Ayşe Özek Karasu

50 milyar dolarınız olsaydı insanlık yararına nasıl kullanırdınız

23 Ekim 2004
Takımın adı ekonomistlerin ‘Real Madrid’i. Aralarında Robert Fogel, Douglass North ve Vernon Smith gibi Nobel ekonomi ödülü almış profesörler var. Toplam sekiz kişiler. Onları bir araya getiren kişi ise çevreciler arasında çok tartışma yaratan bir isim; Kuşkucu Çevreci adlı bir kitabı bulunan Danimarkalı istatistikçi Bjorn Lomborg.

Lomborg’un, global ısınmayı önemsiz bir ayrıntı olarak gösteren kitabı iki yıl önce yayınlandığında çevreciler tarafından şiddetle protesto ediliyor. Ancak serbest piyasacılar tarafından çok tutuluyor. Çünkü global ısınmayı ortadan kaldırmak için, zenginlerin sera etkisi yapan gazları kısıtlaması gerekiyor.

Şimdi de Lomborg, 50 milyar dolarınız olsaydı, dünyadaki yoksulların hangi sorunlarını çözmek için harcardınız sorusuna yanıt bulmak için sekiz ekonomisti bir araya getiriyor. Bunlar ekonomistlerin Real Madrid’idir diyerek, paranın harcanacağı yerlere göre bir liste yaptırıyor ve yine çok şiddetli tepki alıyor. Çünkü ekonomistlerin yaptığı listede, global ısınmayla mücadele yer almıyor. Dahası, eğitim, terörizmle mücadele, silahların kontrolü, ormanların yok olması, enerji sıkıntısı ve yolsuzluk gibi sorunları da dikkate almıyorlar.

Onlar insanların önce zenginleştirilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bunun için de AIDS’le mücadeleye 27 milyar dolar ayırıyorlar. Böylelikle 2010 yılında meydana gelecek 28 milyon AIDS vakası önlenmiş oluyor ve kazanılacak işgücü sayesinde, harcanan paranın 40 katı kadar kár elde ediliyor.

Listenin ikinci sırasında, Afrika’da beslenme problemi bulunan 850 milyon kişiye demir ve vitamin takviyesi yapılması yer alıyor. Bunun için de 12 milyar dolar ayrılıyor.

Üçüncü sırada ise en tartışmalı proje yer alıyor: Dünya ticaretinin liberalleştirilmesi. Sübvansiyonların ve ticaret duvarlarının kaldırılması halinde bundan tabii ki zarar görenler olacağı, ancak her yıl zengin ve fakir yığınla insanın 2.4 milyar dolarlık yarar sağlayacağı belirtiliyor.

Ve onuncu sırada global ısınmayı ilgilendiren bir önlem yer alıyor: Global karbondioksit hacminin yarıya indirilmesi için 150-600 dolar arasında karbondioksit vergisi konulması.

KYOTO ÇIKMAZI

Bu liste, Greenpeace örgütünü çileden çıkarıyor. The Guardian’a konuşan örgüt direktörü Stephen Tindale, ‘Bu basit düşünce tarzı ciddiye alınmamalıdır. Bu liste bir entelektüel cehalet örneğidir. İnsanlığın başındaki bütün sorunlar birbiriyle bağlantılıdır’ diyor. Çünkü global ısınmanın üstesinden gelinmediği takdirde, ekonomistlerin daha önemli işler listesindeki sorunlarla mücadele etmek mümkün olmuyor.

Aralarında Greenpeace, Oxfam ve Doğal Yaşam Vakfı gibi uluslararası kalkınma örgütlerinin yer aldığı 15 grup geçenlerde bir rapor yayınladı. Bu rapora göre artık dayanılmaz raddeye varan yoksullukla mücadelede atılacak ilk adım global ısınmayı önlemek. Çünkü önümüzdeki 50 yıl içinde yoksul ülkeler daha fazla sel altında kalacak, daha fazla su ve gıda sıkıntısı çekecek, hastalıklar katlanacak, ekosistemler tamamen kontrolden çıkacak. 2025 yılında içme suyu sıkıntısı çeken insan sayısı 6 milyara ulaşacak.

İklim değişikliğiyle mücadelede atılacak ilk adım ise atmosferdeki global ısınmayı tetikleyen karbondioksit hacminin daraltılması. Hedef böyleyken daha geçenlerde atmosferdeki karbondioksit miktarının aniden artış gösterdiği tespit edildi.

Ozon tabakasını karbondioksit yükünden kurtarmak için BM öncülüğünde 1997’de imzalanan Kyoto iklim değişikliği protokolünün bir an önce yürürlüğe girmesi gerekiyor. Avrupa Birliği’nin 14 üyesi bu konuda anlaşmaya vardı. Şimdi bu kaygıyla İngiltere’de yeldeğirmenleri yapılıyor, fazla yakıt tüketen araçlara yüksek vergiler getiriliyor ve daha bir dizi önlem alınıyor. ABD’de ise fazla vergi siyasi intihar anlamına geliyor. İşte bu nedenle ABD Başkanı George W.Bush, Kyoto anlaşmasını imzalamayı reddediyor. Rusya ise anlaşmayı imzalayacağını duyurdu. ABD’nin yanı sıra Japonya ve Avustralya’nın da yanaşmadığı Kyoto anlaşmasının yürürlüğe girebilmesi için sanayileşmiş ülkelerin yüzde 55’inin emisyon indirimine katkıda bulunması gerekiyor. Hedef 2012 yılına kadar emisyon hacmini, 1990’daki düzeyin yüzde 5.2 oranında altına çekmek. Şimdi Rusya’nın katkısıyla, Kyoto’nun sanayileşmiş ülkelerin yüzde 61’ine ulaşılacağı hesaplanıyor. Ancak bir problem var. Kyoto’ya katılıp katılmamayı parlamentoda görüşen Rusya’nın pek samimi olmadığını düşünenler var. Moskova’nın, Dünya Ticaret Örgütü’ne girmek için Avrupa Birliği’ni tavlamaya yönelik bir manevra içinde olduğu tahmin ediliyor.

BM’ye göre global ısınma sonucu meydana gelen iklim değişikliği dünyanın bir numaralı sorunu. Önümüzdeki 100 yıl içinde hayatlarımız çok şiddetli bir şekilde etkilenecek. Bu nedenle elde avuçta ne varsa global ısınmaya karşı seferber edilmesi gerekiyor. Bütün çevreciler de aynı görüşte. ABD’yi vuran kasırgalardan sonra kesenin ağzını açan sigorta şirketleri de aynı fikirde. Ancak ekonomistler farklı görüşte. Aralarında Nobel ödülü almış ekonomistlerin de bulunduğu bir grup oturmuş, elimizde 50 milyar dolar olsaydı nereye harcardık diye düşünmüş ve şu sonuca varmış: Global ısınmayla mücadeleyi boş verin, nasıl olsa etkileri gelecekte ortaya çıkacak. Parayı esas serbest ticaret için harcayalım ki insanlar önce zenginleşsin.
Yazının Devamını Oku

Fareler ve mikropları bile duayla iyileştirmişler

16 Ekim 2004
İflah olmaz hastalıklar başkalarının duasıyla iyileştirilebilir mi? Bu sorunun cevabını bulmak için Amerika’da yapılan araştırmalara milyonlarca dolar harcanmış. Hastaları gruplara ayırmış ve iyileşmesi için dua edilenlerde çok etkileyici sonuçlar elde etmişler. Bir çeşit üfürükçülük gibi görünüyor. Ancak ABD’de araştırma konusu olan dua, gönüllü kişilerin kendilerine tamamen yabancı olan hastalar için uzaktan gerçekleştirdiği bir eylem. Kimi bilim adamları, bilimsel olmayan bir araştırma uğruna halkın parasının çarçur edildiğini, kimi din adamları ise Tanrı’nın inayetinin küstahça sınandığını düşünüyor.

Amerika’daki Duke Üniversitesi Tıp Merkezi araştırmacıları bakterileri alıp okumuş üflemişler. Sonra tohumları, sonra da fareleri.

Sonuç şaşırtıcı. Okunmuş üflenmiş bakterilerin daha hızlı büyüdüğü, tohumların daha çabuk filizlendiği, hasta farelerin de tez vakit şifa bulduğu hayretle tespit edilmiş. Üniversitenin yayınlarına bakınca bu canlıları kimin okuyup üflediği tam olarak anlaşılmıyor. Ancak, herhangi bir şahıs belirtilmediği için, insan tabii ki araştırmacıların bu rolü üstlendiğini düşünüyor.

Peki bu deney ne için yapılıyor? Plasebo faktörünü tamamen saf dışı bırakmak için. Çünkü kendisi için dua edildiğini bilen bir hasta pekala pozitif düşüncenin gücüyle iyileşebilir. Oysa fare, bakteri ve tohumların pozitif düşünceye sahip olmadığını biliyoruz. Araştırmacılara göre, Tanrı’nın bu canlılar için edilen dualara karşılık verdiği şeklinde kesin bir sonuç elde edilmiş oluyor.

Amerika’da uzaktan kumandalı duayla şifa bulunur mu sorusuna kesin bilimsel bir yanıt bulmak için tam 1200 araştırma yapılmış ve yapılıyor. Bush yönetimi de son dört yıl içinde bu araştırmalara 2.3 milyon dolarlık katkıda bulunmuş.

Ancak birçok bilim adamı bu araştırmaları bilim dışı diye niteleyip karşı çıkıyor ve vergi ödeyen vatandaş parasının ziyan edildiğini düşünüyor.

YOKSULLAR ZATEN DUA EDİYOR

İstatistiklere göre ABD’deki yetişkinlerin yüzde 45’i birtakım sağlık sorunları nedeniyle duaya başvuruyor. Dua araştırması aleyhtarlarına göre bu oran, sağlık hizmetlerine ulaşma imkanı bulamayan yoksul kesimi temsil ediyor. Yani tıp hizmeti verilmeyen insanlar zaten doğrudan Tanrı’ya havale edilmiş oluyor.

Duanın hasta üzerindeki moral etkisini ise kimse reddetmiyor. Amerikan basınındaki haberlere göre çok sayıda hasta, birlikte dua etmek için bir din görevlisi istiyor. Doktorlar da bu tür taleplere olumlu yaklaşıyor. Hatta Katolik cemaatine bağlı hastanelere Türk imamların çağrıldığı bile oluyor. Örneğin New Jersey’de bir Katolik hastanesi olan St.Joseph’s Wayne Hospital, Türk hastası olduğu zaman Paterson’daki Türk İslam Merkezi’nin imamı Fevzi Kılıç’tan yardım alıyor.

TANRI AYRIMCILIK YAPAR MI

Dua işe yarar mı araştırmasında sadece bilimsel değil, teolojik bir tartışma da var. Tanrı sadece iyileşmesi için dua edilen kişilere yardım ederek ayrımcılık yapabilir mi?

New York Presbyterian Hastanesi’nin din hizmetleri direktörü Raymond J. Lawrence şöyle diyor: ‘Tanrı’nın dualara cevap verip vermediğini araştırmak, onu sınamak anlamına gelir. Ama siz Tanrı’yı sınayamazsınız. Tanrının duaya karşılık vermek uğruna mucizevi bir şekilde doğanın yasalarını değiştirebileceğini düşünmek, çocukça bir beklentidir.’

Dua deneylerini savunanlar, temel olarak kalp hastaları üzerinde yapılan iki araştırmada elde edilen sonuçları dayanak alıyor. Dr. Randolph Byrd adlı kardiyolog, 1988 yılında, San Francisco Hastanesi’nin koroner bakım ünitesinde yatmakta olan 393 hastadan 192’si için Hıristiyan bir gruba dua ettiriyor ve dua edilen hastaların durumunda iyileşme tespit ediyor. Kansas City’de 990 kalp hastası üzerinde yapılan başka bir araştırmada da, tamamen yabancı kişiler tarafından dua edilen hastalarda benzer sonuçlar elde ediliyor.

Ancak istatistik uzmanlarına göre bu deneylerde o kadar çok değişken üzerinden ölçüm yapılıyor ki, sonuçta bazı hastaların şans eseri iyileşmesi zaten olasılık dahilinde. Yani bu deney, almak istediğin yanıtı alıncaya kadar, tekrar tekrar aynı soruyu sormaya benziyor.

HANİ HAMİLE KALMIŞLARDI

Dua taraftarlarının güvendiği bir başka kale ise son günlerde sarsıntı geçiriyor. Kısırlık tedavisinde duanın etkisini kanıtlayan 2001 tarihli çalışma, bu araştırmayı yayınlayan bilim dergisi tarafından geçenlerde geri çekildi. Üç kişilik bir ekibin büyük sansasyon yaratan araştırmasına göre kısırlık tedavisi görürken Hıristiyan gruplar tarafından dua edilen kadınların hamile kalma oranı, dua edilmeyenlere göre iki kat fazlaydı. Aradan üç yıl geçtikten sonra Columbia Üniversitesi söz konusu araştırmayı incelemeye aldı.

DOZ VE KOMBİNASYON

Duanın gücüne inananların da bir sorunu var: Doz meselesi. Kimi araştırmacılara göre birkaç şifacının gün boyunca dua etmesi yeterli olabiliyor. Kimi araştırmalarda ise geniş katılımlı gruplar daha uzun boylu dua ediyorlar. Hatta bazen birkaç Hıristiyan mezhebinden şifacılara görev verilirken, bazılarında da hahamlardan, Budist rahiplere ve New Age müritlerine kadar geniş bir şifacılar yelpazesine başvuruluyor.

Hep olumlu sonuçlanan deneylerden örnekler verdik ya, bazı deneyler de ters sonuç veriyor. 1997 yılında New Mexico Üniversitesi’nde rehabilitasyona alınan 40 alkolik üzerinde bir deney yapılıyor ve alkol illetinden kurtulması için dua edilenlerde hiçbir değişiklik olmadığı fark ediliyor. Üstelik, iyileşmesi için dua edildiğini bilen kadın ve erkek deneklerin daha da beter hale geldiği görülüyor. Çalışmayı yürütenlerden Dr. William Miller sonunda raporuna şu notu düşüyor: ‘Elde ettiğimiz sonucun ne anlama geldiği pek açık değil.’

Başkalarını iyileştirdi kendisi öldü

Dr. Elisabeth Targ adlı hekim, dua aracılığıyla uzaktan iyileştirme yöntemi için Amerikan hükümet fonlarından yararlanan ilk araştırmacı olarak biliniyor. Bu doktor, 1998 yılında yayınladığı çalışmasında, şifacıların ve Şamanların duaları sayesinde AIDS hastalarının bazı komplikasyonlardan korunduğunu iddia ediyor. Başka bir araştırmada ise dini grupların uzaktan duaları sayesinde, ölümcül beyin tümörü bulunan kişilerin ömrünün uzadığını tespit ediyor. California Pasifik Tıp Merkezi’nde yapılan her iki araştırma da halen devam ediyor. Ancak Dr. Elisabeth Targ artık araştırmanın başında değil. Çünkü 2002 yılında beyin kanserinden ölüyor. Ve Dr. Targ ölünce kullandığı yöntem yaylım ateşine tutuluyor. Araştırmada, elde ettiği verilerle oynadığı söyleniyor. Çalıştığı tıp merkezinin yetkililerine göre ise Dr. Targ’ın tek kusuru, denek grubunu çok küçük tutması.
Yazının Devamını Oku

Barış ödülünün esas sahibi karaoke makinesinin mucidi

9 Ekim 2004
Neyle ilgili oldukları pek anlaşılamayan Nobel bilim ödüllerinin esrarengiz durumuna inat, Harvard Üniversitesi’nden bir grup, parodi Nobel’leri veriyor. Biraz lüzumsuz, biraz matrak araştırmalara verilen bu ödülden maksat, bilimin eğlenceli ve sıcak yüzünü sıradan insanlara göstermek. Bu yıl ödül alan araştırmalar arasında hula hoop çevirmenin dinamiğinden, ringa balıklarının yellenerek nasıl iletişim kurduğuna kadar bir dizi çalışma var. Barış ödülü ise karaoke makinesinin mucidi Daisuke İnoue’ye gidiyor. Çünkü İnoue, sabrın sınırlarını zorlayan icadıyla insanlara hoşgörüyü öğrettiği için dünya barışına önemli bir katkıda bulunmuş oluyor.

Daisuke İnoue’yi Japonya’da pek tanıyan, bilen yok. Ama Amerikan Time dergisine göre geçen yüzyılın en etkili 20 Asyalısından biri. Mao Zedung, Mahatma Gandi, Pol Pot ve Akira Kurosava’yla aynı listede yani.

Çünkü o karaokenin babası. Muhteşem şarkı söyleyebildiğini zannedenlerden başka herkese acı çektiren aletin mucidi. Time’ın listesine giren İnoue, dergi tarafından ‘Müthiş popülarite kazanan icadı sayesinde Asya gecelerini değiştiren adam’ olarak tanıtılıyor. Eğlence hayatına getirdiği bu yeni renk nedeniyle en etkin 20 Asyalıdan biri olarak gösteriliyor. Japon Asahi Shimbun gazetesine göre ise İnoue kendi ülkesinde kesinlikle tanınmıyor.

Gençlik yıllarında Kobe’deki kabare şovlarında sahne alan İnoue, bazı müşterilerin piyano eşliğinde şarkı söylemekte güçlük çektiğini farkedince, sözsüz müzik bantları hazırlıyor. Sonra hazır tonlardan oluşan makineyi geliştiriyor ve adını karaoke koyuyor. Japonca’da ‘kara’ boş, ‘oke’ ise orkestra anlamına geliyor.

1971 yılında bu makineleri barlara kiralamaya başlıyor. Ancak iş hayatında pek başarılı olamıyor. İcadının patentini alamadığı gibi, lazer karaoke benzeri ileri teknoloji ürünlerinin gerisinde kaldığı için piyasayı yeni icatlara kaptırıyor.

Bugün Kuzey Kutbu’ndaki İnuit köylerinden tropik adalara, Ekvator kuşağından İpek Yolu’ndaki çöl kasabalarına kadar yayılan karaoke aleminden payını alamıyor İnoue. Ve şimdi 64 yaşında, hayatını fare kovucu bir takım araç-gereç satarak kazanıyor.

Ancak geç de olsa hayatının eserine karşılık bir ödül alıyor. İnsanlara, birbirine tolerans göstermenin yeni bir yolunu öğrettiği için Nobel Barış Ödülü’nü kazanıyor. İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi’nin verdiği sahici Nobel’i değil ama, IG-Nobel adı altında verilen ödülü kapıyor. Karaoke barda şarkı dinlemeye maruz bırakıldığı halde, cinayet işlemeyerek hoşgörüsünü kanıtlayan insanlar bu erdeme, İnoue sayesinde ulaşıyor.

COCA COLA’YA KİMYA VATİKAN’A EKONOMİ ÖDÜLÜ

Japon mucit, geçen hafta sahici Nobel’lerin açıklanmasından önce düzenlenen ödül töreni için Boston’a da gidiyor. Harvard Üniversitesi’ndeki törende, insanlığı uyum içinde yaşamaya çağıran bir şarkıyı, karaokede İngilizce söyleyip büyük alkış da alıyor.

Ödül alanların, törene katılması önemli bir ayrıntı. Olayda mizah dozu çok yüksek olduğu için, bazı araştırmacılar alaya alınırım korkusuyla ödülünü almaya gitmiyor. Ödül dediysek, gerçek Nobel’deki gibi milyon dolarlık değil, ucuz ve basit malzemeden yapılmış objeler. Örneğin bu yılki, üzerinde IG Nobel yazan bir mısır gevreği kutusu.

Bu yıl on ödül sahibinden sekizi törende boy gösteriyor. İngiltere’de musluk suyuna kanserojen madde katarak Dasiani markasıyla şişeleyip sattığı için kimya ödülünü alan Coca Cola törene temsilci göndermiyor. Avrupa ve Amerika’da papaz sıkıntısı çekildiği için, ölmüşlerin ruhuna düzenlenecek ayinleri Hindistan’daki papazlara havale edip, dış kaynak kullanımındaki başarısıyla ekonomi ödülü alan Vatikan da temsilci göndermiyor.

Geçmiş yıllarda da çok ağır siyasi taşlama niteliğindeki ödüller sahipsiz kalmıştı. Dünya protestolarla çalkalanırken nükleer deneme yapan Fransa’nın Cumhurbaşkanı Jacques Chirac barış ödülünü almaya gitmemişti. Büyük bir muhasebe skandalı sonucu batan Enron şirketi de ekonomi ödülünü almamıştı!

İşte yılın ödülleri

Hula hoop’un çok segmentli dinamiklerinin koordinasyonu başlıklı çalışmayla Ottawa Üniversitesi’nden Ramesh Balasubramaniam ve Michael T. Turvey, fizik ödülünü aldı. Balasubramaniam, beynin kasık ve baldırların dikey hareketini yönetmesiyle ilgili derin bir analizi içeren bu çalışmanın biraz salakça görünmekle birlikte, robot imalatı ve felçli hastaların rehabilitasyonunda kullanılabileceğini söylüyor.

Jillian Clarke adlı 17 yaşındaki Amerikalı üniversite öğrencisi ise yiyeceklerin yere düştükten sonra beş saniye içinde yenilmesi halinde bakteri tehlikesi bulunmadığını kanıtlayan araştırmasıyla halk sağlığı ödülünü aldı. Clarke’ın Illinois Üniversitesi’nin kafeteryası, asansörü ve tuvaletlerinde yaptığı bu araştırmanın diğer bir sonucu da, kadınların yere düşen yiyecekleri yemeye erkeklerden daha meyilli olması.

Deniz biyoloğu Ben Wilson da, ringa balıklarının gayet sessiz bir şekilde yellenerek birbirleriyle iletişim kurduğunu tespit eden ilk kişi olarak biyoloji ödülünü aldı.

‘Aramızdaki Goriller’ konulu deney ise Illinois Üniversitesi’nden bir grup Amerikalı profesöre psikoloji ödülünü kazandırdı. Görsel kavrayışla ilgili bu çalışmaya göre, insanlar küçük ayrıntılara odaklanmaları istendiğinde, yanlarından goril kostümüyle geçen birini rahatlıkla ıskalayabiliyor.

‘Country müziğin intiharlar üzerindeki etkisi’yle ilgili araştırma ise tıp ödülünü aldı, ancak büyük tartışma yarattı. James Gunlach ve Steven Stack adlı iki sosyolog, radyolarda en fazla country müziğin çalındığı Amerikan kentlerinde intihar oranlarının daha yüksek olduğunu tespit ettikleri çalışmayla hem country şarkıcılarının, hem de yanlış yöntem kullandıkları gerekçesiyle meslektaşlarının tepkisini çektiler.
Yazının Devamını Oku

Selülit özel hayata girer güzel endam ise bilgi edinme hakkına

2 Ekim 2004
Monako Prensesi Caroline’in AİHM’deki davayı kazandığı günden beri Avrupalı basın hukukçuları şu sorunu çözmeye çalışıyor: Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’nun sekizinci ve onuncu maddeleri arasında nasıl denge kurulur? Prensese dava kazandıran sekizinci madde özel hayatı; onuncu madde ise bilgi edinme hakkını koruma altına alıyor. Peki sekizinci nerede bitiyor, onuncu madde nerede başlıyor? Bir İngiliz hukukçuya göre, iki temel hak arasındaki dengenin sırrı şu: Selülitli bacaklar sekizinci maddeye, objektife hazır endamlar ise onuncu maddeye giriyor.

Peter Ustinov 1961 yapımı Romanoff ve Juliet filminde şu meşhur lafı etmişti: ‘Burası özgür bir ülkedir, madam. Sizin özel hayatınızı kamuya açık alanda paylaşma hakkına sahibiz.’

Hayır, artık böyle bir hakka sahip değiliz. Dönüm noktası niteliğinde iki mahkeme kararı bu anlayışı sona erdirdi. Bundan böyle zerzevat alışverişi yapan bir ünlünün resmini gazeteye basmak suç teşkil edebilir.

Avrupa basın hukukundaki milat süper model Naomi Campbell’in zaferiyle başladı. İngiliz Daily Mirror gazetesi 2001 yılında, Campbell’i uyuşturucu terapisinden çıkarken gösteren fotoğrafı basmış, model de dava açmıştı. Geçen Mayıs ayında Lordlar Kamarası, gazetenin bu yayınla özel hayatı belirli ölçüde ihlal ettiğine karar verdi. Gazete, Naomi’nin uyuşturucu tedavisi gördüğünü yazabilir, ancak gizlilik ilkesinin geçerli olduğu Narcotics Anonymous adlı merkezdeki grup terapisini ifşa edemezdi.

Prenses Diana’yı ölüme gönderecek kadar şöhret kovalamaya meraklı olan İngiliz tabloid basını bu kararla yıkıldı, ancak yılmadı. Takip canavarı paparazziler ünlü kovalamaya devam etti.

Amerikalı sinema oyuncusu Gwyneth Paltrow da geçenlerde yeni doğmuş bebeği Apple’la birlikte böyle bir kovalamacaya maruz kaldı. USA Today gazetesine konuşan oyuncu, ‘Londra’da arabalarla insanları takip ediyorlar. Hepsini dava edeceğim. Beni hızlı araba kullanmaya zorlayarak çocuğumun hayatını tehlikeye attılar’ diyordu. Paltrow, mesleğiyle ilgili bir faaliyet içinde olmadığı sürece, kimsenin suratına kamera tutamayacağını söylüyordu.

İngiliz hukukçulara göre ise Paltrow’un mevcut yasa çerçevesinde hakimden alacağı yanıt şuydu: ‘Çocuğunuzun hayatını tehlikeye atmak istemiyorsanız, siz de yavaş sürün ki, basın mensupları fotoğrafınızı rahat çekebilsinler.’

Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin özel hayatla ilgili tarihi kararından beri hakimlerin basın özgürlüğünü kollarken artık iki kere düşünmesi gerekiyor.

KAMU ÇIKARI YETMEZ

1991 yılından kalma hesap, geçen temmuz ayında AİHM tarafından karara bağlandı. Prenses Caroline’in gündelik yaşantısından fotoğrafları basan Alman dergilerine yasak getirmeyen Alman Anayasa Mahkemesi, AİHM’deki davada suçlu bulundu. Prenses bu resimlerde kamusal görevlerini yerine getirirken değil; ata binerken, çocuklarını okuldan alırken, müstakbel kocasıyla gezinirken, lokantada yemek yerken, alışveriş yaparken görünüyordu. Bu görüntüler prensesin özel alanını yansıtıyordu. Ve Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’nun sekizinci maddesi bu alanı koruma altına alıyordu.

Aynı sözleşmenin onuncu maddesi, basının bilgi edindirme hakkını teslim ediyordu ama, Avrupa mahkemesi, prensesin özel hayatıyla basın özgürlüğü arasına bir sınır çekmişti. Oysa Alman mahkemesi, ‘çağdaş toplumun önemli bir figürü’ olduğu gerekçesiyle prensese orta karar bir özel hayat biçmiş ve sadece çocuklarının göründüğü resimlerin yayınını engellemişti. AİHM’ye göre ise prenses, çok tanınmış biri olmasına karşın, kamuya açık alanda bile özel hayat hakkına sahipti. Hatta daha da öte, prensesin toplum içinde nasıl hareket ettiğini merak eden kamunun çıkarı olsa bile bu hakka sahipti. Fotoğrafların basılabilmesi için, bunların demokratik bir toplumda tartışma yaratacak nitelik taşıması gerekiyordu.

ALMANYA’YA BASKI

Basının şöhretlerin özel hayatına nüfuz edebilme lüksünü sınırlandıran bu karar, Fransa’daki yasayla hemen hemen paraleldi, ancak İngiltere açısından sorun yaratıyordu. İngiliz Basın Şikayet Komisyonu ve mahkemelerin başvuruları incelerken, AİHM kararını da dikkate alması gerekiyordu.

Ancak İngiliz basın hukukçularına göre bu şartlarda, basın özgürlüğünün ihlal edilmemesine imkan yoktu ve hálá bir umut vardı. Almanya’nın AİHM kararına Büyük Mahkeme’de itiraz için üç aylık süresi bulunuyordu. Süre geçen hafta doldu ve İngiliz medyasından gelen bütün baskılara rağmen Almanya itiraz hakkını kullanmadı. Oysa itiraz kabul edildiği takdirde, dahili temyiz mekanizması çerçevesinde, aynı mahkemenin farklı bir yargıç heyeti davaya yeniden bakacaktı. Bu ihtimal ortadan kalktığına göre şimdi ne olacak? İngiltere’deki hukukçu görüşleri muhtelif. Bir kere, Avrupa’daki özel hayatı koruma yasaları arasında hayli derin farklar bulunduğu için, tek bir mahkeme kararının bunları uyumlu hale getirecek mekanizmayı tetiklemesi pek olası görülmüyor. Çünkü AİHM kararıyla kısıtlanan basın özgürlüğü anayasal bir hak.

Şimdi özel hayat ile basın özgürlüğü arasına nereden sınır çekileceği tartışılırken, İngiliz basın hukuku uzmanı Amber Melville-Brown iki hak arasındaki hassas dengeye pratik bir açıklama getiriyor: ‘Ter lekeleri, selülitler ve vücuttaki sarkmalar sekizinci maddeye girer. Şımarık primadonnaların, objektiflere hazır olduğu an çekilen fotoğraflar ise onuncu maddeye.’
Yazının Devamını Oku

Stanford deneyinden BBG’lere oradan Irak hapishanelerine

25 Eylül 2004
İsviçreli gazeteci Reto Schneider’in yazdığı ‘Çılgın Deneyler Kitabı’ tuhaf, ürkütücü ya da lüzumsuz deneylerin hikayelerini içeriyor. Mahkumların psikolojisini çözümlemek için başlatılıp, gardiyan rolündeki öğrencilerin azıtması ve hükümlü rolündeki öğrencilerin ayaklanmasıyla sonuçlanan Stanford deneyi de bunlardan biri. Bu deney, hem Irak’taki Ebu Garib cezaevinde tutuklulara işkence yapan ABD askerlerinin psikolojisine ışık tutuyor, hem de TV’lerdeki röntgen şovlarının öncüsü sayılıyor.

Stanford Üniversitesi’nin genç profesörlerinden Philip Zimbardo, 1971 yılının ilkbaharında Palo Alto Times adlı yerel gazeteye şöyle bir ilan veriyor: ‘Cezaevinde yaşamla ilgili bir psikoloji deneyi için erkek öğrenciler aranıyor. 14 Ağustos’ta başlayacak üç aylık deney için günde 15 dolar ödenecektir.’

Denek olmak için başvuran 70’i aşkın öğrenci arasından en olgunlarını seçen Prof.Zimbardo, yazı tura atarak 10 gardiyan ve 11 mahkumu belirliyor. Sonra deney, realiteye iyice uygun olsun diye dekoru hazırlıyor.

Hücre olarak kullanılacak laboratuvar bölmelerinin kapılarına demir parmaklıklar, koridorlara kameralar ve gardiyanların emirlerini iletmek üzere hoparlörler yerleştiriliyor. Üniforma, düdük, aynalı gözlük ve lastik copla donatılmış gardiyanlar olay yerine intikal ettikten sonra, kampus polisi 11 öğrenciyi haneye tecavüz ve gasp şüphesiyle tutukluyor. Sirenler çalıyor, öğrenciler kelepçeleniyor ve gözleri bağlanıyor. Cezaevinde çırılçıplak soyuluyor, bit ve pirelere karşı filitleniyorlar. Birer beyaz önlükten ibaret mahkum kıyafeti giydiriliyor, ayaklarına zincir vuruluyor. Sonra kurallar açıklanıyor: Yemek esnasında ve ışıklar söndükten sonra konuşmak yasaktır. Mahkumlar birbirine kimlik numaralarıyla hitap edecektir. Gardiyanlar, mahkumları istedikleri saatte sayım için toplayabilirler vs.

Prof. Zimbardo bu deneyle, gardiyanların iktidarındaki hapishanede iyice güçsüz, bağımlı ve umutsuz hale getirilen mahkumların, özgürlük ve mahremiyetlerini nasıl kaybettiklerini gözlemlemeyi amaçlıyor. Ancak daha deneyin ikinci gününde gardiyanlar mahkumlara eziyet etmeye başlayınca isyan patlak veriyor. Çıplak elleriyle tuvalet temizletilen, fuzuli işler verilen mahkumlar bir araya toplanıp giysilerindeki numaraları yırtınca, gardiyanlar yangın söndürücülerle ayaklanmayı bastırıyor. Sonra elebaşılar hücreye kapatılıyor, isyana katılmayanlara ise daha iyi yemek veriliyor. Böylelikle mahkumlar arasında bir güvensizlik iklimi oluşuyor, grup mantığını yitiriyorlar.

Realiteyle oyun öylesine birbirine karışıyor ki, deneyden kurtulamayacağını zanneden mahkumlar kaçış planları yapmaya başlıyorlar. İktidarın büyüsüne kapılan bir gardiyanın durumu gammazlaması üzerine Prof. Zimbardo ciddi ciddi polise başvuruyor ve mahkumların kentteki eski cezaevine transferini istiyor. Polis tabii ki reddediyor. Zimbardo deney sonrasında kaleme aldığı notlarda cezaevleri arasında işbirliği yapılmamasını eleştiriyor. Bu notlar profesörün de mahkum ve gardiyanlar gibi kontrolden çıktığını ve artık bir cezaevi müdürü haline geldiğini gösteriyor.

Sonra veliler görüş gününde çocuklarının perişan haline tanık olunca daha iyi cezaevi koşulları için profesörden ricacı oluyorlar. Prof. Zimbardo’nun mahkumlara yardımcı olması için getirdiği katolik rahip ise cezaevinden kurtulmaları için çocuklara avukat tutmalarını tavsiye ediyor. Günde 15 dolardan vazgeçen her öğrenci serbest kalabileceği halde, velilerden biri oğlunu kurtarmak için avukat tutuyor. Avukat, ihtiyati tedbir kararı aldırtıp bir hafta sonra yeniden geleceğini söylüyor.

O andan itibaren deneye bulaşan herkesin, rolünün nerede bitip gerçek kimliğinin nerede başladığını artık iyice karıştırdığı anlaşılıyor.

ÇUVAL DEĞİL KESEKAĞIDI

Deneyin beşinci gününde Zimbardo’nun kız arkadaşı olan psikolog Christina Maslach cezaevini ziyaret ediyor ve film orada kopuyor. Mahkumlarla mülakat yapmaya gelen Maslach, gözetleme kameralarından ekrana yansıyan görüntüler karşısında dehşete düşüyor. Mahkumlar, birbirlerine ayaklarından zincirle bağlanmış ve kafalarına kesekağıdı geçirilmiş halde tuvalete götürülürken, gardiyanlar okkayla küfür savuruyor. Midesi bulanan psikolog, erkek arkadaşının ‘Deneyi nasıl buldun?’ sorusu üzerine ‘Sen bu genç insanlara nasıl böyle davranırsın’ diye patlıyor. Önce küsüyor ama, iki sevgili bir yıl sonra evleniyor.

Prof. Zimbardo, beşinci gününde deneyi bitiriyor ve şöyle yazıyor: ‘Bir insanın giriştiği her eylem, ne kadar korkunç olursa olsun, belirli bir durumun yarattığı baskı altında hepimiz tarafından gerçekleştirilebilir.’

Neyse ki bu çalışma denekler üzerinde kalıcı hasar bırakmıyor. Hatta, deneyin 36’ıncı saatinde depressif belirtiler gösterdiği için profesör tarafından salıverilen 8612 No’lu mahkum, daha sonra San Francisco bölge cezaevinde psikolog oluyor.

Stanford Deneyi o dönemde öyle ses getiriyor ki, Los Angeles’da Stanford-Prison-Experiment adıyla bir hard rock grubu kuruluyor.

Zimbardo’nun bakış açısıyla, Ebu Garib’teki Iraklı tutuklulara işkence eden, kafalarına çuval geçiren Amerikalı askerlerin davranışının da mazur görülmesi gerekiyor. Nitekim Zimbardo bugün, kendi deneyi ile Ebu Garib arasında paralellik kuruyor ve kötülüğün hakim olduğu bir ortamda iyi insanların da kitle psikolojisinin etkisine kapılacağını söylüyor.

Zimbardo’nun deneyi aynı zamanda, bugün televizyonlarda yayınlanan BBG türü dikiz şovlarının da öncüsü sayılıyor. Hatta BBC, iki yıl önce ‘Deney’ adlı programla Stanford deneyinin TV versiyonunu ekranlara getiriyor. Ancak Prof. Zimbardo programı beğenmiyor, TV’deki gönüllü mahkumların bir reyting şovunda rol aldıklarının farkında olduklarını söylüyor.
Yazının Devamını Oku

Cinsellik zaptiyesi Bush, 270 milyon dolara sekse hayır donu yaptırıyor

18 Eylül 2004
Yeni Ceza Yasası 15-18 yaş grubu gençler arası cinsel ilişkiye hapis cezası getiriyor ya, ABD Başkanı Bush’un daha beter cezaları var. Gençler arasında hamilelik ve AIDS’le mücadele amacıyla yürürlükte bulunan ‘Evliliğe kadar seksten uzak dur’ programıyla geliyor bu cezalar; hamilelik ve AIDS şeklinde. Çünkü tamamen dini ideoloji içerikli bu program, hamilelik ve hastalıklara karşı tek seçenek olarak sunuluyor, bilim es geçiliyor. Gençlere bekaret yeminleri ettiriliyor, ‘sekse hayır’ külotları dağıtılıyor ama, diğer korunma yöntemleri öğretilmiyor. Hatta bu yöntemlerin faydasız olduğu öğretiliyor. Sonuçta, yeni AIDS vakalarının yarısı 25 yaş altı gençlerde görülüyor.

Evet, başlıkta hile var. Bush’un Amerikalı gençleri seksten soğutma programı için ayırdığı 270 milyon dolar, sadece ‘Cinselliğe geçit yok’ donlarının imalatında kullanılmıyor. Mesela, ‘Ne de olsa lastiktir, eninde sonunda delinir’ mesajı vermek için prezervatif yırtma dersleri var.

Bush yönetiminden ‘sekse hayır’ ödeneği alan birtakım kilise kurumları, prezervatifin ne kadar dayanıksız olduğunu göstermeleri için öğretmenlere baskı yapıyormuş. Onlar da prezervatif yoksa, artık ameliyat eldiveni mi olur yoksa naylon poşet mi, ne buldularsa sınıfta delik deşik ediyorlarmış.

Kırkına merdiven dayadığında dine dönüp alkolizm illetinden kurtulan Bush, alkol ve uyuşturucu bağımlılığından cinsel yolla bulaşan hastalıklara kadar her türlü sosyal sorunu din yoluyla çözeceğine inanıyor. AIDS’i de ahlaki normlar koyarak yeneceğine iman etmiş durumda. 2005 yılı AIDS’i önleme bütçesinin üçte birini oluşturan 270 milyon dolarlık meblağ, ‘abstinence only’ denilen, gençleri cinsellikten uzak durmaya yönlendiren programa ayrıldı.

Bush bu alandaki egzersizine 90’lı yıllarda Teksas valiliği döneminde başlıyor. Şu anda Teksas’ın tamamında okullarda cinsel eğitim, cinsellikten uzak durma temeline dayanıyor. Çünkü korunma yöntemlerinin öğretilmesi halinde, gençlerin cinselliğe özendirileceği düşünülüyor. Ancak gençlerin bir şekilde sekse özendiği kesin, çünkü Teksas, sekse hayır programı için bugüne kadar 10 milyon dolardan fazla para harcandığı halde, AIDS ve hamilelik istatistiklerinde ABD eyaletleri arasında liste başı. Her yıl tam 80 bin kız hamile kalıyor. Bir yılda ülke çapında hamile kalan kız sayısı da 800 bin. Diğer sanayileşmiş ülkelerdeki rakamların iki katı. Ayrıca her yıl üç milyon Amerikan genci cinsel yolla bulaşan bir hastalığa yakalanıyor.

Peki, ‘Cinsel ilişkiye girersen başına gelecek ilk şey hamilelik ve hastalıktır’ diye belletildiği halde bu kızlar neden hamile kalıyor? Cevabını California Üniversitesi’nden bulaşıcı hastalıklar uzmanı Prof. Thomas Coates veriyor: ‘Çünkü cinsellikten uzak durulması halinde hamilelik ve AIDS’in önleneceğini gösteren kesin bir bilimsel kanıt yok. Ahlaki temelde alınan her kararın aynı zamanda bilimsel temele de dayanması gerekir. Bekarete dayalı program etkisiz kalıyorsa, demek ki gençleri bilim yoluyla korumamız gerekir.’

CİNSEL EĞİTİM SEKS İZNİ DEĞİLDİR

Amerika’da geniş bir muhafazakar kesim bulunmasına karşın velilerin çoğu çocuklara gerçekçi bir cinsel eğitim verilmesinden yana. Her 10 veliden sekizi, çocuklara korunma yöntemlerinin öğretilmesini istiyor. Uzmanlar çocuklarla cinselliği konuşmanın muhafazakar değerlerle bir ilgisi olmadığını, bunun seks izni anlamına gelmediğini söylüyor. Ayrıca BM’nin AIDS konusundaki bir araştırması da cinsel eğitimin gençler arasında cinsel aktiviteyi artırmadığını ortaya koymuş. Hatta bazı durumlarda ilk cinsel deneyimi geciktirdiği, partner sayısını azalttığı tespit edilmiş.

BEKARET YEMİNLERİ TUTULMUYOR

Amerika’daki liselerin yaklaşık üçte biri ‘abstinence only’ programının kapsama alanına girmiş durumda. İşin ucunda para olduğu için yığınla dini dernek ve enstitü kuyruğa girmiş. Federal fondan ödeneğini alan, afişler, broşürler ve hatta ‘sekse hayır’ donları bastırarak programa katılıyor. Kilise kurumları akşamları aileleri toplayarak gençlere Tanrı önünde bekaret yeminleri ettiriyor. Amerikan basınındaki haberlere göre bugüne kadar 3.5 milyon genç, her türlü riskli cinsel davranıştan uzak duracağına yemin etmiş.

Ancak istatistikler bu yeminlerin pek de tutulmadığını gösteriyor. ABD’deki yeni AIDS vakalarının tam yarısı 25 yaş altındaki gençler arasında görülüyor.

Ayrıca bugün dünyada AIDS hastası olan 37.8 milyon kişinin üçte biri 25 yaşın altında ve yeni meydana gelen vakaların yarısına da 25 yaşın altındaki genç insanlarda rastlanıyor.

Ve maalesef bu insanların pek çoğu da Bush Yönetimi’nin dini ideoloji güdümlü sağlık politikasının kurbanı durumunda. Çünkü ABD’nin AIDS’le global mücadele için yaptığı yardımın üçte birinin ‘Cinselliğe hayır ve tek eşlilik’ eğitimi için kullanılması şartı var. Tabii kimse cinsellikten uzak durulmasına ve tek eşliliğe karşı değil ama, bunların bireylere birer seçenek olarak sunulması gerekiyor, dogma olarak değil.

Bush’un BM Nüfus Fonu’na aktarılacak 34 milyon doları, doğum kontrolünde kullanıldığı için geri çekmesi Üçüncü Dünya’da trajik sonuçlara yol açıyor. Bu yüzden özellikle Afrika’da yüz binlerce istenmeyen hamilelik meydana geldi ve binlerce anne ve bebek can verdi. Ayrıca gerekli korunma araçları bulunmadığı için her gün 14 bin kişi AIDS’ten ölüyor. Bunların yarısı kadın, yarısı da genç.

Şimdi bazı ABD’li bilimadamları, bu kabus sona ersin diye Demokrat aday Kerry’ye bağışta bulunuyor. Çünkü Kerry seçildiği takdirde, AIDS’e karşı aşı ve ilaç geliştirmek üzere ayrılan iç ve dış fonları iki katına çıkaracağını vaat ediyor.

Tabii insan hakları örgütleri de Kerry seçilsin diye dua ediyor. Çünkü insanları hastalıktan korunma yollarını öğrenmekten men etmek, bireysel özgürlüklerin ihlali anlamına geliyor.
Yazının Devamını Oku

İki zina dünyasında da kadın-erkek eşitliği yok

4 Eylül 2004
Zeynel Lüle’nin AB Komisyonu kaynaklarından çıkardığı haber geçenlerde Hürriyet’e manşet oldu. İlerleme raporunda müzakerelere olumlu sinyal için komisyonun bir şartı daha vardı: Kadın-erkek eşitliğinin yasalar ve uygulama temelinde tam olarak tesis edilmesi. İşte tam bunun üstüne, zinanın yeniden suç olarak TCK kapsamına alınması tartışması patlak verdi. Eski haliyle daima kadın aleyhinde işleyen bu hükmün Kopenhag kriterlerine uygun olmadığı çok açık. Zinayı ceza yasasına koyarak kadın-erkek eşitliğini sağlamak mümkün değil. Çünkü zinanın sadece bir kusur olarak boşanma nedeni sayıldığı çağdaş dünyada bile bu hüküm çoğunlukla kadın aleyhinde işliyor. Zinanın ceza yasası kapsamına girdiği İslam dünyasında ise malûm, durum çok daha vahim. Kadın hapse düşüp, cinayetlere kurban giderken, erkeklere dört eşe kadar zina serbest...

Antik Yunan’da babalar, erkek kardeş ve kocalar, zina yapan kadını öldürme hakkına sahipti. Roma İmparatoru Augustus, sefahati önlemek için zinayı şiddet ve saldırı içeren bir suç haline getirdi. Bizans İmparatoru Jüstinyen insafa geldi ve ölüm cezasını kaldırıp, zinayı kırbaç ve manastıra kapatmayla cezalandırmaya başladı.

Sonra Anne Boleyn, zina suçu işlediği iddiasıyla, kocası Sekizinci Henry tarafından idama gönderildi. Anna Karenina ve Madam Bovary zina yaptıkları için toplum tarafından dışlandılar, trajik sonlara mahkum oldular.

Fransa’da Napolyon’un 1804 tarihli ceza yasasına göre de zina suçtu. Karısına sadık olmayan erkek para cezasına çarptırıldı, kadınlar iki yıla kadar hapsi boyladı.

Ama bitti. Tarih boyunca zinanın daha mağdur tarafı olarak azap çeken kadınlar en azından yasalar önünde damgalanmaktan kurtuldular. Devlet yatak odalarından çekildi, sadakatsizliğin hesaplaşmasını kadın ve erkeğe bıraktı.

Şimdi, 21’inci Yüzyıl Fransası’nda eşine sadık olmayan kadın ya da erkek, en fazla dergilere kapak olma riskiyle karşı karşıya. Aynı Tamer Karadağlı’nın gazetelere sürmanşet olması gibi.

Örneğin şu geçtiğimiz yaz aylarında Fransa, böyle bir sadakatsizlik hikayesiyle çalkalandı. Isabelle Adjani ile Jean-Michel Jarre’ın iki yıllık birlikteliği dergi kapaklarına yansıyan bir savaşla sona erdi. Adjani, Jarre’ın aktris Anne Parillaud’yla ilişkisini keşfedince gidip Paris-Match kanalıyla aldatıldığını dünyaya ilan etti. Gerçi onlar evli değildi ama, Fransız mantığına göre sadakatsizliğin sadakatsizlik olması için insanların evli olması gerekmiyor.

Adjani’nin daha önce de canı yanmıştı. Daniel Day Lewis, ‘Senden ayrılıyorum’ diye faks çekmişti. Bu sefer de o erken davrandı ve Jarre’a ayrıldıklarını dergi kapağından bildirdi.

Derken Adjani L’Express’e de kapak oldu. Kadın-erkek ilişkisinde sadakatsizlik konusundaki araştırma kapsamında dergiye konuşan Adjani, ‘Erkektir, metres tutar’ diyerek zinaya göz yumduğu için Fransız toplumunu ikiyüzlü olmakla suçluyordu. Böylece Fransa’da önemli bir tabuyu yıkan Adjani, aldatılmanın hıncını uluorta konuşarak çıkarırken, araştırmalar Fransız kadınlarının başka bir yol seçtiğini gösteriyordu. Fransız Kamuoyu Araştırma Enstitüsü’ne göre erkeklerin yüzde 40’ı, kadınların ise yüzde 25’i eşlerini aldatıyordu. 1970’lere göre aldatan kadın sayısı üç kat artmıştı.

Evliliklerin yüzde 40’ı boşanmayla sonuçlanıyordu ve bir numaralı gerekçe de zinaydı. Zina gerekçeli boşanma davalarının yüzde 88’i de kadınlar tarafından açılıyordu. Ancak bu davaların pek azında erkeğin zinası, boşanma için geçerli neden kabul ediliyordu.

KADIN BÖYLE DE MAĞDUR EDİLİR

Geçenlerde ABD’de ilginç bir boşanma davası gündeme geldi. Birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi ABD’de de zina suç değil, ancak boşanma nedeni. Medeni yasa eyaletten eyalete farklılıklar gösteriyor.

İşte New York eyaletinde bakılan söz konusu davanın kahramanları da Okan Özkan adlı iki benzin istasyonu sahibi Türk ile Amerikalı eşi Gail Özkan’dı. Kadın, zina yaptığı gerekçesiyle 17 yıllık kocasından boşanmak istiyordu. Koca da zina yaptığını açık açık itiraf ediyordu. Ancak Yüksek Mahkeme yargıcı, kadının zinayı tespit ettikten sonra eşiyle aynı evde yaşamasını gerekçe göstererek çifti boşamayı reddetti. Hakim William J.Kent, kadının kocasıyla ilişkiye devam etmesini bir çeşit ‘affetme’ olarak değerlendiriyor ve ‘Zinanın tespiti için davalının itirafı yeterli değildir. Zina gerekçesini kuvvetlendirecek ek delillere ihtiyaç vardır’ diyordu.

Medeni yasaya göre zina boşanma nedeni olduğu halde boşanamayan Gail Özkan davayı temyize götürdü. Yine reddedilirse, yine boşanma davası açacak.

Mahkemeler erkek zinasının tespitine kolay kolay yanaşmadığından ABD’de daha nice Gail Özkan’lar var.

Zina-boşanma ilişkisi İngiliz yasalarında da erkekten yana. Kadının, evlilik dışı bir ilişkiye girmesi boşanma nedeni olarak yeterli görülüyor. Ancak orada da erkek zinasını kanıtlamak kolay değil. Erkeğin zina yapmış sayılması için ensest ilişkiye girmesi ya da çok eşli bir yaşam sürüyor olması gerekiyor.

ÇOK EŞLİLİK KILIFI

Batı’da erkeğin çok eşli yaşam sürmesi zinanın tespitine yarıyor, İslam dünyasında ise erkeğin zinasına kılıf teşkil ediyor. Örneğin İran’da. Geçen aylarda ‘Diğer Kadın’ adlı TV dizisi kadınları ayağa kaldırdı. Çünkü dizideki tablo şöyleydi: Kanser olduğu için çocuk doğuramayan kadın kocasından, yakın bir arkadaşını ikinci eş olarak almasını istiyor, adam da alıyor. Sonra bu kadın hamile kalıyor ve dizinin sonunda kanserden ölen ilk eş cennetten onlara gülümseyerek bakıyor. İranlı kadınlar, bu senaryo aracılığıyla aşağılandıkları ve çok eşliliğin teşvik edildiği gerekçesiyle protesto gösterileri düzenliyorlar. Molladan aldıkları yanıt ise şu oluyor: Fahişeler!

Oysa Şah döneminde erkeklerin birden fazla eş almasını önlemek amacıyla bazı yasal düzenlemeler yapılmıştı. Mahkeme kararı ve ilk eşin mutlak rızası gerekiyordu. İslam devriminden bu yana ise çok eşlilik, özellikle kırsal kesimde alabildiğine yaygın.

İran’da zinanın cezalandırılmasında bir hile de var. Evli olmayanlar 100 kırbaç, evliler recm cezasına çarptırılıyor. Erkekler taşlanırken beline kadar, kadınlar ise boynuna kadar toprağa gömülüyor. Yasa, ‘Kaçmaya yeltenen bırakın kaçsın’ diyor. Bu durumda sadece beline kadar gömülü olan erkek kaçabiliyor.
Yazının Devamını Oku

Kadınlar sırıkla atlamada Rus iç savaşı

28 Ağustos 2004
Atina Olimpiyatları’nda en canavar rekabet kadınlar arasında yaşandı. Bizim Elvan, iki eski memleketlisinin hırsına kurban gitti. İhtiras titreşimleriyle geçen sırıkla atlama kadınlar finalinde, bu olimpiyatın tek dünya rekoru kırıldı. Can düşmanı iki Rus atletin, İsinbayeva ve Feofanova’nın sırıkla restleşmesi belki de oyunların en heyecanlı finalini yarattı. Şimdi bu iki atlet, 5 metreyi geçip kadınlar sırıkla atlamanın Sergey Bubka’sı olmak için savaşıyor. Ancak bu hırsın arkasında paranın gücü de var. Çünkü kırdıkları her rekor için 50 bin dolar alıyorlar. İsinbayeva, rekorları santim santim kırıp, zengin olacağım diyor. Bir zamanlar aç bir jimnastikçi olan Feofanova şimdi Mercedes kullanıyor, villalarda yaşıyor.

Sinirlerimiz hiç bu kadar seri biçimde bozulmamıştı. Atina Olimpiyatları sayesinde TRT ekranında dakika başına ortalama sekiz kez ‘bayan’ lafını işittik.

Her akşam TRT3’e yapıştım ve yemin ederim ağızlarından sadece bir kez ‘kadın’ sözcüğü çıktı. O da hakaret içeriyordu. Atletizm yarışmaları sırasında şu galiz yorumda bulunuldu: ‘Bu olimpiyatlardan sonra İngiltere’de çok şey değişecek. Hiçbir başarı elde edemediler. Kelly Holmes dışında. Koskoca İngiltere bir kadının eline kaldı...’

Sanki biz atletizmde bütün altın umutlarımızı bir kadına, Elvan Abeylegesse’ye bağlamamışız gibi. Sanki heptatlonda altın madalya kazanan Carolina Kluft’u öve öve göklere çıkarmamışlar gibi. Sanki sırıkla atlama kadınlar finalini izlerken onlar da zevkten bayılmamış gibi.

JİMNASTİKÇİYKEN DÜŞMAN DEĞİLLERDİ

Sırıkla atlamada Yelena İsinbayeva ile takım arkadaşı Svetlana Feofanova arasında bir-iki sezondur devam eden dayanılmaz rekabet, olanca şiddetiyle olimpiyatlara da taşındı. İsinbayeva 4.91 m ile olimpiyatların tek dünya rekorunu kırıp altını aldı, Feofanova da gümüşü.

Atina’daki finalde gece yarısı olduğu halde 25 bin kişiyi tribünlere mıhlayan iki Rus kadın arasındaki rekabet tuhaf, altın madalya yarışından da öte bir iç savaş sanki.

İsinbayeva 22 yaşında, hali vakti yerinde Volgograd’lı bir aileden geliyor. Antrenörü Trofimov’a göre ateşli ruh hali ve savaşçı karakterini Dağıstanlı babasıyla Kazak annesinden alıyor. Kafkas kokteyli bu genetik durum patlamaya hazır bir hal yaratıyor ve spor için de biçilmiş kaftan.

Feofanova ise 24’ünde, Moskovalı. Bir zamanlar hayli yoksulluk çekmiş. Tek başına aile geçindiren annesi üç işte birden çalışıyormuş.

İki kız da jimnastikçi oluyor. Aletler üzerinde sıçrayıp zıplarken pek öyle rekabete tutuşmuyor, gayet iyi anlaşıyorlar. Ne olduysa, sırıkla atlamaya geçtikten sonra oluyor. Biri boyunu, biri de yaşını jimnastik için büyük bulduğundan bu dala geçiyorlar. İsinbayeva’ya göre şu andaki ilişkileri sadece ‘merhaba’ düzeyinde. Ancak bilenler, hiç konuşmadıklarını söylüyor. Moskova’dan turnuvalara giderken aynı uçağa binmiyorlar. Biri atlayış yaparken, diğeri bakamıyor. Başarı halinde alkış duymamak için kulaklarını tıkıyorlar.

Birbirleri hakkında ileri geri konuşuyorlar. Feofanova, ‘Yelena çok yetenekli, ancak huyu berbat. Yükseklere sıçramak önemli değil, önemli olan düzgün bir insan olmak. Onun antrenörüyle bile konuşmuyorum’ diyor.

İlk başarıları Feofanova elde ediyor, hem salon hem de stadyumda rekorlar kırıyor. Bu nedenle de Atina’da altın bekleyişi içine giriyor. Sonra bu yıl İsinbayeva fena halde atağa geçiyor. Feofanova Budapeşte’de 4.87 m. ile rekor kırdıktan sonra, rakibi İsinbayeva dereceyi 4.88 m. yapıyor. Sonra da temmuz ayında dünya rekorunu 4.90’a çıkarıyor.

Salonda ve stadyumda peynir ekmek gibi dünya rekoru kıran iki Rus atletin kapışmalarında gerilim dozu öyle yüksek oluyor ki, sırıkla atlama efsanesi Sergey Bubka bile, kadınlar arasındaki yarışın bugünlerde erkeklerinden çok daha heyecanlı olduğunu itiraf ediyor artık.

Çünkü sırıkla atlamada sekiz yıldır resmi yarışmalara katılan kadınlar kritik 5 metre eşiğine ulaşmış bulunuyor. Kadınların 5 metreyi geçmesi, erkeklerin 6 metreyi geçmesiyle aynı etkiye sahip.

Ve erkeklerin bu yüksekliğe 120 yılda ulaştığı biliniyor. Bambu kamış, alüminyum ve fiberglas sırık derken, deneye deneye beş metreyi 1963 yılında ancak bulabiliyorlar.

35 kez dünya rekoru kıran Sergey Bubka da, kadınların ancak beş metreye ulaşmaları halinde ciddiye alınabileceğini söylüyordu. Derken, kadınlar sekiz yıl içinde beş metrenin dibine geliverdiler. Hatta İsinbayeva, antrenmanda beş metreyi geçtiğini iddia ediyor. Şimdi resmi yarışmada bu dereceyi yapan, kadınlar sırıkla atlamanın Bubka’sı olacak.

HER REKORDA 50 BİN DOLAR

İki Rus atlet, sadece derece değil, taktik açısından da Bubka’yı örnek alıyor. Ukraynalı Bubka, Sovyetler Birliği döneminde kırdığı her rekor için ikramiye alıyordu. Bu yüzden de rekorlarını santim santim kırıyor ve her birini başka yarışmaya saklıyordu.

Şimdi İsinbayeva ile Feofanova da aynı yolda, ancak onların ödülü Bubka’nınki gibi rubleyle değil, dolar üzerinden ödeniyor. Grand Prix’lerdeki rekor bedeli de 50 bin dolar. Ancak Atina’daki rekora ödül yok. İsinbayeva sadece sponsoru olan ayakkabı firmasından bonus alacak ki, bu da muhtemelen 50 bin dolar civarında.

Bubka taktiğini herkes bildiğinden İsinbayeva da niyetini açık açık itiraf ediyor: ‘Kadınların 5.15 ya da 5.20 atlayabileceğine inanıyorum. Ben de Sergey Bubka olmak istiyorum ve bunu santim santim yapmayı düşünüyorum, çünkü henüz yeterince zengin değilim.’

İsinbayeva bu yıl içinde yedi kez dünya rekoru kırdı ve 5.20’ye kadar rekor kırmaya devam ederse kazancı 1.4 milyon doları bulacak.

Feofanova ise rekorlarını Bubka’dan bile daha kısa bir zaman dilimi içinde kırdığından hayli zenginlemiş durumda. Jimnastikçiyken akşamları süt içip, aç karnına yatan atlet, şimdi Mercedes sahibi. Moskova’da bir dairesi, şehir dışında da dört katlı villası var.

Bubka ile ilgili bilgiler ise şöyle: 1984-1994 arasında 17 kez stadyum rekoru kırdı ki, rekor 6.14 ile halen onun elinde. Salonda ise 18 kez rekor kırdı ve onun 6.15’i henüz geçilemedi.

Başka bir deyişle, rekoruna erişilemediği için bütün erkek sırıkçıların ekmeğiyle oynuyor, kadınlar ise 50 bin dolardan 50 bin dolara koşuyor.
Yazının Devamını Oku