Ayşe Özek Karasu

Siz nasıl yiyorsunuz?

14 Haziran 1998
Kaşıbeyaz'dan nefret ediyorum ama, kebaptan vazgeçmeyi asla düşünmüyorum. Çünkü o maganda mekanına gitmeden de kebap zevkimi tatmin edebiliyorum. Hatta öyle fazla tatmin ediyorum ki, her kebapçı çıkışı vicdan azabı içinde kıvranıyorum. Ama, şimdi yenilen nesnenin cinsinden ötürü vicdan kıpırtısı hissetmeye gerek olmadığını öğreniyorum. Çünkü yeni trende göre ne yediğimiz değil, nasıl yediğimiz önem kazanıyor. ‘‘Ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’’ dedler ya, şimdi artık bu konsept küçük bir değişikliğe uğruyor ve ‘‘ne’’ sorusunun yerini ‘‘nasıl’’ alıyor. Yeni felsefeye göre ‘‘nasıl’’ın dozunu ayarlayıp, kendinizi terbiye ettiğiniz takdirde, ‘‘ne’’ halt yerseniz yiyin farketmiyor. Amerikalı psikolog Susan Olson, insanları yemek alışkanlıklarına göre yedi tipe ayırıyor. Yemekle aramızdaki ruhsal ilişkiye göre belirlenen bu tiplerin vücudu da o ilişkiye göre biçimleniyor. Tipler ve terbiye reçeteleri şöyle sıralanıyor: 1- İçliler Tamamen duygularının sesini dinliyor. İster keyifli olsun ister kederli, mutlaka yemek yiyor. Mutluluk, sevinç, öfke, üzüntü ya da sıkıntıya yemekle reaksiyon veriyor. Bu tiplerin duygularını daha sağlıklı yollarla ifade etmesi gerekiyor. Avaz avaz bağırmak, yastık yumruklamak, bir arkadaşı telefonla aramak veya acılı arabesk dinlemek gibi. 2- Vurkaççılar Asla rutine gelemiyor. Düzenli öğünlere ayak uyduramadığı ve düşünmeden yediği için sürekli olarak buzdolabına vurkaç eylemleri düzenliyor. Sonra pişmanlık hissediyor. Bu tiplerin beslenme alışkanlıklarını hayat tarzı olarak kabul etmesi, normal insanlar gibi yiyemediği için pişmanlığı bırakması ve vurkaç eylemlerinde salatalık ve havuç dilimleri gibi zararsız hedefleri seçmesi gerekiyor.3- Düşünen adamlar Sürekli kendini eleştiren bu tipler, ya hep ya hiç mantığıyla hareket ediyor. Eğer yemekte bir kusuru olduğunu düşünüyorsa, açlık içinde kıvranıp hayatı kendine zehir ediyor. Bu tiplerin kendisine karşı daha şefkatli davranması ve hayatında dengeyi sağlaması, neşeli bir şeyler planlayıp, yemek takıntısını kafasından uzaklaştırması gerekiyor. 4- Zevk düşkünleri Yemekten cinsel bir haz duyuyor; yemeğin görüntüsü, kokusu ve tadıyla müthiş bir aşk ilişkisi yaşıyorlar. Sürekli yemek dergileri okuyup, yeni tariflerin peşinde koşuyorlar. Bu tiplerin yemeğe olan tutkularını edebiyat, müzik veya cinsellik gibi başka alanlara kanalize etmeleri, masaj yaptırmaları ve ille de yemek pişireceklerse az yağlı tarifleri denemeleri gerekiyor. 5- Hayalperestler Yıllar yılı bıkıp usanmadan ideal kilonun özlemiyle yaşıyorlar. Düşler aleminde derinlere daldıkça daha çok yiyor, diyete başladıkları günden daha beter oluyorlar. Bu tiplerin kendileriyle ilgili olumlu bir imaja sahip olmaları, yeteneklerini ön plana çıkarıp, kendilerini mutlu eden şeylere yönelmeleri gerekiyor.6- Keyifçiler Dostlar veya aile arasında yemek yemekten, partilere lokantalara gitmekten daha güzel bir şey düşünemiyorlar. Ancak topluluk içinde kendilerini tamamen yemeğin kollarına terketmekten de korkuyorlar. Bu tiplerin sosyal ilişkileri birinci plana çekip, yemeğe ikinci sırada yer vermeleri, etki altında kalmamak için, ideal kiloya ulaşana kadar diğer keyifçilerle yemeğe çıkmamaları gerekiyor.7- Fitness hastaları Sağlıklı beslenme ve egzersize kafayı takan ve beynine silah dayasanız bir kalem çikolata yediremeyeceğiniz bu sevimsiz tiplere psikologun önerisi şu: diyet ve egzersizin hayatın akışını engellemesine izin vermeyin!Tabii işin ‘‘nasıl’’ından sonra bir de ‘‘ne kadar’’ faslı var. Kansas Üniversitesi'nden Prof.Edgar Chambers, son derece iyi niyetli bir yaklaşımla, oburların aslında ne yediklerini unuttukları için çok yediklerini öne sürüyor. Bir de değişik ambalaj ve kaplardan yenilen yemek ve tıkınma mamullerinde farkedilmeden ölçünün kaçırıldığını düşünüyor. Bu amaçla da şişmanların son 24 saatte neler yediklerini hatırlamaları sağlayacak bazı aletler ve standart kaplar geliştiriyor. Örneğin saat biçimindeki bir levhayla kaç dilim pasta veya pizza yediğinizi işaretleyebiliyorsunuz. Ya da cips benzeri çerezleri kendi standart paketinize koyarak ölçüyü dizginliyorsunuz. Dedim ya adam çok iyi niyetli: ‘‘Yaptığımız şişmanlık araştırmalarında insanlar anket sorularına yanıt verirken, yediklerini eksik söylüyorlar. Aslında ne yediklerini unuttukları için doğru cevap veremiyorlar. Yoksa yalan söylemek niyetinde değiller’’ diyor. Oysa ben kebabın ölçüsü konusunda rahatlıkla yalan söyleyebilirim.
Yazının Devamını Oku

Utanç, gurur ve futbol

7 Haziran 1998
Şu Kolombiyalı zavallı futbolcunun başına gelenleri hatırlıyor musunuz? Adı Andres Escobar'dı. 1994 Dünya Kupası'nda Kolombiya takımında defans oyuncusuydu. Amerika'ya karşı oynanan maçta kendi kalesine gol atıp, takımının elenmesine yol açtıktan sonra, ülkesine döndüğünde Medellin'deki bir barda efkar dağıtırken, tam 12 yerinden vurularak can vermişti. Peki ya El Salvador ile Honduras arasındaki savaşı hatırlayan var mı? 1969 yılında iki ülke arasında çıkan futbol anlaşmazlığı sonucu inanılmaz bir savaş patlak vermiş ve tam 6 bin kişi ölmüştü. Saddam Hüseyin'in büyük oğlu Uday da, Dünya Kupası finallerine kalamayan milli takımın futbolcularına sıra dayağı çektirdi.Rakip kaleye atılan tek bir golle milli kahraman; yanlış kaleye atılan tek bir golle ceset adayı olunan futbol, utanç ve gurur arasındaki çizgiyi alabildiğine inceltiyor. Milli gururun futbol aracılığıyla çiğnenmesinden daha büyük bir felaket yokmuş gibi görünüyor. İşte şimdi de ulusal gurur ve utanç damarları iyice kabarmış durumda. Brezilya'dan Fransa'ya kadar futbolla yatıp, futbolla kalkan bütün ülkelerde ağızlarda hep bu iki sözcük dolaşıyor; utanç ve gurur. Üstelik başlama vuruşuna daha üç gün var...Dünya Kupası'nı organize eden Fransa kapanış gününde en çok gururlandığı modacısını yeşil sahalara sürmeye hazırlanıyor. Modanın yaşayan efsanesi Yves Saint Laurent 40 yıllık kariyerinin başyapıt niteliğindeki bütün eserlerini final maçından önce sergileyecek. Tam 300 model, 12 dakika süreyle bütün zamanların en muazzam defilesini sunacaklar.İşte bu kapanış töreniyle başını iyice göğe erdirmeyi planlayan Fransa, pilot grevi yüzünden müthiş bir milli utanç sendromu yaşamaya başladı. Dünya Kupası'na gelişleri tehlikeye soktuğu gibi milli birlik ve beraberliğe gölge düşüren bu eylem nedeniyle, Air France pilotları vatan hainleri gibi görülüyor artık. Dünya Kupası Organizasyon Komitesi Eşbaşkanı Michel Platini, pilotlara milli birlik çağrısında bulunuyor; ‘‘Hepimiz patronlarımıza kafa tutabiliriz ama, Dünya Kupası sırasında olmaz’’ diye sesleniyor. İçişleri Bakanı Jean-Pierre Chevenemet, ‘‘Bir Fransız olarak, ülkemin pilotlara rehin düştüğünü görmekten esef ve utanç duyuyorum’’ diyor. Gelişmiş ülkelere karşı ulusal gurununu şahlandırma fırsatını dört yılda bir yakalayan Brezilya da bugünlerde utanç içinde kıvranıyor. 1994'deki kupa şampiyonluğundan dört yıl sonra yeniden koltuklarını kabartma hevesiyle yanıp tutuşan Brezilyalılar, Romario'nun sakatlığı yüzünden kitlesel moral çöküntüsü yaşıyorlar. Fransa'daki pilot grevi nasıl milli felaket sayılıyorsa, Romario'nun takımdan kesilmesi de Brezilyalılar için aynı anlamı taşıyor. Sokaktaki adama göre, takım bitti, mahvoldu. 1994 Kupası'nda Bebeto'yla müthiş bir düet oluşturan Romario'nun bu kez de Ronaldo'yla samba yapması beklenirken, hayaller bir anda suya düştü. İngiltere'nin derdi ise Gascoigne'le. 31 yaşına geldiği gibi günde bir paket sigara içen Gazza'nın Teknik Direktör Glenn Hoddle tarafından takımdan kesilmesi, futbol fanatiklerinin gurununa dokundu. Kelle düşmanı Suudi Arabistan ise yıldız futbolcularının işlediği suçları affediyor. Alkol alıp kadınlarla düşüp kalktığı için ahlaksızlıktan suçlu bulunup altı ay hapis cezasına çarptırılan Said Ovairan, kupada takımdaki yerini alıyor.Abacha rejiminin insan hakları ihlalleri yüzünden AB yaptırımlarına maruz kalan Nijerya, kupadan ihraç edilmesi için yürütülen kampanyaya rağmen finallere katılıyor. Liverpool'un geçtiğimiz yıllarda ölen ünlü teknik direktörü Bill Shankly'nin dediği gibi; ‘‘Futbol ölüm-kalım meselesi değildir; ölüm-kalım meselesinden de önemlidir.’’Bütün zamanların en şık kupası ‘‘Futbol futbol olalı böyle şıklık yarışı görmedi’’ diyorlar. Dünya Kupası henüz başlamadığı için bir daha birşey görmedik ama, şampiyonanın baştan sonra moda gösterisi halinde geçeceği söyleniyor.Bir kere, final günü için hazırlanan YSL defilesi başlı başına olay. 12 Temmuz günü Stade de France'ın tribünlerini işgal edecek 80 bin kişinin yanı sıra TV başındaki 1.7 milyar insan da bu defileyi izleyecek. Aralarında 30 top modelin de bulunacağı modeller, çimler zarar görmesin diye sahaya serilecek özel bir bezin üzerinde özel ayakkabılarla çıkacaklar. Ayrıca FIFA yetkilileri, hakemler ve hosteslerden oluşan 3500 görevlinin kıyafetlerini de Yves Saint Laurent hazırladı. Kupanın Organizasyon Komitesi Eşbaşkanı Michel Platini'nin özel ricası üzerine, komite üyelerini de giydiren YSL, kupa için çok çalıştı, ancak İngiliz takımını giydirmeyi reddetti, çünkü adının İngiliz holiganizmiyle bir arada anılmasını istemedi. Bu nedenle de İngiliz milli takımının giysilerini Daniel Hechter modaevi hazırladı.
Yazının Devamını Oku

İnsanlığınVirütik Tarihi

31 Mayıs 1998
Geçen hafta çok şaşırtıcı bir keşif haberi geldi. AIDS'e karşı kalkan oluşturan genin neden sadece beyaz ırkın bazı üyelerinde bulunduğuna açıklama getiren bu keşif haberini dünya sayfalarında kullandık.ABD'deki Ulusal Kanser Enstitüsü'nün araştırmaları sonucu şöyle bir tablo ortaya çıkmıştı: Ortaçağ'da Avrupa nüfusunun üçte birini yok eden veba salgınından etkilenen bölgelerde yaşayanların soyundan gelenler, bağışıklık sistemini HIV'nin saldırılarından koruyan bir gen taşıyorlardı. Sadece Avrupa'dan göç edenlerde görülen bu genetik mutasyona, ne Asya, ne Afrika ne de Amerikan yerlileri arasında rastlanıyordu. Avrupalıların vebayla olan 700 yıllık tanışıklığı, bağışıklık sisteminde genetik bir evrime yol açmıştı çünkü.Şu işe bakın, diye düşündük; Kara Ölüm diye anılan veba, çağın vebası denilen AIDS'e çare oluyor.Haberin bana şaşırtıcı gelmesi, sadece veba-AIDS ilişkisinden kaynaklanmıyor tabii ki. İnsanlığın evrim sürecine tamamen salgın hastalıklar penceresinden bakan bir tarih teorisi bulunduğunu da bu haber sayesinde keşfetmek, doğrusu sürpriz oldu. New York Times'da yayınlanan yazının satır aralarında şöyle bir cümle yer alıyordu: ‘‘... Böylelikle, insanlık tarihinin salgın hastalıklar tarafından yazıldığını savunan teorinin doğrulanması yolunda önemli bir adım atıldı...’’Bu ipucundan yola çıkarak küçük bir araştırma yapınca, virütik tarihin değişik ırkların kaderinde nasıl rol oynadığını iyice anladım. Tarih, insanoğlunun bağışıklık sistemiyle virüsler arasındaki bir köşe kapmacadan ibaretti sanki. Bilim yazarı Jared Diamond'un ‘‘Yoksul ve Zengin’’ adlı kitabında bu kovalamacayla birlikte bazı hastalıklarla ilk kez tanışan halkların nasıl kırıldığı anlatılıyor. Amerikan yerlileri kızamık, çiçek ve tifüs gibi bulaşıcı hastalıklardan kırılırken, Avrupalılar çok az kayıp veriyor. Çünkü bu hastalıklarla eskiden tanışıyorlar. Ama, buna karşılık sadece yerlilerin tanıdığı hastalıklar da Avrupalılara fazla zarar vermiyor. Neden mi? Diamond'a göre Avrupalılar, daha fazla hayvan evcilleştirdikleri için birçok virüse karşı bağışıklık geliştiriyorlar. Virüslerin çoğu önce hayvanlarda ortaya çıkıyor, sonra da insanlara geçiyor. Örneğin HIV, maymunlar arasında zararsız bir virüs olarak ortaya çıkan SIV'den türüyor. Grip virüsü de, bir zamanlar kuşlarda bulunan bir virüsten insanlara sirayet ediyor. Bağışıklık sisteminin kodları sürekli değişiyor; hayvanlardan geçen parazitler de sürekli olarak yeni sayısal kombinasyonları deneyerek, şifreleri çözmeye çalışıyorlar. Alman salgın hastalık uzmanı Stefan Winkle'nin ‘‘Salgınların Kültür Tarihi’’ de bu konuda yazılmış, Antik Çağı da kapsayan bir kitap. Çiçek ve kızamıktan, veba, kolera, sıtma, tifüs, difteri ve frengiye kadar uzanan bir dizi bulaşıcı hastalığın, tüm savaşlarla, kıtlık, deprem ve sellerin toplamından daha fazla kurban aldığını anlatan Winkle, birçok uygarlığın salgınlar yüzünden çöktüğünü iddia ediyor. Örneğin Atina'nın altın çağı, İÖ 430'da salgın yüzünden sona eriyor. Koskoca Roma İmparatorluğu da hamam sefaları, şarap ve aşk yüzünden değil, feci bir sıtma salgını nedeniyle parçalanıyor. Roma, ateş nöbetlerinde eriyip gidiyor ve 1350 yılında sadece 17 bin Romalı kalıyor. Papalar bile Güney Fransa'ya Avignon'a kaçıyor. Vizigotlar, Hunlar ve Vandallar da sıtma yüzünden heba oluyor. 1348-1349 yıllarında Avrupa'yı kasıp kavuran veba tam 25 milyon can alıyor; böylece dünyanın dörtte biri yokoluyor. Grip virüsü yaşadığımız yüzyıl içinde tam 20 milyon can alıyor. İşin kötü tarafı; bugünün tarihini de bulaşıcı hastalıklar yazıyor. AIDS'in yanı sıra tüberkuloz, sıtma ve kolera, eski Sovyet cumhuriyetleriyle Afrika'da yeni den tırmanışa geçiyor.Virütik tarihi yenmek gelecek yüzyıllarda da mümkün görünmüyor. Dünya üzerinde bilinen 50 bin çeşit mikro-organizma bulunuyor. Bunların yüzde 99'u insanlarla kesinlikle ilgilenmiyor. Ama, geriye kalan birkaç yüz tanesi yetiyor da artıyor bile.
Yazının Devamını Oku

Viagra'nın diğer yüzü-2

24 Mayıs 1998
Viagra'dan kuşkulananlar cephesinden gelen genel istek üzerine, ilacın şöhretine leke sürecek toplumsal yan etkilerini biraz daha deştim.Aslında durum bu kadar trajik olmasa, rahatlıkla komik bulunabilir. Bir zamanlar seks düşkünlüğü yüzünden tedavi gören aktör Michael Douglas'ın kurduğu şu cümleye bakın:‘‘Her seferinde, onu bu haliyle son kez gördüğünüzü düşünür, vedalaşırsınız...’’ Adam, tutkuyla bağlı olduğu sevgiliden değil, alt tarafı ereksiyonundan söz ediyor. Bu yüzden de Viagra'ya tapınıyor. Üstelik 40 yaş cıvarından sonra istisnasız bütün erkeklerin aynı korku girdabında yaşadığını iddia ediyor. Son günlerde erkekler arasında yaşanan Viagra histerisinden anlaşıldığı kadarıyla bu cinsin yaklaşık yarısı iktidarsızlık çekiyor, diğer yarısı da günün birinde iktidarsız kalmaktan korkuyor. Demek ki insanlığın yarısı kabus içinde yaşıyor. Uzmanlara bakılırsa bu kabus, medyanın sürekli seks pompalamasından kaynaklanıyor. İlle de iktidar gücü dayatılan erkekler anormal baskı altında kalıyor. Zaten doğası gereği aşk, şefkat, duyarlılık ve ruh konusunda kadınlara göre daha yavan kalan erkeklerin bütün hayatı performansta düğümleniyor. Ve toplum da performansa prim veriyor. Örneğin ABD Başkanı Bill Clinton'ın aşırı iktidar sahibi olması, puanını düşürmek bir yana, seksteki müthiş performansı nedeniyle hayranlık uyandırıyor. Seks skandallarından sonra halk desteğinin artması bunu gösteriyor.Eski başkan adayı, prostat ameliyatlı Robert Dole ise Viagra'yla yeniden iktidarına kavuştuğunu itiraf ediyor. Böylelikle son başkanlık seçiminde Dole yerine Clinton'a oy veren Amerikalılar ne kadar isabetli bir iş yaptıklarını anlamış oluyorlar. Siyasi iktidara ulaşamayan 74'lük Dole'un bundan sonraki özel iktidar hayatında çok dikkatli olması gerekiyor, çünkü Viagra yüzünden yaşlı erkekler arasında iş üstünde ölüm vak'alarının katlanarak artacağı tahmin ediliyor. Cinsel suçların artmasından endişe edenler de var. Örneğin Viagra'nın deneme aşamasına katılan Alman ürolog Hartmut Porst, ilacın bir silaha dönüşebileceğini belirtiyor. Bu yüzden de Tayland'a gitmeye hazırlanan pedofil tipli adamlara, hapis yatmış tecavüzcü sapıklara ve bir de AIDS hastalarına kesinlikle Viagra reçetesi yazmadını söylüyor.Sırası gelmişken Viagra'nın hukuki yansımalarına değinelim. Örneğin Amerikalı hukukçular şu sorunun yanıtını bulmaya çalışıyor: Mahkeme önüne çıkarılan bir cinsel sapık, ‘‘Hakim Bey, ben masumum. Bütün suç Viagra'da’’ dediği zaman ne olacak? Mahkeme Pfizer şirketini mi, yoksa sapığı mı suçlu bulacak? Yoksa hakim, tecavüze uğrayan kurbana, ‘‘Kızım sen neden Viagra almış adamın yanına yaklaşıyorsun!’’ mu diyecek. Alman doktor Porst, Viagra'nın başka bir marifetini de ele veriyor. İlacın sadece ereksiyon sorunu olanlarda değil, normal erkeklerde de doping etkisi yaptığını söylüyor. Kendi üzerinde denediği için ne dediğini çok iyi biliyor. Pfizer firması ise Viagra'nın bir afrodizyak gibi görülmesini engellemek için şiddetle mücadele ediyor. Çünkü önüne gelen mavi hapı yuttuğu takdirde, sigorta şirketlerinin bu ilacı, derhal listeden silmesinden ve talebin kesilmesinden endişe ediyor. Hele hele Avrupa ülkelerinde sosyal sigortalar, milletin kesesinden gelen parayla yatak odalarını renklendirmeyi asla düşünmeyeceği için, afrodizyak imajı çok tehlikeli görünüyor. Bu ilacın kadınların çok işine yarayacak bir meret gibi gösterilmesine gelince...Playboy yazarı James Petersen, Viagra'yı, aynı doğum kontrol hapı gibi anıtsal bir buluş diye niteliyor. Yani cinsel devrime giden yolu açan doğum kontrol hapı kadını nasıl özgürleştirdiyse, Viagra'nın da erkeği özgürleştireceğini söylüyor. Bu görüşe göre kadın kendi bedeni üzerinde kontrolü sağlarken, erkek de kendi ereksiyonunun efendisi oluyor.Ancak işin aslı hiç de öyle değil. Doğum kontrol hapı, kadının seksten korkmasını engellediği için erkekle eşit kılıyordu. Viagra ise erkeğin ideal güce, üstünlüğe ulaşması ve egosunu tatmin etmesi için kimyasal bir araç haline geliyor.Viagra'nın cinselliği yapaylaştırıcı etkisi de var. Birçok feministin görüşüne göre kadınlar, eşlerinin minicik mavi bir hapa reaksiyon verdiğini düşünecekleri için seks hevesini yitirecekler. Bu arada yeni salgınlara hazırlıklı olmamız gerekiyor. Çünkü Viagra'dan beterleri geliyor. Merck ve Bristol-Myers Squibb ilaç şirketleri, etki süresi Viagra'dan çok daha uzun olan ilaçlar üzerinde çalışıyor. Şu anda klinik deneyleri devam eden bu ilaçlar piyasaya çıktığında erkekler 48 saat sekse hazır vaziyette ortalıkta dolaşacaklar.Şimdiden geçmiş olsun!
Yazının Devamını Oku

Viagra’nın diğer yüzü

17 Mayıs 1998
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) raporuna göre, 2025 yılında insanın ortalama yaşam süresi 73'e, dünya nüfusunun toplamı da 8.3 milyara çıkacak. WHO uzmanları tıp bilimindeki olası gelişmeleri de gözönünde bulundurarak yaptıkları projeksiyonlarda acaba Viagra faktörünü de hesaba kattılar mı? Rapor geçen hafta yayınlandığına göre pek mümkün değil. Ama, bu sene değilse bile, gelecek yılki raporda Viagra mutlaka dikkate alınacaktır. Çünkü bu ilaç yüzünden dünya, kesinlikle büyük bir nüfus patlaması yaşayacak. İktidarsızların iktidara kavuşması, yeni bir baby-boom şeklinde kendini gösterecek. Viagra'nın yarattığı iktidar mucizelerini anlata anlata bitiremeyenlerin gürültüsünden fırsat kalmadığı için, bu tür yan etkileri sayıp dökenlerin sesi pek duyulmuyor. Erkek toplumunda tam anlamıyla kitlesel histeri yaratan ilacın yan etkileri de konuşuluyor bugünlerde ama, körlük, kellik falan sadece erkekleri ilgilendiriyor. Toplumsal yan etkileri ise kadınları. Amerikalı feminist yazar ve akademisyen Camille Paglia, Viagra ile ilgili fikrini soran Time Dergisi'ne şöyle konuşuyor: ‘‘Eğer erkekler ereksiyon gibi doğal bir işlevi de artık yerine getiremiyorlarsa, insan türünün evriminden mutlaka silineceklerdir.’’ Çok iddialı ama, Paglia'yla aynı görüşte olan erkek uzmanlar da var. Pennsylvania Üniversitesi'nin Bioetik Merkezi Başkanı Arthur Caplan'a göre erkeklerin bu ilaca bağımlı hale gelmesi gibi bir tehlike mevcut. Bu tehlike, erkeklerin Viagra'sız tek adım atamamasını içeriyor. Eileen Palace adlı Amerikalı seks uzmanı da Viagra alan erkeklere mutlaka psikolojik terapi uygulanması gerektiğini söylüyor. Ayrıca Viagra'nın sekse olan talebi artırması da endişe yaratıyor. AIDS'in yanı sıra cinsel yolla bulaşan diğer hastalıkların da tırmanacağı tahmin ediliyor. Kadın-erkek ilişkilerinde de dengenin iyiden iyiye bozulması söz konusu. Cinselliği zaten duygusal olmaktan çok, mekanik bir eylem olarak gören erkeklerin bu inancı daha da pekişecek. Viagra, çabuk seks arayışının araçlarından biri haline gelecek. Aslında seks uzmanlarına göre, Viagra'yla tedavi edilmeye çalışılan cinsel fonksiyon bozukluğu zaten çoğunlukla erkeklerin cinselliği mekanik bir işlev olarak görmesinden kaynaklanıyor.İlacın hedef kitlesi yaşlı erkekler. Diyelim ki 80'lik Viagracı dedeler, kendilerini 18'inde hissetmeye başladı. O zaman geçkin evliliklerdeki ilişkiler ne hale gelecek?Viagra'yı cinsel fonksiyon bozukluğuna karşı bir ilaç olduğunu kafası basmayıp, afrodizyak zannedenler de cabası. Bir uzman bu konuda şöyle diyor: ‘‘Fonksiyon bozukluğu olmayan gençler bu ilaçtan bir gecede 5-6 adet almaya kalkışacak ve o zaman büyük problemlerle karşılaşacaklar.’’ Problemin ne olacağını ise söylemiyor. Üstüne üstlük Viagra'nın erkek egosunu daha da yükseklere tırmandıracağı söyleniyor. Bu dünyanın başına ne geldiyse zaten erkek egosu yüzünden geldiğine göre, herhalde ihtiyacımız olan son şey de egonun büyümesi. Bu arada Viagra'nın otomotiv sektörünü ilgilendiren yan etkileri de olabilecek. İngiliz The Independent Gazetesi'ndeki bir köşe yazısında Jeremy Laurance şöyle fikir yürütüyor:‘‘Erkekler egolarını tatmin etmek için 5 sterlinlik bir hap almak dururken, neden bir Ferrari'ye 350 bin sterlin ödesinler?...’’
Yazının Devamını Oku

21.Yüzyıl usulü evlenme

10 Mayıs 1998
Babaları savaşıyordu, onlar evleniyor.Roosevelt'in Chrysler kullanıp kullanmadığını bilmiyorum ama, Hitler'in makam otomobilleri Daimler-Benz yapımı gıcır gıcır Mercedes'lerdi.Müttefik kuvvetlerini bombalayan Luftwaffe uçaklarının motorları da, Alman tankları da Daimler-Benz'di. Müttefik uçakları, fabrikalarını yerle bir edene kadar Daimler-Benz hep cephedeydi.Nazi ordularına karşı savaşan Sherman tanklarını üreten Chrysler de hep cephedeydi.Ancak dünkü düşmanlık, bugünün aşklarını engellemiyor. Daimler-Benz ile Chrysler evleniyor. Çünkü globalleşen yeni dünya düzeninde ayakta kalmak isteyenler artık ne düşmanlık, ne de ulusal sınırlar tanıyor. Dünya ekonomisi sınırlarından arınıyor. Bütün zamanların en büyük sanayi birleşmesinden doğan DaimlerChrysler'in eşit ortakların evliliği olduğu söyleniyor. Yani küçüklerin piyasada boğulup büyüklere yem olduğu bir yutma operasyonu yok ortada. Toplam değeri 92 milyar dolar olan iki devin evliliği söz konusu. Ancak yeni şirketin yüzde 57'sini kontrol eden Daimler'in Chrysler'i satın aldığını düşünenler çoğunlukta. Özellikle de Almanya'da kesinlikle bu görüş hakim.Buna rağmen Amerika'dan en ufak bir milliyetçi tepki yükselmiyor. İlk otomobili ürettiği 1924'den beri, Dodge'u Plymouth'u, Jeep'i DeSoto'suyla sapına kadar Amerikan ruhunu temsil eden Chrysler'in Alman ellerine gitmesine kimse ses çıkarmıyor. Üstelik bu şirket Amerikan sanayi tarihinde lokomotif rollerden birini üstleniyor ve Amerikan ekonomisi açısından o kadar büyük değer taşıyor ki, yönetim iflastan kurtarmak için 1.5 milyar dolar sayıyor. Dahası bu şirket uzun yıllar ‘‘Amerikan malı kullanmalı’’ sloganının bayraktarlığını üstlenmiş bulunuyor. Ancak Amerikan malına vurulacak Alman damgası rahatsıztlık yaratmıyor. Çünkü Avrupa ve Japonya'nın yarattığı dayanılmaz rekabet ortamında herkes pazar oyununun kuralını biliyor ve kuralları artık Amerika koymuyor. Amerikan otomotiv pazarındaki acıklı manzarayı kavrayabilmek için şu rakamlara bakmak yeterli: 1980'lerin başında piyasadaki ilk 10 otomobilin sadece ikisi, üç büyük Amerikan şirketi (GM, Ford, Chrysler) tarafından üretiliyordu. 1990'ların başında ise üç büyüklerin ilk ondaki payı bire düştü. Sanayi çevreleri ve akademisyenlere göre DaimlerChrysler operasyonu sınırlarından arındırılmış dünya ekonomisinin oluşumu yolunda atılmış en büyük adımlardan biri. ABD'li İşletme Tarihi profesörü Daniel Raff, ‘‘Pazarların giderek globalleştiği ortamda Amerikan şirketlerinin Amerikan kalması mümkün değil’’ diyor. Bazı uzmanlar, otomotiv sektöründe gelecekte topu topu beş mega şirketin kalacağını öne sürüyor. Amerikan yasalarının da bu evliliğe itiraz etmesi söz konusu değil. Anti-tröst yasası gereği, milli sınırlar içinde bu tip parlak bir izdivaç yapması mümkün olmayan Chrysler çareyi bir yabancıya varmakta buluyor. Aslında bu anti-tröst yasası çok garip. Örneğin Amerikan GM, Japon Toyota ile ortaklığa gidiyor ve bu oluşum Ford ile Chrysler'a açık bir saldırı teşkil ediyor. Ancak yasa sesini çıkarmıyor. Yeter ki, Ford ve Chrysler birbirine yaklaşmasın. Onlar da karşı cephe kurmaya kalkarsa anti-tröst yasası devreye giriyor.Tabii bu Alman-Amerikan evliliği Japonların fena halde moralini bozuyor. Japon kapitalizmi yerli evliliklere engel değil. Hatta devlet, 11 büyük otomobil şirketini, sayılarını beşe indirsinler diye teşvik ediyor. Çünkü hepsini birden yaşatacak kadar büyük pazar payı bulunmuyor. Toyota hariç tamamı zor günler geçiren Japon otomobilciler ise birleşmelere yanaşmıyor. Ama, bu ortamda bakir kalmak mümkün değil. Bakalım onlar ne zaman geçecek nikah memurunun karşısına.
Yazının Devamını Oku

Ah şu kalleş genler

3 Mayıs 1998
Bugünlerde kanser-sigara-gıda üçgeninde çok önemli gelişmeler meydana geliyor. Kansere yakalanma riskiyle ilgili tüm inançları yıkacak, hayatta kalabilmeyi tamamen genetik kadere bırakacak cinsten gelişmeler. Sağlıklı yaşam ve hayvan sevgisi uğruna ömrünün son yıllarını sürekli ot yiyerek geçirip, İngiliz Vejetaryen Derneği'ni kuran Linda McCartney, çok absürd bir şekilde göğüs kanserinden öldü. Sigara ve alkolü ağzına koymayan, hayvansal gıdalarla her türlü ilişkiyi kesen Linda, kanserin göğüsten kemiklere, kara- ve akciğere yayılması sonucu ‘sağlıklı yaşamına’ 56 yaşında veda etti.Bu yetmiyormuş gibi, İskoç bilimadamları da son derece moral bozucu bir gen keşfettiler. Prof.Roland Wolf liderliğindeki ekibin buluşuna göre, tek bir gen, insanı sigaranın zararlarından koruyor. Eğer varsa tabii. Bu gene sahip olanlar, günde 40 sigara da içseler, özellikle akciğer ve mesane kanserinden korunuyorlar. Eğer bu gene sahip değilseniz, pasif içicilik durumunda bile kansere yakalanmanız mümkün oluyor.Fareler üzerinde yapılan deneyler sonucu varılan bu keşfin bilimsel açıklaması şöyle: söz konusu gen, insanı sigaranın içerdiği zehirli kimyasallardan koruyan ‘gluathione S-transferase’ adlı enzimi üretiyor. Bu enzim bulunmadığı takdirde tümör gelişiyor. Sigara içmeyenler için şimdilik moral bozucu görünen bu buluşun faydası ise akciğer kanserini önleyici bir ilacın geliştirilmesini sağlayacak olması. Kadınlarda göğüs kanserini önleyen ‘tamoxifen’ gibi bir ilaç yani. Benim gibi sigara içenleri gizliden gizliye zevklendiren keşif tabii ki, sigara karşıtlarını ayağa kaldırdı. Sigaraya Karşı Eylem adlı İngiliz grubu, ‘Genetik mühendisliğine güvenip de sigaranın zararlarından korunacağınızı sanmayın’ diye uyarıda bulundu. Şu anda çocuk yaşta olan gençlerin, ‘Nasıl olsa biz 60 yaşına gelinceye kadar akciğer kanserinin çaresi bulunur’ diyerek sigaraya sarılmasından endişe ettiklerini açıkladılar.Anti-nikotin cephesinde durum böyleyken, et düşmanları Linda McCartney'in ölümüne rağmen işi pek bozuntuya vermiyorlar. Hatta Paul McCartney, İngiltere'de milyonlarca insanı et yemekten vazgeçiren karısının vasiyeti üzerine tüm dünyaya ‘vejetaryen saflarına katılmaları’ çağrısında bulundu. Tuhaftır, bu çağrı üzerine Vejetaryen Derneği'ne bilgi almak için yapılan başvurular tam yüzde 50 oranında artmış. Peki vejetaryen beslenmenin ne yararı var? Her 14 kadından biri göğüs kanserine yakalanma riski taşıyor. Göğüs kanseri vak'alarının yarısından fazlası ise doğrudan sigara ve beslenmeyle bağlantılı. Menopoz sonrası döneme giren kadınların etten uzak durup, vejetaryen bir diyet uygulaması halinde risk faktörü azalıyor. Ancak Linda'nın ölümü paradoksal bir durum yaratıyor. Zaten bazı hekimler, gıdayı ilaç yerine koymanın doğru olmadığını söylüyor. Çünkü vejetaryenlerde, stres ve enfeksiyon halinde çok işe yarayan demir ve B12 vitamini eksik oluyor. Bu nedenle de sürekli kontrol ve erken teşhis, beslenmeden daha fazla önem taşıyor. Erken teşhis halinde hastaların üçte ikisi kurtuluyor. İngiliz Kanser Araştırmaları Enstitüsü'nden Prof.Barry Gusterson'a göre göğüs kanserinden korunmak için sağlıklı bir yaşam tarzına ve iyi genlere sahip olmak gerekiyor. Az yağlı beslenme, düzenli egzersiz ve az alkol, az et en iyisi. Yani vejetaryen olup işi abartmamak gerekiyor. Prof.Gusterson'ı çok tuttum. Şöyle diyor:‘Hayatta, hastalık riskinden kaçmaktan başka zevkler de vardır. Yemek bir ilaç değil, sevişmenin yanı sıra hayatın en mükemmel zevklerinden biridir...’
Yazının Devamını Oku

Kim korkar feminizmden

19 Nisan 1998
Son 30 yılın komünizmden sonraki en ürkünç sözcüğü artık kimseyi korkutmuyor. Erkekler feminizmden korkmuyor; Bill Clinton hiç korkmuyor. 68 kuşağı eski tüfek feministler bugünlerde görüşlerini revizyondan geçirip, kadın hareketinin son otuz yılını inceleyen kitaplar yazıyor. Ve hepsi de aynı şeyi söylüyor: Cinsiyetler arasındaki savaş, 30 yıl öncesine göre daha da şiddetlenmiş bulunuyor. İş hayatı ve toplumsal yaşamda güçleniyormuş gibi görünen kadın aslında kaybetmeye devam ediyor. İngiliz feminist hareketinin öncülerinden Ann Oakley ile Juliet Mitchell'in hazırladığı ‘Kim Korkar Feminizmden?’ geçenlerde yayınlandı. Bu kitapta yer alan denemeler, kadının baskı ve zulüm altında ezildiği ve erkekler dünyasının kurbanı olduğu temasını işliyor. İş hayatında erkeklerle eşitliği yakalayan kadınlar da kaybedenler kategorisinde yer alıyor. Çünkü işte çalıştıkları gibi, ücretsiz ev işi ve çocuk bakımını da üstlendikleri için omuzlarındaki yük ağırlaşıyor.Avustralya doğumlu İngiliz feminist Germaine Greer de ‘The Whole Woman’ (Kadının Tümü) adı altında revizyon niteliğinde bir kitap hazırlıyor. Kitabın temel felsefesini şu görüş oluşturuyor: Kadın sorunları 60'lardan bu yana tam tersine döndü. 1968'lerde kadınların herhangi bir mazeret göstermeden ‘hayır’ deme hakkı vardı. Kadın o günlerde ‘evet’ hakkı için mücadele ediyordu. Oysa bugün, erkeklerin istediği herşeye ‘evet’ demek yükümlülüğü altındalar. 1973'te kaleme aldığı ‘The Female Eunuch’ adlı kitabıyla çığır açan Greer, o tarihlerde cinsel özgürlük adına kadınlara ‘dişi harem ağaları’ olmalarını öneriyordu. Çocuklar babasız komünlerde büyütülecek, kapitalist devletin başlıca tüketicileri olan kadınlar, örneğin çamaşır makinelerini ortaklaşa kullanarak bu alanda da özgürleşeceklerdi. Ama, hepsi de teoride kaldı. Zaten hiçbir kadın her erkeğe ‘evet’ diyecek kadar aptal değil. Greer'e göre cinsel özgürlük kadınların dilediği erkeğe ‘evet’ demek hakkından geçiyordu. Greer'in 1968 yılında Oxford Üniversitesi'nde verdiği bir konferansı 0dinleyen gençler arasında, o günlerin militan öğrencisi Bill Clinton da vardı. Clinton, ‘evet’ hakkını çok tutmuş olmalı ki, bugün nerede bir kadın görse pantolon indirip duruyor. İşte bu yüzden de Amerikan feminizmi son derece paradoksal bir süreçten geçiyor. Feminist cephe Bill Clinton'ın seks skandalları yüzünden için için kaynayan bir kazanı andırıyor. Feminist destekle başkan olan Clinton, kürtaj ve diğer bazı sosyal konularda kadınların yüreğini okşayan politikaları sayesinde cephenin iplerini elinde tutuyor. Bu nedenle en ufak bir cinsel taciz olayında kıyameti koparan kadın kuruluşlarının hiçbiri Başkan'a karşı sesini yükseltemiyor. Clinton'ın ABD tarihinde ilk kez dışişleri ve adalet bakanlıklarına birer kadını getirmesi de çok büyük bir kazanım sayılıyor. Aralarında Erica Jong'un da bulunduğu 10 feminist, New York Observer Gazetesi'nin düzenlediği değerlendirme oturumunda, Clinton'ın tepeden tırnağa son derece kanlı-canlı, şirin bir yaratık olduğuna karar verip, Başkan'ı temize çıkarıyorlar. Vanity Fair Dergisi'nin mayıs sayısında yer alan Marjorie Williams imzalı yazıda ise bütün bu gelişmeler, siyasi oportünizmin çirkin ve utanç verici gerçekleri olarak niteleniyor. Feminist yazar ve akademisyen Camille Paglia da, Clinton'ın kadınlara son derece onur kırıcı davrandığını belirterek, Başkan'ı koruyan kadın kuruluşlarını davaya ihanetle suçluyor. Feminist Çoğunluk adlı lobi grubunun başkanı Eleanor Smeal ise ‘Artık cinsel tacizin ne olduğunu okullarda öğretmenin zamanı geldi’ diyerek diğer grupları eleştiriyor. Adı artık Amerikan feminizmiyle özdeşleşen ‘Bayan Feminizm’ lakaplı Gloria Steinem ise Clinton skandallarına ilişkin görüşüyle kazanı iyice fokurdatıyor: Şöyle diyor Steinem: ‘Clinton’ın yaptığı taciz sayılmaz, çünkü Paula Jones ve Kathleen Willey'in (hani Başkan'ın pantolon indirdiği ikinci kadın) hayır istemiyorum yanıtı üzerine teklifinde ısrar etmemiş...'Galiba Greer yanılıyor. Baksanıza Amerikalı kadınlar Başkan'a bile ‘hayır’ diyebiliyor.
Yazının Devamını Oku