Paylaş
Bundan 56 yıl önce bir gün, henüz küçücük bir çocukken, o güne kadar yaşadığım en kötü sabaha uyandım. Evimizde babamın hıçkırık sesleri yankılanıyordu. Hem oturma hem yemek odası olarak kullandığımız büyük holün bir köşesini süsleyen, zamanın tek kitle iletişim aracı olan radyomuzun önünde başını ellerinin arasına alarak eğilmiş bulunan babam hıçkıra, hıçkıra ağlıyordu. Henüz sekiz yaşındaydım ve babamın ağlamasına ilk kez şahit oluşumdu bu. O güne kadar babaların hiç ağlamadığını sanıyordum. Demek ki çok önemli bir şey olmuştu! Babamı hıçkıra, hıçkıra ağlatacak kadar üzen bir olay…
Annem Cumhuriyet Halk Partiliydi, babamsa Demokrat Partili. Annemin babası olan dedem Halk Partisi’nin gençlik kollarında görev yapmış, ilerici bir öğretmendi. Babamın babası olan dedem ise, gerçek bir din âlimiydi. Bu konudaki ilk bilgilerimi böyle bir âlimin ağzından almak, sanırım, en büyük şansımdı. İşte ben, tüm bu farklı görüşlerin içinde birbirinin düşüncesine saygı gösteren ve farklı görüşlerine karşın çok iyi anlaşan bir aile ortamında büyüdüm. Babamın Kütahya Lisesi’nde aynı sınıfı paylaşmış olduğu en yakın arkadaşlarından Arif Kalıpsızoğlu, Demokrat Parti’nin önde gelen milletvekillerinden biriydi. Arif Bey Amca ve eşi Halide Teyze haftanın en az bir gününü bizlerle paylaşırlardı. Kendi çocukları olmayan bu güzel çift, beni ve kardeşlerimi çok severdi. Babamın kardeşi olan amcam Kütahya’da yaşadığından, Arif Bey Amca’nın sevgisi bana hep çok iyi gelmiştir. Daha kapıdan girer girmez kucağına atladığımız o güzel insanın hapsedilmesi, benim 27 Mayıs’la ilgili ikinci gerçeğim oldu. Onun 4,5 yıl süren tutukluluğu süresince Halide Teyze bize gelmeyi sürdürdü. Daha kısa bir süre önce Arif Bey Amca’nın kucağında oturmuş masal dinlerken, artık Halide Teyze’nin kucağında, sevgili Arif Bey Amca’mızın hapisten bize yazdığı mektupları dinler olmuştuk.
Babamı ağlatan, Arif Bey Amca’yı bizden ayıran 27 Mayıs, anılarımda unutmak istediğim çok kötü bir olay olarak yer aldı. Eğitim hayatım boyunca tarih kitaplarının 27 Mayıs ile ilgili bölümlerini hiç okumadan geçtim. Belki de bu nedenle, bugün halâ rüyalarımda okula Tarih imtihanına hiç çalışmadan gitmekte olduğumu görüyorum.
12 Mart 1971 müdahalesi bende çok fazla bir iz bırakmadı. Sanırım bunun nedeni, özel hayatımın o sıralar başka hiçbir konuya yer bırakmayacak kadar yoğun oluşuydu. Bir önceki yılın Ekim ayında evlenmiştim ve ilk bebeğimi bekliyordum. Bir yandan da dışarıdan devam etmekte olduğum üniversitemin ilk sınavları için ders çalışıyordum. Bu yüzden konuyla ilgili bilgilerim, tıpkı 27 Mayıs’ta olduğu gibi, çok sonraları tamamlandı.
1980 darbesi, yaşadıklarım içinde ne anlama geldiğini gerçekten fark ettiğim ilk darbeydi aslında. Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden birini getiren 12 Eylül 1980 darbesi, zamanın Genelkurmay Başkanı Kenan Evren liderliğinde yapılmıştı. Bu kez, TRT radyosu tek elektronik kitle iletişim aracı değildi; artık tek kanallı TRT televizyonu da yayındaydı. Bu ekrana zamanın Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri komutanları ile Jandarma Genel Komutanı beraberinde çıkan Kenan Evren darbe bildirisini bizzat kendi okudu. Ben o dönemde Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş.’nin (ŞİŞECAM) Çayırova’da bulunan şirketlerinden birinde, CAMELYAF’ta, çalışıyordum. Eşim Özer Yelçe Milliyet Gazetesi’nin dış haberler bölümünde görevliydi. Sabahın çok erken saatlerinde eşime gazeteden gelen telefonla darbeden ve getirdiği sokağa çıkma yasağından haberdar olduk. Eşim hemen hazırlanarak, gazeteye gitmek üzere yola çıktı. Bense sokağa çıkma yasağı gereği, evde kalıp haberleri takip ettim.
Darbeyle beraber, ülkedeki bütün siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri yasaklandı, TBMM lağvedildi. Kenan Evren başkanlığında Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. 1980 yılının Ağustos ayında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ndan emekli olmuş bulunan Bülent Ulusu, 44. Türkiye Cumhuriyeti hükümetini kurmakla görevlendirildi. Sivil üyelerden oluşan bu askerî hükümet 13 Aralık 1983 tarihine kadar görev yaptı. Bu durum beni şöyle etkiledi: Çalıştığım şirketin yönetim kurulu başkanlığını yürüten ŞİŞECAM Genel Müdürü Dr. Şahap Kocatopçu, 44. Hükümet’te Sanayi ve Teknoloji Bakanı olarak görevlendirildi. ŞİŞECAM’a yeni bir genel müdür, dolayısıyla CAMELYAF’a da yeni bir yönetim kurulu başkanı atandı. Bu arada, 1977 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili olarak meclise girmiş ancak 1980 darbesi ile milletvekilliği düşmüş bulunan bir önceki müdürüm Tarhan Erdem, ŞİŞECAM’a üst düzey yönetici olarak atandı. Benim de Çayırova’da çalışmakta olduğum şirketten Türkiye Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş. Genel Müdürlüğü’ne tayinim çıktı. 1972 yılının Şubat ayında Çayırova’da başlayan iş hayatım artık İstanbul’un Avrupa yakasında devam edecekti…
Sanırım o günlerde darbelerin bir ülkeden neler götürebildiğinin pek farkında değildik. Bu yüzden olsa gerek yönetime el koyan askeri gücün yeni bir anayasa için oluşturduğu “Kurucu Meclis’in” hazırladığı Anayasa, 7 Kasım 1982’deki halk oylamasında % 91.37 “evet” oyu ile kabul edildi. Bu oylamaya katılma oranı % 91.27 ile rekor düzeydeydi. Ne yazık ki ülkemiz halâ askeri bir hükümetin yapmış olduğu bu anayasa ile yönetiliyor. Toplumun bütün kesimlerini kapsayan, temel hak ve hürriyetleri koruma altına alan, özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapmayı henüz başaramadık.
15 Temmuz gecesi yapılan darbe girişimi ne benim yaşadıklarıma benziyordu, ne de okuyup öğrendiklerime… Bu darbe girişiminin başarıya ulaşamamış olması her ne kadar sevindirici bir durumsa da, bu uğurda verilen kayıplar da bir o kadar üzücü… Her ne görüşte olursak olalım, seçilmiş bir hükümeti devirmek için darbelerden medet ummamalıyız. Demokrasinin temelinde yatan bu kuralı hiçbir zaman unutmamalı ve unutturmamalıyız. Hükümetlerin nasıl sandıkla geliyorlarsa, yine sandıkla gitmeleri gerektiğini her an aklımızda tutmalıyız. Bunu başarabilirsek eğer, sanırım aynı acıları tekrar tekrar yaşamak zorunda kalmayız.
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…
Paylaş