“Engelsiz Hareket”; Fiat’ın hareket kabiliyeti kısıtlı sürücülerin ve yolcuların kimseye bağımlı kalmadan seyahat edebilmelerini sağlamak amacıyla başlatmış olduğu bir çalışmanın adı.
Fiat, “herkesin güvenli ve özgürce seyahat etme özgürlüğü olmalı” fikrinden yola çıkarak oluşturduğu bu programla engelli bireylerin ve ailelerinin hareket özgürlüğüne destek olmayı hedefliyor. Şirket bu hedef kapsamında; engelli bireylerin araç satın alma konusunda bilinçlendirilmesinden, araçların sürücü veya yolcuya uygun hale getirilmesine kadar pek çok konuda çözüm üretmeye çalışıyor.
Söz konusu çözümler, Engelli Sürücüler ve Engelli Yolcular için geliştirilenler olarak iki ana başlık altında toplanıyor. Engelli Sürücüler için, engel durumuna göre, dört farklı seçenek sunuluyor.
- Sağ bacağında fonksiyon kaybı yaşayanlara çözüm olarak “Sol Gaz Pedal Kiti” sunuluyor. Sağ ayağında veya bacağında sakatlığı bulunan sürücüler için geliştirilen bu seçenekte, gaz pedalı fren pedalının sol tarafına konumlandırılıyor ve bu pedal sayesinde aracın hızlanması sağlanıyor. Bu pedal, otomatik vitesli araçlara uygulanabiliyor. Zemine montajı hızlı olduğundan, kullanılmadığı durumlarda kolayca çıkartılabiliyor. Bu şekilde araç engelli olmayan sürücülerle ortak olarak da kullanılabiliyor.
Görme engelli bireylere kılavuzluk etmek, onların hayatını kolaylaştırmak için eğitilen servis köpeklerine “rehber köpekler” deniliyor. Engelli birey-rehber köpek ilişkisinde rehber köpekten sahibine itaat, bazen de itaatsizlik, ederek onu gideceği yere güvenli bir şekilde ve engellere takılmadan ulaştırabilmesi bekleniyor.
Günümüzde eğitilen rehber köpeklerin % 70’i Labrador ırkı köpekler. Labradorlar zeki, sakin, itaatkâr, sadık ve dikkatli köpekler oldukları için tercih ediliyor. Golden Retriever, Alman Kurt Köpeği, Collie, Belçika Kurt Köpeği diğer tercih edilen ırklar. Dişi köpekler daha uysal ve itaatkâr oldukları için rehber olmaya daha uygun görülüyor.
Rehber köpekler, engelli bireylere her ortamda eşlik ederek bağımsız hareket kabiliyetlerine olanak sağlayan uzun ve yoğun bir eğitimden geçmiş özel köpekler. Eğitimin ilk aşaması, rehber köpek olmaya yapı olarak daha uygun olan türlerden seçilen yavruların 6–8 haftalık erişkinliğe geldiklerinde gönüllü ailelere teslim edilmesiyle başlıyor. İlk aşamada yavrular bir/bir buçuk yıl gönüllü aileler ile kalıyor. Aileler yavrulara eğitimlerinin bir parçası olan temel komutları öğretiyor. Bu süreç içinde sosyalleşen yavrular, eğitimlerinin bir sonraki aşamasına hazır hale getiriliyor. Rehber köpek eğitiminin bir sonraki aşamasında ailelerden alınan köpekler özel eğitimli rehber köpek eğiticileri ile birlikte eğitiliyor. Eğitimi başarı ile tamamlayan rehber köpekler görme engelli bireylere verilme aşamasına gelmiş oluyor. Rehber köpek ve onu sahiplenen görme engelli birey uzman eğitmenlerle 2–6 hafta süren alıştırma çalışmaları yaptıktan sonra eğitim tamamlanıyor. Bu eğitimin ardından engelli birey rehber köpeği sayesinde ev ve ev dışı ortamlarda daha özgür ve daha güvenli dolaşabiliyor, daha rahat seyahat edebiliyor. Yani, rehber köpek sahibine bir çeşit hayat arkadaşı oluyor.
Ufukta engelsiz erişim için tüm kapıları açacak yeni bir uygulama görülüyor. Seyahat eden engelliler bu uygulama sayesinde yaşadıkları pek çok sorunu geride bırakmış olacak.
İrlanda’lı Matt McCann, 2012 yılında Londra’ya bir seyahat yapmak istiyordu. Serebral Palsi’li olduğundan kalacağı yerleri özenle seçmek durumundaydı. Özellikle kullandığı tekerlekli yürüteç açısından erişilebilir bir otel olmalıydı konaklayacağı. Biraz araştırma yaptıktan sonra uygun bir otel buldu. Kendisi için en mükemmel konaklama mekânını seçtiğini düşünen Matt, otelin önüne geldiği zaman büyük bir hayal kırıklığı yaşadı.
Otel, uzaktan-yakından, hiçbir şekilde internette belirtilen erişilebilirlikte değildi. Otelin ana girişi merdivenliydi. Bu yüzden içeri girip otel resepsiyonuna ulaşabilmesi oldukça zor oldu. Odasına geldiğinde ise, kapı girişi dar olduğundan, tekerlekli yürüteciyle içeriye giremedi. Bunun çok önemli bir problem olduğunu söylemeye gerek yok sanırım. Matt ve arkadaşı
“Disleksi” temalı Kısa Film Yarışması’ndan 27 Mayıs tarihinde yayınlanan yazımda söz etmiştim sizlere. Toplumda dezavantajlı gruplara yönelik farkındalık oluşturmak amacıyla “Farkında mısınız?” adı altında gerçekleştirilen bu yarışma sonlandı.
Daha önce de ifade etmiş olduğum gibi: Disleksi -Disleksi Merkezi’nin tanımı ile- ; “zekâ düzeyi normal veya normalüstü olan, okuma hızı, okuma kalitesi, okumayı öğrenme hızı, okuduğunu anlama-anlatma becerisi, yaşıtlarına ve zekâsına kıyasla beklenenin altında kalan okuma bozukluğunun genel adı”. Bu gibi öğrencilere ilköğretimden yükseköğretime kadar her kademede rastlanabiliyor. Bu yüzden, konu ile ilgili bir farkındalık oluşması ve bu farkındalığın yayılması çok önemli.
YPMC Media’nın sosyal sorumluluk projesi olarak düzenlediği, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ile Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’nce desteklenen yarışmanın ödül töreni, ne yazık ki, darbe girişiminin gölgesi altında sessiz sedasız yapıldı. Davetli olduğum bu törene katılmak için hazırlanmış olmama karşın, evimin ödül töreninin yapıldığı Metrocity ile farklı yakalarda oluşu rahatsızlığıma uygun bir vasıta bulabilmemi engelledi. Yine de, konu ile ilgili olarak aldığım bilgileri sizlerle paylaşmak isterim.
Bu yıl Türkiye’den yarışmaya katılan 24 film; Handan İpekçi, Selda Alkor, Yetkin Dikinciler, Beyza Şekerci, Engin Hepileri, Serdar Akbıyık ve Serhat Sertel’den oluşan jüri tarafından değerlendirildi. Bu değerlendirme sonucunda:
Bundan 56 yıl önce bir gün, henüz küçücük bir çocukken, o güne kadar yaşadığım en kötü sabaha uyandım. Evimizde babamın hıçkırık sesleri yankılanıyordu. Hem oturma hem yemek odası olarak kullandığımız büyük holün bir köşesini süsleyen, zamanın tek kitle iletişim aracı olan radyomuzun önünde başını ellerinin arasına alarak eğilmiş bulunan babam hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu. Henüz sekiz yaşındaydım ve babamın ağlamasına ilk kez şahit oluşumdu bu. O güne kadar babaların hiç ağlamadığını sanıyordum. Demek ki çok önemli bir şey olmuştu! Babamı hıçkıra, hıçkıra ağlatacak kadar üzen bir olay…
Annem Cumhuriyet Halk Partiliydi, babamsa Demokrat Partili. Annemin babası olan dedem Halk Partisi’nin gençlik kollarında görev yapmış, ilerici bir öğretmendi. Babamın babası olan dedem ise, gerçek bir din âlimiydi. Bu konudaki ilk bilgilerimi böyle bir âlimin ağzından almak, sanırım, en büyük şansımdı. İşte ben, tüm bu farklı görüşlerin içinde birbirinin düşüncesine saygı gösteren ve farklı görüşlerine karşın çok iyi anlaşan bir aile ortamında büyüdüm. Babamın Kütahya Lisesi’nde aynı sınıfı paylaşmış olduğu en yakın arkadaşlarından Arif Kalıpsızoğlu, Demokrat Parti’nin önde gelen milletvekillerinden biriydi. Arif Bey Amca ve eşi Halide Teyze haftanın en az bir gününü bizlerle paylaşırlardı. Kendi çocukları olmayan bu güzel çift, beni ve kardeşlerimi çok severdi. Babamın kardeşi olan amcam Kütahya’da yaşadığından, Arif Bey Amca’nın sevgisi bana hep çok iyi gelmiştir. Daha kapıdan girer girmez kucağına atladığımız o güzel insanın hapsedilmesi, benim 27 Mayıs’la ilgili ikinci gerçeğim oldu. Onun 4,5 yıl süren tutukluluğu süresince Halide Teyze bize gelmeyi sürdürdü. Daha kısa bir süre önce Arif Bey Amca’nın kucağında oturmuş masal dinlerken, artık Halide Teyze’nin kucağında, sevgili Arif Bey Amca’mızın hapisten bize yazdığı mektupları dinler olmuştuk.
Babamı ağlatan, Arif Bey Amca’yı bizden ayıran 27 Mayıs, anılarımda unutmak istediğim çok kötü bir olay olarak yer aldı. Eğitim hayatım boyunca tarih kitaplarının 27 Mayıs ile ilgili bölümlerini hiç okumadan geçtim. Belki de bu nedenle, bugün halâ rüyalarımda okula Tarih imtihanına hiç çalışmadan gitmekte olduğumu görüyorum.
12 Mart 1971 müdahalesi bende çok fazla bir iz bırakmadı. Sanırım bunun nedeni, özel hayatımın o sıralar başka hiçbir konuya yer bırakmayacak kadar yoğun oluşuydu. Bir önceki yılın Ekim ayında evlenmiştim ve ilk bebeğimi bekliyordum. Bir yandan da dışarıdan devam etmekte olduğum üniversitemin ilk sınavları için ders çalışıyordum. Bu yüzden konuyla ilgili bilgilerim, tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi, çok sonraları tamamlandı.
Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği (TOHAD) ile İstanbul Bilgi Üniversitesi ortaklığıyla yürütülmekte olan “Engelli Hakları İzleme ve Savunuculuk Projesi” kapsamında hazırlanan “Engelli Hakları İzleme Kılavuzu” geçtiğimiz ay (Haziran 2016) yayınlandı.
Kuruluş sürecini 2008 Kasım’ının sonlarında tamamlamış bulunan TOHAD; engelli bireyler başta olmak üzere, kronik ya da süreğen hastalar, yaşlılar, kadınlar, çocuklar gibi dezavantajlı grupların ekonomik-sosyal alanda yaşadıkları dezavantajların asgari düzeye inebilmesi, haklar düzeyinde fırsat eşitliğinin sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi konularında çalışıyor. Dernek; adı geçen hakların kazanılması, korunması ve kullanılması konularında faaliyet gösterirken, kişi ve/veya kişilerin sorunlarını odak alarak, gerekli durumlarda bir bireyin sorunundan yola çıkarak kamusal alanda sorunların çözümünü amaçlıyor. Ayrıca, etkinliklerini sürdürürken, Türkiye’de bu alanda Kanunların, Anayasanın ve Uluslararası sözleşmelerin uygulanabilirliğinin garanti altına alınabilmesini hedef alıyor.
“Engelli Hakları İzleme Grubu Projesi”, TOHAD ve İstanbul Bilgi Üniversitesi ortaklığı ile hazırlanmış, engellilik üzerine doğrudan ya da dolaylı faaliyet gösteren Sivil Toplum Kuruluşları’nın (STK) katılımıyla yürütülen bir proje. Bu Proje “kadınlar, gençler ve engellilere; eşit fırsatların yaratılmasını ve topluma aktif katılımlarını destekleyen ortamların geliştirilmesine katkıda bulunulmasını” amaçlayan Sabancı Vakfı Toplumsal Gelişme Hibe Programı kapsamında destekleniyor. Söz konusu Proje, (başta çoklu dezavantaj yaşayanlar olmak üzere) engellilerin; Anayasa, Yasalar ve ülkemizin taraf olduğu Uluslararası Sözleşmeler ile sağlanan eğitim, erişim, çalışma hayatı ve sosyal güvenlik haklarından ayrımcılığa uğramadan hangi oranda yararlanabildiğinin ölçülerek izlendiği, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde STK’ların izleme çalışmalarına dâhil olduğu bir çalışma programına sahip bulunuyor. Yapılan çalışmalar doğrultusunda hazırlanan raporlar, Birleşmiş Milletler (BM) ve Avrupa Birliği (AB)’nin ilgili komisyon ve komitelerine, engellilik üzerine faaliyet gösteren uluslararası STK’lara, Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu başta olmak üzere ilgili Komisyonlara, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı gibi yetkili ve ilgili mercilere sunuluyor.
Engelli Hakları İzleme Grubu Projesi’nde, raporlama çalışmalarının dışında ve paralelinde kamusal duyarlılık yaratma, çözüm önerileri üretme ve önerilerin hayata geçirilmesi için idari girişim ve lobi faaliyetleri de öngörülüyor.
Geçtiğimiz Mayıs ayında, hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları sayesinde 2015 Nobel Kimya Ödülü’nü kazanan Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Sabancı Üniversitesi’nde verdiği konferansı dinlemeye giderken çok heyecanlıydım. Kendisiyle konuşabilmeyi ve yaptığı araştırmaların kanser hastalığı gibi kas hastalıkları için de bir umut ışığı olup olamayacağını sorabilmeyi düşlüyordum.
Profesör Sancar, Mayıs ayını adeta bir bilim elçisi olarak Türkiye’yi dolaşıp çeşitli konferanslar ve seminerler vererek geçirdi. Bu arada çok sayıda akademik kurumdan onursal ödül alırken, Nobel Madalyası’nı Anıtkabir’e bıraktı. Sanırım bu davranışı çoğumuzu yürekten etkiledi ve onu daha yakından tanımak istememize yol açtı. Profesör’ün Sabancı Üniversitesi’ndeki konferansı ağırlıklı olarak bilimsel içerikliydi. Kendisini büyük bir ilgi ve zevkle dinledim. Konferansın ardından, her ne kadar kısa da olsa, özel bir görüşme olanağına da sahip oldum bu değerli bilim insanımızla.
Profesör Sancar’a hayalimi gerçeğe dönüştürebileceği umudu ile sorduğum, yaptığı araştırmaların “kas hastalıklarına yol açan gen mutasyonlarının düzeltilebilmesi” konusunda da yararlı olup olamayacağı konusundaki soruma ne yazık ki beklediğim cevabı alamadım. Sanırım, kimya bilgilerimin yetersizliği beni Prof. Aziz Sancar’ın araştırmalarının ultraviyole ışınlarının hasar verdiği DNA’ların onarımı üzerinde yoğunlaştığını anlamaktan alıkoymuştu. Ancak Sayın Profesör’ün genetik araştırmaların son zamanlarda dünya genelinde kazandığı önem, kaydedilen ilerlemeler ve yakın bir gelecekte pek çok genetik hastalığa çare bulunabileceği yolundaki söylemi beni yeniden umutlandırdı.
Önceki yazılarımdan birinde manevi oğlumdan ve onun bana “babaanne” diye seslenen dört buçuk yaşındaki güzeller güzeli kızı Nil Deniz’den söz etmiştim sizlere. Anne ve babası ile birlikte bayramda ziyaretime geldi Nil Deniz. Annesi bir ara kulağıma eğildi ve haberlere bakmak istediğini söyleyerek evdeki wifi şifresini sordu. Haberleri izlemesi için televizyonu açmak istedim ve bakın nasıl bir cevap aldım:
“Son günlerde hiç televizyon izlemiyoruz. Çünkü geçenlerde Nil Deniz, ‘Anne neden televizyonda hep ölümü anlatıyorlar?’ diye sordu bize. Ne cevap vereceğimizi bilemedik. Çareyi televizyonu açmayıp haberleri internetten izlemekte bulduk.”
Terör hepimizi büyük bir travma ile yaşatır oldu. Bu travma her ne kadar tüm halkı etkiliyor olsa da, çocuklar bu durumun en büyük mağdurları. Onların küçücük bedenleri içindeki tertemiz kalplerinin her gün yaşadığımız ölüm acılarını kabul edebilmesi mümkün değil. Bu nedenle içinde bulunduğumuz durumu onlara açıklayabilecek bir yol bulabilmek çok zor. Aslına bakarsanız, bunca ölümü normal gösterecek nasıl bir sebep bulunabilir ki?
Meydana gelen terör olaylarının çoğuna yayın yasağı getiriliyor. Bu yasakların haklı sebepleri olabilir. Ancak, bir başka açıdan bakıldığında da halkın haber alma hürriyetinin engellendiği düşünülebilir. 28 Haziran 2016 tarihli Atatürk Havalimanı saldırısında 45 kişi hayatını kaybederken yaklaşık 240 kişi de yaralandı. Bu yaralılardan kim bilir kaç kişi kolunu ya da bacağını kaybederek engelli nüfusa eklendi. Saldırının gerçekleştiği anlarda havaalanında bulunanlar kim bilir nasıl etkilendi bu durumdan? Yaşadıkları bu travma nasıl unutturulacak onlara? Havaalanında bulunup da saldırı anını birebir yaşayan çocukları acaba yeniden uçakla seyahat ettirmek mümkün olabilecek mi?