28 Nisan 2007
Memleket rejimi yerine dünyanın iklimsel rejimini tartışanlar, global ısınmanın yarattığı yeni ekonomiyi hızla idrak ediyor. Çünkü global ısınma sadece kavurucu sıcakları, buzul erimelerini ve sel felaketlerini değil, akıllı yatırımcı için kárı da getiriyor beraberinde. Bu yeni ekonominin alanları, biyoyakıttan emlak piyasasına kadar uzanıyor. ABD medyasında global ısınmaya uygun yatırım tüyoları yazılıp çiziliyor. Almanya’da ise Bild Gazetesi, geçmişte kanlı bıçaklı olduğu Greenpeace ile birlikte global ısınmaya karşı ortak cephe açıyor. Hatta Bild’in Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’ın Vatikan’a bir adet çevre dostu halk otosu götüreceği esprileri yapılıyor. Malûm, geçmişte Papa’ya "Halk İncili" götürmüştü. Daha küçük ölçekli, ancak sükseli ekonomik girişimler de var. Mesela New York sosyetesinin Trump-Rockefeller soyadlı genç hanımları, çevre dostu deterjan almak için ev toplantılarında buluşuyor. Hani bizde bir zamanlar çok yaygın olan tencere toplantıları gibi.
Hiç gitmedim, yakından bilmiyorum ama, davet edilmişliğim var. Şu kap-kacak tanıtım ve pazarlaması için konu-komşu kadınların buluştuğu ev toplantılarından bahsediyorum.
New York Times’taki haber bana o kadın günlerini hatırlattı.
Olay yeri Manhattan. Genelde Vogue sayfalarında boy gösteren sosyetenin genç kadınları, şık bir salonda toplanıyorlar. Aralarında Renee Rockefeller, Valesca Guerrand-Hermes, Melania Trump ve Jessica Seinfeld var. Yaklaşık 40 yakın arkadaş. Peki ne yapıyorlar? Deterjan, fayans ovucu, lavabo-aç, banyo jeli filan bakıyorlar. Bütün seri, toksik madde barındırmayan Shaklee marka ürünlerden oluşuyor. Su bazlı konsantreye musluk suyu karıştırmak suretiyle elde edilen 140 dolarlık temizlik seti, 65 adet sipariş alıyor o toplantıda. Çünkü sosyetenin genç kuşağı ekolojik yönden bilinçlenmiş artık. "Al Gore’un Uygunsuz Gerçek filmini izleyebiliriz, Prius (Toyota’nın hybrid otosu) kullanabiliriz ama, yetmez. Dünya için daha fazlasını yapmalıyız" diyorlar.
Yani, global ısınma bilinci Manhattanlı zenginler arasında da bir trend artık.
YATIRIM TÜYOLARI
İklim değişikliği ile gelişen yeni ekonomi, yatırımcılar için de bir cazibe merkezi. Citigroup, Lehman Brothers gibi büyük finans kuruluşları, global ısınmanın gelecekte bir yatırım alanı olarak biyoteknolojiyi sollayacağı görüşündeler. Isı artışlarının, otomotivcilerden güneş paneli imalatçılarına kadar iş dünyasını nasıl etkileyeceği üzerine analizler yapıyorlar. USA Today’deki habere göre, yatırımcı davranışlarının global ısınmayla birlikte değişeceğini hesap eden borsa analistleri, hangi sektörlerin yükselip hangilerinin inişe geçeceğine kafa yoruyor.
Citigroup’un 18 ülkedeki 74 şirket için hazırladığı 120 sayfalık "İklimsel Sonuçlar" raporu global ısınma ortamında nasıl kár edilir tüyolarını içeriyor. Lehman Bros. analistleri de bilim adamları ile çevre eylemcilerine danışarak "İklim Değişikliği Yönetimi" başlıklı 143 sayfalık bir rapor hazırlamış. İşte Wall Street’ten, havalar iyice çıldırdığı zaman kimler kaybedecek, kimler kazanacak hesabı:
Tarım: Biyoyakıt etanole büyük rağbet olduğundan yatırımcı tabii ki bu alanın büyük üreticilerine yöneliyor. Ancak trend kısa vadeli. Çünkü etanolün hammadesi mısırın fiyatı yükseldiği için maliyet artışı meydana geldi, hisseler düştü. Ancak mısır yaprağı, pancar ve çeşitli otlardan etanol üretimi umut vaat ediyor. Biyoyakıt trendi nedeniyle traktör üreticisi John Deere de büyük kár edebilir. Ayrıca kuraklığa dayanıklı tohumlar üzerinde çalışan Monsanto da kazançlı çıkabilir.
Alternatif enerji: Rüzgar enerjisi, hücre yakıtları ve güneş panelleri. Bu temiz enerji alanlarında çalışan şirketler kazanacak. Ayrıca fabrikaların karbon emisyon hacimlerini düşüren cihazların üreticileri de şanslı.
Otomotiv: Benzine alternatif yakıtlar etanol, hidrojen ve biyodizel. Likit yakıttan elektrik enerjisine geçebilen hybrid otoları üreten şirketler kazanacak. Sektörün liderleri de Toyota, Honda, GM ve Ford. Hybrid araçlara parça üreten firmalara yatırım yapmakta da fayda var. Ford ve GM’in parçalarını International Rectifier üretiyor, pillerin imalatçısı Energy Conversion.
Emlak: Katrina Kasırgası sonrasında okyanus kıyılarından iç kısımlara, dağlık kesimlere yöneliş hakim. Özellikle Florida’da bu eğilim var. Georgia, Tennessee ve North Carolina’nın dağlık kesimlerinde emlak fiyatları artacak.
Teknoloji: Çamaşır makinesinden savaş uçağı ve asansöre kadar her türlü cihaz ve aracın tükettiği enerjinin miktarını düşürecek parçalar imal eden şirketler kazanacak.
BILD-GREENPEACE FLÖRTÜ
Küresel ısınma bilincine sahip olma trendi, ilginç ittifaklar da yaratıyor. Mesela Alman Bild Gazetesi ile Greenpeace, aylarca süren görüşmelerden sonra, bireysel enerji tasarrufu alanında ortak kampanya yürütmek üzere anlaşma yaptılar. Ancak Bild Gazetesi zamanında, yeşil eğilim göstermediğinden ve benzine gelen çevre vergisine şiddetle karşı çıktığından, diğer çevre örgütleri bu ittifaka fena halde içerliyor. Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’dan başlayarak bütün yönetim kadrosunun kullandığı S sınıfı Mercedesler ile Audi ve 7 serisinden BMW’lerin birer enerji ve karbondioksit canavarı olduğundan dem vuruyor ve Springer Yayınevi’nin otoparkında bir tane bile hybrid oto bulunmadığını söylüyorlar.
Greenpeace de onlara hak vermesine veriyor, ancak Bild aracılığıyla her gün 12 milyon kişiye mesaj iletmek de cazip geliyor. Makam otolarının da günün birinde çevre dostu olacağını temenni ediyor ve gerekirse müttefik gazeteyi eleştirmekten geri kalmayacaklarını da söylüyor.
Springer koridorlarında ise şu espri yapılıyor; "Diekmann, artık Papa’ya bir adet ’halk arabası’ götürür herhalde." Hani Diekmann üç yıl önce Bild’in basıp günde 250 bin adet sattığı "Halk İncili"nin bir nüshasını Papa 2. Jean Paul’e hediye etmişti ya.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2007
Son dönemlerin tartışmalı biyo-yakıtı etanol, ABD’yi ulusal bir felaketten kurtarabilir. Enerji oburu motorlu araçlarını beslemek uğruna mısır rekoltesini etanol üretimine akıttıkları için obeziteden kitlesel ölümleri önleyebilirler. Etanol piyasasının aşırı talebi yüzünden artan mısır fiyatı, geçen hafta 4 dolara dayandı. Bu tarihi bir rekor. Hayvancılığın temel yem maddesi mısır olduğu için et, süt ve süt ürünleri fiyatları artmaya, kişi başına tüketim azalmaya başladı. Bu eğilim belki gelecekte obezitenin önünü alabilir, ancak dünyanın Amerikan mısırıyla beslenen yoksul bölgeleri obez değil. Onlar gelecekte aç kalabilirler. Bu nedenle Fidel Castro, ABD’deki etanol çılgınlığına "uluslararası soykırım" diyor. Hayrettir, Amerikan ve İngiliz basını da Castro’nun etanol fikirlerini haklı buluyor.
Hani felaket filmlerinde kader ağlarını yavaş yavaş örer, birbiriyle alakasız görünen olaylar zinciri dünyayı kıyamete sürükler. Ne bileyim mesela yerkürenin rotasyonu şaşırır, kuşlar da rotadan çıkıp Londra’da Big Ben’e, New York’ta Özgürlük Heykeli’ne çarpar, sonra dünya ansızın yeni bir buzul çağına girer.
Bu senaryoların hiçbiri abartılı değil.
Gelecekte ne yiyip içeceğimizi ilgilendiren son haberler de tam bir felaket filmi ritminde gelişiyor. Bir yanda tarım ürünlerini döllendirmesi gereken milyonlarca arı esrarengiz biçimde sırra kadem basıyor. Sadece ABD’de arıların polen taşıyarak döllenmesini sağladığı tarım ürünlerinin değeri 12-14 milyar dolar civarında. Kayıp arılar yüzünden panik başlıyor.
Diğer yanda, ABD’nin etanol üretimindeki çılgınca tırmanış yüzünden mısıra olan talep arttığı için yakında temel gıda fiyatlarında global enflasyon yaşanacağı, yoksul dünyanın iyice açlığa sürükleneceği haberleri geliyor.
Amerikan yönetimi, petrolde dışa bağımlılığı azaltmak için biyo-etanol üretimini teşvik ettikçe tarımsal üretim hızla yakıt alanına kayıyor. Son 10 yıldır Amerikan piyasasında 2 dolar seviyesinde seyreden mısır fiyatı geçen hafta 4 dolara dayanıyor. Ömründe bu fiyata mısır satmamış çiftçi bayram ediyor. Traktör, tohum ve gübre satıcıları da öyle.
Ancak diğer yanda hayvancılar kan ağlamaya başlıyor. Çünkü mısır, hayvancılığın can damarı. Yem fiyatları fırlıyor. Et, süt ve süt ürünleri ile tavuk fiyatları da öyle. Toptan fiyatlardaki bu artışın yakın gelecekte tüketiciye yansıması bekleniyor. ABD en çok tavuk tüketiyor ve yem maliyeti şu an yüzde 40 artmış durumda.
Bitmedi, mısır ekimindeki altın madenini gören çiftçiler hızla buğday, soya ve pamuk üretimini bırakıp mısıra yönelmeye başlıyor. Yani gelecekte buğday, soya ve pamuk sıkıntısı çekilecek, onlar da pahalılanacak.
Meksika da mısırdan etanol üretiyor, tortilla fiyatları ikiye katlanıyor. Bizde ekmek neyse, Meksika’da da tortilla o. Yiyecekleri onunla dürümlüyorlar. Fiyat katlanınca millet ayaklanıyor.
Brezilya şekerkamışından etanol üretiyor, şeker fiyatları katlanıyor.
BUSH YÖNETİMİNİN AHMAKÇA POLİTİKASI
Peki bunlar sadece Amerika’yı, Brezilya’yı ve Meksika’yı mı ilgilendiriyor?
Acaba Fidel Castro, "Etanol üretimi uluslararası soykırımdır" diye yazarken, ideolojik propaganda mı yapıyor, yoksa gerçeklere mi parmak basıyor? ABD ve diğer zengin ülkelerin yakıt ihtiyacının yüzde 15’ini bile karşılamayacak enerji uğruna dünyanın çok ihtiyaç duyduğu 500 milyon ton hububatın heba edileceğini yazıyor.
Castro ile nadiren hemfikir olan İngiliz The Economist dergisi, Küba liderine hak veriyor; "ABD bu ahmakça politikayı bırakmalıdır" diyor. Etanolün söylendiği kadar ucuz ve temiz bir yakıt olmadığını yazıyor. Çünkü etanolü üretmek için tüketilen enerjinin, bu yakıtın sağladığı enerjiden çok daha fazla olduğu hesaplanıyor.
Amerikan medyasında "Etanol üretimi yüzünden yakında temel gıda maddelerinin fiyatlarında enflasyon meydana gelecek, dünya iyice açlığa süreklenecek" diye haberler çıkmaya başlıyor. Wall Street Journal, ABD’de artan hububat fiyatlarının global düzeyde enflasyonu körükleyeceğini yazıyor.
New York Times’ta yer alan bir yorum şöyle: "Kısa vadeli kár uğruna tamamen mısır ekimine yönelmek trajik bir hatadır. Mısır biyo-yakıtı, kullandığımız petrolün çok küçük bir bölümünü ikame edecek, kayıplarımız enerjide elde edeceğimiz bağımsızlığı kat kat aşacaktır."
Gerçekten de etanol, ABD’deki yakıt tüketiminin ancak 3.5’ini karşılıyor. Ancak üretim her yıl yüzde 25’lik artış gösteriyor. Etanol esas olarak katkı maddesi olarak kullanılıyor, ancak hem benzin hem de etanolle çalışan araçların sayısı giderek artıyor. Etanol ABD’de geniş siyasi desteği bulunan tek alternatif enerji kaynağı. Otomotiv endüstrisi, global ısınmaya karşı yeşil yakıt baskısını üzerinden aldığı için etanolü seviyor. Petrol endüstrisi ise şimdilik sadece katkı maddesi olarak görüldüğü için etanolü seviyor. Eh, tarım sektörü de zaten memnun.
TARLA FİYATLARI İKİYE KATLANDI
ABD’de etanol üreticileri geçen yıl, bir önceki yıla oranla mısır alımlarını yüzde 34 oranında artırmış. Fortune dergisine göre mısır üreticisinin bu yılki toplam kárı yaklaşık 13 milyar dolara dayanacak ki, bu tarihi bir rekor. Ancak piyasa uzmanlarına göre 4 dolarlık mısır balonu patladığı takdirde çiftçi iflasları kaçınılmaz olacak. Çünkü tohumdan tarım ilacına bütün yatırımlar mısıra yönelmiş durumda. Tarla fiyatları da ikiye katlandı. Önümüzdeki yıllarda mısır fiyatları düşünce çiftçiler mortgage ödemelerini yerine getiremez hale gelecek.
Bush yönetimi, benzinin biyo-yakıtla takviyesi için çevre yönetmeliğini gerekçe gösteriyor ve etanol üretimine sübvansiyon uyguluyor. Bu uygulamanın gıda sektörünü zora soktuğunu kendisi de kabul ediyor. Tarım Bakanlığı, etanol patlaması nedeniyle mısıra olan talep yüzünden bu yılki sığır ve domuz eti ile tavuk üretiminde 455 bin tonluk azalma meydana geleceğini açıklıyor. Yani kişi başına düşen tüketim azalıyor.
Diyelim ki, ABD’nin daha az beslenmesinden bir zarar gelmez, olsa olsa daha az obez olurlar. Ancak dünya da Amerikan mısırından besleniyor, çünkü en büyük ihracatçı o. Mısır ihracatında ABD’nin ardından Çin geliyor ki, Çin’de de mısırdan biyo-etanol üretiliyor. Üstelik üreticiler devletin koyduğu sınırı umursamadığı için Çin’de de mısır fiyatları fırlıyor. Devlet 3 milyon ton mısırın etanole dönüştürülmesine izin verdiği halde geçen yılki rakam 16 milyon tonu buluyor.
İki büyük ihracatçı mısırını biyo-yakıta akıtırken, dünya çapında mısıra olan talebin 2010 yılına kadar yüzde 30 oranında artması bekleniyor.
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2007
Berlin Hayvanat Bahçesi, 1841 yılından beri anonim şirket. Ancak kár amacı gütmediği için hissedarlara kár payı dağıtmıyor, sadece ömür boyu bahçeye bedava giriş imkanı sağlıyor. Knut denilen o mıncıklanası yaratık olmasaydı, bu bilgiler fazla ilginç olmayacaktı. Ancak Knut ile birlikte Almanya’da borsanın manzarası da değişti, Berlin Zoo bir anda Almanya’nın en değerli şirketi haline geldi. Geçen hafta hisseler 4660 Euro ile tavan yaptı. Günde 15 bin kişi Knut’u görmeye gidiyor, peluş Knut’lar acayip satıyor. Marka değeri tahminen 10-13 milyon Euro arasında. Ayı irileştikçe değeri düşecek tabii ama, şu anda öyle sükseli bir marka ki, Vanity Fair dergisi Annie Leibovitz’in kamerasından Knut ile DiCaprio’yu özel yeşil sayısına kapak yapıyor. Almanların ünlü süt kreması Baerenmarke kutusu üzerinde yıllardır kovadan süt döken boz ayının kutup ayısı ile değiştirilmesi isteniyor. Haribo yumuşak ayıcık şekerlerine Knut biçimlisini de ekliyor.
Densizin biri çıkıp da "Hayvanı uyutalım yaban ellerde büyümesin" demese, muhtemelen bugün Knut diye bir fenomen olmayacaktı.
Ancak Bild, hayvan hakları savunucusu Frank Albrecht’in lafını manşet yapınca, dünyanın en ünlü hayvan markası da doğmuş oldu. Aslında annesi Tosca’nın terk ettiği yavru kutup ayısının hayatı tehlikede filan değildi, kimsenin Knut’a kıyacağı yoktu. Ancak bu ihtimal ani bir histeri yarattı. Dünya basını Knut’un dramını yazıyor, Alman çocukları Knut ölmesin diye mektuplar döşeniyordu. Birkaç gün sonra Berlin Hayvanat Bahçesi Knut’u gün ışığına çıkarınca bir ziyaretçi akınıdır başladı.
Hatta AB’nin Berlin’deki 50. yıl şenlikleri Knut’un gölgesinde kalınca, Berlin Zoo’nun müdürü "Bizim Knut, büyük hayvanların şovunu çaldı" diyecek kadar da ileri gitti. Çünkü o hafta sonu, günlük ziyaretçi sayısı 20 bine dayanmıştı.
Çölde kutup ayısına rastlayan malum devenin tersine, talih hayvanat bahçesinin yüzüne gülmüştü.
Knut’un ne büyük bir talih olduğu geçen hafta iyice anlaşıldı. Yıllardır kimsenin yüz vermediği hayvanat bahçesi hisseleri borsada tavan yaptı.
Kurulduğu 1841’den bu yana asla kár etmeyen bir anonim şirket olan Berlin Zoo’nun hisse senetleri bir iki hafta içinde yüzde 112’lik artışla 4460 Euro’ya dayandı. Almanya’nın borsa değeri en yüksek şirketi olan Porsche’nin (1195 Euro) hisse fiyatlarını dörde katlayarak.
Geçtiğimiz yıllarda sürekli zarar eden şirketin hissedarları gayet kanaatkár. Hisse senedine 500 Euro ödedikten sonra bahçeye ömür boyu bedava giriş hakkıyla yetiniyorlar. Aslında bahçe turu hissedarlara toptan bedava da değil, akvaryuma parasız giriş ailenin elindeki hisse cinsine bağlı. Bahçeye giriş imtiyazı miras yoluyla ailenin diğer fertlerine de geçiyor. Zaten Knut ortaya çıkmadan önce hisseler borsada değil sadece Berlinli ailelerin üyeleri arasında el değiştiriyordu.
Borsadaki trendi anormal olarak değerlendiren analistler, bu ilginin nedenini de tam çözebilmiş değil. Yani yatırımcı, Berlin Zoo AG’nin kazancı yükseldiği için mi hisse senedi alıyor, yoksa bu alımlar tamamen Knut’un şirinliği karşısında duygusal nedenlerden mi kaynaklanıyor.
Kutup ayısı rüzgarından faydalanmak isteyen hayvanat bahçesi, Knut’un marka tescili için de başvuruda bulundu. Kabul görür mü görmez mi zaman içinde belli olacak. Çünkü "Knut Knuddel" adını taşıyan bir peluş hayvan zaten var. O Knut bir tür geyik. Tabii o da şirin.
Tescilli olmasa da Knut şu anda sıkı bir marka. Bloomberg ajansı konuyu araştırıp, uzmanlardan görüş almış. Düsseldorf’taki bir danışmanlık firmasına göre, profesyonel marka yönetimi sayesinde değeri 10-13 milyon Euro’yu rahatlıkla bulabilir. Tabii irileştikçe marka değeri düşer. On kilo 60 santimlik Knut’un, yetişkin kutup ayısı ebadına gelince şimdiki kadar sevimli bulunmayacağı kesin, ancak ileri yaşlarında da merchandising sayesinde 100 milyon Euro getirebileceği hesaplanıyor.
Mesela Almanya’nın ünlü ayılı markası "Baerenmarke"nin değeri 200-300 milyon Euro civarında. Ancak bu değeri belirleyen faktör, kondanse süt markası için ne kadar reklam harcaması yapıldığına bağlı.
MARKA HAYVAN ETİK MİDİR
Londra’daki Black Pig reklam ajansının kreatif direktörü Steve Creamer ise Knut’a 15 milyon Euro civarında marka değeri biçiyor ve Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın (WWF) 50 yıldır kullandığı panda logosu gibi bir potansiyel görüyor kutup ayısında. Creamer önemli bir soru da atıyor ortaya; "Bu marka değeri üzerinden kazanılan parayı bir şekilde doğal yaşamın korunması alanına aktarmadığımız takdirde, canlı hayvanları marka olarak kullanmanın bir etik sorunu olup olmadığını tartışmamız gerekir" diyor.
Nitekim Berlin Zoo, Knut sayesinde artan gelirin bir kısmını çevre ve doğa koruma projelerine aktaracağını söylüyor. Çünkü günlük ziyaretçi sayısı iki katına, 15 bine çıktı. Giriş ücreti 11 Euro. Çeşitli şehirlerden otobüs turları da düzenleniyor. Üç boy peluş Knut satılıyor. En küçüğü 11.95 Euro. Şu ana kadar 25 bin adet satmış. Tişörtten anahtarlığa, cep telefonu logosundan postere ve Knut şarkılarına kadar, diğer merchandising gelirleri de cabası.
Knut paylaşılamayan bir şöhret. Düsseldorf’taki bir hayvan PR ajansı da onun peşinde. Media Horse adını taşıyan firma geçen kasım ayında kurulmuş. Almanya’daki çeşitli hayvanat bahçelerinde sivrilen şöhretlerin halkla ilişkilerini yönetiyor. Mesela Köln hayvanat bahçesinde son derece acıklı bir hikayenin kahramanı olan fil yavrusu müşterileri arasında.
Firma yöneticisi Lena Pfote, Knut’u da portföyüne eklemek için girişimde bulunmuş, ancak Berlin Zoo’nun yöneticilerinden "Ayımızın fiziksel gelişimi bizim için şöhret statüsünden daha önemli" yanıtını almış. Reddedilmiş yani ama, numarayı yememiş; "Tabii bu çok yüce bir davranış. Ama iş büyük iş. Yoksa Annie Leibovitz uçağa atlayıp okyanusun öbür yakasından buralara gelmezdi" diyor.
Leibovitz’in çektiği Knut fotoğraflarının Vanity Fair’e kapak olmasını kastediyor. Derginin özel çevre sayısında Knut ile Leonardo DiCaprio fotomontajı kapakta yer alıyor.
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
Editörlere müjde! Sağ köşe güzeli, üçüncü sayfa güzeli ya da adı artık her neyse, o güzeller feministlerin eleştiri menzilinden çıktı. Onlar şimdi, kadını şiddet kurbanı olarak gösteren moda akımını saldırı menziline almış durumdalar. Bu yeni akım, bir dönem yükselen trend olan "eroin şıklığı" ya da anoreksiya efektinden beter. Modeller öyle sağlıksız görünümlü, beti benzi atık, karnı sırtına yapışmış değil. Tam tersi hepsi kanlı canlılar. Kıvrımları gayet yerinde. Yalnız feministlerin itiraz ettiği bir kusurları var. Birazcık cesetler. Onlar suç kurbanı maktuller. Modeller ise ABD’deki top model yarışmasının kızları. New York Times’ın magazin ekinde de aynı konsept hakim. Şık tuvaletler içinde kıstırılmış, bağlanmış, kolu kanadı kırılmış kadınlar var. Sanki Ebu Garib’in estetik işkence versiyonu. Kızanlar olabilir ama itiraf ediyorum, fotoğraflar gerçekten çekici. Hepsi de baktırıyor. Peki ama, kadınlar onca şiddete uğrarken, bu tür moda çekimleri yapmak ne kadar etik bir davranış?
Vahşice işlenmiş cinayetlerin kurbanı olan dişi maktuller de güzeldir. Ana tema bu. İşlendiği yer, Amerikan top model yarışması. Hani bizde Deniz Akkaya imzalı olan TV yarışmasının Tyra Banks’li esas versiyonu. America’s Next Top Model.
İşte bu yarışmada gösterilen moda çekimleri, son bir haftadır ABD’deki feminist yayın organları ve bloglarda yaylım ateşine tutuluyor. Kadın hakları örgütleri, yarışmanın yayınlandığı televizyon kanalı CW ile yapımcı ve sponsor firmaların, Tyra Banks’in protesto edilmesi için çağrılar yapıyor. İnternet bloglarında protesto mesajlarının gönderileceği e-mail adresleri veriliyor.
Kimisi banyoda elektrik akımı verilerek öldürülmüş, kimisi vücudu deşildikten sonra organları çalınarak terk edilmiş, kimi bir merdiven aralığında boğazlanmış, kimisi de bir arka sokakta bıçaklanmış.
Maktul kızlar temasıyla çekilmiş fotoğrafları gören jüri üyeleri "Ölüm bir kadına bu kadar mı yakışır", "Aman tanrım bu ne seksapel", "O bacağın sakatlanmış hali olağanüstü" gibi yorumlarda bulununca feministler iyice çileden çıkıyor. Medyada kadına bakış açısıyla ilgili eleştirileriyle tanınan feminist yazar Jennifer Pozner, ceset temasını katıksız kadın düşmanlığı olarak yorumluyor ve "Top model yarışmasının mesajı şu: En seksi kadın, ölü kadındır. Kızların üzerine titrediğini söyleyen Tyra Banks, reklam sektöründe kadın düşmanlığının en arsız, en utanmaz örneğini yarattı" diye yazıyor. Fotoğraflardan tiksindiğini de ekliyor.
İkilem de burada ortaya çıkıyor. Fotoğraflar tuhaf bir şekilde iğrenç durmuyor. Hepsi öyle punduna getirilmiş ki, boğazında katilin parmak izlerinin moru-sarısı kalmış güzel ceset dekoru insanı hiç irkiltmiyor. Bu etkiyi yaratan, onun gerçek bir maktul olmadığı bilgisi mi, yoksa kadının şiddete uğraması karşısındaki alışmışlık duygusu mu?
Amerikalı reklam teorisyeni Jean Kilbourne’a göre kadına yönelik zulmün güzellik ve cazibe ile bütünleştiği bir hayal álemi yaratan reklam sektörü, kadını insan sıfatından sıyırmaya çalışıyor. Böylelikle gerçek hayattaki zulüm daha az dehşet verici görünüp kanıksandığı gibi, gıpta edilir bir hal de alıyor. İşte bu nedenle ceset temalı foto çekimi de bu amacın en sinsi örneği olarak görülüyor.
ŞÖHRET YERİNE CESET
Amerikan Ulusal Kadın Örgütü’nün (National Organization for Women - NOW) New York şube başkanı Sonia Ossorio "Toplumumuzda kadına yönelik şiddet öyle bir gerçeklik haline geldi ki, eğlence sektörünün de bu gerçeklikten pay çıkarıp şiddeti eğlence haline getirmesine ihtiyacımız yok. Kadınlara yönelik bir programda kadın düşmanlığı yapılması trajikomik bir durum" diyor.
Feminist yazarlara göre milyonlarca TV seyircisinin zararsız fotoğraflar olarak baktığı o görüntülerde aslında kadınlar moda ve eğlence uğruna aşağılanıyor, nesneleştiriliyor. Yarışmaya katılan o zavallıcıkların ancak erotik ve kışkırtıcı bir şekilde eziyet edilip katledilmiş halleriyle mutlak güzelliğe ulaşabilecekleri mesajı veriliyor. Onlar Tyra Banks kadar şöhretli olmak istiyor, ancak sadece ceset olabiliyorlar.
Yarışmada geçen sezon bir bölümde işlenen anoreksiya teması da hayli eleştiri almış ve yarışmacıların açlıktan perişan halleri, insanın kendi kendine eziyeti olarak değerlendirilmişti. Nitekim o programdan bir zaman sonra anoreksik modellerin ölümleriyle konu iyice gündeme oturdu. Milano ve Madrid’deki moda haftalarında sıfır beden modellerin podyuma çıkması yasaklandı.
Aslında kadınların estetik bir şekilde dayak yemiş, tecavüze uğramış, işkence görmüş ve uyuşturucu verilmiş halleriyle fetiş malzemesi olduğu reklamlar yıllardır piyasada. Moda ve kozmetik reklamları bu tür erotik eziyet sahneleriyle dolu. Ancak kadın örgütlerine göre bu trendin ceset temasıyla bir yarışma programına taşınması, reklamdan "reality show" boyutuna geçiş anlamına geliyor. Endüstri, bu yarışmadaki ürün yerleştirmeleri sayesinde, kadını aşağılayan "reklamlarını" prime time programına taşımış oluyor.
Böylece seyirci, aşk, güzellik, sağlık, çalışma hayatı ve para gibi konularda gerçeklikten kopup, sadece o ürünlerle mutlu olabileceği fikrine kapılıyor. Ve yapılan çok sayıda araştırma şunu gösteriyor: İnsan ne kadar çok reklam seyrederse, kendi varlığıyla ilgili hoşnutsuzluğu da o oranda artıyor.
Yazının Devamını Oku 24 Mart 2007
Bazı Asya ülkelerinde, artık ifrada kaçan cinsiyet temelli kürtajın kadın-erkek dengesini bozması nedeniyle gelecekte kız kaçırmaların artacağı, kadınların daha çok şiddete maruz kalacağı ve kadın paylaşım savaşları çıkacağı tahminleri yürütülüyor. Çin ve Hindistan bu savaşların çıkacağı başlıca mahaller. Çünkü ultrason teknolojisindeki gelişme sonucu 60 milyon kız çocuğu dünyaya gelmeden yok edildi. Erkek fazlası yüzünden geleceğe dönük kaos tabloları çiziliyor. Ancak bazılarına göre o kaos çoktan başladı. The Observer’da yayınlanan bir makalede, Çin ve Hindistan’ın en cinsiyet dengesiz yerlerinde suç oranının daha yüksek olduğu tespiti yapıldığı gibi şaşırtıcı bir iddia da atılıyor ortaya: "Pakistan’da da evlenecek kadın bulamayan genç erkekler radikal İslam’a yöneliyor. Cinsiyet dengesizliği yüzünden sokaklara dökülüp şiddete başvuruyorlar." Peki bu iddia sağlam bir temele dayanıyor mu?
Observer’daki yazı, Will Hutton’un kaleminden çıkmış. Asya’nın asla doğmamış kayıp kızlarının sosyal atmosferdeki etkisiyle ilgili analiz yapıyor. "Duvara Yazı Yazmak" başlıklı, Çin’le ilgili bir de kitabı var Hutton’un.
Analizin girişinde uzun uzun 19. yüzyılın Nian asilerini anlatıyor. Çin’in orta kesiminde, Pekin ile Şanghay arasındaki alabildiğine geniş topraklarda hüküm süren bu haydutlar, 50 bin kişilik yağma ve tecavüz çeteleriyle 15 yıl süreyle dehşet saçıyor.
Burada en önemli mesele Nian’ların kadınsız bir topluluk olması. Kız çocuklarını işe yaramaz diye öldürdükleri için müthiş bir cinsiyet dengesizliği çıkıyor ortaya. 1850 yılından kalan kayıtlara göre, her 129 erkeğe 100 kadın düşüyor. İşte o şiddetin ardında yatan nedenin de kadınsızlık olduğu düşünülüyor. Eş bulamayan ve çocuk sahibi olamadığı için de yarım erkek gözüyle bakılan köylüler, erkekliklerini kanıtlamak için haydut çetelerine katılıyor.
Hutton bu noktada, Nian’lardan günümüze bir sıçrama yapıyor ve Asya ülkelerinde gerek doğduktan sonra öldürülen, gerekse seçici kürtajla yok edilen 100 milyon kız çocuğunun hiç doğmamış olması nedeniyle şiddet döngüsü yaşandığını anlatıyor. Çin’de tek çocuk politikası nedeniyle aileler hep erkek çocukları tercih ediyor. Hindistan’da ise ileride evlendirirken yüklü miktarda drahoma ödemek gerektiğinden, kız bebekler kürtaja kurban gidiyor. Bunlar bilinen gerçekler ve BM’ye göre demografide 60 milyon kız çocuğunun eksik olduğu tahmin ediliyor.
Çin’de 119 erkeğe, 100 kadın düşüyor. 2020’de eş bulamayan Çinli erkek sayısının 40 milyona varması bekleniyor. Hindistan’da ise 2020’de erkek fazlası tahminen 31 milyon olacak.
Çin Devlet Başkanı Hu Şintao, cinsiyet dengesizliğinin rejimin geleceği için potansiyel tehlike olduğunu söylüyor. Hindistan ise kıtlık yüzünden artan kadın ticareti ve fuhuş nedeniyle alarma geçmiş durumda. Cinsiyet teşhisi yasak, ancak bu işlem yasa dışı olarak sürüyor. Daha geçenlerde bir hastane bahçesine gömülü 437 kız bebek kemiği bulundu. Son çare olarak kız bebeklerin terk edilebileceği merkezler kurmaya başladılar.
Hutton’un yazısına göre iki ülkede de kadın nüfusun düşük olduğu bölgelerde şiddet içeren suçlarda artış var. Çin’in Şanghay kentinde suçların yüzde 90’ı bekar göçmen erkekler tarafından işlenmiş.
ANNE KARNINDA ŞİDDET
Tıp dergisi Lancet geçen yıl sarsıcı bir araştırma yayınlamıştı. Buna göre Hindistan’da son 20 yılda 10 milyon kız doğamamıştı. Uzmanlar gelecekte tecavüzlerin, kız kaçırmaların artacağı ve hatta kadın paylaşım savaşlarının çıkacağı tahmininde bulunuyordu. Aynı durum Çin için de geçerliydi.
BM hemen soruna el attı. Ancak bir ikilem vardı. Kürtaj bir yandan kadının temel hakkı olarak değerlendirilirken, diğer yandan kız bebeklerin ana karnında öldürülmesi kadına yönelik şiddetin en uç örneğiydi. Aile planlaması açısından ahlaki bir sorun oluşturmayan kürtajın, ayrımcı hale geldiği zaman sakıncalı olduğu eğitimsiz ailelere nasıl anlatılacaktı?
Will Hutton, analizinde bu ikileme değinmiyor, ancak gelecekte yaşanacağı varsayılan şiddetin çoktan patlak verdiğini söylüyor. Üstelik Pakistan örneğini de ekliyor; "Bu ülkede adaletsizliği ve İslami köktendinciliği alevlendiren şey, cinsiyetler arası dengesizliktir. Yeri yurdu olmayan, eş bulma umudu da olmayan erkekler aynı Nian asileri gibi sokaklara dökülüp erkek olarak varlıklarına anlam kazandırmaya çalışıyor" diyor.
Hepsi bu, başkaca bir bağlantı kurmuyor. Birçok bölgesinde şeriat hükümlerinin geçerli olduğu Pakistan’da cinsiyet temellisini bırakın, sıradan kürtaj var mı diye bakıyorum. Yasaya göre kürtaj, sadece kadının hayatı tehlikede olduğu zaman serbest. Yani yasak.
Ancak BM’ye bağlı kuruluşların belgelerini inceleyince, sadece Pakistan’da değil, komşusu Afganistan’da da seçici kürtaj rakamlarının yüksek olduğunu görüyorum. Daha doğrusu yüksek olduğu söyleniyor, kesin rakam yok. Uzmanlara göre, bu iki ülkedeki sorun henüz Çin ve Hindistan düzeyine ulaşmamış.
Ancak Pakistan’da kadın nüfusunun düşük olmasının başka nedenleri de var. Doğurgan yaştaki kadınlarla kız çocukların ölüm oranının en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor Pakistan. Kızlar ve erkekler bir yaşına kadar eşit muamele görüyor. Ama sonra 1- 4 yaş arasında kız çocukların ölüm oranı erkeklere göre yüzde 70 oluyor.
Tablo böyle. Pakistan’daki cinsiyet dengesizliğinde kürtajın payı tam olarak belli değil. Radikal İslam gerçekten bu dengesizliğin ürünü olabilir mi, o da belli değil. Pakistanlı, Hintli ve Çinli okurları kızdıran Will Hutton’a gelen şu yorumlar dikkatimi çekiyor:
- Londra ve Manchester’daki şiddet de mi kadın kıtlığından kaynaklanıyor? Kürtajın bir hak olarak Batılılar tarafından sunulduğunu unutmayın.
- Müslümanları öcü gibi göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmıyorsunuz.
- Madem Asya’da kadın kıtlığı var neden Batı Avrupalı kadınları seks işçisi olarak oraya göndermiyorsunuz. Batı Avrupalılar, Asyalı kadınları yüzyıllardır cinsel yönden sömürmüyor mu?
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2007
"Dan Brown iyi ki Melekler ve Şeytanlar’ı yazmış. Onun sayesinde parçacık fiziği áleminde olup bitene dikkat kesilebiliyoruz" dememe parçacık fizikçileri hiç alınmadı. Şu CERN’deki Büyük Patlama deneyini sulandırdığımı düşünmediler. Hatta tam tersi. CERN’deki ATLAS deneyinde çalışan Boğaziçi Üniversitesi grubunun lideri Prof. Dr. Engin Arık romandan memnun, ancak bazı yanlışlar olduğunu söylüyor, "Antiproton orada yapılıyor ama, öyle götürüp de Vatikan’ın altına koymaya imkan yok tabii. Yine de öyle popüler bir kitap çok iyi oldu. CERN’e özellikle gençler ekstra ilgi göstermeye başladı" diyor. Engin Hoca, CERN’deki "yeraltı parçacık dünyasını", ATLAS dedektöründeki Büyük Patlama’dan çıkacak sürpriz parçacıkları, dördüncü kuark ailesini ve tabii ki Higgs parçacığını anlatıyor. Ancak bir eksik var. "Neden bir Avrupa ülkesi olarak Türkiye, CERN’e üye olmuyor? Türkiye atılım yapsa 15 yılda bilim ve teknoloji ülkesi olur" diyor.
Engin Hoca, protonları hızlandırma ve çarpıştırma işini öyle tatlı anlatıyor ki, insan parçacık fizikçisi olmak istiyor. Umutsuzca tabii.
"Hocam şimdi siz bu çarpıştıracağınız parçaları hızlandırıcının içine nasıl koyuyorsunuz, yani bu proton nereden bulunur" diyorum. Dünyanın en kolay kek tarifini verir gibi anlatıyor; atomu en basit element olan hidrojeni alıyorsun, çekirdeğinde bir proton var, iyonize ederek etrafındaki elektronu ayıklıyorsun. Protonun aynı pildeki gibi pozitif elektrik yükü var...
Prof. Dr. Engin Arık’ın Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’ndeki laboratuvarında da bir hızlandırıcı var. CERN’deki 27 kilometrelik devasa Büyük Hadron Hızlandırıcısı (LHC) ile kıyası mümkün değil tabii. Parçalarını Amerika’dan göndermişler. Peki yıl sonuna doğru, CERN’deki dairesel hızlandırıcıda protonlar saniyede 40 milyon kez çarpışınca ne olacak? Laboratuvardaki Büyük Patlama’nın insanlığa ne yararı olacak?
Anladığım kadarıyla bir kere evren bulmacasındaki eksik parça yerine oturacak. Yani maddeye kütlesini kazandırdığı varsayılan ve adını İngiliz fizikçi Peter Higgs’ten alan Higgs parçacığı bulununca sırlar çözülecek.
Engin Hoca, "Evrenin başlamasında bir simetri olması gerekiyordu" diye anlatıyor. Yani madde ve antimadde şeklinde. Ancak antimadde yok oluyor. Asimetrik bir düzende sadece madde kalıyor. Oysa bir anti-galaksi de olması gerekiyordu. Peki evrendeki parçacıklar kütlelerini nasıl bir mekanizma ile kazandı? Teoriye göre bunların kütle kazanması için Higgs parçacığının varlığı gerekiyordu. O parçacık olmasa evren olmazdı. Acaba Higgs’in bugüne kadar bulunamamasının nedeni, kütlesi ağır olduğu için o enerjiye ulaşılamaması mıydı?
SANİYEDE 40 MİLYON OLAY
Şimdi Higgs’in kütlesinin LHC’de ortaya çıkacak muazzam enerjinin sınırları içinde olduğu varsayılıyor. İsviçre’deki CERN yeraltı laboratuvarında LHC’ye entegre olarak inşa edilen dünyanın en büyük dedektörü ATLAS, protonların çarpışması sonucu ortaya çıkacak parçacıklardan data toplayıp Higgs’i ve diğer sürprizleri bulacak.
Parçaları CERN üyesi ülkelerin firmaları tarafından imal edildikten sonra yerin 100 metre altındaki kuyuya indirilerek inşa edilen ATLAS, 10 katlı bina yüksekliğinde ve 45 metre genişliğinde. Bu deneyde bir araya gelen insan sayısı yaklaşık 2 bin. Türkiye dahil 35 ülkeden fizikçiler var.
ATLAS’ın tespit edeceği o sürprizler arasında, Türk grubunun da üzerinde çalıştığı dördüncü kuark ailesi de olabilir. "Higgs’in bulunması kadar önemli olacak. Türk grubu olarak bunun içinde bulunmak bizi çok gururlandırıyor. Hep birlikte bunu kutlamayı umuyoruz" diyor Engin Arık.
Peki kuarklar nedir? "Evren başladığı zaman sadece kuarklar ve leptonlar vardı. Bu kuarklar birleşip protonları yaptı. Onlar birleşip çekirdekleri, atomları; atomlar da birleşip galaksileri yaptı. Atomların içine girdikçe daha küçük parçacıkları nötronları, protonları gördük çekirdeğinde. Ondan sonra protonları ve nötronları çarpıştırdıkça, kuarkları gördük. Bir de baktık ki, bütün evreni yapmak için, birinci ailedeki o iki kuark ve bir de elektron yeterli. CERN’deki deneylerde ikinci aile kuarklarını ve leptonlarını bulduğumuz zaman şaşırdık. Sonra üçüncü aileyi de bulduk. Bu temel parçacıklar arasında etkileşme kuvveti var ve dördüncü bir ailenin de olması gerekiyor. Bu tabii teorik, varsa ATLAS deneyinde göreceğiz."
ATLAS deneyinde saniyede 40 milyon olay meydana gelecek ve bilgisayarda milyonlarca işlemle ayıklama yaparak olayların sayısını 5-10’a indirecekler.
TÜBİTAK PARA VERMİYOR
Deneyler, Türk parçacık fizikçilerini heyecanlandırıyor ama, yeterince mutlular mı? Hayır. Çünkü Türkiye CERN’e üye değil, gözlemci statüsünde ve TÜBİTAK katkı payını ödemediği için deneyler tavsıyor. Öğrenciler CERN’deki programlara katılamıyor, burs alamıyor. TÜBİTAK, AB’nin Altıncı Çerçeve Programı’ndan gelen paraya rağmen temel bilimle ilgili projeleri desteklemiyor. Deneylere katkı yapsa bile gidiş-geliş masraflarını karşılamıyor, sonra da tamamen bırakıyor. Oysa CERN ile işbirliğine girişen Suudi Arabistan öğrencilerini yaz programlarına gönderiyor.
Şimdi Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) bünyesinde 11 kişilik bilim komitesi kuruldu ve CERN deneylerine bütçe ayrılması konusunda biraz umut var. Bu komitenin üyesi olan Prof. Arık, "Türkiye bir Avrupa ülkesi olarak neden CERN’e üye olmasın? Bilimsel platformda olmak büyük prestij kazandırır. Türkiye’nin önüne hedefler koyması gerekir. Biz projeleri tartışıyor, sonra rafa kaldırıyoruz. Atılım yapsak, Türkiye 15 yılda bilim ülkesi olur" diyor. Örnekler veriyor. Bulgaristan, 1999’da 20. üye olarak CERN’e katılmış. Romanya üye olmak üzere. Ermenistan yoksul, ama 1000 kişilik Erivan Enstitüsü’nde dedektör kuruluyor. İspanya bir zamanlar Türkiye ile kıyaslanabilir bir ülkeydi, oysa şimdi parçacık fiziğinde ilerledi, yeraltı laboratuvarı kurdu. Türkiye’deki parçacık fizikçilerinin sayısı ise 10-20 kişiyi geçmiyor ve hızlandırıcı kurmak için destek bulamıyor.
Bir hızlandırıcı merkezi kurmanın pratik hayata ne faydası var? Faydası şu ki, temel bilimin teknolojiye dönüşmesi kalkınmayı beraberinde getiriyor. Fizikçiler arasındaki haberleşme ihtiyacından ötürü internetin 1990’da CERN’de doğduğunu da belirtelim. Parçacık hızlandırıcıları, moleküler biyoloji ve tıptan nükleer fiziğe, gıda sterilizasyonu ve enerji üretiminden savunma sanayiine yüzlerce alanda kullanılıyor. Bununla da kalmıyor, şimdi bir de hızlandırıcıya dayalı nükleer santral projesi çıkıyor ortaya.
Bulgar şirketleri prototipini yapıp, bu santralı üretmek üzere harekete geçmiş. Hızlandırıcılı reaktörde uranyum yerine toryum kullanılıyor. Toryum yeryüzünde, uranyumdan üç kat daha fazla bulunuyor ve Türkiye’de de fazlasıyla var. Nasıl çalışıyor bu santral?
Engin Hoca tarif veriyor: "Hızlandırıcıda proton atıyorum, etrafına da kurşun koyuyorum, tabancayla attığım proton kurşunla hızlı nötron çıkarıyor, o da gidiyor toryumun çekirdeğine çarpıyor ve fizyon yapar hale getiriyor. Atıklar daha az, patlama çatlama riski yok. Türkiye de girsin diye 2003’te projenin başıyla görüştük, enerji bakanına anlattık, şan şöhret getirecek bir şey olmadığı için rafa kaldırıldı. Çünkü ölü yatırım gibi geldi."
CERN’deki deneylere katılan iki Türk grubunun lideri de kadın
Türkiye, 1956’dan beri CERN’de gözlemci statüsünde ve iki deneyde çalışan iki Türk grubunun lideri de kadın. Boğaziçi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Engin Arık ATLAS grubunun başında. Bu grup aynı zamanda karanlık madde arayan CAST deneyinde de çalışıyor. CMS deneyindeki Çukurova Üniversitesi grubunun lideri Prof. Dr. Gülsen Önengüt. CMS dedektörü de bu yıl sonlarında LHC’deki çarpışmadan veri toplayacak, o da Higgs parçacığını arayacak. Ankara ve Boğaziçi üniversitelerinden gruplar ATLAS deneyine; Boğaziçi, Çukurova ve ODTÜ’den gruplar ise CMS deneyine katılıyor. Ancak bir bilim ve teknoloji politikası bulunmadığı için ve yüksek enerji fiziğine ayrılan kaynaklar çok kısıtlı olduğundan, CERN’deki başka deneylere katılma imkanı bulamıyorlar.
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2007
Geçen haftaki, Japonların yunus katliamı yazısı, hiç abartmıyorum infial uyandırdı. Gelen protesto mesajlarının haddi hesabı yok. Çatacak, bağırıp çağıracak hedef merci arıyorlar. Ve bir de istek yapanlar var. Japonların Antarktika’daki balinaları katletmesi; Çinlilerin yerlere çarpa çarpa sersemlettikleri kedi ve köpekleri diri diri yüzmesi... Hayvanseverler hepsi yazılsın istiyor. Çünkü bunlar artık birer rivayet değil. O zulüm manzaralarının videoları internette dolaştıkça gaddarlığa duyulan isyan da büyüyor. Evet Çinliler yılda 2 milyon kedi ve köpeği diri diri yüzüp, kürklerini aklınızın almayacağı ürünlerin arasına sokuşturuyor. Japonlar da her yıl bin kadar balinayı lüzumsuz yere öldürüyor. Lüzumsuz, çünkü Japonların balina eti yediği yok. Ancak Japonya’da balina avına ilişmek bir tabu. Resmi söyleme göre, balina demek Japon kültürü demek. Balina avına karşı geliyorsan, gayrı milli bir unsursun. Gayet paradoksal bir durum da söz konusu. Çinliler köpek katlederken, Japonlar balina etinden köpek maması yapıyor. İyi mi?
Kürk mantonuzu, çanta ya da bilmemhangi aksesuvarınızı boşverin. Çocuğunuza aldığınız Çin işi oyuncağa bakın. Sahici gibi duran kedi yavrusu köpek kürkünden yapılmış olabilir.
Uydurmuyorum. Avrupa Parlamentosu’ndan İskoçya milletvekili Struan Stevenson, etiketinde "Hayvan yan ürünü Çin malı" yazılı oyuncak kedinin kürküne DNA testi yaptırıyor ve laboratuvar raporunda şöyle yazıyor: Halis köpek kürküdür.
Stevenson’un AB’nin sağından solundan topladığı başka ucube ürünler de var. 42 adet Alsas çoban köpeğinden yapılmış Berlin’den alınma kürk manto ve dört adet Golden Retriever’dan mamül Kopenhag menşeli taban postu gibi. Ve bunları satın alanlar, ürünlerin evde besledikleri köpek ile akrabalığının farkında bile değil.
Çünkü kürk, takibi zor bir nesne. Kaynağını bulmanız katiyen mümkün değil. Bu haltı yiyenler, kedi ve köpeğin derisini oraya buraya sokuşturanlar da Çinliler. Hayvanlara etik muamele için mücadele veren Amerikan kuruluşu PETA’nın verilerine göre Çinliler, yılda 2 milyon kedi ve köpeği kürkü için öldürüyor. Hem de nasıl öldürüyor! Hayvanlar tıkış tıkış kafeslere yerleştirilip kamyonlarla naklediliyor, kafesler yerlere çalınıyor ve el kadar kediler daha diriyken derileri sırtlarından yüzülüveriyor.
Bir başka videoda rakun köpekleri yerlere çarpılıp sersemletiliyor, sonra ayakları kesiliyor. Hálá canlılar. Baş aşağı bir çengele asıyor, yüzme işlemine geçiyorlar. Hálá canlılar. Çırpınıyorlar. Ağlayamıyorlar. Ama, gözlerinde öyle derin bir ısdırap var ki, anlatamam. Derilerini kaybettikten sonra yürekleri 10 dakika kadar daha atmaya devam ediyor.
PETA’nın mücadelesi sonunda ABD, kedi-köpek kürkünün ticaretini yasaklıyor. Bu sefer Çinliler, Avrupa pazarına yüklenmeye başlıyorlar. Hayvanları canlı canlı kaynar suya attıkları da oluyor.
Hayvan hakları savunucularının kampanyaları sonucu Avrupa Komisyonu geçen yıl 20 Kasım’da kedi ve köpek kürkünün ithalat ve ihracatını yasaklamak üzere bir tasarı hazırlıyor.
Bu iğrenç ticareti yasaklamak için yeterince irade mevcut ama, esas olarak dünyanın bir numaralı kürk ihracatçısı Çin’in, "yaban köpeği", "dağ kedisi" diye etikelediği bildiğiniz sıradan kedi-köpek kürkünü oraya buraya sokuşturmaktan vazgeçmesi gerekiyor.
JAPONYA’NIN MİLLİ BALİNALARI
Mesele kedi-köpekle sınırlı da değil. Çin’deki kürk çiftliklerinde tilki, mink ve tavşanlar da daha farklı bir yöntemle öldürülmüyor. İnsan, sırtına geçirdiği kürkün asıl sahibinin hangi şartlar altında öldürüldüğünü nasıl bilebilir ki.
Tek çözüm, kürk giymekten vazgeçmek. PETA da bunu öneriyor.
Başlıkla dediğim gibi, Japonlar ile Çinlileri seviyoruz ama hayvanları katletmelerinden nefret ediyoruz. Aslına bakılırsa, Çin halkı da nefret ediyor. Ülkenin bazı kesimlerinde köpek eti yense de, Çinliler evlerinde severek kedi-köpek besledikleri için hayvanların hunharca öldürülmesine onlar da dayanamıyor.
Gelecek yıl Pekin’de yapılacak Olimpiyat oyunları sırasında da hayvanlara zulmün uluslararası platformda enine boyuna gündeme gelmesi bekleniyor.
Keşke bir Tokyo Olimpiyatı olsa da balinaların akıbeti de gündeme gelse. Ayrıca Japonlar da balina avından nefret etse.
Son aylarda dünyanın dört bir yanındaki Japon temsilciliklerinin önünde protesto gösterileri yapılıyor. Hayvanseverler "Japonya’yı seviyoruz ama, balina avından nefret ediyoruz" pankartları taşıyor.
Çünkü Antarktika’daki Güney Okyanus Sığınağı’nın balinaları, Japonların yüzer balina fabrikası Nisshin Maru gemisindeki balıkçılar tarafından öldürülüyor. Daha doğrusu öldürülüyordu. Gemide çıkan yangın, bir mürettebatın ölümüne neden olup makine dairesinde de hasara yol açtığı için Japonlar sezonu erken kapatmak zorunda kaldı. 505 adet minke balinası ile türü tükenme tehlikesinde olan fin balinalarından üç adet avlayıp, eksik kotayla dönüş yolunu tuttular. Gelecek yılki rakamları da veriyorlar: 935 minke balinası, 50 adet de fin balinası.
Japonların balina avı tamamen yasa dışı. 1946 yılında kurulan ve Japonya dahil 73 üyesi bulunan Uluslararası Balina Avcılığı Komisyonu 1986 yılında moratoryum ilan edip avı tamamen yasaklamıştı. Bilimsel amaçlı av ise istisna tutulmuştu. İşte Japonya bu istisnaya sığınıp bilimsel amaçlı avlandığı iddiasında. Antarktika’da tam 29 gün süreyle, Nisshin Maru’ya karşı tazyikli su duvarı gibi yöntemlerle engelleme eyleminde bulunan Greenpeace’in Esperanza gemisi mürettebatını da tacizle, bilimsel araştırmaları bloke etmekle suçluyorlar.
GERÇEK VATANSEVER AVCIDIR!
Komisyonun bu yılki toplantısı, mayıs ayı sonunda Alaska’da yapılacak ve Japonya, moratoryumun kaldırılması için bastıracak. Başta Danimarka olmak üzere Japonya’yı destekleyen bazı üyeler olduğu biliniyor. Bu toplantı sonunda balinaların akıbeti de belli olacak.
Peki Japonlar balina avlamaya neden bu kadar meraklı? Greenpeace’in Japonya Direktörü olan yazar Jun Hoşikava’nın anlattığına göre Japonlar, balina avı yüzünden ülke imajının zedelendiğini fark etmeye başladı. Bu avın milyonlarca dolara mal olduğunun da farkında. Ancak resmi söyleme göre balina, Japon kültürü ve mutfağının bir parçası olduğu için, ava karşı çıkmak gayrı milli bir tutum olarak algılanıyor. Gerçek bir Japon vatanseverin balina avından yana olması gerekiyor. Bu yüzden Japon medyası da milliyetçileri kızdırmamak için balina avına pek ilişmiyor.
Japonların balina etine pek bayıldığı da yok. Halkın yüzde 95’i ya hiç yemiyor, ya da nadiren yiyor. Ucuz, ancak kuru ve sert olan balina etini genç kuşak ağzına koymuyor.
Peki ne yapıyorlar o kadar balina etini? Bir iddiaya göre 4 bin ton et dondurulmuş vaziyette bekletiliyor. Bir iddiaya göre de yüklü miktarda etten köpek maması yapıyorlar.
á Kaynaklar: PETA ve Greenpeace. Görüntü ve bilgiler bu kuruluşların web sitelerinde.
Geçmiş bir protestonun duyurusu
Çin’deki kedi ve köpek katliamı Türkiye’de de protesto edilmiş. Benim haberim yoktu. İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Avukat Ahmet Kemal Şenpolat’tan gelen mesaj sayesinde öğrendim. Hayvan Hakları Türkiye Aktif Güç Birliği Platformu (HAYTAP), dünya ile aynı günde, 13 Şubat 2007’de Çin’in Ankara’daki büyükelçiliği ve İstanbul’daki konsolosluğu önünde protesto gösterisi düzenlemiş. Devasa Çin’i protestonun sloganı da şu: "Var mısınız yel değirmenleriyle savaşmaya?"
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2007
Yunus katliamının videosunu Ayhan Atakol gönderdi. İnanamayacaksın, dedi. Seyrettim, gerçekten inanamadım. Japon balıkçıların teknelerle önlerine katıp sürdüğü yunusların sığ sularda alçakça kapana kıstırılması mı, zıpkınlarla delik deşik edilirken çırpınıp haykıran hayvanların kabarttığı suların kızıl rengi mi, yoksa kıyım karada devam ederken iri bıçakların yunus etlerine saplanması sırasında faillerin ürkütücü kayıtsızlığı mı daha çok etkiledi beni bilmiyorum. Bıçaklanan, kamyonetlerin arkasında diri diri sürüklenen o yunuslar et tüketimi uğruna hunharca katlediliyor, sağ kalanlar da şov hayvanı olarak su parklarına satılıyor ki, o ayrı bir barbarlık. Cinayetleri baştan sona lanet okuyarak izliyorsunuz. Seyirci kalmak istemiyorsanız, Japon Başbakanı Abe’ye hitaben yazılmış dilekçeye imza koyuyorsunuz. Kampanyaya katılanların sayısı 335 bine ulaşmış durumda.
Benim hayatımda böyle bir kıyım görmemiş olmam önemli değil. İşin uzmanı Richard O’Barry de görmemiş.
Amerikan donanmasından dalgıç emeklisi O’Barry, 1960’ların ünlü TV dizisi Flipper için yunus terbiye ediyor. Bizzat yakalayıp eğittiği 100 yunusun beşi dizide rol aldıktan sonra, ansızın nedamet getiriyor. Çünkü o Flipper’lerin sonuncusu O’Barry’nin kollarında, gözlerinin ta içine bakıp intihar ediyor. Yunus ve balinalar kendiliğinden değil, bilinçleriyle soluk alıp verdiklerinden, dizi aktörü yunus aniden bırakıveriyor soluk alıp vermeyi. Soluma işiyle meşgul oldukları için uykuya bile dalmayan yunuslar, hayat çok çekilmez hale geldiği zaman kendi kendilerini boğuyorlar.
Böylece O’Barry, 1970’lerin başından itibaren yunusların esaretine karşı mücadeleye girişiyor. Bugün artık dünyanın en tanınmış çevre koruma ve hayvan hakları savunucularından biri. Son 10 yıldır da, "Japonların gizli soykırımı" dediği yunus kıyamına karşı savaşıyor.
Olay mahalli, Japonya’nın Taiji sahilleri. Her yıl ekim ayından başlayıp martın ilk günlerine kadar devam eden katliamda 20 bin yunus can veriyor.
Japan Times’a konuşurken, "Ben hayatımda böyle bir şey görmedim" diyor O’Barry. Ona kalırsa, binlerce yunusun Taiji koyunda kıstırılıp zıpkınlarla delik deşik edilmesine kimsenin yüreği dayanmaz, ancak medya konuyu gündemden uzak tuttuğu için Japonya bu trajediden haberdar değil. Katliam yeterince bilinse böyle bir vahşetin gün ışığında devam etmesine imkan yok.
Gerçekten de yunus katliamının videosunu izledikten sonra o barbarlığa lanet okumamak, durdurmak için harekete geçmemek mümkün değil.
Richard O’Barry her yıl dünyanın dört bir yanında Japon temsilcilikleri önünde protesto gösterileri organize ediyor. Böylece Taiji’deki soykırım yavaş yavaş insanların bilincine işleniyor. O’Barry’nin kalabalık toplamayı başaramadığı ter yer Tokyo. Çünkü Japon mutfağı yunusu seviyor. Balıkçılar da bu bizim geleneğimiz diyor ve Batılıların işlerine burunlarını sokmasından nefret ediyorlar.
Mesela O’Barry’nin Taiji’ye götürdüğü BBC ekibinin çektiği belgeselin TV’de yayınlanması balıkçılar arasında büyük tepki uyandırıyor. Kamerayla gelenleri derhal püskürtüyorlar. Japon halkının da bilgilenip uyanması halinde geçim kaynaklarını kaybetmekten korkuyorlar.
Milyar dolarlık Japon yunus endüstrisinin desteklediği avı engelleyip balıkçıları ekmeğinden etmek belki adil değil ama, Japonların dünyadaki doğal yaşamın parçası olan bu hayvanları kendi ulusal parkında avlanır gibi talan etmesi de adil değil.
Sadece soykırıma değil, yunusların esaretine karşı da mücadele veriyor O’Barry. Su parklarında şaklabanlık yaptırılmasına, deniz müzelerinde sergilenmelerine de itiraz ediyor. Çünkü yunus ve balina gösterilerinin eğitici bir yanı olmadığını, esaretten nefret eden bu hayvanların o eğlence ortamlarında büyük zulüm yaşadığını anlatıyor. Çocuklar bu yolla sadece doğayı sömürmeyi öğreniyor.
Taiji’de yakalanan yunusların her biri eğlence parklarına 100’er bin dolara satılıyor. Katledilen her yunusun et olarak bedeli ise 600 dolar.
REKABETİ ÖLDÜRMEK UĞRUNA
O’Barry’ye göre Japonya yeterince zengin bir ülke ve yunus eti için aşırı avlanmaya ihtiyacı yok. Ancak kapalı kapılar ardındaki bir toplantıda kendisine söylendiğine göre Japonların esas derdi, hayvanları öldürüp rekabeti yok etmek. Oysa o yunuslar, Japonların malı değil.
Zaten yunus eti yüksek miktarda cıva içeriyor, özellikle hamile kadınlar ve çocuklar için tehlikeli. Japonlar ise bu zehri Çin’e ve diğer bölge ülkelerine ihraç ettikleri gibi kendileri de yiyorlar. Doğal yaşamı tüketerek...
Şimdi SaveJapanDolphins.org sitesinden yunus katliamıyla ilgili gerçekleri öğrenmek ve petitiononline.com’da Japonya Başbakanı Şinzo Abe’ye hitaben yazılmış dilekçeyi imzalamak mümkün. Ancak bu hareketin ne kadar başarılı olacağı şüpheli. Richard O’Barry’ye göre yunus soykırımını durdurmanın tek yolu, Japon halkının hükümete kafa tutmasından geçiyor.
ABD’de yaşanan olay tipik bir örnek. Ton balığı avı sırasında denize atılan ağların, yunuslar dahil her türlü canlının telef olmasına yol açtığı Amerikan basınında enine boyuna yazılıp çizilince halk arasında büyük infial oluşmuş ve kıyım durdurulmuştu. Şimdi ABD’de ton balığı kutularının üzerinde "bu balık avlanırken yunuslar öldürülmemiştir" ibaresi yer alıyor.
Ancak ABD’nin de yunusları askeri amaçlı kullandığını unutmamak gerekiyor. Daha geçenlerde, Washington eyaletindeki bir deniz üssünün terör saldırılarına karşı yunus ve denizaslanları tarafından korunacağı açıklandı.
Japonya’daki katliamla ilgili son bir soru geliyor aklıma. Hayatlarını sona erdirmek konusunda kendi tercihlerini kullanabilen, soluk almayı bırakıp ölümü seçebilen bu hayvanları vahşice köşeye sıkıştırıp öldürmek etik bir davranış mı?
Adres: Taiji’deki görüntüler çok zalimce. Yüreğiniz dayanamayabilir. http://www.glumbert.com/media/dolphin
Yazının Devamını Oku