsizlik ve ümitli sevinçler için yolculuklar yapıldı bilinmez o diyarlardan bu diyarlara. Gece gözler kaç kereler bu anların hayalinle kapandı ve sabah bu anların hayaliyle uyandı.
***
Neler yaşadıklarını ve geleceklerden neler beklediklerini ancak hissedebilirim onlar kadar derinden bilemem elbette. Ama bildiğim bir şey var Onlu haneli bu garip meslek hayatımda, insan bir şeyi isterse gönülden, derinden o istek bir gün oluyor. Olması için tırmalamak ve dipsiz kuyularına düşmek değil söylemek istediğim.
Aksine bilgece huzur ve sakinlikle hayatımızın bize getireceklerini beklemek ve beklerken doğru anda doğru tohumu ekmek hayallerimize.
***
Formül hırstan, egodan, sevgisizce bu işi yapıyormuş gibi görünmekten geçmiyor. Formülü bu garip işin sahici yürekten sahici sevgiden geçiyor. Kazanan Türkiye idi o gece. Ben yeni yüzümüzü çok beğendim. Hepsi genç ve hepsi temiz bakıyorlardı bir sonraki zamana. Yaratılan, sektörü ve tasarımcısı ile pırıltılı, temiz bir Türkiye markası idi. Biz bizi sevdik o gece. Ben de bu oluşumu sevdim.
Yenilere merhaba, biz devam edenlere de her zamanki gibi sevgi ile kalmacalara...
Birinci Samuray
İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği (İTKİB) tarafından bu yıl 13’üncüsü düzenlenen Genç Moda Tasarımcıları Yarışması’nda, ‘Samuray’ adlı tasarımıyla birinci seçilen Canan Çullu, ödülünü İTKİB Yönetim Kurulu Başkanı Süleyman Orkaçıoğlu’ndan aldı. Yarışmada ikinciliği ‘İzolasyon’ adlı tasarımıyla kazanan H. Giray Sepin, ödülünü Dış Ticaret Müsteşar Yardımcısı Ömer Faruk Doğan’dan alırken, üçüncülüğü ‘Varoluşum’ adlı tasarımıyla kazanan Hakan Oktaş da ödülünü İTKİB Genel Sekreteri Tuncer Öğün’den aldı. İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Süleyman Orakçıoğlu, ödül töreninde yaptığı konuşmada, hazır giyim sektöründe genç tasarımcıların yetişmesinin önemini vurgulayarak, ‘Tasarımcılar olarak, dünyanın en büyük hazır giyim üreticileri arasında olan Türkiye’nin değişen imajının vitrininde duruyorsunuz’ dedi.
Mürteza AKKAYA / İSTANBUL
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2004
Yarışma hissiyatı zor bir deneme durumu. Ben kimim sorularına bir çeşit yanıt arama hali. İspat dürtüsü fazlasından cümle aleme. Sakince kendine çuvaldızları batırmaca aslında. Heyecanlı anlara kavuşmaca, hem üzülmece hem gülmece aynı zamanda. Yarışma durumu kaldırana sonucu ne olursa olsun sıkı hayat dersi olmaca.
1992 Temmuz, İTKİB 1. Genç Moda Tasarımcıları Yarışması. Seçtiğim bu hayatta başka bir kapı açıldı. Yarışmaya girme kararı, kendini herkesin önünde sınama kararı ve sonrasında gelen birincilik. Bir ruh dolusu karmaşık duygular, sonuncu dakikasında gülümseme hali ve yeni kapıdan hızla girmece, koşmaca yıllarca buralara varmaca, buraları da hızla geçmece, başka diyarlara bazen ılık bazen soğuk esmece.
12 sene olmuş. İnanması güç nedense. Nedense sayınca geçen bir şeyleri parmaklarımın yetmemesine şaşırıyorum. Yanlış saydım zannetmeyi ve çocukça şaşırmayı kendimce, aldatmacalı oynamayı seviyorum. O birinci yarışmanın birincisi olmuş olmayı çok seviyorum bir de. Gururlandığımı Baharca hatırlıyorum. Natürel malzemelerden bir koleksiyon üretmiştim. Çuvalı, makramesi, kenevir ipleri, bahçede ailecek diktiğimiz garip şapkaları hálá saklıyorum. Geçenlerde atölyede depoyu toplarken 12 senelik birincilik kutusunu açtık hep birlikte. Sevdim sevgiyle yaptığım her parçayı. Bana beni açan yarışmayı anımsadım yine gülümsedim.
Şimdi 13 rakamına gelmişiz. Yine yeni yürekler bekleşiyor kuliste. Hayallerden, kendi platformlarından dökülen tasarımlarla buluşacak binlerce göz. Dokular heyecan olmuş askıda bekliyor anlarını. Kulisin o anlatılamaz garip kaoslu kokusu burnumuzun ucunda; 2 Haziran akşamı buluşacağız İTKİB Genç Tasarımcılar Yarışması’nda.
Bir de jürideyim üstüne üstlük. Katmerli heyecanımla kime kendi kapısını aralayacağız göreceğiz hep birlikte. Yarışmanın keyfi tartışılmaz. Esas karakter filmin ikinci yarısında karşısına çıkıyor insanın. İTKİB’in Türkiyede tasarımcı kimliğinin tanımlanması ve gelişmesinde rolü gerçekten çok önemli. Fırsatlar yarışmaya katılan, kazanan veya kazanmayan her genç tasarımcı arkadaşım için geçerli aslında. Önemli olan bunları anlamakta ve kendine bu yeni öğretiler için zaman tanımakta. Bu değerli deneyimin her anını hayatına kazımakta gizli bence.
2 Haziran akşamı 15 genç yürek yarışacak podyumda. Bu sene ilk kez dört ayrı temadan birini seçip 2004-05 kış sezonu için kadın veya erkek için hazırladıkları koleksiyonları sergileyecekler. Kendilerine deneme cesaretini veren 15 hayalciyi şimdiden kutluyorum. Hayallerini yüklenip karşımıza veya başka bir deyişle hayatın karşısına geçip işte ben buyum diyecekler. Benim geleceğim budur. İstanbul’dan ben dünyaya işte böyle bakıyorum. Benim öngörümün dokusu bu, benim kadınım veya erkeğim bunu giyecek bir sene sonra.
15 genç 15 hayalci
15 cesaretli tasarımcı adaylarına yollarından hiç vazgeçmemelerini ama öğretiler içinde yüreklerini açmayı unutmamalarını diliyorum.
Sevgi ile hayallere hep birlikte...
Yazının Devamını Oku