Ayşe Özek Karasu

Hip-Hop'un dayanılmaz cazibesi

12 Nisan 1998
Almanya'da yaşayan ikinci ve hatta üçüncü kuşak Türk gençlerinin ciddi bir Türkçe Hip Hop akımı başlattıkları artık görmemek mümkün değil. Türkiye'de de Cartel grubunun başarısıyla kendini hissettiren ‘‘Türkçe Hip Hop’’ dünya müzik sektöründe de ciddiye alınıyor. Karakan, Erci E, Azize, Grup 33, ve Kara Öfke, bu akım için çabalarken, aralarına her gün Avrupa'nın bir ülkesinden yeni bir isim katılıyor. Dahası Türkiye'den de... İzmir'den ‘‘Susturucu’’, Ankara'dan Devil Dogs, bunlardan ikisi. İstanbul'dan ise pek çok isim saymak mümkün. Bu arada Hip Hop'ın ayrılmaz parçası ‘‘grafitti’’ sanatı da ülkemizde hızla yayılıyor. Hatta Türkiye'nin ilk ve tek underground hip hop dergisi İstanbul Style, kiosklarda yerini almış durumda. Amerika'da gettoda yaşayan siyahların sokak şarkılarından yola çıkarak bugün dünya müzik endüstrisinde önemli bir potansiyele erişen Hip Hop'un liriklerinin temelinde başkaldırı, toplumun getirdiği yükümlüklere isyan ve dünya düzenine eleştiri yatıyor. Avrupa'da yaşayan Türk gençlerinin başkaladırısı ise üç konuda: Bir; yaşadıkları toplumdan dışlanmaları... İki; aileleriyle yaşadıkları kültür çatışmaları... Üç; iki kültür arasında yetişmişlikten kaynaklanan kimlik bunalımı. Müzikal açından bakıldığında ‘‘Türkçe Hip Hop’’ta hayli ilginç şarkılar çıkıyor ortaya ve bunlar Türk müzik piyasasında ilginç köşeler oluşturuyor. Hem Türkçe bu tarza çok yakışıyor hem de bu alanda malzeme hiç tükenmeyeceğe benziyor... Bu tarzın bir uzantısı olan ‘‘Ragga Oktay'ı’’ önceleri ben de yadırgamıştım, ancak son klip parçası ‘‘Olaley’’ çok ilginç... Müzikal ve de ‘‘sanatsal’’ açıdan yeni bir renk müzik platformumuzda. Özetle Hip-Hop'u ciddiye alalım, derim...Best Of modasıMüzikte moda olan (özellikle bizde modaysa) herşeyden nefret ederim. Çünkü bizim, bir modayı çok çabuk kapıp çok çabuk tüketmek gibi bir özelliğimiz var. Fazla bir yaratıcılığımız yok ya, biri müzik adına alkışlanan bir şeyler yapmışsa, onun ardından çekirge ordusu gibi gideriz. Son zamanların ‘‘modası’’ da ‘‘Best Of’’ albümler biliyorsunuz. Bu tarz çalışmalara karşı değilim. İstiyerek, bilinçli yapılanlarına... Bir müzisyenin ya da şarkıcının ‘‘Best Of’’ albümü yapması, asla onunun tükendiğinin işareti değildir. Ama görüyorum ki ülkemizde yıllardır pek bir şeyler üretmeyenler de ‘‘Best Of’’cu kesildiler. Ha bir de ‘‘Best Of’’ çalışmaları bizde ‘‘nostaljik’’ şarkıları yeniden seslendirmek gibi algılanıyor ki bu da bir başka yanlış. ‘‘Best Of’’ demek, müzikal kariyerinde 10-15 yılı geride bırakmış bir sanatçının ya da müzisyenin o yıllar içinde piyasaya sürdüğü albümlerde yer alan şarkılardan bazılarını seçip yeniden yorumlaması demektir. Bugünün koşullarında, sound'unda ve yorumunda, farklı köşelerle, yapılması gereken bir çalışmadır bu. Bir örnek vermek gerekirse; Grup Gündoğarken'in yaptığı gibi ‘‘canlı ve fişsiz’’ ‘‘Best Of’’u... ‘‘Best Of’’a örnek olarak gösterilecek çalışmalardan biri de Edip Akbayram'ın ‘‘Dünden Bugüne Edip Akbayram’’ isimli albümü. Akbayram, 30 yıllık müzik hayatında kendisine mal olan şarkılarını yeniden derleyerek, yeni bir anlayışla ve genç müzisyenlerle birlikte kaydetmiş. Hem de kartonetin fotoğrafından içeriğine kadar titizlenmeyi unutmadan. Diğerlerine gelince... Orhan Gencebay'ın iki kasetten oluşan ‘‘Best Of’’larını sanatçının bütün şarkılarının bir arada olmasının dışında pek heyecan verici bulamadım doğrusu. Çünkü Gencebay, şarkıları ilk hallerindeki gibi hazırlamış. Farklılık yok, ilginç köşeler yok... Kısacası bana renksiz geldi yaptığı. Sanki eskiler aynen alınmış da tekrar bu albüme kaydedilmiş gibi. Nükhet Duru, Ajda Pekkan'ın çalışmalarını henüz dinleyemediğim için bir şey söyleyemiyorum. Nilüfer ise uzun süredir ‘‘en iyileri’’ üzerinde çalışıyor. Selçuk Ural da bir ‘‘Best Of’’ ile bu kervana katılmış. Bence bu liste böylece uzayıp gidecek. Bu tür çalışmalar sektöre biraz daha nefes aldırır, ama ya sonrası...?
Yazının Devamını Oku

Dört dörtlük magandalar

29 Mart 1998
O kamyon kılıklı lenduha beni sıkıştırıp, yolun dışına atmaya çalışmasaydı, belki bu kadar öfkelenmeyecek, bu yazıyı da yazmayacaktım. Ama, hem uzun zamandır sinirime dokundukları için, hem de hava kirliliğine olan katkılarını öğrendiğimden, daracık İstanbul sokaklarında cirit atan tankları en azından kalemle deşmeye karar verdim. Konumuz, asla araziye çıkmayan arazi araçları; yani kuaföre filan giderken kullanılan 4x4'ler. Açıkçası bu nesnelerin sosyo-kültürel boyutu beni daha çok ilgilendiriyor. Ancak yine de, sadece şehir içinde kullanılan arazi araçlarını son derece çağdışı ve demode kılan çevre boyutunu es geçmemek gerekiyor. İşin çevre boyutunu, The Independent Gazetesi'ndeki Nicholas Schoon imzalı yazıyı okuyunca farkettim. Schoon, çevreyi korumak adına benzine zam yapıp araç kullanımını azaltmaya çalışan hükümete bir çağrıda bulunuyor ve arazi araçlarına daha pahalı benzin satılmasını öneriyor. Çünkü İngiliz yazarın deyişiyle bu ‘canavarlar’, örneğin iki tonluk son model bir Range Rover, 1.6 lt'lik normal bir otomobilin iki buçuk katı benzin yakıyor ve iki buçuk kat karbonmonoksit gazı salıyor. Bu gazlar da güneş ışınlarını bloke ederek sera etkisine ve global ısınmaya yol açıyor. Üstelik kamyonsu cüsselerine rağmen, binek otolardan daha fazla yolcu taşımıyorlar. O battal bedenlerine sığdırdıkları yolcu sayısı topu topu beş kişi. Piyasadaki yoğun talep üzerine üretilen daha küçük ve daha ucuz arazi araçları da o kadar masum değil. İngiltere'de en çok satan küçük tiplerden Land Rover Discovery, Vauxhall Frontera ve Toyota RAV4 de binek otolardan daha fazla benzin yakıyor. Yani onlar da aynı vahşi tabiata sahip. Sonra sözü sosyal statü boyutuna getiriyor Schoon. Anladığım kadarıyla bizdeki sonradan görme magandaların yerini, köhne kafalı Muhafazakar Parti yanlıları alıyor. Başta bir Range Rover sahibi olan Muhafazakar Parti Lideri William Hague ve karısı olmak üzere, çevresine caka satmak isteyen bütün demode insanların arazi aracı kullandığını söylüyor. Aracıyla bütünleşerek ‘Ben senden daha büyüğüm, sana tepeden bakarım’ mesajı verenleri, çevreyi umursamadıkları için çağdışı olmakla suçluyor.Ayrıca son derece konformist bir yönteme başvurarak ‘farklı’ olmaya çalıştıklarını, ancak topluca aynı araçları kullandıkları için kendi aralarında farklılaşamadıklarını söylüyor.Londra ve İstanbul'un caddelerini genişlik ve düzen bakımından kıyaslamak mümkün olmadığı halde, arazi araçlarının yolları işgal edip, terör saçtığından da yakınıyor Schoon. Tabii çevreye zarar vermeyen araç diye bir kavram bulunmuyor. Önünde sonunda hepimiz araçlarımızla çevreyi kirletiyoruz. Bu nedenle de İngiliz yazar Schoon, sosyal statüsünü ille de araçla vurgulamak isteyenlere, ‘Madem ki çevreyi kirleteceksiz, bari Porsche veya Jaguar’la kirletin de, gözümüz gönlümüz alçılsın' diye öneride bulunuyor. Magandalık ne kadar evrensel değil mi! Hem genel kanının aksine, sadece erkeklere özgü de değil. Yemin ediyorum, bizim semtteki kadınlar berbere Cherokee veya Explorer'la gidiyor...
Yazının Devamını Oku

Basın nasıl atlatılır

22 Mart 1998
Peru'da yeni bulunan genç kız mumyasıyla ilgili görüşleri sorulan ABD Başkanı Bill Clinton, gazetecilere esprili bir yanıt veriyor: ‘Eğer bekar olsaydım, bu genç hanıma çıkma teklif ederdim...’O sırada başkanlık uçağındaki köşesinde dinlenmekte olan Beyaz Saray sözcüsü Mike McCurry, yakın çevresindeki gazetecilere mırıldanıyor; ‘Belki de Perulu mumya, (Başkan’ın) şimdi yattığı mumyadan daha çekicidir...'Başka bir basın sözcüsünün işine malolabilecek bu cüretkar espri, McCurry'ye hiçbir zarar vermiyor. Çünkü Clinton'ın cinsel yaşamıyla ilgili ikide bir patlak veren krizleri o kadar iyi idare ediyor ki, kolay kolay gözden çıkarılamıyor.Bu bilgiler, Washington Post Gazetesi'nin medya muhabiri Howard Kurtz'un geçenlerde piyasaya çıkan ‘Spin Cycle: Inside the Clinton Propaganda Machine’ adlı kitabında yer alıyor. Beyaz Saray'daki basın operasyonlarını yakından izlemesine izin verilen Kurtz, kitabında ‘fırıldak ustası’ diye tanımladığı McCurry'nin, hem basını memnun edip, hem de Clinton'ı korumak için nasıl cambazlıklar yaptığını anlatıyor. Öncelikle, bütün Beyaz Saray muhabirlerinin kendisiyle çok özel bir ilişkisi olduğunu düşünmesini sağlıyor McCurry. Bir gazeteciyle konuşurken sesini alçaltıp, içeriden çok gizli bilgiler verirmiş gibi bir hava içine giriyor. Ya da basın brifingine çıkarken, başına kese kağıdı geçirip, ‘kimliği belirsiz kaynak’ şakaları yapıyor. ‘Bugün kafesinize kimse mama atmadı mı?’ diye gazetecilere takılıyor. Asla yalan söylemeyen, bilgi saklamayan McCurry'nin çok ince taktiklere dayanan kriz yönetimi şöyle işliyor:Oyalama taktiği: Bir gazeteci atlatma haber yakaladığı zaman, haberin suyu çıkana kadar iyice oyalıyor. Örneğin Newsweek muhabiri Michael Isikoff, Clinton'ın kampanyasında gönüllü çalışan Kathleen Willey'e Oval Ofis'te ahlaksız teklifte bulunduğunu, geçen yılın temmuz ayında öğreniyor. Hem de bu teklif, Willey'in avukat olan kocasının müvekkilinin 275 bin dolarını zimmetine geçirmekle suçlandığı için intihar ettiği günlerde yapılıyor. Ancak Willey, dergiye konuşmuyor. Isikoff da, McCurry'yi sıkıştırıyor. Sözcü yalanlamıyor ve ‘Şimdi siz ABD Başkanı hakkındaki dedikoduları haber diye mi vereceksiniz?’ diyerek oyalıyor. Bu arada haber CNN'den CBS'e kadar herkese ulaşıyor, böylece bir söylenti düzeyine indirgeniyor. Ancak Willey geçenlerde konuşunca skandal patlıyor.Televizyon taktiği: Skandalların daha geniş kitlelere seslenen televizyonda değil, sadece yazılı basında patlamasına izin veriliyor. Böylece zarar asgariye indirilmiş oluyor. Örneğin CBS muhabiri Rita Braver, Demokratik Parti'ye bağış verenlerin Beyaz Saray'da ağırlandığını öğrenince McCurry'yi arıyor. Ancak sözcü prime time haberleri geçene kadar olayı doğrulamıyor. Braver ertesi gün haberin Wall Street Journal'de manşet olduğunu görüyor. McCurry, gazetenin elinde daha fazla ayrıntı olduğu için haberi onlara doğruladığını söylüyor. Sıkıcı haber taktiği: 1996 yılında Clinton Yönetimi okullara 5 milyar dolarlık ek kaynak programı başlatırken bu haber bütün basına değil, sadece USA Today'e sızdırılıyor. Gazete, rutin değeri birkaç küçük sütun olan özel haberini manşet yapınca, günlerce konuşuluyor. Herkes ayrıntıları yayınlamak için bu haberin peşinde koşuyor.Mesafe taktiği: Clinton Beyaz Saray'da çalışan herkesle samimi göründüğü halde McCurry, Başkan'dan uzak duruyor. Yanıtını bilmediği bazı hassas sorular için Başkan'a gitmiyor. Örneğin bir gazeteci, ‘Başkan Beyaz Saray’da ağırladığı bir konuğundan 50 bin dolar almak için gece yarısı Lincoln Odası'na gitmiş, doğru mu?' diye sorduğu zaman, işin aslını merak etmiyor. Başkan'ın ‘Evet gittim, parayı da bornozumun cebine attım’ diye yanıt verebileceğini biliyor. Yani Clinton'la sırdaş ilişkisine girmiyor. Çünkü Clinton'ın sırdaşı olmak, ifade vermek üzere mahkemeden davetiye almak gibi bir tehlikeyi de içeriyor.
Yazının Devamını Oku

İsrail’de Laik İntifada

15 Mart 1998
Haberi Der Spiegel'de okudum ve nedense bir dejavu duygusuna kapıldım. Bu nedenle size de aktarmak istiyorum. Ancak şunu hemen belirtmeliyim ki, şimdi okuyacağınız yazıda geçen olaylarla, bizzat tanık olduğunuz olaylar arasındaki benzerlikler tamamen tesadüf eseridir. Benim gibi ‘Bu filmi görmüştüm’ türünden bir düşünceye kapılmanıza hiç gerek yok.Yazıya konu olan olaylar İsrail'de geçiyor. Muhafazakar eğilimli Başbakan Benjamin Netanyahu'nun 1996'da iktidara gelmesinin ardından, aşırı dincilerin giderek güçlendiği ve ‘dindar kesimle laikler arasında bir çatışmanın patlak verdiği’ anlatılıyor. Der Spiegel'in alıntılar yaptığı Haaretz Gazetesi, dinci kesimin İsrail'i köktendinci bir devlete dönüştürme çabası içinde olduğunu yazıyor. Çünkü Tel Aviv ve Kudüs'teki aşırı dinciler o garip kılıkları ve saç tuvaletleriyle dolaştıkları kendi mahallelerinden dışarı taşıp, laik hayatların içine sızmaya başlıyorlar.İbranice'de ‘Haredim’ olarak adlandırılan dindarların bütün ülkeyi kendi dünya görüşlerine göre şekillendirmeye çalıştığını yazan Haaretz'e göre, ‘Aşırı dinciler kendi kabuklarından çıktıkları için ülke kültürler arası bir savaşa sürükleniyor. Dinciler, absürd bir teokratik devlet kurup, dindar olmayan Yahudileri ikinci sınıf vatandaş konumuna düşürmek istiyor.’Tabii sıradan dindar vatandaşlar bunu tek başlarına yapmaya çalışmıyor; siyaset platformunda çok sıkı temsilcileri var. Bugün İsrail Parlamentosu Knesset'in dörtte birini oluşturan dinci milletvekilleri, açıkça din devleti hedefliyor ve tahrik dolu konuşmalar yapmaktan geri kalmıyorlar. Aşırı dinci Shas Partisi'nin ruhani lideri Haham Ovadia Josef, iki nesil sonra ülkeyi ele geçireceklerini ilan ediyor. Aşırı dinci milletvekili Moşe Gafni, ‘Eğer kardeşi kardeşe kırdırmak istiyorsanız, Tanrı’nın izniyle o savaşı da çıkarırız' diye meclis kürsüsünü yumrukluyor. Yapılan anketlere göre dindarların sayısı her geçen gün artıyor. Bu da devlet kasasına aşırı yük oluşturuyor. Çünkü dindar kesime mensup erkeklerin yüzde 60'ı dini okulların dışında eğitim görmeyi reddediyor ve işsiz kalıyor. Bu durumda dindar ailelerin yüzde 51'i yoksulluk sınırında yaşıyor ve çoluk çocuk devlet yardımıyla geçiniyor. Devletin dindarlar için yaptığı harcamalar yılda beş milyar markı buluyor. Diğer bir deyişle devletin yaptığı sosyal harcamaların üçte birden fazlası dindarların kasasına akıyor ve laikler çileden çıkıyor. Dindarlar ‘kan emicilikle’ suçlanıyor. Geliyoruz işin daha ‘vahim’ tarafına; İsrail'deki laiklerin eli armut toplamıyor. Tel Aviv'de liberal görüşlü insanların oturduğu bir semtin yavaş yavaş dincilerin işgaline uğramasını engellemeye çalışan bir grup ‘Özgür Halk’ adı altında örgütlenip, yeni taşınanları kovalıyor.Sinagog yolundaki dindar giyimliler, gençlerin bıçaklı saldırısına uğruyor. Genç kızlarla oğların dans edip, kutsal Sebt günü sigara içtikleri bir gençlik kulübünü kapatan Haham Mordehay Eichler'in evi kundaklanıyor. Daha da ‘vahimi’, bu tür olaylarda polis laiklerden yana çıkıyor; yani düpedüz suç işlendiği halde taraf tutuyor. Örneğin dindarların bıçaklı saldırıya uğradığı olayda polisin yorumuna göre, gençler çeteci bir tutum içinde bulunmuyor, gençlerin eylemi ‘genel bir öfkenin dışavurumu’ olarak görülüyor. Dindarlara karşı uyanan bu militan hareket, Filistinlilerin İsrail devletine karşı yürüttüğü İntifada'dan esinlenilerek ‘Laik İntifada’ diye tanımlanıyor. Dindarlar böyle kızdırıyor‘DİNSİZ bir İsrailli yargıcın hükmüne itaat etmektense, Müslüman bir Kadı’nın sözünü dinlerim daha iyi.' Laikleri çileden çıkaran bu sözler Shas Partisi'nin ruhani lideri Haham Ovadia Josef'e ait. Bu tür sivri çıkışlar, laik-dindar uçurumunun derinleşmesine yol açıyor. Peki dinciler başka ne yapıyor da laikler bu kadar kızıyor? Bir kere hahamlar toplumsal yaşamın tamamen dini kurallara göre şekillenmesini istiyor. Toplu taşıma araçlarında kadın ve erkeklerin ayrı yerlere oturmasını, dindarların bir dinsizin taksisine binmesini engellemek için, hiçbir dünyevi işle uğraşılmayan Sebt günü çalışmayan taksilere etiket yapıştırılmasını ve Sebt günü dükkan açan esnafa yasal işlem uygulanmasını istiyorlar.
Yazının Devamını Oku

Yamyamla röportaj

8 Mart 1998
İlk cinayetini 16 yaşında işliyor. Öldürdüğü köpeğin leşini iyice didikleyip zevkini çıkardıktan sonra, zavallı hayvanın kemiklerini çamaşırsuyunda ağartıp yeniden iskelet haline getirerek satıyor. 18'inde eşcinsel bir ilişki kurmak için yanıp tutuşurken, fantezisini gerçekleştirmek üzere otostopçu bir genci arabasına alıyor. Eve götürdüğü ilk avı eşcinsel çıkmayınca, kafasına bir halter indirdiği gibi, insan nesline yönelik ilk cinayetini işliyor. Bunu mastürbasyonla kutluyor. İlk kurbanının vücudundan kopardığı her parçadan sonra aynı seremoniyi tekrarlıyor.Bunları, seri katillerin ortak davranışlarını inceleyen ünlü FBI biriminin eski şefi Robert K.Ressler'in yazdığı son kitapta yer alan yamyam röportajından öğreniyoruz. Yamyam, ünlü seri katil Jeffrey Dahmer'in ta kendisi. Hani şu 17 kişiyi kesip biçerek yiyen ve sonra da hapiste şişlenip öldürülen Dahmer. Amerika'nın, 33 kişiyi katleden John Wayne Gacy'den sonra gördüğü en korkunç seri katil Dahmer'le yapılan bu röportaj kesinlikle bir sorgulama değil. Suçlular itiraf faslından sonra, Kuzuların Sessizliği filminden tanıdığımız bu birimin ellerine teslim ediliyor. Yamyam Dahmer de işte bunların en azılılarından biri. Amerika'daki paranoyak ve şizofren seri katil ve yamyamların ortak karakter özelliklerini ve onları harekete geçiren motifleri tespit etmek için çalışan bu birim, her yeni vak'ada suçlu tipinin karakter özelliklerine yeni detaylar ekliyor. Böylelikle yeni vak'alarda iz sürerken, uzun sorgular sonucu ortaya çıkmış suçlu profili rehberlik ediyor. İşte bu birimin eski şefi olan Ressler, aynı zamanda ‘‘seri katil’’ kavramının da mucidi. Meslek anılarını çeşitli kitaplarda derleyen Ressler son olarak da ‘‘Canavarın İçinde Yaşadım’’ adlı kitabı yayınladı. Bu kitabın en önemli özelliği, Amerika'nın en kanlı iki seri katili, 1994'te zehirli iğneyle idam edilen Gacy ve Dahmer'le yapılan röportajları içermesi. Ressler'in kitabın genelinde asıl söylemek istediği ise, seri katillerin Amerika'ya özgü yaratıklar olmadığı. Ressler emekliliğini çeşitli cinayet vak'alarında özel danışmanlık yaparak geçiriyor ve faaliyet alanı sadece Amerika'yla sınırlı bulunmuyor. İngiltere, Japonya ve Güney Afrika'daki seri cinayet vak'alarını çözemeyen polis teşkilatları, Ressler'i yardıma çağırıyorlar. Örneğin 1993 yılında Scotland Yard'ın yardım talebi üzerine Londra'ya gidip, beş eşcinseli öldüren Colin Ireland adlı psikopatı yakalatıyor. Önce cinayetleri inceleyip suçlunun muhtemel eşkalini çıkarıyor. Sonra da maktullerin ortak uğrak yeri olan Coleherne adlı pub'a en yakın metro istasyonundaki güvenlik kameralarının saptadığı görüntüler inceleniyor. Kurbanların yanında, Ressler'in verdiği eşgale uygun kişi tespit ediliyor. Böylelikle seri katil yakalanıyor. Seri katil tipinin, geçmişi 100 yıl öncesine dayanan global bir fenomen olduğunu ileri süren Ressler, seri katilleri yaratan toplumsal koşulları şöyle sıralıyor: Geleneksel aile yapısının çöküşü, şehirleşme (seri katiller hep büyük şehirlerden çıkıyor), bireylerin yalnızlaşması, bütün dünyada aynı sinema filmleri ve TV programlarının yayınlanması, birbiri içinde eriyen kültürlerin aynı pornografik malzemeleri kullanması ve uluslararası modern pop kültürünün, çeşitli filmler, TV, video oyunları ve çizgi diziler aracılığıyla şiddet ve bedensel saldırıyı övmesi. Ressler teşhisi doğru koyuyor ama, bir tek şeyi; uluslararası dediği pop kültürünün Amerikan kökenli olduğunu es geçiyor. Bu nedenle de seri katiller artık global birer fenomen olsa da, seri cinayet fikri kesinlikle Amerika'dan çıkıyor. Ayrıca Ressler'in izini bulmakla övündüğü, beş kişiyi katleden İngiliz manyak, Ressler'in daha önce yayınlanan kitaplarından birini okuduktan sonra seri katil olmaya karar verip, bunun için de beş kişilik kontenjanı doldurması gerektiğini düşünmüş. Çünkü Ressler'e göre bir katilin seri katil olabilmesi için en azından beş leşi olması gerekiyormuş. Bu arada ben Andrew Cunanan'ın da Ressler'in ‘‘öğütlerine’’ kulak verdiğini düşünüyorum, çünkü o da sonuncu kurbanı Gianni Versace olmak üzere tam beş kişiyi öldürüp, seri cinayet hayatını bir yüzenevde intihar ederek noktaladı.
Yazının Devamını Oku

Matematik ateşkesi

1 Mart 1998
Şu anda kendimi Sovyetler Birliği'nin çöküş yıllarındaki NATO gibi hissediyorum. Çünkü düşmanımla birlikte varlık nedenimi de yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayım. Çok acil yeni bir düşman bulamadığım takdirde, kendimi feshetmek zorunda kalabilirim...Bu duruma düşmemin nedeni, Stanislas Dehaene adında bir matematikçinin ortaya attığı iddia. İnsanın hesaplama yeteneği üzerine çalışmalar yapan Dehaene geçenlerde yayınlanan ‘‘Sayı Duyusu’’ adlı kitabında, bütün insanların aslında birer matematik dehası olabileceğini ileri sürüyor. Kendimi aptal hissetmeme neden olduğu için şiddetle nefret ettiğim matematiği sevimli göstermeye çalışıyor.Fransız olduğu halde bu kitabı İngilizce yazan Dehaene'ye göre her insan matematik duyusuyla dünyaya geliyor. Üstelik de kadın-erkek ayırımı olmaksızın, her insan eşit düzeyde matematik zekasıyla doğuyor. Yani ‘‘matematik kafası’’ diye bir olgu bulunmuyor. Kitabın başlığını oluşturan sayı duyusu, insan beyninin hemen kulak arkalarına düşen iki yanında yer alıyor. Beynimizin bu bölgelerindeki küçük modüller, her türlü matematik işleminin sonucunu yaklaşık olarak bulmakla görevli. Örneğin yedi kere sekizin, 50 dolayında bir sonuç verdiğini doğuştan biliyoruz, ancak matematik eğitimi aldıktan sonra gerçek sonucun 56 olduğunu öğreniyoruz. Sayılarla uğraşmaktan sıkılanlar ise dört temel işlemi öğrenmekle birlikte, matematik yeteneğini daha ileriye götüremiyor. Yani dönüp dolaşıp, tembelliğe tosluyoruz. Zeka düzeyindeki düşüklüğe değil. Dehaene'ye göre insanoğlu yaşamını sürdürebilmek için sayılarla alışverişe mecbur olduğundan, evrim süreci içinde rakam bilgisi beyin mimarisine işleniyor. Örneğin ilk insanların kaç tane düşmandan sakınması gerektiğini anlaması için, sayıları bilmesi gerekiyor. Ya da ağaçları, taşları sayarak yön buluyor. İhtiyaçlardan kaynaklanan bu genetik miras, bütün insan nesli boyunca gelişerek bizlere ulaşıyor. Fransız matematikçi bu teorisinde, Arizona Üniversitesi'nden Dr.Karen Wynn'in bebekler üzerinde yaptığı matematik deneylerinden de yararlanıyor. Dr.Wynn'in bulgularına göre beş aylık bebekler, bir artı birin iki ettiğini farkediyor. Dehaene ayrıca fareler, şempanze ve güvercinlerin de rakam duyusuna sahip olduklarını belirtiyor.Dehaene, sayı duyusuyla ilgili teorisini, şiddetli bir çarpma sonucu beyninin yarısı işlevini yitirmiş bir hastaya dayandırıyor. Mr.N. adlı bu hasta her türlü sayısal değeri yaklaşık olarak bulabiliyor; bulduğu sonuca da kesinlikle inanıyor. Bir yılın 350 gün, bir saatin 50 dakika olduğuna, bir düzine yumurtanın 6-10 adet ettiğine, iki ile ikiyi toplayınca üç çıktığına iddiaya girebiliyor. Nörolojik bozukluk nedeniyle hesaplama yeteneğini kaybeden Mr.N., tamamen matematikten soyutlanmıyor. Doğuştan kazandığı sayı duyusu sayesinde, belirli bir matematik bilincini koruyor. Ama, hayatını yaklaşık hesaplarla sürdürmeye mahkum oluyor. O kadar da büyük bir yıkım değil. Bence havuz problemlerine mahkum olmak daha kötü.
Yazının Devamını Oku

Dayanış-MA ruhu

22 Şubat 1998
Yıl 1992. Amerikan başkanlık kampanyasında dönemin Başkanı Bush ve Demokrat aday Clinton, TV'de tartışıyorlar.Bush soruyor: ‘‘Bir Amerikalı nasıl olur da yabancı bir ülkenin topraklarında kendi ülkesi aleyhinde gösteri örgütleyebilir, anlayamıyorum. Silahlı Kuvvetler Komutanı olup çocukları cepheye göndermek zorunda kaldığınızda, bu zor kararı nasıl alacaksınız. Çocuklar, ‘biz gitmiyoruz, komutanımız zamanında orada burada gösteriler düzenliyormuş' derlerse, ne yapacaksınız...’’Clinton yanıtlıyor:‘‘Benim vatanseverliğime saldırıda bulunarak hata ediyorsunuz. Evet ben savaşa karşıydım ama, ülkemi seviyorum...’’Bush, 1968 kuşağının temsilcisi Clinton’un Vietnam savaşı karşıtlığını, askerden kaçışını ve İngiltere'deki savaş aleyhtarı gösterilere katılmasını enine boyuna kullanıyor. Clinton ise bütün saldırıları cansiperane göğüslüyor. Ve o günler gerçekten geçmişte kalıyor. Vietnam savaşına şiddetle karşı çıkan Clinton bugün ‘çocukları’ cepheye gönderiyor ve savaşa hazır olduğunu ilan ediyor.Bu dönüşümü geçiren tek kişi Başkan Clinton değil. Herkes ve herşey dönüşüyor. 68 gençliği savaşı reddedip Vietnam halkıyla dayanışma sergilerken, bugünün gençliği Irak'ın bombalanmasını destekliyor. ABD ve İngiltere'de yapılan anketler, 18-25 yaş kuşağının operasyona kuvvetle destek verdiğini gösteriyor. Yönetimin krizdeki tutumunu anlatmak için Ohio'da düzenlediği toplantıda yükselen aykırı seslere bakmayın; CBS Televizyonu'nun son anketine göre dört Amerikalı'dan üçü operasyona evet diyor. Saddam gibi kanlı bir diktatörün bombalarla ortadan kaldırılmasını istemek yanlış olmasa da, kimsenin aklına Irak halkıyla dayanışmak gelmiyor. Hiç kimse, gıdasızlık ve ilaç yokluğu yüzünden ölen ve olası bir operasyon halinde ölebilecek Iraklı çocukları düşünmüyor.Oysa ki, birbirini hiç tanımayan, farklı ırklardan gelen halklar arasındaki dayanışma tarihin akışını değiştirebiliyor. Örneğin Birinci Enternasyonel'den sonra İngiliz işçi hareketi, Amerika'daki kölelik düzenine karşı örgütleniyor. Özgürlük savaşı veren siyahlarla öyle müthiş bir dayanışma veriliyor ki, ABD'nin güney eyaletlerindeki köleliğin kaldırılmasında onlar da pay sahibi oluyor. Ama, bugün aynı İngiltere'nin İşçi Partisi Hükümeti, Irak krizinin ilk gününden beri ABD'nin yanında yer alıyor. Tarihi dönüşümünü zaten açıkça ilan etmiş bulunan İşçi Partisi Lideri ve Başbakan Tony Blair, kayıtsız şartsız teslim oluyor. İngiliz entelektüellerden İşçi Partisi hükümetine çok sert eleştiriler geliyor. Yazar Harold Pinter, ‘‘Bugüne kadar hiçbir muhafazakar hükümet, İşçi Partisi Hükümeti kadar Amerika'ya yaltaklanmadı’’ diyor. 1968'in devrimci gençlik liderlerinden Tarık Ali, The Independent'te yayınlanan makalesinde, İngiltere'yi Beyaz Saray'a uşaklık etmekle suçluyor; ‘‘Robin Cook'un söz verdiği onurlu ve ahlaklı dış politika bu mu? Saddam'a ayrı, Endonezya'nın eli kanlı kasabı Suharto'ya karşı ayrı etikle hareket etmek, onurlu bir dış politika mı?’’ diye soruyor.Evet herkes ve herşey dönüşüyor. Apolitize üniversite gençliği, çevrecilik adına kendini oraya buraya zincirliyor; hatta canını tehlikeye de atabiliyor ama, Irak halkıyla dayanışmayı aklına bile getirmiyor.
Yazının Devamını Oku

Give me five Herk!

15 Şubat 1998
Kızım bu yazıyı yazmamı kesinlikle yasaklamıştı. Ama ben dayanamadım. Herkül'le babası Zeus'un NBA yıldızları gibi ‘‘beş çaktıkları’’ sahnede ağzıma geleni söylemeye karar verdim. Kızım ise filmdeki ‘‘Give me five, Herk’’ tarzı zıpırlıkları pek hoş buldu. Kahraman Herkül'ün tüm Yunanistan'da nam salmasından sonra, üzerinde Herk yazılı minik oyuncakların çıktığı sahneyi ise çok matrak diye yorumladı.Ama ben, Yunan mitologyasının, baştan sona Amerikan pop kültürüyle salçalanmasını, püriten Amerikan toplumu yüzünden Grek mitoslarının bütün seksi cazibesini yitirmesini kaldıramadım. Aslında Disney'in o cicili bicili aile filmlerini son derece sinir bozucu bulduğum halde, Herkül'e her türlü önyargıdan arınmış vaziyette gittim. Çünkü uzun metrajlı çizgi filmler dizisinin ilki olan Güzel ve Çirkin'e bayılmıştım. Pocahontas'da gerçek öykünün çarpıtıldığını Amerikan basınında çıkan eleştirilerden okumuş olsam da, hikayenin aslını bilmediğim için, uslu uslu seyrettim. Notre Dame'ın Kamburu'nda da, o ürkünç Quasimodo'nun ‘‘sevimli’’ bir hilkat garibesine dönüştürülmesine çok fazla itiraz etmedim. Ve Herkül'de bu iki filmden de beter bir katliamla karşı karşıya kaldım. Bir kere Herkül'ün hikayesi baştan sona uyduruk; Ovidius, Euripides veya Sophokles'in oyunlarında anlatılan serüvenlerle alakası yok. Daha da beteri, o çok bildik ‘‘iyi-kötü’’ çatışması yine ana temayı oluşturduğu için kahramanların tamamı ya salt iyi, ya da salt kötü. Oysa ki Yunan mitologyasında Zeus'tan Hades'e kadar bütün tanrılar, zaafları, iyi ve kötü yanları olan yaratıklar. Disney senaryosuna göre Zeus ile Hera'nın bebeği Herkül'ün gücünü kıskanan ölüler tanrısı Hades, ileride kendine zarar vermesin diye çocuğu kaçırtıp ölümsüzlüğünü elinden alıyor. Sonra da He-Man'in İskeletor'u gibi aklınıza gelebilecek her türlü kötülüğü sergiliyor. Yani Hades, salt kötüyü temsil ediyor. Ancak Yunan mitologyasına bakarsanız Hades korkunç bir tanrı olmakla birlikte kesinlikle kötü değil; zaten adaleti ve doğruluğu da çok seviyor. Bütün zamanların en büyük zamparası Zeus, bu filmde örnek aile babası pozunda. Disney'in aile filmlerinde, oğlunun beyzbol maçını izlemek için iş toplantısını kıran kareli pantolonlu ebleh suratlı aile babalarının tıpkısı.Disney senaryosuna göre, Zeus'un karısı Hera ise örnek eş, şefkatli anne. Ancak mitolojiye göre bu kadın, tanrıçaların en entrikacısı. Zamanını Zeus'un yattığı kadınları kovalayıp, onları türlü çeşitli hayvanlara dönüştürerek cezalandırmakla geçiren kıskanç bir kadın. Herkül, Zeus'un en dahiyane çapkınlıklarından birinin gayrımeşru ürünü olduğu halde, bu filmde Zeus-Hera çiftinin oğlu olarak görünüyor. Halbuki mitologyaya göre Zeus, Teb şehrinden Alkmene'ye göz koyar ve onun kocası kılığına girerek, kadınla sevişir. Bu ilişki sonucunda Herkül doğar ve çocuğa diş bileyen Hera, oğlanı ortadan kaldırmak için yapmadık büyü bırakmaz. Hatta Hera'nın bir büyüsü sonucu çıldırıp kendini kaybeden Herkül, karısı Megara'yla üç çocuğunu öldürür. Disney filminde ise tabii ki, Olympos'ta aile saadetiyle noktalanan mutlu son var.Umarım Disney bundan sonra mitolojik çizgi film yapmaz. Çünkü Olympos'un seks-avantür ve entrika ortamı, Amerikan orta sınıfının ahlak normlarına pek uygun değil.Baksanıza aklıma ne geldi: Galiba Disney, çocuklar da dahil olmak üzere bütün Amerika'nın Clinton'ın cinsel hayatını konuştuğunu bilmiyor.
Yazının Devamını Oku