Ayşe Özek Karasu

Al Gore dinlemeye 4x4 ile gitmek

16 Haziran 2007
Küresel ısınmayla mücadele misyoneri Al Gore geçen hafta Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF-Türkiye ve Garanti Bankası işbirliğinde organize edilen konferansla İstanbullu’nun karşısına çıktı. Fosil yakıt kullanımı yüzünden insanlığı bekleyen felaketleri anlatırken, bir de müjde verdi: Arnold Schwarzenegger karbondioksit saçan Hummer’ları bırakmıştı. O bunları anlatırken, Çırağan’ın bahçesinde Al Gore’u dinlemeye gelenlerin karbon canavarları yatıyordu.

Geçen salı günü Al Gore’un küresel ısınma manifestosunu dinlemek üzere Çırağan’a girerken fark etmemiştim. Ama çıkarken, kesin bilinçlenmiş bir şekilde, bahçede motorları çalışır vaziyette bekleyen canavarları gördüm.

4x4 arazi araçları ve diğer battal karbon canavarlarını. /images/100/0x0/55eb2c01f018fbb8f8affbe5

İronik bir durumdu tabii.

Daha az önce Al Gore, karbon emisyon hacmini artıran bu araçların küresel ısınmadaki rolünü anlatıyordu. İnsanlığa, buzul erimeleri, kasırgalar ve sellerle, kuraklık, açlık ve on milyonlarca mülteciyle geri dönecek küresel ısınmadaki rolünü.

Hatta California Valisi Arnold Schwarzenegger’in konuşmasını, şöyle ağzını doldura doldura taklit edip "Senin filmini seyrettikten sonra Hummer’ı başımdan attım" dediğini aktarmıştı.

Arnie, "Uygunsuz Gerçek"i seyrettikten sonra aniden bilinçlenmişti. ABD medyasından da takip ettiğim kadarıyla Hummer filosunu hidrojen ve biyoyakıt ile çalışacak şekilde modifiye ettirmişti. Terminatör’ün geçtiği yollar artık egzozundan saçtığı kızartma yağı kokuyordu.

Üstelik o Hummer’lar birebir Arnie’nin eseriydi. 1991’de Körfez Savaşı’nda kullanılan Humvee’leri görünce bunların sivil tipinin üretilmesi için General Motors’a baskı yapmış ve Hummer’lar dünyaya gelmişti. Arnie şimdi, Hummer’ın biyoyakıtla çalışan versiyonunu üretmesi için GM nezdinde ikinci bir ikna atağına geçmişti. Çünkü teknoloji mevcuttu.

TÜRKİYE’NİN KARBONU

Al Gore konferansını dinlemeye gelen iş dünyasının seçkinleri arasında neyse ki Hummer getiren yoktu. Bunlar normal otoların üç katı kadar karbondioksit salıyor. Ama, bahçedeki GM, Ford ve Benz’lerin gaz kapasitesi Arnie’nin Hummer filosuna neredeyse eş değerdi. Üstelik Al Gore iki saat süren akıcı, dinamik ve esprili sunumunda Türkiye’nin atmosfere salınan ve küresel ısınmaya yol açan gazlarda giderek artan payını grafikli olarak göstermiş ve Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü henüz imzalamamış olduğuna da parmak basmıştı.

Tabii, dünyanın en fazla karbon emisyon hacmine sahip ülkesi ABD’nin de Kyoto’yu imzalamadığı gerçeğini vurgulayarak.

Gore’un konferansı, iki Oscarlı belgeseli "Uygunsuz Gerçek"te de yaptığı o espriyle başladı: "Ben aslında ABD Başkanı olacaktım." 2000 başkanlık seçimini mahkeme kararıyla Bush’a kaybetmişti ya, hayli zamandır politikadan uzaktı. Saçları ağaracak kadar uzun zaman geçmişti. Hatta gezilerinden birinde karşılaştığı bir kadın, "Saçını siyaha boyarsan, aynı Al Gore’a benzeyeceksin" demişti.

Sunumdaki çarpıcı "gerçekler" filmdeki gibiydi: Himalayalar hızla eriyordu ki, dünya içme sularının yüzde 40’ı buradan geliyordu. Kutuplardaki erimeler dev buzul kütlelerini okyanusa gömüyordu ki, bu böyle giderse Antarktika’daki kırılmalar okyanusları kabartıp birçok kenti sular altında bırakacaktı.

Beri yanda ısı artışıyla birlikte yağışlar azaldığı için şu an dünyanın bazı bölgelerinde yaşanan kuraklık aşırı boyutlara varacak ve hızla çölleşecek ülkeler arasında Türkiye de yer alacaktı.

Ancak Ay’a insan gönderip, faşizmi yenen, sivil haklar için mücadele veren insanlık küresel ısınmanın üstesinden de gelebilirdi. Krizle gelen değişim fırsatını değerlendirip, aklını ve yüreğini ortaya koyarsa.

ABD’DE YEŞİL MODASI

Küresel ısınmaya karşı mücadelesine yıllar önce başlayan Al Gore’un belgeseli ve konferansları, eğittiği bin kadar misyoneri sayesinde ABD’de yeni bir bilinç oluşuyor. USA Today-Gallup anketine göre halkın yüzde 60’ı global ısınmanın dünyanın iklimini değiştirdiğine inanıyor artık.

ABD’ye yayılan yeni bilinç sayesinde Toyota, hibrid oto satışlarıyla bir numaraya yükselince GM ve Ford da hibrid yarışına girdiler. Chrysler’in de katılımıyla Washington’a temsilciler gönderip, karbondioksit emisyon hacmini azaltacak teknolojileri desteklemesi için hükümete baskı yapmaya başladılar.

Federal yönetim son günlerde küresel ısınma realitesine yakınlaşmakla birlikte henüz somut adımlar atmaktan uzak. Al Gore, federal düzeydeki bu tutuma karşın ülkenin doğu ve batısında art arda birçok eyaletin karbon emisyon hacimlerini sınırlayan yasalar çıkarmaya başladığını anlatıyor.

Bu eyaletler içinde Arnie’nin California’sı da var. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisi. Geçen yıl, eyalette çevre kirliliğine yol açtıkları için Toyota, Nissan, Ford, Honda, Chrysler ve General Motors hakkında dava açtı. Son derece radikal bir yasayı meclisten geçirdi. Federal izne tabi bu yasa, karbondioksit emisyonlarının 2020 yılına kadar yüzde 25 oranında azaltılmasını öngörüyor.

SEKSİ MÜCADELE

California Valisi Arnie geçenlerde Newsweek’e kapak oldu ve ABD’de küresel ısınmayla mücadele eden bir figür haline geldi.

Al Gore, ABD’deki bu toplumsal değişime damga vurduğu halde yine de mütevazı. Konferansın sonunda "Eğer siz başkan olsaydınız, bugün dünya daha mı farklı olurdu?" sorusuna verdiği cevap şöyleydi: "Başkan olsaydım, ben de farklı hatalar yapıyor olurdum."

Al Gore, mütevazı ama, Schwarzenegger öyle değil. O siyasi liderlikle show business’i birleştiriyor. Daha pazarlamacı. Geçenlerde bir üniversitede yaptığı konuşmada, "Bu yeşil hareketin pırıltılya ihtiyacı var. Tabana yayılması için daha seksi hale getirmeliyiz ki, herkes katılsın" diyordu.

Umarım Al Gore’un konferansı da kendisini 4x4 ile dinlemeye gelenler açısından yeterince seksapel taşıyordur. Aksi takdirde Schwarzenegger’i de İstanbul’a getirmek gerekecek.
Yazının Devamını Oku

Finans şirketinden moda ilahı olur mu

9 Haziran 2007
Lüks moda aleminde bir kale daha yıkılıyor. Givenchy, Versace, YSL’den sonra Valentino da gidici. Gerçi Versace diğerleri gibi gönüllü emekli olmadı, cinayete kurban gitti ama gitti... Valentino modaevinin kontrolü de geçen hafta itibarıyla özel sermaye şirketi Permira’nın eline geçti. Hem de Valentino’ya hiç sorulmadan. Şimdi Valentino’nun yönetim kurulunda kalıp kalmayacağı belli değil. Büyük finans şirketlerinin moda devlerini ele geçirdiği yeni lüks tüketim düzeninde, Givenchy ve YSL gibi markalar iddiasını kaybetti. Peki acaba Valentino’suz Valentino olur mu? O gerçi muazzam bir marka ama, kazancı öyle değil. Bu nedenle Permira’nın Valentino’yu emekli edip, markayı daha kazançlı bir alan olan aksesuvara yönlendirmesi bekleniyor. Borsa kurtlarının tahminine göre ise Permira’nın asıl amacı, çoğunluk hissesi Valentino’da bulunan Hugo Boss’u ele geçirmek.

Bir zamanlar sükseli modacıların isimleri şöhretli kadınlarla birlikte anılırdı. Hubert de Givenchy ve Audrey Hepburn, Yves Saint-Laurent ve Catherine Deneuve, Valentino Garavani ve Sophia Loren...

Diktikleri prenses kıyafetleriyle o parlak şöhretli kadınları birer aristokrata çevirdikleri gibi kollarına girip kavalyelik de eder, Güney Fransa’larda hep birlikte jet set hayat sürer, prestijli dergilere yanak yanağa kapak olurlardı. Jacqueline Kennedy’nin Onassis ile evlenirken giydiği gelinlik de Valentino’nun elinden çıkmıştı.

O modacılar işlerini aile şirketi çatısı altında yönetirdi. Valentino kendi özel uçağını edinen ilk tasarımcı olmuştu. Çok pahalı, saten kuyrukları yerleri okşayan prenses kıyafetleri diktiği gibi kendi zevkleri de pahalıydı; Roma, Londra ve New York’ta İngiliz uşaklı evleri, Fransa’da 17. yüzyıldan kalma şatosu, Gestaad’da şale köşkü, Picasso ve Andy Warhol koleksiyonları, Meissen porselenleri.

İşlerini dev şirketlere devreden Givenchy ve YSL’nin aksine, ünlü yıldızlarla kırmızı halı geçitlerine devam ediyor 75’lik Valentino. Daha geçenlerde Cannes’daydı ve önümüzdeki bir yılın kırmızı halı stratejilerini çizmek üzere yıldızlarla görüşmeler yaparken, Milano’da bambaşka pazarlıklar yapılıyordu. Finans dünyasının pazarlıkları.

İki özel sermaye şirketi, İtalyan markasının peşindeydi. İngiliz Permira ve Amerikan Carlyle. İtalyan Marzotto ailesinin elinde bulunan Valentino hisselerinin yüzde 29.6’sını zaten almıştı Permira, şimdi geri kalan hisseler için çarpışıyorlardı. Sonunda Permira, hisse başına 47,60 dolarlık teklifiyle Carlyle’ı devre dışı bıraktı ve 3.5 milyar dolara Valentino’da yüzde 52 ile kontrolünü ele geçirdi.

Valentino Fashion Group’u (VFG) 2002 yılında bir İtalyan yatırım grubundan satın alan Marzotto ailesi şimdi markayı Permira’ya devrederken Valentino’ya danışma gereğini de duymamıştı. Oysa Valentino, 45 yıllık markasını kendi hayat tarzı ve imajıyla bütünleştirerek yükseltmişti.

Valentino’nun karar mekanizması dışında bırakılması aslında lüks tüketim sektöründeki dramatik değişimin bütün izlerini taşıyor. Moda dünyası bir aile işi olmaktan çıkıp dev şirketlerin, hissedarların eline geçerek 150 milyar dolarlık global bir endüstriye dönüşüyor, bir zamanlar güç simsarı olan tasarımcıların fiyakası bozuluyor. Tasarımın yerini finans alıyor, moda kralları tarihe karışıyor.

Bu eğilim 1990’larda LVMH’nin Fendi ve Givenchy gibi markaları almasıyla başladı. Rakip Gucci grubu da YSL, Balenciaga ve Sergio Rossi’yi alarak karşılık verdi. Geniş finansal kaynakları ve pazarlık güçleriyle aile şirketlerine oyun alanını giderek daralttılar.

Lüks tüketimdeki global patlama ve Hindistan, Çin, Rusya gibi hızlı büyüyen pazarların çekiciliği özel sermaye şirketlerini de oyunun içine çekti. Jimmy Choo ve Jil Sander gibi küçük modaevleri el değiştirdi. Geçen yıl Apax Partners, Tommy Hilfiger’i 1.6 milyar dolara satın aldı.

Tüketim tarzının hızlanması da tasarımcıların tahttan inmesinde rol oynuyor. Bir zamanlar partiler ve sıra dışı yaşam tarzları tasarımcıları moda dünyasının merkezine oturttu. Ancak büyük şirketlerin lojistik gücüyle yeni pazar stratejilerinin icat edilmesi ve malların tüketiciye daha hızlı ulaştırılması tasarımcı-yönetici dengesini değiştirdi.

Üç yıl önce Tom Ford, Gucci’den ayrıldığında İtalyan modaevi şöhretli tasarımcı stratejisini bir kenara bırakıp pek tanınmamış Frida Giannini ile yoluna devam etmiş ve daha giyilebilir kıyafetler yaratarak satış rekorları kırmıştı. Gianni Versace’nin öldürülmesinden sonra tasarımı üstlenen Donatella Versace bile geri plana çekilmiş durumda. Şirket artık daha yüksek kar getiren aksesuvara ağırlık veriyor.

Nitekim Valentino markası da efendisinin karizmasından doğmuş olmakla birlikte, esas kazanç, Valentino’nun tasarımı olmayan erkek koleksiyonu ve aksesuvardan geliyor. Esas Valentino markasını oluşturan haute-couture koleksiyonu geçen yıl topu topu 13 milyon dolarlık satış yaptı.

ESAS HEDEF HUGO BOSS

Şimdi Permira’nın planları tam olarak bilinmiyor, Valentino’nun yönetim kurulunda kalıp kalmayacağı belli değil. Ama, bazı tahminler yürütülüyor. Kimisi finansal oyuncuların Valentino’nun tecrübe ve pırıltısına ihtiyaç duyacağını düşünüyor. Bazı kaynaklar da Marzotto ailesinin zaten bir süredir, Valentino’nun gidişine hazırlık olarak tasarım ekibini güçlendirmekle meşgul olduğunu söylüyor. Bazı borsa analistleri Permira’nın Valentino’dan bir çeşit Gucci yaratmaya niyetli olduğu, markanın büyüyen pazarlar için iyi bir lisans potansiyeli taşıdığı görüşünde. LVMH gibi büyük bir gruba satılabileceğini söyleyenler de var.

Bir tahmine göre de Permira’nın esas hedefi şu: Yüzde 50.9 hissesi Valentino’ya ait olan Alman Hugo Boss’u ele geçirmek. Permira’nın önümüzdeki günlerde Boss için teklif vermesi bekleniyor. Valentino ile birlikte alışverişin toplam maliyeti ise tahminen 6 milyar dolar.
Yazının Devamını Oku

Allah rızası için bir böbrek yarışması gerçekten kötü mü

2 Haziran 2007
Hollanda’daki böbrek rezaleti belki de iyi oldu. Böylece, yaşamak için organ bekleyenlerin dramı da gündeme geldi. Beyin tümörlü umarsız hasta bir kadınla acilen böbreğe ihtiyaç duyan üç kişi BBG evine girdiler. O üç hasta binlerce seyircinin önünde böbrek dileniyor. Beyin tümörlü olan, ikisinden birini seçip tek böbreğini verecek. Halk böbreğini ona verme buna ver diye oy gönderecek. Şimdi bu zalim oyuna tepki yağıyor. Avrupa Komisyonu eleştiriyor, Hollanda Hükümeti ise şova itiraz etmekle birlikte engellemiyor. Acaba bu meseleye olumlu yönünden bakılamaz mı? Reality programı sayesinde, insanlar organ bekleyenlerin realitesini daha iyi kavrayamaz mı? Çünkü hiçbir organ bağışı yasası optimal başarıya ulaşamıyor. Her bireye potansiyel donör olarak yaklaşan İspanya bu alanda dünya şampiyonu. Ülkenin en ücra köşesindeki hastanelere kadar uzanan koordinasyon sistemi sayesinde az çok hayat kurtarıyorlar ama, yetmiyor. Çünkü hiçbir demokrasi, yasa böyle diyerek rıza almadan böbreklere zorbaca el koyamıyor.

İki yıl kadar önceydi. Bild yine o sansasyonel başlıklarından birini atmıştı. "Sakın Avusturya’da ölmeye kalkmayın, bütün organlarınızı alırlar" diyordu.

Her tatil başlangıcı Alman halkını, güneşe, kapkaççıya ya da tecavüzcülere karşı uyaran gazete bu sefer de organ yamyamı ülkelere parmak basıyordu. Viyanalı bir cerrah, "Kullanılabilir her türlü malzemeyi çıkarıyoruz" diyor ve en çok böbrek sıkıntısı çektiklerini anlatıyordu.

Bild’e göre İspanya, Fransa ve İtalya’ya gidecek tatilcilerin de ölmeden önce iki kez düşünmesi gerekiyordu, çünkü bu ülkelerde de donörün ya da yakınlarının rızası alınmadan işe yarar organlar, sırada bekleyen hastalara naklediliyordu.

Haber sansasyoneldi, ancak asla asparagas değildi. Avusturya’da 25 yıldır geçerli olan organ bağışı yasası gerçekten de hekimlere, uygun koşullardaki organları alma hakkı tanıyor. Çünkü yasaya göre bireylerin "organını bağışlamak istemediğine" dair kayıt bulundurması gerekiyor. Bu kayıt kimlik kartı üzerinde de yer alıyor. Yani organ bağışı başvurusu yerine, tersini yapmak gerekiyor Avusturya’da.

Bu uygulamanın tarihi bir arka perdesi de var. İmparatoriçe Maria Theresia (1717-1780) zamanından bu yana Avusturya’da ölülere otopsi zorunluluğu bulunuyor. Hastaneler, ailenin rızası olmadan otopsi yapabiliyor. Yani bedensel bütünlüğün bozulması, ölüye saygısızlık olarak algılanmıyor.

Peki bu yerleşik anlayış nedeniyle hekimler, önüne geleni kesip biçiyor mu? Hayır. Yasa izin verdiği halde Avusturyalı hekimler "organ bağışlamama" başvurusu yapmamış kişilerin yakınları rıza göstermeden böbreklere dalmıyor. Aile istemediği takdirde bu hassasiyete saygı gösteriliyor. Yasa ne derse desin, bütün demokratik ülkelerde bu düzen böyle işliyor.

ŞAMPİYON İSPANYA


İşte bu nedenle Avusturya’daki organ bağış sistemi mükemmel değil, bekleme listeleri kabarık. Organı alınanların sayısı, her bir milyonda 24.8 kişi.

Bu alandaki rekor ise İspanyolların elinde. Her 1 milyonda 35.1 kişinin organı hastalara naklediliyor. İspanya’da bekleme listeleri yüzlerle ifade ediliyor, Türkiye’de ise organ bağışı bekleyenlerin sayısı 80 bini geçiyor. Bağış yapanların sayısı ise 3 bin 194.

İspanya’daki yasa da Avusturya’daki gibi. Bireyin organ bağışlamak istemediğini bildirmesi gerekiyor, aksi takdirde ani bir kaza ya da beyin kanaması halinde potansiyel donör muamelesi görüyor.

Orada da hekimler, yasaya rağmen ailenin rızasına başvuruyor. Ülkenin bazı kesimlerinde ailelerin onay oranı çok yüksek. Mesela Bask bölgesinde, yakınlar organ bağışını hiç reddetmiyor.

İspanyol modeli, AB ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından da dünyaya örnek olarak gösteriliyor. Ancak İspanya’yı organ bağışında bir numara yapan yasası değil, müthiş profesyonelce işletilen koordinasyon sistemi. Ulusal Transplantasyon Örgütü’nün (ONT) başkanı ve modelin mucidi olan Rafael Matesanz, Madrid’deki merkezden taşradaki hastanelere uzanan hiyerarşik yapılanma sayesinde başarıya ulaştıklarını anlatıyor. Matesanz, "Hiçbir ülke yasa değiştirerek, organ bağışlarını gözle görülür ölçüde artıramamıştır. İşin sırrı uygulamada" diyor.

Mesela İsveç organ bağışı yasasına yaz-boz tahtasına çevirmiş, bağışlama-bağışlamama felsefeleri arasında gidip gelmiş, asla sonuç elde edememiş. Çünkü hiç kimse organını bağışlamak istemediğine dair bildirimde bulunmamış. Bu durumda her ölen kişinin uygun durumdaki organlarını almak gerektiği için sistem işlememiş.

Brezilya ise "organ bağışı reddi" esasına dayalı yasayı kabul ettikten sonra, sağlık sistemine zaten hiç güvenmeyen halkın iyice kuşkulanması üzerine yine gönüllü bağış uygulamasına dönmüş.

İspanya’da, yoğun bakım ünitesi olan bütün hastanelerde sadece organ bağışından sorumlu bir koordinatör bulunuyor. Model tamamen bu kilit kişiye dayanıyor, nakil zincirini tamamen o kişi yönetiyor. Koordinatör, hastaneye getirilen her hastayla ilgili bilgi sahibi. Hastanın ölme ihtimali çok zayıf olsa bile, ani ölüm halinde organ nakil sürecinin hızlı işletilebilmesi için dosyası sıkıca takip ediliyor.

Beyin ölümünün hukuki tanımı da İspanya’da hayli esnek. Bu da donör sayısını artırıyor. Organ naklinden sorumlu olan hekimler de bu iş için yüksek ücret alıyor, başka bir hastanede yatan, yüzünü görmediği ve asla görmeyeceği hastalar için uğraş veriyorlar.

Ve ölüm halinde o kritik görev koordinatöre düşüyor: Aileyle duyarlı, ancak hedefe ulaşacak şekilde kararlı bir şekilde konuşmak.

Pedro Almodovar’ın mendil ıslattıran filmi "Annem Hakkında Herşey" de öyle bir konuşmayla başlıyordu. Çocuğunu kaybeden anneye, organ bekleyenlerin realitesini hatırlatan o soru soruluyordu. /images/100/0x0/55ea319cf018fbb8f870a594

Yabancı film Oscar’ını kazanan o dram, organ bağışının İspanyol toplumunda nasıl derine işlediğini çok iyi gösteriyor.

Mafya kurbanları

Zengin hastalara 100-200 bin dolara satış yapan mafya çeteleri, yoksul insanların organlarını yaklaşık 1000 dolara kapatıyor, kimi zaman da organları zorla ele geçiriyorlar. Daha geçenlerde Pakistan’da insanları kaçırıp böbreklerini çalan bir çete çökertildi. Lahor’daki bir eve yapılan baskında 10 kişi organları alınmak üzere bağlı şekilde bulundu. Dört kişi ise böbreklerini çoktan kaptırmıştı.
Yazının Devamını Oku

Knut’un babaannesi İtalyan jigolo tuttu

26 Mayıs 2007
Almanya’dan son ayı haberlerini veriyorum. Yavru kutup ayısı Knut, artık şirinlikten çıkıp yırtıcı hayvan kıvamına geldi, kesici dişleri çıktı, püre yerine balık yiyor ama, rüzgarı devam ediyor. Berlin Hayvanat Bahçesi, Knut sayesinde çektiği 500 bin ziyaretçi sayesinde 1 milyon Euro kazandı. Hatıra eşyalarından da en az 300 bin Euro. Knut’u olmayan diğer hayvanat bahçeleri de bu şirinlik rüzgarından faydalandı, ziyaretçileri arttı. Knut’un Münih’te yaşayan babaannesi Lisa’ya, Yogli adında genç bir İtalyan delikanlı getirdiler. Lisa’nın yaşı geçkin ama, dördüncü kocası olan Latin aşık sayesinde belki hormonları azar diye umut besleniyor... Aslında ayı cephesinde hayat o kadar da şen şakrak değil. Geçen sene Bavyera’ya geçip koyuna ve domuza dadandı diye vurulan bozayı Bruno’nun İtalya’nın Tirol bölgesinde yaşayan anası Jurka yine yavrulamış, üç oğlu olmuş. Bavyera çevre bakanı, belki o üç ayı da sınırı /images/100/0x0/55eaf082f018fbb8f8a07229geçer diye eylem planı hazırlamış. Ayrıca İtalyan çevre bakanı da, bir morgda korunan Bruno’yu geri istiyor; "O ayı, İtalyan’dır" diyerek. Diplomasi alanında da bir ayı krizi var yani.

Almanya bir göç ülkesi olacak mı, olmayacak mı? Hayır, burada bahis konusu olan insan göçü değil. Entegrasyona kafa yoran siyasetçiler onu uzun zamandır tartışıyor.
Bu göç, ayı göçü.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF), Bavyera’da bir anket yapıp, bozayıların topraklarınıza girmesini ister misiniz diye sormuş? Hani geçen yıl bu günlerde Bruno adlı İtalyan ayı Alman eyaletine girip terör estirmişti ve sonunda vurulmuştu ya, bu nedenle sormuş. Halkın yüzde 53’ü isteriz demiş. Bruno’nun sürülere saldırıp verdiği ekonomik zarara rağmen, fena rakam değil.

Ama halkın yarısı da yeni Bruno’lar istemiyor.

Hayat zalim ve adaletsiz. Berlin’deki şirin yaratık Knut manşetlere çıkıyor, millet hayvanat bahçesine akın ediyor, peluş oyuncaklar, hediyelikler yok satıyor ama, ülkenin güney ciheti bir bozayıya tahammül edemiyor. Bruno vakasından önce yaklaşık 170 yıl boyunca tek bir bozayı görmeyen Bavyera bu şartlarda göç alabilir mi? WWF’nin umudu biraz boş görünüyor.

Şimdi Bruno’nun annesi Jurka, üç evlat daha dünyaya getirmiş ve ola ki bunlar da Bavyera’ya gelir diye eyaletin Çevre Bakanı Werner Schnappauf bir eylem planı hazırlamış. Çoğu siyasetçiye göre abartılı bir plan. Ayılara karşı çevik kuvvetin koordinasyonundan Avusturya’dan ayılarla mücadelede tecrübeli acil müdahale ekipleri çağrılması ve ayıların eğitime tabi tutulup ıslah edilmesine kadar bir dizi önlemi içeriyor.

PROBLEM AYI

Bahtsız ayı Bruno’nun esas memleketi, İtalya’nın kuzeyinde bulunan Adamello-Brenta doğal yaşam alanı. Ancak bilmeden sınırı geçmesiyle hayatı son buluyor Bruno’nun. Şimdi naaşına da rahat yok. Bavyera öldüğü yerde kalmalı diyor. İtalya Çevre Bakanı Alfonso Scanio ise hayvanı geri almakta ısrarlı ve Alman Çevre Bakanı Sigmar Gabriel’den Bruno’yu istiyor, o da aracı olup durumu eyalete iletiyor ama, Bavyeralı bakan Schnappauf bilinmeyen bir yerde buzlar arasında yatan hayvanı vermiyor. Bavyeralı, doğal yaşam kurallarına göre hayvanların öldüğü yerde kalması gerektiğini, doldurulup bir müzede sergileneceğini söylüyor; İtalyanlar ise Bruno’nun bir proje ürünü olduğunu, dolayısıyla İtalyan devletinin malı olduğunu iddia ediyor.

MÜNİH DE KNUT PEŞİNDE

Bozayılar işte böyle bahtsız ama, kutup ayılarının bahtı açık mı açık. Annesi Tosca terk ettikten sonra dünya çapında şöhret olan Knut, Berlin Hayvanat Bahçesi’ne onca para kazandırmakla kalmayıp babaannesinin bahtını bile açtı.

Knut’un babası Lars’ın annesi Lisa, Münih’teki Hellabrunn Hayvanat Bahçesi’nde yaşıyor ve doğal olarak Münih, Berlin’i biraz kıskanıyor. Çünkü Knut’un kökleri Münih’te, işin kaymağını ise Berlin yiyor. Yani Knut’un sülalesinden şirin bir yavru daha çıksa iyi olur.

Bu nedenle Lisa’ya, İtalya’nın Toskana bölgesinden Yogli adında, sekiz yaşında bir delikanlı getiriyorlar. Lisa 30’unda, bu yaştan sonra aşka gelip çiftleşmesi biraz zor. Ancak Hellabrunn Zoo, Yogli’nin gayet yakışıklı, adaleli bir Latin aşık olduğunu ve Lisa’nın hormonlarını coşturabileceğini söylüyor.

Aslında Münih, pisi pisine Knut’suz kalmış. 1990’larda dünyaya gelen Lars’ın öz babasına yem olmasından korkup yavruyu Neumünster’e göndermişler, oradan da Berlin’e postalanmış hayvan. Sonra da bir daha kutup ayısı doğmamış Münih’te. Lars doğduğunda bahçede Helga ve Tina adında iki dişi kutup ayısı daha varmış ama, onlar da Lars’a yüz vermeyecek kadar geçkinmiş. Lars’ın babası Michi de geçen yıl kalp sektesinden gitmiş.

Şimdi Münih hayvanat bahçesi bütün yatırımlarını kocamış Lisa üzerine yapmıyor elbette. Yıl sonuna doğru Yogli’ye genç bir dişi getirmeyi de planlıyorlar. Böylece Knut’un soyundan olmasa bile, şirin kutup ayısı rüzgarını devam ettirecek yeni bir Knut doğabilir diye düşünüyorlar.

Ancak dişi kutup ayıları doğum döneminde hayli hassas oluyor. Yavrusundan korkup yiyor, ya da Knut’un anasının yaptığı gibi yavrusunu terk ediveriyor. Bu nedenle annenin davranışlarını kamerayla çok iyi takip etmek gerekiyor.

KNUT NE OLACAK

İşler yolunda gider de Münih’te muhtemelen 2009 ilkbaharında yeni bir Knut dünyaya gelirse, esas Knut iri kıyım bir yaratık haline gelmiş olacak.

Yetişkin bir erkek kutup ayısının ağırlığı 600 kiloyu bulabiliyor. Knut da o cüsseye ulaştığında ya yanına dişiler getirilecek, ya da dişilerin bulunduğu başka bir hayvanat bahçesine gönderilecek.

Knut şu anda hálá para basmaya devam etse de, süksesi erimeye başladı.

Berlin Hayvanat Bahçesi sırf Knut faktörüyle 500 bin ziyaretçi çekerek 1 milyon Euro kazandı. Merchandising ürünlerinden de 300 bin Euro. Berlin Zoo, marka lisansından gelen paraları doğa koruma ve araştırma programlarına bağışlamayı planlıyor.

Knut’un antipati yarattığı da oluyor. Mesela geçen ay sonunda Berlin’de birileri duvarlara "Kill Knut" yazıları döşenince, hayvanat bahçesinde ek güvenlik önlemleri alındı. Forsa’nın yaptığı bir ankette ise halkın yüzde 30’u "Knut haberleri sinirime dokunuyor" yönünde görüş bildirdi.

Alman basını da Knut’un artık şirin bir yaratık olmadığı görüşünde. Uzayan burnu, keskinleşen dişleri ve sararmaya yüz tutmuş postu titiz gazetecilerin gözünden kaçmadı. "Bu ayı iki ay sonra bakıcısıyla güreşemeyecek kadar irileşecek, haberiniz olsun" türünden yazılar var.

İşte bu nedenle fırsat kaçmasın diye Knut ekonomisinin çarkları çok hızlı işletiliyor.

Alman Steiff oyuncak firması Knut peluşlarının kalıcı olması için uğraşıyor. Yumuşak ayıcık şekerleme serisine Knut’u da ekleyen Haribo da öyle. ABD’de Harry Potter kitaplarını yayınlayan Schlostic yayınevi, global ısınma ile ilgili eğitici kitapçığın kahramanı yaptı Knut’u.

Sahte Knut markaları da var. Mesela, çikolata-fındık ezmesi "Knutella" onlardan biri, lisanslı değil. Söylemeye gerek yok, Çin’de de korsan Knut’lar yapılıyor elbette.
Yazının Devamını Oku

Vallahi Fener de globalleşmiş

19 Mayıs 2007
Doğma büyüme Galatasaraylı’yım. Günahım kadar Fenerbahçeli değilim. Ama Fener’in hakkını Fener’e teslim etmek lazım. Şampiyon olduğu için değil, artık global bir takım olduğu için. 25 milyona duyurulur, Amerika’da bir Fener taraftarı bulundu. Hem Amerikalı, hem de ölümüne Fenerli. Adı Nathan, "Fenerbahce Worldwide" diye blogu var. Bulan kişi bizim servisten Emre. Bu arada kimse dalga geçtiğimi sanmasın. Ben ömür boyu tek bir UEFA kupasıyla yetinmeyecek kadar gerçekçi ve muhteris bir GS’liyim.

Bizim Dış Haberler’den Emre Kızılkaya, sıkı bir blog yazarıdır. Blogunun adı The Istanbulian.

Baktım geçen 13 Mayıs’taki yazısında İzmir’deki cumhuriyet mitinginden girip, Fenerbahçe cumhuriyetinden çıkmış.

Global takılıyor ya, mitingler zinciri ve katılımcıların sayısıyla ilgili bilgi veriyor, ecnebilere hitaben olayın anlam ve önemini kısaca özetliyor.

Ama, miting bahane tabii. "İzmir’de başka bir cumhuriyet daha vardı" diyerek lafı hemen Fenerbahçesi’ne getiriyor. Bir reklamdır, övgüdür gidiyor. İşte İzmir’de Trabzon’la 2-2 berabere kalıp 17. kez lig şampiyonluğunu kazandığını, Galatasaray ve Beşiktaş diye iki büyük takım daha bulunduğunu, ancak en büyük taraftar kitlesinin Fenerbahçe’de olduğunu, o 25 milyonluk kitleyle rahat bir Avrupa ülkesi büyüklüğünde olduğu için de "Fenerbahçe Cumhuriyeti" unvanını kazandığını anlatıyor.

Tabii diğer Fener klasikleri de var yazıda. GS Osmanlı elitinin devamıdır, Beşiktaş emekçinin, FB orta sınıfın takımıdır, Birinci Dünya Savaşı’ndaki işgalci güçlerin takımlarına karşı en başarılı olmuş ekip FB’dir, Türk askerinin direnişini kamçılamıştır, bunun için de Atatürk’ün Fenerli olmasına şaşmamak gerekir gibi. Laik miting ile şampiyonluğun aynı güne denk gelmesinin de sembolik bir anlam taşıdığını iddia ediyor.

"Allah aşkına senin şu 25 milyonluk cumhuriyeti dünyada kim tanıyor" diye GS klasiği bir yorum döşeneyim dedim. Ama, sonra çocuğun daha ciddi bir müdür hak ettiğini düşünerek vazgeçtim.

ÖLÜMÜNE FENERLİ NATHAN

İyi ki vazgeçmişim.

Çünkü Emre, 15 Mayıs günü "Fenerbahçe’nin büyüklüğü bilimsel olarak kanıtlandı" diye bir yazı daha yazıyor. Ve o da ne, düştüğü bloga Amerika’dan bir yorum geliyor. Şahsın adı Nathan L.Redd. Şaka değil, şöyle yazıyor: "Selam, Fenerbahçe ile ilgili araştırma yaparken senin yazını buldum. Harika yazı! Ben Amerikalı bir Fenerbahçe taraftarıyım, ancak aynı zamanda üniversitede spor yönetimi okuyorum. Bu nedenle Fenerbahçe’nin ekonomi üzerindeki etkisiyle ilgili yazıyı çok ilgi çekici buldum." Türkçe teşekkür ediyor ve "Amerikalı Fenerbahçe taraftarı Nathan" diye de imza atıyor.

Biz de şahsı ilginç buluyor ve "Fenerbahce Worldwide" adı altında yazdığı blogdaki kimlik bilgilerine bakıyoruz. Lousville Üniversitesi’nden, Yengeç burcu. Çocuk hem Dave Brubeck dinliyor, hem Bendeniz. Hem Wynton Marsalis’i seviyor, hem de Tarkan ile Gülşen’i. Tuhaf bir karışım yani.

Emre, "Dünyada çok FB taraftarı var ama, Amerikalısına rastlamak benim için sürpriz oldu" diye yazınca, şöyle cevap veriyor:

"Bazı Türk arkadaşlarım ve Türkiye’ye seyahatlerim sayesinde Fenerbahçe’ye aşık oldum. Karım da (kendisi Amerikalı) bir zamanlar İzmir’de yaşamış. Gelecek yıl masterimi tamamlayınca Türkiye’ye yerleşmeyi düşünüyoruz. Pazar günkü maçtan sonra Kadıköy ve Türkiye çapındaki kutlamaları görünce, keşke ben de orada olsaydım dedim. ABD’de çok Fener taraftarı var, ama bildiğim tek Amerikalı taraftar benim. Ama ne derler bilirsin... Bir gün herkes Fenerbahçeli olacak!:)"

Dikkatinizi çekerim; son cümle Türkçe.

Nathan’ın bloguna göz gezdiriyorum. Appiah’la ilgili Gana gazetelerinde çıkan haberlere linklerden tutun da Osmaniye, Erzincan, Kilis ve Şırnak’taki şampiyonluk kutlamalarının resimlerine kadar, yok yok.

Hatta Gençlerbirliği OFTAŞSpor’a, süper lige yükseldiği için tebrik bile var.

FENER SAYESİNDE ÜRETİM ARTIYOR MU

Peki kendini "Ölümüne Fenerli" diye tanımlayan Amerikalı fanatik Nathan’ı bu kadar etkileyen bilimsel araştırma nedir?

Emre 15 Mayıs’taki yazısında büyük Türk şairi Nazım Hikmet’in de FB hayranı olduğunu dünyaya ilan etmekle kalmayıp, İslam Çupi’nin "Fenerbahçe Cumhuriyeti olmazsa, Türkiye de olmaz" iddiasını aktarıyor. Fenerbahçe’nin Türk insanının psikolojisi üzerinde ne kadar egemen bir güç olduğunu anlatmak için de Bilkent Üniversitesi’nden Hakan Berument ile Eray M. Yücel’in çalışmasına link veriyor.

Fener’in büyüklüğüne bilimsel temel kazandırmaya çalışan bu ikili, FB her başarı kazandığında, Türkiye’de sanayi üretiminin arttığını tespit etmiş. Fenerbahçe’nin Avrupa maçlarını kazandığı dönemlerde, çalışanlardaki moral yükselmesine paralel olarak aylık endüstriyel büyüme oranının yüzde 0.26’lık artış gösterdiğini bulup çıkarmışlar. Diğer takımların Avrupa galibiyetlerinde ise kaydadeğer bir istatistiki kıpırdanmaya rastlanmıyormuş.

Öyle olsun Emre. Ben FB’nin başarılarına razıyım, maksat ekonomi büyüsün.
Yazının Devamını Oku

Almanya'da gazete yöneticileri kavga edince ne oluyor

16 Mayıs 2007
Başlıktaki sorunun yanıtını hemen vereyim; öyle ağız tadıyla uzun boylu kavga edemiyorlar

Hele aynı grup içindeyseler, hele köşelerden savrulan laflar hakarete varıyorsa. Asla izin verilmiyor.
İşte bizim çok aşina olduğumuz kalemşör düellolarının Almanya'daki son versiyonu ve sütunlara taşmasına izin verilmeyen kavganın hikayesi...

4.5 milyon tirajlı, 12 milyon okur kapasiteli Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kai Diekmann, Almanya'nın belki de en güçlü gazetecisi.

Welt am Sonntag (WamS) ise pazardan pazara yayınlanan bir gazete. Diekmann, WamS'ın da eski yayın yönetmeni.
İkisi de Axel Springer Grubu'na ait. Yani kardeş gazeteler. Ancak yayın politikalarından okur profiline kadar her alanda zıt kardeşler. Kabaca tanımıyla Bild bulvar gazetesi, Welt am Sonntag ise fikir ağırlıklı.

Kai Diekmann'ın yakında bir kitabı çıkacak piyasaya. Adı, “Büyük İhanet”. 1968 kuşağına verip veriştiriyor. Eski tüfeklerle hesaplaşıyor; onları memleketi çıkmaz sokağa sürüklemekle suçluyor Diekmann. WamS'ın makalelerden sorumlu editörü Alan Posener, bu tutuma çok içerliyor ve blogunda çok ağır bir yazı döşenerek, Alman basınında pek sık rastlanmayan atışlar yapıyor.

Gazete yönetiminden habersiz kullanılan bu yazı birkaç saat içinde büyük sansasyon yaratıyor ve apar topar yayından çekiliyor.

Olay 9 Mayıs günü cereyan ediyor ve saat 11.47 itibariyle yazı blogdan çıkarılmış bulunuyor.

Yazının Devamını Oku

Namus cinayetleri biyolojik bir sapkınlık olabilir mi

12 Mayıs 2007
Irak’ın kuzeyinde zavallı bir Yezidi kızcağız, Sünni bir oğlanla ilişkisi yüzünden taşlanarak linç edildi. İsrail’de bir Dürzi, yine Sünni bir oğlanla geziyor diye yeğenini öldürdü. Kızların biri Yezidi, diğeri Dürzi. Her iki grup da Sünnilere göre din dışı. Kızların canına kıyanlar ise kendi cemaatleri, aileleri. Bu dehşet verici cinayetler, dünya basını tarafından İslam ambalajı içinde paketlenip sunuluyor. Sanki İslam inancı gereği kadınların canına kıymak normmuş gibi bir hava esiyor. Ancak "sözde namus" cinayetlerinin inanç kökenli olmadığını savunanlar da var. Harvard Üniversitesi’nden evrim biyoloğu Marc Hauser’e göre aslında insanlar genetik olarak evrensel bir ahlak anlayışına sahip, ancak geçirdikleri evrim, bu anlayışı farklı sosyal normlara dönüştürüyor ve namus cinayetlerinin inanç sistemi ile hiçbir ilgisi bulunmuyor.

Şu Amerikalıların saf bir tarafı var. Farklı coğrafyalarda yaşayan insanların Amerikan usulleriyle tanışır tanışmaz kendilerine benzeyeceğini sanıyorlar. Benzemeleri halinde hayatlarının kurtulacağına da samimiyetle inanıyorlar.

17 yaşındaki Dua Halil Asvad’ın Musul’da "sözde namus" lincine kurban gitmesiyle ilgili haberleri okuyorum Amerikan medyasından. Muhafazakar bir web sitesinde "İşte görüyor musunuz, hálá bizim gibi değiller. Gencecik Kürt kızını taşlayarak öldürdüler" diye yazıyor biri. Iraklı Kürtlerin işgalci zevatla dirsek temasından ötürü şıp diye Amerikan kişilik kodlarına sahip olacağını zannedenlere cevaben.

Nijerya, Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Somali ve Sudan’da da kadınların taşlanarak öldürüldüğünü, Kürtlerin de aynı onlar gibi kadınlara kıyan Müslümanlar olduğunu yazıyor.

Doğru. Onlar Kürt ve kadınlarının canına kıymaya devam ediyorlar. Türkiye’de de, Avrupa ülkelerinde de, Irak’ta da kıyıyorlar. Peki işledikleri cinayetlerin kökeninde yatan neden, İslam inancı mı?

Yoksa bu cinayetler kültürel birer facia mı? Ya da kitlesel bir histeri mi?

Voice of America’nın haberine göre, Musul’daki linç vahşeti görüntüsünün cep telefonlarına zincirleme sirayet etmesi üzerine Irak’taki Kürtler arasında namus cinayetleri aniden patlıyor. Erbil’deki kadın merkezinin başında bulunan Çilura Hardi, "O cep görüntüsü, fiile bir çeşit meşruiyet kazandırdı. Söz dinlemeyen, yan bakan, zorla evlendirilmek istemeyen kızlar birer birer ortadan kaldırılıyor" diyor.

Zaten her yıl yüzlerce Kürt kadını namus adına öldürülüyor, kimileri de üzerlerine benzip döküp kendini yakıyor. Onların ölümü "kaza" olarak geçiyor kayıtlara.

Musul’da kendi cemaatinden din adamlarının kışkırtmasıyla öldürülen kız, bir Yezidi Kürt. Bir güruh ev basıyor, kızı meydana sürüklüyor ve yarım saat taşlayarak linç ediyor. Kızın flört ettiği çocuk Sünni Kürt.

Geçen 7 Nisan’da meydana gelen bu vahşet, cep telefonuyla çekilen recm görüntüsünün internete düşmesiyle birlikte henüz yeni ortaya çıkıyor. Dua’nın Sünni İslam inancını kabul etmesi nedeniyle öldürüldüğü dedikoduları dolaşıyor. İki dini grup asırlardır bir arada yaşıyor. Ancak şimdi İslamcı web sitelerinde, Müslüman olmak isteyen bir kızı öldürdükleri için Yezidilere saldırı çağrıları yayılıyor ve çalışmaya giden 23 Yezidi işçi, Sünniler tarafından otobüsten indirilerek öldürülüyor.

İnanç ya da mezhep çatışması yüzünden, nedeni ne olursa olsun kadınlar can veriyor. Her yıl dünyada 5 bin kadın sözde namus cinayetlerine kurban gidiyor. Namus cinayetlerinin Kürt kültürünün ürünü olduğunu savunanlar olsa da, bu tez resmin tamamını açıklamıyor. Öyle olsa, Pakistan ya da Ürdün’de, erkeklerin sapık namus anlayışının kurbanı olan kadınları hangi kategoriye yerleştireceğiz?

Demek ki başka bakış açıları da gerekiyor.

GENETİK BAKIŞ

İnsan davranışlarına genetik ve biyoloji açısından bakmak hafiften mayın tarlasıdır. Kolaylıkla ırkçılık eşiğini aşabilir, bir grubu ötekileştirebilirsin. Amerikan Harvard Üniversitesi’nden Marc Hauser’ın bakış açısı da biyolojik ve tehlikeli. Ancak yine de, inanç sistemleri dışında bir bakış açısı getirdiği için ele almaya değer.

Hauser son kitabında (Moral Minds: How Nature Designed our Universal Sense of Right and Wrong), ahlak ve namus anlayışının din eğitimi ile öğrenilen bir şey olmadığını, ahlakın temel şifrelerinin DNA’mızda bulunduğunu söylüyor. Kalıtım yoluyla geçen yargılar, bilinç dışı bir süreç tarafından yönlendiriliyor ve bu bilinç dışı sistemin dini doktrinlere karşı bağışıklığı bulunuyor.

Peki bu sonuca nasıl varıyor? Çeşitli topluluklardan insanlara şu soruyu yöneltiyor: "Bir hastanede organ bekleyen beş hasta var ve sağlıklı bir adam hastaneye geliyor. Bu beş kişinin hayatını kurtarmak için sağlıklı adamı öldürmek ahlaklı bir davranış mıdır?" Denekler "hayır" yanıtını veriyor.

Bir başka soru daha soruyor: "Başıboş bir vagon raylarda hızla ilerliyor. Az sonra beş kişiyi öldürecek. Sadece bir kişiyi öldürecekse makas değiştirmeyi ahlaklı bulur musunuz?" Deneklerin çoğu "evet" yanıtını veriyor.

Farklı kökenlerden gelen insanlar ortak bir adalet duygusu taşıyor. Beş kişiyi kurtarmak için bir kişinin organlarına çullanmayı ahlak dışı buluyor, ancak diğer örnekte beş kişiyi kurtarmak için bir kişiyi feda edebiliyor.

Toplumları yöneten ahlak kurallarının kültürden kültüre değişmesini ise öğrenmeye değil, Darwin’in "güçlü olan hayatta kalır" tezine bağlıyor Hauser.

İnteraktif insan grupları, karşılıklı güven duygusunun oluşması halinde daha iyi işliyor. Zaman içinde işbirliği ve güven esasına dayalı topluluklar hayatta kalmayı başarıyor. İnsanlığın ortak ahlak dürtüsü, o toplumun geliştirdiği kültürel iklim içinde değişip bir sosyal norma dönüşüyor.

Kimi toplum, eşini başka biriyle yakalayınca kontrolsüz bir öfkeye kapılarak cinayet işleyen kişiyi kısmen mazur görürken, kimi kültür en masum hafifliği şiddetle cezalandırıyor. Hauser’e göre sosyal kural değişse bile, temeldeki ahlak ilkesi sabit kalıyor.

Tabii bu çok tartışmalı bir teori, çünkü insan davranışlarını biyolojiye indirgeyip iradeden soyutluyor.
Yazının Devamını Oku

Global bayrak raporu

5 Mayıs 2007
Dünyanın muhtelif coğrafyalarında da bayrak satışları, siyasi vaziyet ve milli hislerdeki iniş çıkışlara göre grafik çiziyor. Şu miting yoğun dönemde Türk bayrağı satışları yine patladı. "Yine" diyorum, çünkü yakın geçmişte başka patlamalar da var. Cumhuriyetin 75. yıldönümünde, 2002’de milli takım dünya üçüncüsü olurken ve 2005’teki Nevruz kutlamalarında Mersin’de Türk bayrağını yakma girişimi üzerine.

O Nevruz tepkisi nedeniyle, iki günde 5 milyon metre bayrak siparişi verilmişti ki, normalde Türkiye’de bir yılda satılan bayrak 10 milyon metre kadardı. Tandoğan ve Çağlayan’daki mitingler ise bayrak satışlarını cumhuriyetin 75. yıldönümünden bu yana ilk kez yüzde 60 artırdı. Çağlayan’da tek günde neredeyse yarım milyon bayrak satıldı. İki liralık bayrağı 7 liraya satanlar büyük paralar kırdı.

Dünyanın muhtelif coğrafyalarında da bayrak satışları, siyasi vaziyet ve milli hislerdeki iniş çıkışlara göre grafik çiziyor.

Mesela İsrail, bayrak satışlarını en sıkı takip eden ülkelerden biri. Ancak son dönemde durum kesat, satış grafiği ulusal gururda bir şahlanış belirtisi göstermiyor. 59. Bağımsızlık Günü kutlamalarına rağmen satışlarda yüzde 7’lik düşüş var. Üstelik satılan bayrakların çoğu da Çin malı, üretici sinek avlıyor. Bu arada tuhaf bir kıyaslama da yapılıyor. Bayrak satışları düşerken et tüketiminin artması biraz ayıplanıyor. Hamursuz’dan sonra başlayıp Bağımsızlık Günü’nde zirve yapan dönem, İsraillilerin gayrı resmi "mangal ayı"dır. İşte son günlerde kişi başına et tüketimi geçen yıla göre 1 kilo artmış durumda.

Bayrak-et zıtlaşmasının temelinde biraz da geçen yılki Lübnan operasyonunun başarısızlığı yatıyor. Lübnan demişken; bu ülkede son yıllarda bayrak sevgisi müthiş tırmanış gösteriyor. 2005’te eski Başbakan Refik Hariri’nin öldürülmesinden sonra başlayan bir trend bu. İç savaşın mezhep bayraklarını bırakan on binlerce Lübnanlının on binlerce sedirli bayrakla sel olduğunu hatırlarsınız.

Avustralya da son dönemlerde bayrak sever bir ülke haline geldi. Anzac günlerinde satılan bayrak sayısı her yıl arttıkça, "artık daha gururlu bir millet olduk, 20 yıl önce böyle değildi" yorumları yapılıyor. Sadece bayrak değil, bayrak direği satışları da artıyor. Bahçelerinde göndere çekiyorlar bayrakları. Dünya futbol ve kriket şampiyonalarında da satışlar patlıyor.

Almanya da bayrağını geçen yıl Dünya Kupası sırasında keşfetti. Nazi geçmişi nedeniyle milli sembolleri bastıran Almanya, geçen yıl kupaya ev sahipliği yaparken ani bir yurtseverlik ateşiyle bayrağına sarıldı, satışlar yüzde 300 arttı.

Fransa’da da hava değişti. Daha düne kadar aşırı milliyetçi kesimin tekelinde olan milli bayrak, sosyalist cumhurbaşkanı adayı Segolene Royal’in seçim mitingleriyle sol cepheye taşınıverdi. Milli marş Marseilles de öyle.

Ancak milli bayrak satışı patlamasında bütün zamanların rekoru 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’de kırılmış ve 57 milyon dolarlık bayrak satılmış, talep karşılanamadığı için Çin’den ithalat yapılmıştı.

Acaba bu rapordaki bayrak eğilimleri, milliyetçilik sınıfına mı giriyor, yurtseverlik sınıfına mı? Yoksa ikisine birden mi?
Yazının Devamını Oku