Ayşe Özek Karasu

Hafif yalanlar Gerçek yalanlar

16 Ağustos 1998
Bisim, yalan olarak tanımlamakta güçlük çekeceğimiz bir yalandı. Ama, skandal Almanya'da patlamıştı ve bir politik yaşamı söndürmeye yetti.Dönemin Sosyal Demokrat Parti Lideri Bjorn Engholm, O talihsiz yalanı söylemese, belki de önümüzdeki ay yapılacak genel seçimlerde SPD'nin Kohl'ün karşısına çıkaracağı başbakan adayı olacaktı. Aslında Engholm düpedüz yalan söylememiş, sadece bazı kritik gerçekleri kamuoyundan gizlemişti. 1987 yılında Schleswig-Holstein eyaletinde yapılan seçimlerde Engholm SPD'nin Başbakan adayıydı. Eyalet Başbakanı olan Hıristiyan Demokrat Uwe Barschel'le yarışıyordu. Seçimlere ramak kala Der Spiegel, Barschel'in Engholm'un telefonlarını dinlettiğini, bir açığını yakalamak için vergi kayıtlarını bile incelettiğini ortaya çıkardı. Barschel bütün iddiaları yalanlamakla birlikte istifa etti. 11 Ekim 1987 günü de cesedi, Cenevre'deki bir otel odasının banyo küvetinde bulundu. Adını temize çıkaracak belgelere sahip esrarengiz bir şahısla buluşmaya gitmiş, ancak yüksek dozda ilaç alarak intihar etmişti. STASİ PARMAĞIYıllar sonra, bir cinayete kurban gittiği anlaşılınca dosya yeniden açılacak, ancak düğüm bir türlü çözülemeyecekti. Muhtemel suikastçılar arasında eski Doğu Alman gizli servisi Stasi'den İranlı silah tüccarları ve İsrail ajanlarına kadar birçok odağın adı geçti. Büyük bir ihtimalle cinayette Stasi parmağı vardı, ancak gerçekler gün ışığına çıkarılamadı. Eyalet Başbakanlığına seçilen Engholm'e gelince, kirli oyunların hedefi olduğunu bilmediğini söylüyordu. Ancak 1993 yılında, rakibi Barschel'in entrikalarından haberdar olduğu ortaya çıktı. Engholm yalan söylemişti; bilinmeyen bir nedenle bildiklerini kamuoyundan gizlemişti. Fazla direnmedi, başbakanlık ve parti liderliğinden istifa etti.Çoktandır unutulup giden bu skandal, siyasi entrika ve casusluk filmlerine konu olabilecek kadar sıkı bir senaryoydu.Şu anda bütün dünyanın dikkat kesildiği Beyaz Saray'daki yalan skandalı ise içerik itibariyle Engholm vak'asının yanında sönük kalıyor.Monica Lewinsky'yle ilişkisi olmadığını iddia eden ABD Başkanı Bill Clinton yeminli ifade verirken gerçekten yalan söylediyse bu açıkça suç teşkil ediyor. Ama bu suç, Engholm'un zamanında Almanya'yı sarstığı kadar sarsmıyor Amerika'yı. Aslında Amerikan basını Clinton'ın yalan söylediğine artık iyice kanaat getirmiş gibi görünüyor. Ancak tuhaf bir durum var; basın Clinton'ın yalan skandalını biraz yavan buluyor. Basit bir seks yalanının hiçbir siyasi sır içermemesi gerilimi azaltıyor. Çünkü, skandal deşildikçe altından yeni ilişkiler, kirli oyunlar çıkmıyor. Bütün tanık ve deliller hep aynı noktayı, Clinton-Monica ilişkisinin doğruluğunu gösteriyor. Clinton'ın makamını suistimal etmemiş olması da basın tarafından hafifletici neden olarak görülüyor.SÖYLE KURTULWashington Post'tan Richard Cohen, ‘‘Clinton'ın yalan söylemesi, Papa'nın günah işlemesi gibi birşey. Ama, buna kriz demeye dilim varmıyor’’ diye yazıyor köşesinde. Böyle skandal olmaz, Başkan doğruyu söylesin bitsin bu iş diyor ve şöyle devam ediyor:‘‘Eğer Clinton gerçekten yalan söylediyse, bunun Watergate ve İrangate'den daha kötü olduğunu yazmaya niyetliydim. Çünkü İran-Contra olayını tezgahlayanlar en azından siyasi ilkelerine uygun hareket etmişlerdi. Clinton ise salt kişisel çıkarları uğruna. Ama olmadı yazamadım, çünkü bu skandalın içi boş. İrangate skandalı, Kongre kararlarına aykırı olarak Nikaragua'daki anti-komünist gerillaların finanse edilmesini amaçlıyordu. Belki siyasi olarak doğruydu ama, yasalar ihlal edilmişti. Nixon ise daha da beterini yapmış, başkanlık makamını suistimal etmişti. Peki ya Clinton'ın görevi suistimal ettiğini gösteren bir kanıt var mı?’’DNA TESTİGerçekten de kanıt yok. Ama, yalanı ortaya çıkaracak çok önemli bir kanıt var; Monica'nın spermli elbisesi... FBI elbiseye DNA testi uyguladı. Elbisede bulunan spermin Clinton'a ait olup olmadığı bu test sonucu rahatlıkla belli olabilecek. Üstelik DNA karşılaştırması yapmak için Clinton'dan kan veya tükürük örneği alınması da gerekmiyor. Çünkü FBI geçen yılın kasım ayından beri, cani ve tecavüzcüleri ortaya çıkarmaya yarayan genetik parmak izi tekniği uyguluyor. Clinton'ın parmak izinin bulunması da o kadar zor olmasa gerek. Adaletin artık kanıt olarak kabul ettiği DNA testinde yanılma payının 9 milyarda bir olduğu söyleniyor. Tabii bu bilimadamlarının görüşü. FBI ise ‘‘Artık yanılma payı yok. DNA izi dünya üzerinde sadece bir tek kişiye ait olabilir’’ diyor. Geriye bir tek soru kalıyor: Acaba o tek kişi Clinton mu ve yarın Büyük Jüri önüne çıkarken test sonucunu öğrenmiş olacak mı?
Yazının Devamını Oku

Asparagasçıların acıklı sonu

9 Ağustos 1998
Sekiz yaşındaki eroin bağımlısı siyah çocuğun dokunaklı öyküsünü anlatıyordu. Genç gazeteci Janet Cooke'un haberi ‘‘Jimmy'nin Dünyası’’ başlığıyla Washington Post'ta yayınlanmıştı. Cooke, hikayeyi öyle duyarlı satırlarla kaleme almıştı ki, gazetenin yayın yönetmeni Ben Bradlee ve sahibi Katherine Graham tarafından 1981 Pulitzer ödülüne aday gösterildi. Ve ödülü aldı da. Sonra olaylar rüzgar hızıyla gelişti. Amerikan basını 26 yaşındaki Cooke'un geçmişiyle ilgili yalanlarını bir bir ortaya çıkarmaya başladı. Sonunda bombayı patlatan Cooke'un kendisi oldu; Jimmy'nin öyküsü baştan sona düş ürünüydü. Öyle bir çocuk yaşamıyordu. Cooke görevinden istifa etti. Bradlee, ülkenin en prestijli ödülü olan Pulitzer'in iade edileceğini duyuran bir bildiri yayınladı. Bob Woodward'ın Watergate skandalını ortaya çıkarmasıyla süksesi doruklara çıkan Washington Post, gümbür gümbür bir düşüş yaşadı. Cooke, bütün muhabirlerinden Woodward tarzı gazetecilik ve ödül bekleyen Post yönetimini sorumlu tutuyordu. Daha sonra Graham da kitabında, Pulitzer ödülünün basın üzerindeki zehirleyici etkilerinden söz edecekti.ZAMAN DEĞİŞTİBu olay Amerikan basın etiği tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. O dönemde yapılan yorumlarda, Post'un Nixon'ı aşağı indirerek gazetecilik kültürünü değiştirdiği, ancak bu değişimin gazeteciliği son derece bireysel bir rekabet ortamına sürüklediği belirtiliyordu.Aradan çok zaman geçti, ödül kazanıp ünlenme, ya da kazanılmış bir ünü koruma hırsı çok daha şiddetlendi. 90'ların dünyasında bilgi alışverişi toplumların başlıca uğraşı ve takıntısı haline geldiği ve herkes bilgi uzmanı kesildiği için rekabet daha da kızıştı. Haberlerin ayrıcalıklı olması için müthiş dehşet, büyük hayret uyandırması gerekiyordu.Böylece ciddi basındaki asparagas dozu da tırmanmaya başladı. Özellikle son aylarda düzmece gazetecilik örnekleri iyice arttı. Hatta piyango ünlü Peter Arnett'i bile vurdu. Arnett'in CNN ekranından bildirdiğine göre, Vietnam Savaşı sırasında Laos'taki bir köye yapılan baskında savaştan kaçan Amerikalı askerlere karşı, uluslararası anlaşmalarla yasaklanmış sarin gazı kullanmıştı. Haber Pentagon tarafından derhal yalanlandı. Hatta CNN'in askeri uzmanı bile bu yalan haber yüzünden istifa etti. CNN kamuoyundan özür diledi ve haberi veren iki yapımcısını işten çıkarıp, Arnett'i de kızağa çekti. CNN'le aynı gruba dahil olan Time dergisi ise haberi bastığı için yerin dibine geçti. HİTLER’İN EL YAZMALARIThe New York Times da fena bir bozguna uğradı. Yıllar önce Hitler'in el yazmalarını milyonlarca marka kapatıp, piyasaya çıktıktan sonra aldatıldığını anlayan Alman Stern dergisi kadar beter olmasa da, New York Times da sahtekar bir Kübalı tarafından dolandırıldı. ABD'deki zengin Kübalılar tarafından finanse edilen operasyonlarla Küba Devlet Başkanı Fidel Castro'yu öldürmeye çalıştığını anlatan Luis Posada Carriles'in yalanı kısa sürede ortaya çıktı. Atlatma haber telaşı yüzünden hiçbir araştırma yapmayan NY Times aceleciliğinin bedelini prestij kaybıyla ödedi.Oysa İngiliz Sunday Times gazetesi 1986 yılında İsrail'in nükleer sırlarını açıklayacağım diye ayağına gelen Mordehay Vanunu'nun sicilini aylarca araştırmış, İsrail'in nükleer bombaya sahip olduğunu ondan sonra fotoğraflarıyla basmıştı. Daha sonra Vanunu Mossad tarafından kaçırılacak ve İsrail'de 18 yıl hapis cezasına çarptırılacaktı. New York Times grubundan Boston Globe ise üst üste iki darbe birden yedi. Önce Metro bölümünde köşe yazarı olan Patricia Smith, yazılarındaki kişi ve olayların çoğunun uyduruk olduğunu itiraf edip, okurlarından özür dileyen bir mektup yayınlayarak istifa etti. Kanserden ölmek üzere olan hayal ürünü bir kadının ağzından acıklı satırlar döşenmek gibi asparagaslara başvuran Smith, gazeteciliğin yanı sıra yazar, şair, senarist, film yapımcısı ve aktrist olduğu için vakit darlığı çektiğini, bu nedenle de yazılarını kafadan atmak zorunda kaldığını söylüyordu.Smith defteri tam kapanmıştı ki, bu sefer de geçtiğimiz hafta yine Metro bölümünün ünlü köşe yazarı Mike Barnicle, kaynak göstermeden alıntı yaptığı için işinden oldu. Barnicle, stand-up komedyeni George Carlin'in çok satan kitabı Braindroppings'den aldığı esprileri, kendi esprileriyle harmanlayıp köşesinde yayınlamıştı. Rakip Boston Herald gazetesi, olayı ortaya çıkarınca Globe yönetimi Barnicle'a bir ay ücretsiz izin verdi. Barnicle kitabı okumadığını, esprileri bir arkadaşından duyduğunu söylüyordu. Derken, Barnicle'ın 22 Haziran'daki bir TV programında Carlin'in kitabını seyircilere tavsiye ettiği ve ‘‘her sayfasında gülmekten geberdim’’ dediği anlaşıldı. Yani ya okudum derken seyircilere yalan söylemişti, ya da kitabı okumadığı yalandı. Bu nedenle de Globe yönetimi, gazetenin 25 yıllık köşe yazarının okuyucu ya da seyircisiyle ilişkisinin kabul edilemez bir safhaya girdiğini bildirip, kamuoyundan özür dileyerek, Barnicle'ın istifasını istedi. Şimdi Barnicle istifa etmemekte direniyor ve kendini şöyle savunuyor: ‘‘Eğer birinin esprilerini kaynak göstermeden yayınlamak, Amerikan askerlerinin sarin gazıyla öldürüldüğünü iddia etmekle eşit muamele görüyorsa Tanrı yardımcımız olsun’’ Aslında Barnicle yanlış kıyaslama yapıyor. Başkan'ın seks yalanıyla altı aydır uğraşan bir ülkede, yalan söyleyen bir gazetecinin işten atılmasından daha doğal ne olabilir?Amerikalılar basına güvenmiyorABD'de asparagas haberciliğin son aylarda gösterdiği tırmanış üzerine yapılan bir kamuoyu yoklamasına göre halkın yarısından çoğu basında çıkan haberlerin kesin doğru olduğuna inanmıyor. Geçtiğimiz ay Newsweek'de yayınlanan araştırma sonuçları, halkın gazeteciler üzerindeki patron baskısının arttığına inandığını da gösteriyor. Kesin rakamlarla; halkın yüzde 53'ü haberlerin çoğunlukla eksik, çarpıtılmış ya da yalan olduğunu düşünüyor. Yüzde 46'lık kesim ise basına kesinlikle inandığını söylüyor. Bu arada halkın yüzde 61'i haberleri televizyondan, yüzde 24'ü gazetelerden, yüzde 2'si de Internet'ten aldığını belirtiyor. Ankete göre Amerikalıların yüzde 76'sı haberlerin aşırı derecede eğlenceye yöneldiğini düşünüyor.
Yazının Devamını Oku

Kayıp zaman peşinde

2 Ağustos 1998
Einstein vermiş: ‘‘Güzel bir kadınla geçirdiğiniz iki saat size iki dakika gibi gelir. Kızgın bir fırın üzerinde oturduğunuz iki dakika ise iki saat gibi. İşte relativite budur.’’Sanırım biz Türklerin çok önemli bir izafiyet sorunu var. İstanbul trafiğinde geçirilen saatleri umursamadığımıza göre biz bu izafiyet teorisini pek anlamıyoruz. İstanbul trafiğinin hoş bir tarafı yok ki, iki saatlik köprü geçişi iki dakika gibi gelsin. İstanbullular olarak trafikte ve kuyruklarda beklerken ya da bürokrasiyle uğraşırken ne kadar vakit harcadığımızı gösteren bir araştırma var mı bilmiyorum. Ama, İngiltere'de yapılan bir araştırmaya göre, insanlar haftada yedi saat 24 dakikayı trafik ve kuyruk benzeri lüzumsuz işlerle uğraşarak geçiriyormuş. Londra'da trafik tıkanıklığı yüzünden harcanan zaman bir saat 30 dakika (dikkat, bu haftalık rakam. İstanbul'da ise ancak günlük olabilir); geri kalan zaman kaybı da, bürokrasi, amaçsızca dükkan gezme, mağaza ve bankalarda kuyruk bekleme, otobüs, tren veya taksi bekleme arasında aşağı yukarı eşit şekilde dağılıyor. Bu beklemelerin insan sağlığı üzerindeki kısa vadeli etkileri, adrenalin salgılama, kalp çarpıntısı, başağrısı, öfke ve konsantrasyon yitimi şeklinde kendini gösteriyor. Uzun vadeli etkiler ise aşırı stresten kaynaklanan yüksek tansiyon, kalp hastalığı ve depresyon şeklinde sıralanıyor.Aklımı uzun zamandır kurcalayan, İnsanların İstanbul trafiğine ve banka kuyruklarına nasıl katlanabildiği sorusunun yanıtını da içeriyor bu araştırma. Meğerse bu tür fuzuli zaman kayıplarına herkes aynı tepkiyi vermezmiş. Anormal tepki verenler ise (bir kere köprü trafiğinde ağlamıştım) ‘‘Low Frustration Tolerance’’dan musdaripmiş. Uzmanlara göre ‘‘boş uğraşa karşı düşük tolerans’’ gösteren bu tip insanları çıldırtan şey, yaşanan olayın kendisi değil, zaman kaybı düşüncesinin yarattığı dayanılmaz stres. Zamanla ilgili başka bir araştırma ise çeşitli kültürler arasındaki saat anlayışı farkıyla ilgili. Tam 31 ülkede insanların yaşam temposunu inceleyen Amerikalı sosyal psikoloji uzmanı Robert Levine, gözlemlerini ‘‘Zamanın Haritası’’ adlı kitapta toplamış. Levine'in incelemesi, yayaların yürüme hızından sokaklardaki saatlerin dakikliğine, postane memurlarının çalışma hızına kadar birçok alanı kapsıyor. Levine'in değerlendirmesine göre bir kere zengin ülkelerin halkı, yoksul ülke insanlarından çok daha farklı bir ritmde yaşıyor ve dünyanın zaman bilinci en yüksek ülkesi olarak da İsviçre birinci sırada yer alıyor. Zaten en iyi saatleri de onlar yapıyor. İsviçre'yi Almanya, İrlanda ve Japonya izliyor; ABD ise 16'ıncı sırada yer alıyor. İncelemeye tabi tutulan ülkeler arasında zamanı en kötü kullananlar ise Meksika, Brezilya ve Endonezya. Brezilya'da konuk profesör olarak görev yapan Levine, bu ülkedeki saatlerin tamamının yanlış olduğunu ve bu durumun kendisi dışında kimseyi rahatsız etmediğini iddia ediyor. Tabii bir de saat kavramıyla hiç ilgisi olmayan kültürler var. Levine'e göre bugün dünyanın büyük bölümü zamanın gerçek ölçüsünden habersiz yaşıyor. Örneğin Burundililer yaşamlarının akışını ineklerin otlağa yayılma ve su içme vakitlerine göre ayarlıyor. Eğer bir inek su içiyorsa, zamanın mutlaka öğle saatlerini göstermesi gerekiyor.Levine, ABD ile Avrupa arasında da zaman kavrayışının farklı olduğunu belirtiyor. Ben pek inandırıcı bulmadım ama, Levine'in kitabına göre, hızlı bir Avrupa turuna çıkan bir Amerikalıya hangi ülkede olduğu soruluyor. Bunun üzerine cebinden minik bir takvim çıkaran Amerikalının verdiği yanıt şu oluyor:‘‘Bugün salı - öyleyse burası Belçika.
Yazının Devamını Oku

Turist milleti kalleş çıktı

26 Temmuz 1998
Turizm bakanına kızmayın. Bütün suç hain turistlerde. Adamlar sadece Türkiye'ye gelmemekle kalmıyor, hiçbir yere gitmiyorlar. Yok orman yangınıymış, Dünya Kupası kalabalığıymış, ekonomik durgunlukmuş; böyle fasaryadan nedenlerle durup dururken rezervasyonlarını iptal ediyorlar. Türkiye'ye neden beklenenden az turist geldiğini tam olarak bilemediğim için, açıyorum Internet'te Alman Dışişleri Bakanlığı'nın turistik akıl-fikir sayfalarını. Almanların Türkiye'ye gelmesini engelleyen muhtemel nedenleri bulmaya çalışıyorum. Terörle mücadeleye sahne olan malûm bölgeler ve olası tehlikeler sayılıp döküldükten sonra şu uyarı yapılıyor: ‘‘Antalya çevresindeki turistik beldelerde de Türkiye'nin diğer tatil merkezlerinde de yüzde yüz güvenlikte sayılmazsınız.’’Sonra Alman basınında çıkan anketlere bakıyorum. Seyahete çıkmaktan vazgeçenler türlü neden sayıyor, ancak terör tehlikesinden kesinlikle söz etmiyorlar. Yani Almanların kafasında güvenlikle ilgili bir sorun yokmuş gibi görünüyor. Gerekçeler daha çok yolculuğun yarattığı stres ve tatili evde geçirmenin faydaları üzerinde yoğunlaşıyor. Alman Dışişleri Bakanlığı'nın uyarısı konusunda alınganlığın lüzumu yok. Benzer uyarılar Amerika için de geçerli. Örneğin şöyle bir uyarı dikkat çekiyor: ‘‘ABD'de silahlı saldırıya uğrarsanız, sakın kendinizi savunmaya kalkışmayın!’’ Sonra ‘‘Çocuklarınızı plajda çıplak gezdirmeyin!’’ şeklinde bir cümleye rastlıyorum. Uyarının amacı, Amerikan plajlarının büyük bölümünde çıplaklığın yasak olduğunu hatırlatmak. Ama, sanki Alman çocuklarını Amerikan sapıklarından koruma içgüdüsü ağır basıyormuş gibi geliyor bana.Gerçekten de Florida'daki adli kayıtlara bakarsanız, her sezon en az iki-üç Alman turist tecavüze uğrayıp boğazlanıyor. Ama şu anda Almanları Florida'ya gitmekten alıkoyan neden tecavüz tehlikesi değil, orman yangınları. Yangınların saldığı smog bazı plajları, örneğin Daytona Beach'i etkilediği için astım hastaları bölgeye gitmemeleri konusunda özellikle uyarılıyor. Aynı durum İspanya, İtalya ve Yunanistan için de geçerli. Orman yangınları yüzünden turist sayısında azalma var. Almanların yanı sıra İngilizler de yangınlardan kaçıyor. Fransa ise kupa günlerini geleneksel turistlerinden yoksun bir şekilde geçirdi. Holiganlardan kaçan kaliteli müze ve saray gezicileri Fransa'nın semtine uğramadılar. Geçtiğimiz yıl 62.4 milyon turisti ağırlayarak dünya sıralamasında İspanya ve ABD'nin önünde birinci olan Fransa büyük ihtimalle geçen yılki rakamı tutturamayacak. Çünkü Japonlar, ülkedeki ekonomik durgunluk nedeniyle bu yıl dünyaya yayılma seferlerine ara vermiş bulunuyorlar. Yani Paris'e gittiğiniz takdirde Fransız başkentini Tokyo zannetmeniz için hiçbir neden yok. Japonların yanı sıra Almanlar da dünya turizmine kazık atmaya iyice kararlı görünüyorlar. Die Welt Gazetesi'nde yayınlanan bir haberde, dünyanın gezmeye en meraklı ulusu olan Almanların bu yıl geçtiğimiz dönemlere oranla çok daha az rezervasyon yaptırdığı belirtiliyor. Habere göre Almanların önemli bir bölümü, ‘‘Seyahate çıkmanın en iyi tarafı yeniden eve dönmek’’ şeklinde görüş belirtiyor. Yan sütunda yer alan ankette de görüleceği üzere Almanlar turist muhabbetinden fena halde sıkılmış. Ankete katılan Almanların tamamı yabancı ülkelerdeki içme sularından korkuyor. Ama, ne yazık ki bu tehlikeyi bertaraf edebilmek için İngiltere Kraliçesi İkinci Elizabeth olmaları gerekiyor. Çünkü Majesteleri, görev icabı yurtdışına çıkmak zorunda kaldığı zaman yanına bir ton içme suyu alıyormuş...Evde tatilin faziletleri Ankete göre Almanlar seyahate çıkmamak için yığınla bahane ileri sürüyorlar. İşte bunlardan birkaçı:Yurtdışı hastalık sigortası ve yığınla aşı yaptırmak, hastalık halinde helikopter getirtmek için önceden önlem almak zorunda kalmazsınız.Charter uçağının kaç yaşında olduğunu, pilotun becerilerini düşünmeniz gerekmez. Bavullarınız yanlışlıkla Bangkok'a gitmez; uslu uslu gardrop üstünde durur.Yabancı bir ülkenin paralarını ezberlemek için uğraşmazsınız. Ayaklarınıza kum kaçmaz. Güneş ışınlarından korunmak için bilmemkaç faktörlük yağ sıvanmanız, plajda yer kapmak için şafak sökerken şezlonga havlu döşemeniz; otel, lokanta ve kaptan masalarını düşük seviyeli insanlarla paylaşmanız gerekmez. Evde oturur, mis gibi sinemanıza gidersiniz. Hem herkes yolculuğa çıktığı için park yeri bulmanız da zor olmaz.Gazetelerinizi gününde okur, otobüsten indiğinizde tuhaf figürler, şiş, lokum ve tespih satan adamların hücumuna uğramazsınız. Lokantalarda önünüze çıkarılan turistik mönülere içerlemez, garson hesabı şişirdiği için kızmazsınız. Hiç de ilgi çekici olmayan kilise, cami, manastır ve tapınaklar karşısında hayranlık belirtmek, bilmemhangi prens ya da piskoposun hangi taşın altında yattığını öğrenmek zorunda kalmazsınız.Sanki turist değilmiş gibi davranmak zorunda kalmazsınız.
Yazının Devamını Oku

Bir sponsor faciası

19 Temmuz 1998
Brezilyalı olsam kahrolurdum! Çünkü Brezilya'da dolaşan dedikodulara bakılırsa, Dünya Kupası finalinde yaşanan trajedide Nike parmağı bulunuyor. Sponsorluk tarihinin en büyük anlaşmasını yaparak 400 milyon dolar bastırdığı için kendini Brezilya milli takımının efendisi sayan Nike'ın, final günü öğle saatlerinde şiddetli bir nöbet geçiren Ronaldo'yu zorla sahaya sürdüğü iddia ediliyor.Fransa'nın 3:0'lık zaferiyle sonuçlanan finalde sahada ruh gibi dolaşan Ronaldo gerçi takımının iyiliği için kendini feda edip maça çıktığını öne sürüyor ama, söylentilere göre olay şöyle gelişiyor: Brezilya Teknik Direktörü Margo Zagallo, dizindeki sakatlığı yüzünden ağrı kesici iğneler yapılan ve nöbet geçiren Ronaldo'nun yerine Edmundo'yu ilk on bire alıyor. Ancak Futbol Federasyonu Başkanı Ricardo Texeira, Nike'dan gelen baskı üzerine Zagallo'ya Ronaldo'yu takıma alması için direktif veriyor. Böylece finale kısa süre kala Ronaldo yeniden takıma giriyor, ancak Edmundo isyan ediyor ve soyunma odasında kıyamet kopuyor. Takım birbirine giriyor. Morali yerle bir olan Brezilya on biri, hiç ısınmadan tamamen hazırlıksız vaziyette sahaya çıkıyor ve malum trajedi yaşanıyor. Nike'a üç çeken Fransa sponsoru Adidas Dünya Kupası'nı götürüyor. Tabii ki Nike bütün bu söylentileri kesinlikle yalanlıyor. Ancak Nike stratejilerine bakıldığında bu dedikodular hiç de akla uzak görünmüyor.Futbol piyasasında bugüne kadar esamesi okunmayan Nike bu Dünya Kupası'na Adidas'la ölümüne rekabet mantığı içinde hazırlanmıştı. Amerikan spor ayakkabı piyasasında yüzde 47'lik pay sahibi olmasına karşın dünya çapındaki satışları düşen firma, futbolun insanlığın evrensel dili haline geldiğini farketmişti. Nike'ın futbol malzemeleri bölümü Başkanı Alexander Bodecker, ‘‘Biz bir Amerikan firması olarak bunca yıldır futbola olan tutkunun önemini kavrayamadık’’ diye itirafta bulunuyordu. Yılda 9 milyar doları bulan satışların sadece yüzde 2'sini futbol malzemeleri oluşturuyordu ve Nike pastadaki dilimini genişletmek istiyordu. İşte bu amaçla beş milli takımın sponsorluğunu üstlenerek hızlı bir dalış yaptı. Brezilya'nın yanı sıra İtalya, Hollanda, Nijerya, Güney Kore'nin sponsoru olan Amerikan firmasının bütün hayali kupa finalinde Ronaldo'ya milyarı aşkın TV seyircisi karşısında samba yaptırmaktı. Böylelikle artık yaşlanmakta olan NBA'deki Nike yıldızı Michael Jordan'ın tahtına 21 yaşındaki Ronaldo'yu oturtacaktı. İş dünyasında ‘‘gerilla usulü pazarlama’’ diye nitelenen ataklarla piyasaya giren Nike'ın ileriye dönük planları ise 2010 yılında Amerikan milli futbol takımını dünya şampiyonu yapmak.Nike'ın dansa kalkıştığı Adidas ise bu piyasanın piri. 1954 Dünya Kupası'nda dönemin Alman futbol yıldızı Fritz Walter'a bir çift krampon hediye ederek sponsorluk kurumunun açılışını yapan Adidas, şampiyon Fransa'nın yanı sıra Almanya, Arjantin, İspanya, Romanya, İsveç ve Fas milli takımlarını donattı. Kupa'nın resmi sponsoru olmak için de 20-25 milyon dolar ödedi.Ayrıca bu iki büyük firma arasında çok önemli bir fark daha var; Nike'ın ünlülere Nike giydirmek için ille de para ödemesi gerekirken, Adidas'ı tercih eden Başkan Bill Clinton'ın Alman malı donanmak için para almadığı kesin. Neticede Nike bu iddialı çıkışta hezimete uğradı; Ronaldo'ya samba yaptıramadı. Uzakdoğu'da çocuk işçi çalıştırdığı için boykotlara hedef olan, şiddete varan rekabeti övmekle suçlanan Nike'ın bu iddialı tavırları daha önce de fazla kibirli ve saldırgan bulunuyordu. Örneğin 1992 Barcelona Olimpiyatları'nda Cezayirli 1500 metreci Nureddin Morceli'yi destekleyen Nike'ın reklam kampanyası şöyleydi: ‘‘Daha önce hiç Cezayir milli marşını dinlediniz mi? Bu sefer dinleyeceksiniz!’’ Gerçi atletizm seyircileri Cezayir milli marşını dinlediler ama, Morceli yerine Hasibe Bulmerka sayesinde. Ancak Hasibe başkasının ayakkabılarını giyiyordu.
Yazının Devamını Oku

Geçimsizlik var ama şiddetli değil

28 Haziran 1998
Geçen hafta sonu Side'deydik. Denize girecek yerde, Kemalizmin dünü, bugünü ve yarınını tartıştık. Toplantıyı Alman Konrad-Adenauer Vakfı, Almanya Türk Toplumu ile birlikte düzenlemişti. Türk ve Alman gazetecilerle akademisyenleri bir araya getiren seminerde Türk tarafı ağırlıklı olarak Atatürk'ün diktatör olmadığını kanıtlamaya çalışırken, Alman tarafı bugünün Türkiyesi'ni askeri demokrasi şeklinde tanımlamakta ısrar etti. Toplantı boyunca Türk tarafının en severek tekrarladığı argüman şu oldu: ‘‘Türkiye'de serbest bir demokrasi olmasa, böyle bir toplantı düzenlenemezdi...’’Kabaca özetlemek gerekirse, Türk tarafı Kemalizmin dününü analiz ederken, Almanlar türban meselesinden Refah'ın kapatılması, Erbakan'ın siyasetten yasaklanmasına kadar uzanan bir yelpaze içinde bugünü sorguladı ve bu tablonun yarın açısından iyi bir referans oluşturmadığını vurguladı. Almanya idmanlı Türk katılımcılar da küçük bir koro halinde onlara eşlik ettiler. Bu frekans farkı uzunca süre kendini hissettirdi. Akademisyenler arasında benim asla anlayamadığım, Almanların ise kesinlikle Fransız kaldığı tuhaf tartışmalar geçti. Akademisyenler son derece sofistike, derin tarihi tartışmalara daldıkça, Almanlar dünü bırakıp bugüne gelelim diye yalvarıp yakardılar. Türkler arasında zaman zaman kişilik çatışmasına uzanan atışmalara ise kesinlikle anlam veremediler. İlk konuşmayı yapan Prof.Dr.Ahmet Taner Kışlalı, dünya üzerinde, halkına demokrasinin faziletlerini anlatmak için kitap yazan bir diktatör tanıyıp tanımadıkları sorusunu yöneltti Almanlara. Konuşma içinde yer alan bu retorik soruya yanıt verildiğini ben duymadım. Çünkü göründüğü kadarıyla Almanlar Atatürk'ün bir diktatör olduğunu düşünmüyordu zaten. Prof.Dr.Ergun Özbudun ise cumhuriyetin kuruluş dönemi şartları dikkate alındığında, ordu dışında devrimlere önderlik edecek bir aydın kesimi bulunmadığını söyledi. Türkiye'deki darbelerin Latin Amerika'dakilerle asla kıyaslanamayacağını, çünkü Latin cuntacıların bizimkilere göre daha uzun dönemli iktidar heveslisi olduklarını isabetle vurguladı. Özbudun'un, ‘‘Türkiye'de askerler gündelik siyasete karışmak istemiyor’’ şeklindeki saptamasına ise bir tek Alman bile inanmadı. Almanlar sözü aldığında yine o meşhur dostluğa sığındılar ve verip veriştirdiler. Hamburg'daki Şarkiyat Enstitüsü'nden Udo Steinbach, bilinen görüşlerini yineledi; AB'nin geçmişte stratejik önemi nedeniyle Türkiye'ye yakınlaştığını, ancak artık Almanya ile Türkiye'nin ayrı kamplarda olduğunu söyledi. Steinbach İran'daki demokratik (!) gelişmeleri çok cesaret verici bulduğunu söyleyip parmak ısırttıktan sonra, TC'nin askerler sayesinde kurulduğunu, ancak askeri demokrasi olamayacağını, ordunun iç politikada bir garanti olarak görülemeyeceğini belirtti. Sonra Theo Sommer aldı sözü. Muhafazakar eğilimli Die Zeit gazetesinin eski yayın yönetmeni, şu anda yayıncı ve yazarı olan Sommer, bu seminerin de fikir babası olan sözünü etti: ‘‘Türkiye Kemalizmle de İslamcı bir iktidarla da AB'ye giremez’’ dedi. Sommer'e göre Türkiye'nin askeri demokrasisi AB'ye uymuyordu, çünkü AB bir değerler topluluğuydu. Türkiye'nin Müslüman olması, AB önünde engel değildi, ancak Refah Partisi'nin kapatılması, Erbakan'ın siyasetten yasaklanması, Recep Tayyip Erdoğan'ın mahkumiyeti, AB'nin kaldıramacağı kadar ağır birer yük oluşturuyordu. Tabii ben Türkiye'nin önündeki engellerin bu kadarla kaldığı konusunda hiç ikna olmadım ve Sommer'e şu soruyu yönelttim: ‘‘Size göre AB bir değerler topluluğu, ancak başkalarının da değerleri var. Örneğin ABD'nin. Amerikan Dışişleri Bakanlığı raporuna göre Almanya, Church of Scientology üyelerine baskı uyguladığı için insan haklarını ihlal ediyor. Ayrıca, AB'nin aday üyeleri arasında başta yer alan Çek Cumhuriyeti'nde Çingenelere uygulanan baskılar biliniyor ama, kimse ses çıkarmıyor. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda standartlar değişiyor. Siz Türkiye'nin Müslüman olması engel değil diyorsunuz. Peki, AB'nin bir Hıristiyan Kulübü olmadığı konusunda ne gibi argümanlar ileri sürebilirsiniz?’’Ve Bay Sommer büyük bir pişkinlikle Church of Scientology hikayesinin doğru olmadığını söyledi. Tabii zaten bu benim fikrim değildi. Ben sadece Amerikan görüşünü aktarmaya çalışmıştım. AB'nin Hıristiyan Kulübü olmadığını kanıtlayacak bir cevap verdiğini ise işitmedim.
Yazının Devamını Oku

Keşke maymun olsaydık

21 Haziran 1998
Hayır, bir yanlış anlamaya mahal vermemek için bunları yazmak zorundayım. Geçenlerde bizim gazetenin arka sayfasında bir haber çıktı. Bazı insan ve hayvan topluluklarında çocuk bakan babaların, annelerle aynı yaşam süresine sahip olduğu belirtiliyordu. Habere erkek aklıyla yaklaştığınız takdirde şöyle bir sonuç çıkıyor: ‘‘Çocuk bak, uzun yaşa’’ ... Ama işin aslı öyle değil. Ansızın çocuk bakma hevesine kapılıp, saçını süpürge eden fedakâr baba rolü üstlenmek kesinlikle ömür uzatmıyor. Bu benim fikrim değil. Hayvanlar ve maymunlar üzerindeki araştırmayı yapan California Teknoloji Enstitüsü uzmanı John Allman öyle söylüyor. Erkek ve dişinin çocuk bakımını paylaştığı insan ve maymun topluluklarında, erkek ve dişinin ömrü eşitleniyor, ancak bunun için kuşakları içine alan uzun bir evrim süreci gerekiyor. Erkeklerin çocuk bakımını üstlenmesi sosyal yapının bir parçası haline geldiği zaman yaşam denklemi eşitleniyor.Yani bugün böyle bir sosyal yapı olmadığına göre boşuna heveslenmeye gerek yok.Hatta erkek ve kadın ilişkilerinin en liberal düzeye ulaştığı İsveç'te bile erkekler dezavantajlı pozisyonda. Söz konusu araştırmada, her bir maymun türünden 1500 kuşağı içine sığdıran uzun bir süreç hedef alınmış. İnsanlarda da 1780'den bu yana İsveç'in nüfus sayım dataları incelenmiş. Erkeklerin doğum izni bile alabildiği bu ülkedeki 200 yıllık verilere göre de kadın ömrü erkeklere oranla yüzde 5-8 daha uzun.Her biri değişik yaşam tarzına sahip maymun topluluklarında ise erkeğin kendini çocuk bakımından soyutladığı oranda, yaşam süresinin de azaldığı görülüyor; dişilerle arasındaki ömür uçurumu büyüyor.Örneğin erkeklerin hiç mi hiç çocuk bakmadığı şempanzelerde, dişi nüfus erkeklerin üç katına çıkıyor. Dağ gorilleri ise yavrularını koruyup, oynadıkları için, ortalama yaşam süresinde dişileri yakalıyorlar. Baykuş maymunu ve titi maymunu denilen türlerde ise; babalar, kısa emzirme süreleri dışında yavrularını taşımakla yükümlü bulunuyor ve dişilerden daha uzun süre yaşıyorlar. Amerika'da görülen marmoset maymunlarından ise durum iyice ilginçleşiyor; babalar yavrulara tapıyor, bazen dört erkek bir araya gelip anne-baba rolünü ortaklaşa üstleniyor. Hatta bazı babalar çocukları öyle seviyor ki, başka erkeklerin çocuklarını bile çalabiliyor. Ve tabii ki, dişilerden uzun yaşıyorlar. Peki erkeklerin çocuk bakımını ne zaman bıraktığını, diğer bir deyişle uzun yaşama şansını ne zaman teptiklerini merak ediyor musunuz? Bazı arkeolojik bulgular da bu konuda ipucu veriyor. Amerikalı arkeolog Olga Soffer'in Slovakya'daki Dolni Vestonice kalıntılarında yaptığı araştırmalar, Taş Devri'ndeki erkek ve kadın imajıyla ilgili bütün teorileri çürüten sonuçlar veriyor. Yeni teoriye göre erkekler sanıldığı kadar cengaver değilmiş, çocuk bakıyormuş. Kadınlar da mağarada oturmayıp, ava katılıyormuş. Av alanlarında bulunan uzunlamasına derin çizgilerin, hayvan avlamakta kullanılan ağların bıraktığı izler olduğunu tespit eden Soffer böylelikle iki önemli keşifte bulunmuş. Birincisi; tarihin ilk dokumasının hangi döneme denk düştüğünü ortaya çıkarmış. İkincisi; bu ağlar sayesinde kadın ve erkeklerin doğanın gücü karşısında eşit yaratıklar olduğu, kadınların da pekala ağla avlanabileceği sonucuna varmış. Yani erkekleri dışarıda vahşi yaratıklarla boğuşurken gösteren resmi prehistorya tamamen erkek arkeologların uydurmasıymış.
Yazının Devamını Oku