8 Ocak 2016 tarih ve “Günlük hayatta görme engelli olmak” başlıklı yazımda change.org’da başlatılmış bulunan ev aletlerinin erişilebilir olmasına yönelik bir kampanyadan söz etmiştim sizlere. Altı Nokta Körler Derneği kadın meclis üyelerince başlatılan ve 69.019 destekçi ile değişim yaratan bu kampanya geçtiğimiz günlerde sonlandı. Arçelik A.Ş., 70 bine yakın destekçinin sesini duydu ve görme engellilerin de kullanabileceği elektrikli ev aletlerinin üretimine başladığını, Altı Nokta Körler Derneği ile birlikte yaptığı bir basın açıklamasıyla duyurdu.
Arçelik A.Ş. tarafından geliştirilecek yeni ürünlerde özel işaretlemeler, sesli ikazlar, Braille alfabeli kullanma panoları ve sesli kullanım kitapçıklarıyla çözümler sunulacak. Geliştirilen bu özel uygulamalarla, görme engelliler elektrikli ev aletlerini kimsenin yardımı olmadan kullanabilecek.
Söz konusu kampanyayı Altı Nokta Körler Derneği kadın meclis üyeleri adına koyduğu imza ile başlatan Sevgi Bulut teşekkürlerini şu sözlerle ifade ediyor:
“Şu an keşke hepinizi tek tek kucaklayabilsem, tek tek teşekkür edebilsem. Kampanyamıza imza atan siz 70 bin kişi sayesinde bugün tüm görme engelliler için tarihi bir başarıya imza attık. Bu müthiş adım ve 70 bin kişiyi duydukları için Arçelik A.Ş.’ye de ayrıca teşekkür ediyoruz. Biz eminiz ki diğer büyük beyaz eşya üreticileri de görme engellilerin sesini duyarak bu konuda adım atacaklar. Altı Nokta Körler Derneği olarak hepinize sevgi ve saygılarımızı yolluyoruz. Birbirimizin elini hiç bırakmayalım.”
24 Mayıs’ta başlayan Ankara Engelsiz Filmler Festivali, 29 Mayıs Pazar akşamı Opera Sahnesi’nde yapılan Ödül Töreni ile sona erdi. 2013 yılından beri varlığını sürdüren Ankara Engelsiz Filmler Festivali, Türkiye’de görme, işitme ve ortopedik engellilerin engelsiz bireylerle aynı anda erişebildikleri ilk film festivali olma özelliğini taşıyor.
Bu yıl Festival’de Türk sinemasının en yenilerinden klâsiklerine, dünya sinemasının ödüllü filmlerinden kısa filmlere varıncaya kadar dopdolu bir program izleyicilerin beğenisine sunuldu. Festival içeriğindeki tüm filmler göremeyenler için sesli betimleme, duyamayanlar için işaret dili ve ayrıntılı altyazı eşliğinde gösterildi. Engelli olmayanlar ise, filmleri orijinal sesleri ile izlediler.
2016 yılı Engelsiz Filmler Festivali, her ikisi de engelsiz mekânlar olan Goethe Institute Ankara ile -81 yıl boyunca cezaevi olarak kullanıldıktan sonra 2011’de müze ve kültür sanat merkezine dönüştürülen Ulucanlar Cezaevi Müzesi içinde yer alan- Ulucanlar Cezaevi Sinema Salonu ev sahipliğinde gerçekleşti. Festival izleyicileri yarışmada yer alan filmleri Braille alfabesi ile de basılan pusulalar ile oylayarak seyirci özel ödülünü belirlediler ve Deniz Gamze Ergüven’in yönettiği “Mustang” filmini ödüllendirdiler.
Ankara Engelsiz Filmler Festivali içeriğinde gösterilen filmlerin en önemlilerinden biri, hiç şüphesiz, Engel Tanımayan Filmler kategorisinde gösterime sunulan tamamı işaret dili ile çekilen ilk film olan “Kabile” (The Tribe) idi. Filmin, tüm diğer oyuncuları gibi işitme engelli olan başrol oyuncusu Yana Novikova Festivalin özel konuğuydu. Filmin gösteriminden sonra izleyicilerin sorularını yanıtlayan Novikova, duyamayanlar için erişilebilir bir festivale ilk kez katıldığını ve bunun kendisine büyük bir heyecan verdiğini ifade etti.
Biz çok şanslı çocuklardık. Apartmanda yaşayanlarımız bile geniş bahçelerde oynama şansına sahiptik. Bizlerin torunları ne yazık ki bahçesiz çok katlı apartman dairelerinde yeşilden, doğadan, güneşten uzak yaşamak zorunda kalıyorlar. Ancak hafta sonlarında anne babaları parka götürdüklerinde gönüllerince koşup oynayabiliyorlar belki. Yine de onlar kadar bile şanslı olmayan çocuklar var ülkemizde: cezaevlerinde anneleriyle kalmak zorunda kalan mahkum çocukları...
Ülkemizde çocuklar 6 yaşına kadar mahpus anne ile birlikte hapishanede kalabiliyorlar. Bu düzenlemenin temel nedeni çocuğun 6 yaşında okula başlayacak olması. Ancak en büyük sorunlardan biri bu süreçte çocukların dış dünya ile ilişkilerinin ciddi şekilde kesintiye uğruyor oluşu. Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği gönüllüsü Zeynep Alpar tarafından -Adalet Bakanlığı’nın 0-6 yaş arası çocukları ile beraber hapishanede tutulan kadın mahpuslar için daha olumlu modeller arayışını desteklemek amacıyla- hazırlanan raporda, çocukların dış dünya ile ilişkilendirmeleri konusunda mutlaka STK’lardan ya da özel sektörden destek alınması gereği vurgulanmakta. Raporda, bu çocukların dışarıda farklı etkinliklerle ve sosyal hayatla tanıştırılmalarının şart olduğu; bu amaçla yapılan olumlu uygulamalar bulunmakla birlikte bunların çocuğun korunması gözetilerek sistemleştirilmesi gereğinin altı çizilmekte. Aynı raporda, çocukların hasar görmeden büyümeleri, duygularını ifade edebilmeleri ve gelişimleri açısından müzik, resim, drama, dans gibi faaliyetlere uygun alanlar bulunması ve bunlara kolaylıkla erişilebilmesi gerektiği belirtilmekte. STK’ların, üniversite öğrencilerinin ve gönüllülerin bu alanlarda çocuklarla faaliyet yapabilmesinin kolaylaştırılmasının ve teşvik edilmesinin önemi ifade edilmekte.
Ankara'da yaşları 18 ile 30 arasında değişen 24 kişilik genç bir ekip tam da bu raporda vurgulananı yapmakta. Ankara Anıttepe Leo Kulübü çatısı altında bir araya gelen bu gençler, 2014 yılının sonbaharından beri Kadın Kapalı Cezaevlerinde doğan ve anneleriyle birlikte dört duvar arasında yaşamak zorunda kalan 0-6 yaş arası çocukları her ay kesintisiz bir şekilde demir parmaklıkların dışına çıkarıyorlar. Hiç alabildiğine koşamamış, hatta koşmaya ve oynamaya koşullanmamış, ağaçları ve hayvanları tanımayan, dış dünyadan doğal olarak korkan, insanlarla iletişim kuramayan çocuklar bu gençlerle birlikte drama ve resim dersleri alıyor, tiyatroya gidiyor, oyun merkezlerinde oyunlar oynuyor, çocuk müzelerini ve akvaryumları geziyor, ata biniyor ve daha önce tatmadıkları tatları tadarak, daha önce görmedikleri olağan hayatı görerek sıradan bir çocuk olma yoluna giriyorlar.
“Tutsak doğdular, özgür büyüsünler” diye yola çıkan Ver Elini Güneşe Projesi ile ülkemizde henüz benzeri bulunmayan bir hizmet sunuluyor. Gelinen aşamada, insan ilişkileri yok denecek kadar zayıf olan çocuklar birebir iletişim kurabilecek seviyelere gelmiş ve sosyal beceriler geliştirmiş bulunuyor. Bu işe gönül veren gençler, dışarıya ilk kez çıkan çocukların korkularının geride kaldığını, annelerin güvenlerinin kazanıldığını, çocukların artık onları isimleriyle tanıdıklarını söylüyorlar. Ayrıca cezaevi bünyesindeki psikologlar ve çocuk gelişim uzmanları, dışarı çıkarılan bu çocukların bir yıla yakın bir sürede neredeyse tüm duyu organları ile düşünebilir ve hissedebilir duruma geldiklerini gözlemlemiş bulunuyorlar.
Disleksi, ilk kez İngiliz Doktor W.P. Morgen tarafından 1896 yılında tanımlanmış bulunuyor. Morgen, Disleksi’yi “doğuştan kelime körlüğü” olarak ifade ediyor.
1896’dan günümüze kadar birçok Disleksi tanımı yapılmış durumda. Örneğin; Avrupa Disleksi Derneği Disleksi’yi “okuma, heceleme ve yazma becerilerini edinmede nörolojik kökenli bir farklılık” olarak tanımlıyor. Disleksi Merkezi’nin tanımına göre ise Disleksi; “zekâ düzeyi normal veya normalüstü olan, okuma hızı, okuma kalitesi, okumayı öğrenme hızı, okuduğunu anlama-anlatma becerisi, yaşıtlarına ve zekâsına kıyasla beklenenin altında kalan okuma bozukluğunun genel adı”.
Disleksili çocuklar okul öncesi dönemde çeşitli belirtiler gösterseler de asıl tanıları genelde ilkokula başladıktan sonra konulabiliyor. İlkokula başlayan çocuklar, eğitim alabilecek zihinsel gelişmeleri henüz tamamlanmadığı için okuyamıyorlar, yazamıyorlar ve matematiksel işlemleri kavramada zorluk çekiyorlar. Ancak bu onların zekâ düzeylerinde bir sorun olduğunu göstermiyor. Hatta bu nörolojik durum zekâ düzeyi çok yüksek çocuklarda bile görülebiliyor ve bu çocuklar çok özel yeteneklere sahip bulunabiliyorlar. Disleksili olduğu bilinen Albert Einstein, Leonardo da Vinci ve Tom Crouse buna kanıt olarak gösterilebilir.
Disleksili bireyler, aslında öğrenme kapasiteleri olmasına karşın, kendilerine uygun öğrenme yollarına ulaşamadıkları için sorun yaşıyorlar. Disleksili bireylerin bu sorunlarının üstesinden gelebilmeleri için özel eğitim gerekiyor. Bu bireylerin öğrenme ve öğrendiklerini ifade edebilmelerine olanak sağlayan çeşitli eğitsel ve sanatsal yöntemler, onların güçlü yönlerini ve özel yeteneklerini ortaya çıkartmalarına yardımcı olabiliyor.
Engellilik araştırmaları son yıllarda dünyada giderek daha fazla ilgi çeker hale gelen bir akademik bilim dalı. Bu bilim dalı engellilik kavramını toplumsal bir kurgu olarak ele alarak anlamını, doğasını ve sonuçlarını inceliyor. Engelliği kişiye bağlı tıbbi bir durum olarak gören bilimsel yaklaşım zamanla yerini toplumsal ve hak temelli bir yaklaşıma bıraktı. 1980’lerde başlayan engellilik çalışmaları, 1994 yılında Syracuse Üniversitesi’nde açılan engellilik çalışmaları programı ile üniversitelerde akademik bir bilim dalı olarak yerini aldı. 2000’lerde giderek daha fazla üniversitede engellilik çalışmaları diploma programları açılmaya, konuyla ilgili ders sayıları artmaya başladı. Bu yükselişte ABD’de 1990 yılında yürürlüğe giren, dünya genelinde de önemli bir standart olarak kabul gören Engelli Amerikalılar Kanunu’nun (ADA: Americans with Disabilities Act) da etkili olduğu söyleniyor.
Ülkemizde de 2005 yılında yürürlüğe giren 5378 numaralı “Özürlüler ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” engelliğe yeni bir bakış açısı getirme yolunda atılan ilk adımlardan sayılabilir. “Engellilerin temel hak ve özgürlüklerden faydalanmasını teşvik ve temin ederek ve doğuştan sahip oldukları onura saygıyı güçlendirerek toplumsal hayata diğer bireylerle eşit koşullarda tam ve etkin katılımlarının sağlanması ve engelliliği önleyici tedbirlerin alınması için gerekli düzenlemelerin yapılmasını sağlamak” amacını taşıyan kanun uzun süre tam anlamıyla uygulanamamış olsa da, uzatma sürelerinin de sona ermesiyle pek çok kurum ve kuruluşun konuya ilgisi artmış durumda. Sanırım, kanundaki “özürlüler” ibaresinin 2013 yılında “engelliler” ibaresi ile değiştirilmesi de toplumsal ve hak temelli bir yaklaşıma doğru ilerlediğimizin bir göstergesi.
5378 numaralı kanun gereğince, Yükseköğretim Kurulu tarafından 2010 yılında kurulan Engelli Öğrenci Komisyonu da üniversitelerde konuyla ilgili çalışmalara ivme katmış gibi görünüyor. Üniversitelerde engelli öğrencilere yönelik çalışmalardan söz etmeyi ileriki günlere bırakarak, geniş katılımlı bir akademik engellilik çalışmaları kongresini duyurmak istiyorum bugün sizlere.
1. Engellilik Araştırmaları Kongresi, 24-25 Kasım 2016 tarihlerinde İstanbul Üniversitesi Engelliler Uygulama ve Araştırma Merkezi ile Hacettepe Üniversitesi Engelliler Uygulama ve Araştırma Merkezi işbirliği ile İstanbul Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Kongrenin ana teması “Öncül araştırmalar, İyi uygulamalar, Disiplinler ve Sektörler arası İşbirliği”. Kongreye engellilik alanında çalışan bütün disiplinlerden akademisyenler, eğitimciler, kamu ve özel sektör temsilcileri, sivil toplum kuruluşları, engelli bireyler, aileler ve öğrenciler katılabiliyor.
Engelsiz Dünya Platformu, öncelikle engelli bireyler olmak üzere, tüm dezavantajlı gruplarla birlikte yaşama kültürünü hem ülkemizde hem de yurt dışında yaygınlaştırmak amacıyla kurulmuş bir sivil toplum örgütü. Türk Kızılay’ı, Bağcılar ve Başakşehir Belediyeleri, İstanbul Aydın ve Konya Necmettin Erbakan Üniversiteleri, Türkiye Basım Yayın Meslek Birliği, Tüm Aşçılar ve Pastacılar Konfederasyonu, Türkiye Ortopedik Engelliler Konfederasyonu, Yeni Dünya Vakfı, Genar Araştırma, Nakkaş Prodüksiyon ve Vefa Yayın, Yapım Grubu’nun bir araya gelerek oluşturdukları bu örgüt, 12 Mayıs 2015’te yapılmış olan açılış programıyla hayata geçirilmiş bulunuyor. Engelsiz Dünya Platformu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından da destekleniyor.
Engelsiz Dünya Platformu;
— Farklılıklarımızı kabul etmek, toparlayıcı ve birleştirici olmak
— Kimseyi ötekileştirmeden herkese güven vermek
— Sahip olduğumuz insani değerleri muhafaza etmek
— Herkesin değerlerine saygılı olmak İlkeleri ile hareket ediyor.
“Engellilerin toplumdaki varlıklarını kabul etmek ve onların hayatlarını kolay bir şekilde devam ettirebilmelerini sağlamak hükümetlerin ve yerel yönetimlerin görevleridir,” diyor Görme Engelliler Sınıf Öğretmeni Burak Tekşen. Engellilerin bir kısmının eğitilerek mevcut ortama uyum göstermelerinin sağlanabileceğini, ancak eğitim almayanların durumunun çok daha zor olduğunu vurguluyor. “Yerel yönetimlerin ve ilgili kuruluşların bu konuda alacakları önlemler engellilerin hayatlarını kolaylaştıracak; karşılarına çıkabilecek tehlikelerden zarar görmeden, başkasına muhtaç olmadan, diledikleri hayatı özgürce yaşamalarını sağlayacaktır,” diyen Tekşen, söz konusu önlemlerin ayrıca engellilerin topluma faydalı, üretken ve bağımsız bireyler haline gelmelerine olanak vereceğini savunuyor.
Burak Tekşen, şehir planlamaları yapılırken engellilerin göz ardı edilmemelerini istiyor. Bu amaçla, görme engellilerin karşılaştığı en önemli sorunlara bazı tedbirler ve çözüm yolları öneriyor. Ben de, Engelliler Haftası’nın son gününde, bu değerli öğretmenimizin görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bu tedbirlerin alınmasında Kara Yolları Müdürlüğü, Deniz Yollları İşletmeleri ve Demiryolları İşletmeleri, Valilikler, Kaymakamlıklar, Belediyeler ve Trafik Müdürlükleri gibi kurumlara çok önemli görevler düşüyor. Ancak biz vatandaşların hem bu kurumlara hem de engellilere yardımcı olabilmek adına yapabileceğimiz şeyler var. Örneğin, araçlarımızı engellilerin geçiş yolunu engelleyici şekilde park etmekten vazgeçerek başlayabiliriz işe...
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…
Sevgili eşim Özer’le en büyük ortak zevkimiz müzikti. Başta klasik batı müziği, ardından caz müziği olmak üzere iyi yapılan her tür müzik bizim için vazgeçilmezdi. Gazeteciliğe spor ve müzik muhabirliği ile adım atmış olan Özer, ömrünün son yıllarında da NTV Radyo’da müzik programı yapıyordu. “Müzik Klasikleri”, “Çalgıların Öyküsü”, “Beyazperdenin Notaları” onun programlarına verdiği isimlerdi. “Müzik Klasikleri” Programı 2003 yılında Radyo dalında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Sedat Simavi Ödülü’nü kazandırmıştı ona.
Bunları anlatma sebebime gelince; geçtiğimiz günlerde Beyoğlu Belediyesi ve Andante Dergisi işbirliği ile bu yıl altıncısı düzenlenen Donizetti Klasik Müzik Ödülleri Töreni’ne davet edildim. Aslında yazı konularım dışında kalan bu tür etkinliklere katılmak için fazla zaman bulamıyorum. Ancak, davet alır almaz, söz konusu ödül törenine gitmeye karar verdim. Zira 14 Mayıs Cumartesi günü eşimin beşinci ölüm yıl dönümü. Andante Dergisi onun çok değer verdiği bir yayın, Genel Yayın Yönetmeni Serhan Bali de aynı ölçüde değer verdiği bir arkadaşıydı. Hatta derginin çıktığı ilk yıllarda yazı bile yazmıştı onlar için. İşte bu iki neden, Altıncı Donizetti Klasik Müzik Ödülleri törenini izlemeye ve eşimi anmak adına müzik temalı bir yazı kaleme almaya yöneltti beni.
“Türkiye’nin Klasik Müzik Dergisi” sloganıyla 2002 yılının son aylarında yayın hayatına giren Andante, ülkemizin ilk ve tek klasik müzik dergisi. Önceleri iki ayda bir yayınlanan Andante, 2009 yılının Aralık ayında çıkan 42. sayısından itibaren aylık olarak yayınlanıyor. Andante’nin 2010 yılında “Andante Klasik Müzik Ödülleri” adı altında başlattığı etkinlik 2011 yılından beri, Beyoğlu Belediyesi işbirliği ile, “Donizetti Klasik Müzik Ödülleri” adıyla sürdürülüyor. Söz konusu etkinliğin ana amaçları şöyle sıralanıyor: