21 Ağustos 2004
Hani şu Afrikalı devrik diktatörlerin, darbeci generallerin dul eşlerinden gelip de dosdoğru çöpü boylayan e-mailler var ya, işte onlara inanıp binlerce dolar kaybedenler varmış. Nijerya, Benin ya da Burkina Fasolu bir dul eş ya da yetimin İsviçre bankasında dondurulmuş milyonlarca dolarlık hesabının transferine yardım karşılığında komisyon vaat eden bu tuzaklarda kaybedilen en büyük para 5 milyon dolar. Dolandırıcıların son numarası ise Rus uzay istasyonunda mahsur kalmış Nijeryalı astronotun hikayesi. Sovyetler dağılınca, Ruslar adamı istasyonda bırakmış. 14 yıldır oradaymış. Bu arada bankadaki parasına faiz işlediği için meblağ 15 milyon doları bulmuş. Şimdi Nijeryalı astronotun kuzeni, bu parayı kurtarıp Ruslara yol parası ödeyecek bir babayiğit arıyor.
Nijerya’nın uzayla olan tek bağlantısı, geçen yıl Rus Kosmos-3M roketi aracılığıyla yörüngeye gönderdiği NigeriaSat-1 gözlem uydusu. Türkiye de aynı roketle bir uydu yollamıştı.
Nijeryalılar bu uydu aracılığıyla su kaynaklarını, erozyonu, askeri tesisleri ve petrol sahalarını gözlüyorlar. Malum Nijerya, dünyanın en büyük petrol ihracatçılarından biri. Ancak hırsızlar hemen her gün on binlerce varil petrolü boru hatlarından hortumluyor. Şimdi bu uydu sayesinde hırsızlık vakalarını uzaydan tespit etmeye çalışıyorlar.
Hem hükümet, hem de sıradan Nijeryalılar, bu çok işlevsel uydu sayesinde uzay çağını yakaladıklarını, artık onların da uzayda ayak izi olduğunu düşünüyorlar.
Ancak son zamanlarda internette dolaşan bir e-mail Nijerya’nın uzayda çok daha derin ayak izleri bıraktığını iddia ediyor.
UZAYDAKİ İLK AFRİKALI
Ayak izleri bir astronota ait. Nijeryalı bir astronota.
Bu e-mail’e göre, Nijerya Hava Kuvvetleri’nde görevli Binbaşı Abache Tunde, 1990 yılında çok gizli bir görevle, Soyuz T-16Z uzay aracına atlayıp, Sovyetler Birliği’nin gizli askeri istasyonu Salyut 8T’ye gitmiş.
Tabii bildiğim kadarıyla ne böyle bir uzay aracı var, ne de uzay istasyonu.
Hepsinden önemlisi Binbaşı Abache Tunde diye biri yok. Ancak binbaşının kuzeni olduğunu iddia eden Dr. Bakare Tunde adlı şahıs, ‘çok gizli’ kalmak kaydıyla yazdığı e-mail’de yardım talebinde bulunuyor. Kendisi de uzay proje müdürü olan Dr. Bakare diyor ki, ‘Kuzenim Abache Tunde, uzaya ayak basan ilk Afrikalıdır, kendisi ilk kez 1979 yılında gizli bir uçuşla Salyut 6 uzay istasyonuna gitmiştir’.
Moskova Binbaşı Tunde’nin hizmetlerinden çok memnun kalmış olmalı ki, 1990 yılında tekrar gönderiyor. Ancak bu arada Sovyetler Birliği dağılıyor, Ruslar kendi mürettebatlarını uzaydan getiriyorlar. Abache’nin yerine ise uzay aracına kargo yükledikleri için bizim Nijeryalı astronot maalesef istasyonda kalıyor. Tabii bu arada istasyona gelip giden uzay araçları oluyor ama, kısmet işte, Abache dönemiyor. Kuzeni, Abache’nin moralini son derece sağlam tuttuğunu, ancak artık evine dönmek istediğini, gelgelelim Rusların 3 milyon dolar yol parası talep ettiğini, kendisinin ise bunu ödeyecek durumda olmadığını anlatıyor. Abache’nin bankadaki hesabının 14 yıllık faiz geliriyle birlikte 15 milyon doları bulduğunu, ancak kayyım idaresindeki bu paraya dokunamadığını belirterek sadede geliyor: ‘Ben devlet memuru olarak yabancı ülkelerde kendi adıma hesap açamadığım için, bu paranın sizin hesabınıza transferi için yardımınızı rica ediyorum. Size de yüzde 20 teklif ediyorum.’
Peki bu e-mail geliyor, sonra ne oluyor? Potansiyel kurban zokayı yutup karşı tarafla temasa geçtikten sonra, banka transferinde sorunlar çıkıyor. Transfer ücreti, vergisi ve rüşveti derken belli miktarda ön ödeme gerekiyor ki, bu da 3 bin 400 dolar civarında oluyor. Böylece bol sıfırlı komisyon beklerken, en az 3 bin dolar kaptırılıyor. FBI’ın internet dolandırıcılığıyla ilgili biriminin verilerine göre daha fazla para kaptıranlar da var, ancak herkes şikayette bulunmadığı için kurbanların kesin sayısı bilinmiyor.
NİJERYA DÜMENİ
Nijerya’nın yanı sıra Gana, Togo, Liberya, Sierra Leone, Benin, Zaire ve Fildişi Kıyısı gibi Afrika ülkelerinden gelmekle birlikte, bu dolandırıcı e-mailleri genelde ‘Nijerya Dümeni’ adıyla anılıyor. Ya da kısaca 419 deniyor. Çünkü Nijerya’da dolandırıcılık, Ceza Kanunu’nun 419’uncu maddesine giriyor.
Son günlerin bir numarası bu astronot dümeni, ancak yıllardır en sık rastlanan versiyon, Nijerya’nın devrik diktatörü Sani Abacha’nın dul eşi Meryem Abacha’dan gelen e-mail. Kadıncağız sivil idarenin elinde işkence ve zulme uğradığını, bir fonda bulunan 35 milyon dolarını kurtarmak için yardım istediğini söylüyor. Bu mektubun bazı versiyonları daha acıklı, ben travma geçiriyorum, oğlum hapiste çok hasta, Allah sizden razı olsun, ne muradınız varsa versin gibi duygu sömürüleri de var. Dahası, Sani Abacha’nın 10 çocuğu, gelinleri ve damatları adına, Emine, Münire, Muhammed imzasıyla e-mail döşenenler de var.
Bir süredir Nijerya’dan e-mail gelmiyor. Ancak Zaire’nin (şimdiki Demokratik Kongo Cumhuriyeti) eski diktatörü Mobutu Sese Seko’nun dul eşinden gelen e-maillerin sayısı giderek artıyor.
İYİLİK UĞRUNA
Diktatör vurgunlarından pay kapmaya çalışırken yolunanların yanı sıra hayır işi uğruna para kaybedenler de var. İnternet dolandırıcıları, kilise ve hayır kurumlarına da dadanmış durumdalar. Son derece trajik Afrikalı iç savaş yetimi, kuraklık kurbanı hikayeleriyle, tanrı adına binlerce dolar dolandırıyorlar. İngiltere’de çok sayıda kilise bu yolla para kaptırmış. Sadece kurumsal düzeyde değil, Ugandalı çetelere bütün birikimini kaptıran emekli papazlar bile var.
DOLANDIRILANA RÜŞVET SUÇLAMASI
Parası, Nijerya dümeninde öğütülenler arasında bilinen en büyük mağdur, Amerikalı bir mobilyacı. İkinci Dünya Savaşı gazisi olan James Adler adlı bu şahıs, Abba Ganna Hen George adlı Nijeryalı’dan bir mektup alıyor. Bu gerçek postadan gelen bir mektup. Çünkü Nijerya dümencileri, dolandırıcılığa 1980’li yıllarda mektupla başlamış, sonra e-mail’e geçmişler.
Adler’e mektup yazan Abba Ganna Hen George, Kaduna eyaletindeki bir petrol sahasının 130 milyon dolarlık modernizasyon ihalesi için ayrılan ödeneğin darbeciler tarafından iç edildiğini, bu meblağın bir off-shore hesabına rahatlıkla transfer edilebileceğini, yardım karşılığında da yüzde 40 ödeyeceğini söylüyor. Cayman Adaları’nda hesabı bulunan Amerikalı mobilyacı kalkıyor Nijerya’ya gidiyor. Devletin ve merkez bankasının yöneticileriyle görüşüyor, kendi adına yazılmış 60 milyon dolarlık bir çek de gösteriliyor, ancak ödemeden önce bazı masrafları karşılaması isteniyor. O da depozitosu, transfer ücreti, telgraf parası, vergisi, damga puluydu derken tam 5 milyon dolar harcıyor. Sonra Nijeryalılar tamamen ortadan kayboluyor.
Adler gidip San Diego Mahkemesi’nde dava açıyor ve hakim, mobilyacının kendi özgür iradesiyle Nijeryalı yöneticilere rüşvet verdiğine, Abba Ganna Hen George diye biri olmadığına, Kaduna eyaletinde de petrol sahaları olmadığına karar veriyor.
Yazının Devamını Oku 14 Ağustos 2004
Terörizmin bittiğine dair en ufak bir belirti yok ama, tuhaftır turizm dünya çapında yükselişe geçmiş durumda. Türkiye’ye gelen turist sayısındaki artış da bu global trendin bir parçası. Dünya Turizm Örgütü verilerine göre 2003 sonundan beri açık seçik bir yükseliş eğilimi gözleniyor. Tabii, çok durgun geçen 11 Eylül sonrası üç yıla göre bir artış bu. Ancak başka bir eğilim daha gözleniyor; bu yükseliş kimseyi yeterince memnun edebilmiş değil. Çünkü turist kısmı artık eskisi gibi şöyle keyfince para harcamıyor. ‘Her şey dahil’ sistemi yüzünden turist elini cebine sokmadan çekip gidiyor diye kızıyoruz ya, farklı farklı nedenlerle Fransa’sı, İngiltere’si de kendi turistinden cimri diye şikayetçi.
11 Eylül’ün üzerinden üç yıl geçti ve Fransa, uzunca bir aradan sonra zengin Amerikalılarına yeniden kavuştu ama, lokantalar kan ağlıyor. Çünkü Amerikalılar a la carte ısmarlamıyor, 20 dolarlık fiks mönüyle ‘su’ içiyor.
İngiltere desen, eski Doğu Bloku ülkelerinin AB’ye girmesi sayesinde turizm patlaması yaşıyor ama, adamların elleri ceplerine gitmiyor diye şikayetçi.
Biz, her şey dahil sisteminde Türkiye ucuz ülke olup çıktı, turistler bedavadan yiyip içip gidiyor diye sinirleniyoruz. Yunanistan ise pahalı ülke imajı yüzünden turist çekemiyor. Hem de Atina Olimpiyatları’na rağmen.
Paket tur satan büyük turizm acenteleri ile ulusal havayolu şirketleri de, turistlerin internet üzerinden kendi otelini ayarlayıp, son dakika uçuşlarıyla iyice ucuza gezmesinden dertli.
11 Eylül’den sonra söylemişlerdi, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak diye. Gerçekten de hiçbir şey eskisi gibi değil. Turistler yine yollara dökülse de artık ceplerinde akrep var.
Bu akrep en fazla Fransızların sinirine dokunuyor. 11 Eylül’den sonra başını evden çıkarmaya bile korkan Amerikalıları büyük ölçüde kaybetmesine rağmen Fransa yine bir numaralı turizm ülkesiydi. Geçen yıl 75 milyon turisti ağırladı. Japon’u, Çinlisi hiç eksik olmadı.
Ve sonunda Amerikalılar da döndü. Otellerden alınan rakamlara göre bu yılın ilk yarısında Fransa’ya giden Amerikalı sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13.5’lik artış gösterdi. Haziran ayında Normandiya Çıkarması’nın 60’ıncı yıldönümü nedeniyle sayı iyice arttı. Ancak doların, euro karşısında zayıf bir grafik çizmesi nedeniyle Amerikalılar, Paris’te bile kemer sıkma egzersizi yapmaya başladılar.
Lokantacıların hemen tamamı, 11 Eylül öncesinde olduğu kadar çok Amerikalı geldiğini, sayılarının Fransız ya da Japon müşterilerden fazla olduğunu, gelgelelim a la carte ve şaraba pek yanaşmadıklarını söylüyorlar. Hani paket turla gelenleri neyse de, işadamlarının bile su içtiğini esefle belirtiyorlar.
DA VINCI VE GENİŞLEME FAKTÖRÜ
Fransa Dan Brown’a da çok şey borçlu. Da Vinci Şifresi’ni sular seller gibi yutmuş binlerce Amerikalı turist, romandaki esrarın izini sürmek için Saint-Sulpice Kilisesi ve Louvre’u görmeye akın ediyor. Da Vinci Şifresi turlarının rehberleri ise romandaki bariz hataları nazikçe düzelterek kılavuzluk ettiklerini söylüyorlar.
İngiltere ise Avrupa Birliği’nin geçen 1 Mayıs’taki genişleme hamlesi sayesinde yeni ziyaretçiler edinmiş durumda. Bu yılın ilk altı ayında 12.48 milyon turist gitmiş -ki daha önce aynı dönem içinde böyle bir rakam görülmemiş. Ancak turistlerin bu kadar az para harcadığı da 11 Eylül öncesinde hiç görülmemiş. İlk altı aydaki turist sayısı geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 13’lük artış göstermekle birlikte, harcamalardaki artış yüzde 9. Turistlerin bıraktığı para 9.33 milyar sterlin.
OLİMPİYATIN ANAVATANINDA YUNAN TRAGEDYASI
Potansiyel avanak muamelesi gören turistlerin uyanışından en fazla etkilenenler ise turizm acenteleri, ulusal havayolu şirketleri ve bir de Yunanistan. Olimpiyatların kremasını yemek için otellerin aşırı fiyat yükseltmesi sonucu ‘pahalı ülke’ damgası Yunanistan’ın üzerine yapışıverdi.
2003 rakamlarına göre turizm gelirlerinde Türkiye’nin gerisinde kalan Yunanistan, Atina Olimpiyatları nedeniyle bir cazibe merkezi olması gerekirken bu yıl sinek avladı. Olimpiyat sayesinde 2 milyon turist çekip, 350 milyon euro gelir elde etmeyi planlayan oteller, hedefin tutmayacağını görünce yüzde 40’a varan oranlarda indirim yaptılar. Turizm İşletmeleri Birliği’nin 5 Ağustos’ta yaptığı açıklamaya göre 4 bin 500 oda hálá boştu. Bu eğilim böyle devam ederse, Yunanistan’a gelen turist sayısında geçen yıla göre yüzde 8’lik azalma meydana gelmiş olacak. Rodos ve Girit’teki düşüş de yüzde 6 civarında. Korfu da ise yüzde 10’u buluyor.
PAKET TURLARA İLGİ AZALDI
Tur şirketlerine gelince; yıllardır milyonlarca Avrupalıyı paket turlarla gezdiren acenteler varolma savaşı vermeye başladı. Wall Street Journal’ın haberine göre Almanların turizm devi TUI’nin satışı söz konusu. Morgan Stanley’in TUI’deki hissesini yüzde 10’a çıkarması üzerine şirketin satılacağı spekülasyonları yayılmaya başladı. Çünkü Almanlar, her şey dahil paket turlarından uzaklaşıp, ucuz uçuşlara yönelmeye başladılar. İnternetten otel rezervasyonu yaptıran, bir son dakika uçuşuna atladığı gibi soluğu Fransa veya İspanya’da alıyor. İngiltere ve Almanya’daki büyük tur operatörleri artık bu iki büyük pazar üzerindeki hakimiyetlerini yitirmiş durumdalar. Yunanistan’a yönelik eğilim de aynı.
İngiliz EasyJet ve İrlanda’nın Ryanair havayollarının yarattığı ucuz bilet rekabeti yüzünden de British Airways fiyat kırmak zorunda kaldı. Rakamla örnek vermek gerekirse, TUI’nin geçen yıl kendi havayolu şirketleriyle taşıdığı 20 milyon turiste karşılık, Ryanair 24 milyon yolcu taşıdı.
Palma de Mallorca Havalimanı, Air Berlin’in adaya bir yılda taşıdığı 9 milyon turist sayesinde en büyük ‘Alman’ havaalanı haline geldi.
RUSLARA AMERİKALI TURİST MUAMELESİ
Besbelli Avrupalı turistin profili değişiyor. Peki ya yeni bir potansiyel oluşturan Ruslar? Geçen yıl Ruslar gezip gördükleri yerlerde temiz bir 10 milyar dolar bıraktılar ve gezmeye de devam edecekler. Grafik onu gösteriyor. 2001 yılından bu yana yurtdışına giden Rus turist sayısı 1.5 milyonluk artış gösterdi.
Üstelik ilk tercih ettikleri ülke de Türkiye. Sonra, Almanya, Mısır, Finlandiya, Polonya, Fransa ve Yunanistan geliyor.
Ancak Rus turistin profili de kısa sürede değişecek gibi. Çünkü tur şirketlerine göre Ruslar yeni yerler görmeye çok hevesliler. Yani eksen değiştirebilirler. Bu eksen değişikliği onları tatil köylerinden farklı serüvenlere de sürükleyebilir. Son zamanlarda gastronomi turları, müzik festivalleri ve spor karşılaşmaları gibi yeni alanlara yönelmiş durumdalar. Ayrıca Rus turist çekmek için göbeği çatlayan Avrupa ülkeleri var. İtalya, İsviçre ve Monako gibi. Sektör otoriteleri, Rusların, 11 Eylül’den sonra piyasadan kısmen çekilen Amerikalıların yerini dolduracak yegane millet olduğu görüşünde. Hatta Avustralya bile Rusların peşinde. Çünkü bir yılda bu ülkeye gelen 5 bin Rus turistin pek az olduğunu düşünüyorlar.
Bütün bu trenlerden Türk turizmi için iki tüyo çıkıyor:
1- Ruslara sadece tatil köyü, plaj turisti diye bakmayacaksın.
2- Paket tur alıp, sürü sürü gezen turistler artık uyandı, kendi tatilini kendi organize ediyor. Şimdilik İspanya ve Fransa’ya gidiyor. Bakarsın bir gün bize de gelir diye düşüneceksin.
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2004
Stepford Kadınları matrak bir film. Erkekler, kendilerinden daha çok kazanan, güçlü birer işkadını olan eşlerinin beynine çip yerleştirip kuzu gibi ev kadınları haline getiriyorlar. Ama ne ev kadını! Hem binbir çeşit kurabiye pişiriyor, çocuk bakıyor, hem de seks bombası gibi dolaşıyorlar. Erkeğe hizmette tek kusur yok. İnsan düşünüyor tabii, bu film çağın realitesine ne kadar uyuyor diye. Çünkü orta ve üst orta sınıf erkeklerin eş tercihiyle ilgili bütün araştırmalar şunu gösteriyor ki, ekonominin realitesi artık erkeklere iyi para kazanan kadını dayatıyor. Erkekler kadının bakıma muhtaç kuş beyinlisini değil, eğitimini tamamlamış, zeki ve çalışkanını istiyor.
Film, To Die For’daki ihtiraslı medya kadını havasında bir Nicole Kidman’la başlıyor. Ve o yine tanrıça büyüsü yayıyor. Bir TV kanalının reyting patlatan işkolik yöneticisi rolünde.
Kanalda ‘Daha iyisini yapabilirim’ adında BBG türü bir yarışma var. Kahramanlarımız evli bir çift. Erkek, yarışma sonunda bir grup pornocu erkeğe kaptırdığı karısı dahil bütün sülalesini temizliyor. Buradaki medya eleştirisi bir kara mizah harikası.
Neyse bu cinnet sonucu, reyting kraliçesi Nicole Kidman kanaldan atılınca feci bir bunalıma giriyor. Ondan daha az kazanan, daha az başarılı ve boyca bile daha kısa süklüm püklüm kocası Matthew Broderick, iki çocuklu ailesini kurtarmak için karısını alıp Stepford adlı cennete yerleşiyor.
Stepford inanılmaz şık ve lüks, ancak biraz tuhaf bir yer. 50’lerin tarzında vücudu dapdaracık saran emprimeler giymiş Barbie bebek gibi kadınları var kasabanın. Saçlar kabarık, beller ince, bacaklar sütun, omuzlar gergin, göğüsler ileride. Erkekler şehir kulübünde vakit geçirirken, kadınlar o güzel kafalarını hiçbir şeye yormuyor. Hepsi de kocalarına hayran, gözlerinin içine bakıyorlar. Evlerini çiçek gibi yapıp, sonra da maksimum seks hizmeti veriyorlar.
Çünkü onlar beyinlerine çip yerleştirilip robotlaştırılmış kadınlar. Bu arada çipler beyinleri ıslah ederken, bedenleri de rektifiyeden geçiriyor. Göğüsler şişiyor mesela.
Tabii Nicole bu ortama kesinlikle uymuyor. Yazar rolündeki Bette Midler da öyle. Onlar, kadınların sırrını çözmeye çalışırken olaylar gelişiyor, erkeklerin foyasının ortaya çıkmasıyla final bölümü geliyor. Ve kadınları robotlaştıran teknolojiyi geliştiren kişinin, eskiden bir NASA bilimcisiyken, kocası tarafından aldatıldığını öğrenince tırlatan Glenn Close olduğu ortaya çıkıyor. Film boyunca mükemmel koca görüntüsündeki Christopher Walken’ın da toptan robot olduğu anlaşılıyor. Glenn Close’u aldatıp, bunun cezasını çekmemek mümkün mü?
Ira Levin’in romanından uyarlanan Stepford Kadınları, 1975 tarihli aynı adlı yapımın yeni versiyonu. İki film arasında önemli farklar var. Korku-gerilim türündeki ilk filmde erkekler, eşit haklar isteyen eşlerini öldürüp yerlerine robotları geçiriyordu.
Yeni film ise komedi. Kadınların suçu da eşit hak talebi değil, erkeklerden daha fazla kazanmaları, daha başarılı olmaları. Beyinsiz seks bombası haline getirilmiş kadınlar arasında çokuluslu şirketlerin CEO’ları, beyin cerrahları ve yargıçlar var.
Yönetmen Frank Oz, erkeklerin boş kafalı, korunmaya muhtaç kadınları tercih ettiği mitine uygun bir film çekmiş. Tabii kimse çağın realitesine uygun film çekmek zorunda değil.
BAĞIMSIZ KADIN DAHA SEKSİ
Ama yine realiteye parmak basmakta fayda var. Batılı ülkelerde son yıllarda yapılan çeşitli araştırmalar, erkeklerin artık iş sahibi, hatta mümkünse kariyer sahibi kadınları eş olarak tercih ettiğini gösteriyor. Kadınların eğitim düzeyi ne kadar yükselirse, evlilik ihtimali de aynı oranda artıyor. Çünkü erkekler evliliğin bütün parasal yükünü üstlenmek istemiyor, kadınların daha fazla kazanması konusunda da esnek davranıyorlar.
ABD’de son 15 yıldır erkeklerin ücretleri ya yerinde sayıyor, ya da düşüyor. Bu nedenle orta sınıf ailelerde iki kişinin birden çalışması gerekiyor. ABD’de evli kadınların yüzde 42’si, kocalarından daha fazla kazanıyor. Stepford teorisine göre bu kadınların kocalarından boşanması gerekiyor. Oysa bu evliliklerin daha iyi yürüdüğü görülüyor.
Psikolog Janet Hyde’ın 500 çift üzerinde yaptığı bir yıllık araştırma şunu gösteriyor: Her ikisi de çalışan ve iyi para kazanan karı-kocalar cinsellikten de daha fazla zevk alıyorlar. Bir başka araştırmaya göre de, çalışmayan kadınların boşanma ihtimali, çalışanlara oranla iki kat fazla.
Londra’daki bir çöpçatanlık ajansının verilerine göre de, 20’li ve 30’lu yaşlardaki üniversite mezunu profesyonel meslek sahibi erkekler, kendi entelektüel kapasiteleri ve gelir durumlarına uygun eş arıyorlar.
Bu şartlarda roller de biraz yer değiştiriyor. Örneğin İngiltere’de yapılan bir yaşam tarzı araştırmasına göre çocuk sahibi çalışan kadınlar işine giderek daha fazla zaman ayırırken, erkekler ücret kesintisini de göze alarak evde çocuklarıyla daha fazla zaman geçirmeye başlıyor. Kadınlar, çalışma ve yeme içme aleminde aşırıya kaçmak gibi geleneksel erkek alışkanlıklarına kapılırken, erkekler kadınsı işlere bulaşıyorlar. Çocuk bakmak ve nemlendirici kullanmak gibi. Erkekler arasında, kadınların ekonomik bağımsızlığını ‘seksi’ bulduğunu söyleyenler var.
POPÜLER MİTOSLAR ZARARLI
Batıdaki ekonomik koşullar kadın ve erkeğin üstlendiği rolleri değiştiriyor ama, medya ve popüler kültürün bu dramatik değişimi algılamakta güçlük çektiği anlaşılıyor. Rosalind Barnett ve Caryl Rivers adlı ABD’li iki akademisyenin uzun araştırmalar sonucu yayınladığı kitap, cinsiyet mitoslarının kadın-erkek arası ve çocuklarla ilişkilere ne kadar zarar verdiğini anlatıyor. Son yıllarda patlama yapan Erkekler Mars’tan türü kitapların, cinsiyetler arasındaki uçurumu vurgulamasına karşın, iki araştırmacı bunun tam tersini savunuyor. Erkekle kadın arasındaki benzerliğin, farklılıklardan daha fazla olduğunu, pop kültürünün ise erkeklerin avcı-toplayıcı olduğu dönemden kalma klişelere saplandığını düşünüyorlar.
NEDEN KOCASINA HAYRAN DEĞİL
Barnett ve Rivers, womensenews.org sitesinde yayınladıkları makalede de medyanın bu çağda bile kadına mağara devrinden kalma geleneksel rolleri biçmeye çalıştığından dem vuruyorlar. Örneğin Demokrat Parti’nin başkan adayı John Kerry’nin, yarım milyar dolarlık servet sahibi eşi Teresa Heinz Kerry, medyanın kadın kalemleri tarafından bile fazla bağımsız davrandığı gerekçesiyle eleştiriliyor. Neden kocasının gözlerinin içine hayran hayran bakmıyor diye soranlar oluyor. New York Times köşe yazarı Maureen Dowd, ‘Eline mikrofonu aldı mı, kadının gözü kocasını filan görmüyor’ diye verip veriştiriyor.
Tabii Teresa Heinz Kerry, ağzına geleni söylediği için de çok ayıplanıyor. O ise şöyle yanıt veriyor: ‘Erkekler bugüne kadar hep ağzına geleni söyledi. Bundan sonra ben de söyleyeceğim, bilesiniz.’
Yazının Devamını Oku 31 Temmuz 2004
Geçen hafta Hürriyet’te küçük bir haber çıktı. Jerry Vlasak adlı bir doktor, hayvanlar üzerinde deney yapan 15 araştırmacının öldürülmesi halinde 2-10 milyon hayvanın hayatının kurtulacağını söylüyordu. Vlasak’a göre, insan sağlığına yararı olmayan gıda ve ilaç deneyleri uğruna milyarlarca dolar harcanıyor. Vlasak’ın arkasında koca bir hayvan hakları hareketi var. Üstelik Hayvan Kurtuluş Cephesi gibi, FBI’ın terör listesine girmiş azılı vandal grupları da bu harekete dahil. Dahası hayvan kurtuluş savaşı açmak üzere gelecek ay İngiltere’de bir kampta toplanıp, gerilla eğitimi almaya hazırlanıyorlar.
Onların Sansar Fatma ya da Sırtlan Cemil gibi lakapları yok. Aşırı derecede hayvan sevgisi akıllarını başlarından aldı diye meczup gözüyle bakan da yok.
Çünkü global hayvan hakları hareketinin karşısındaki o bakış, sırtlan-kaplan gibi lakaplar yakıştıracak bir sempati içermiyor. Hayvan hakları gruplarının oluşturduğu hareket bir terör şebekesi olarak görülüyor.
Peki kim tarafından? Çıkarları tehdit altında olan gıda, araştırma ve ilaç sektörü tarafından. Hayvan hakları gruplarına göre araştırma laboratuvarları birer cinayet yuvası. Et ürünleri sanayi ise hem hayvanları katledip sömürüyor, hem de ‘her türlü hastalığın müsebbibi’ olan bu ürünleri pazarlayarak insan sağlığını tehlikeye atıyor, dünyayı obezleştiriyor.
Gıda üreticilerine göre ise bu gruplar, insanları sebzeye mahkum etmek için ete, süte çamur atan tüketim düşmanı pis teröristler... Sebzeci ve hayvansever oldukları için, kendi kötücül emelleri uğruna insanları et ürünlerinden soğutmaya çalışan halk düşmanları...
FBI LİSTESİNDEKİ DERNEKLER
ABD ve İngiltere’de yuvalanan irili ufaklı hayvan hakları grupları var. Hayvanlara etik muamele için şiddet içermeyen yöntemlerle mücadele veren PETA, anarşist eğilimli olduğu için FBI’ın terör grupları listesine girmiş bulunan Hayvan Kurtuluş Cephesi (ALF) ve sadece İngiltere’deki Huntingdon Araştırma Laboratuvarı’nı kapatmayı kafaya takmış SHAC (Stop Huntingdon Animal Cruelty) gibi. Bu laboratuvar dev ilaç şirketleri için araştırma yapan bir numaralı kuruluş. İddiaya göre günde 500 hayvanı kesip biçiyor.
Speak adlı örgüt ise Oxford Üniversitesi’nde kurulması planlanan 25 milyon dolarlık primat araştırma laboratuvarı projesini engellemek için elinden geleni ardına koymuyor. Üniversite önünde gösteriler düzenleniyor. Polise göre o kalabalık gösterilerde topu topu 50-100 eylemci başı çekiyor. Ama sonunda, projeyi üstlenen Montpellier adlı şirket geçen hafta ihaleden çekilmek zorunda kalıyor. Çünkü sözde şirket yönetiminin hissedarlara yazdığı mektupta ‘Hisselerinizi hemen satmazsanız, hayvan örgütleri size karşı harekete geçecekler’ diye uyarıda bulunuluyor. Bu düzmece mektup, şirket hisselerinin taban yapmasına yol açıyor.
Oxford ne yapacak belli değil. Cambridge Üniversitesi, caydırıcı eylemler nedeniyle beyin araştırmaları merkezi projesini rafa kaldırmıştı.
KUZU POSTUNA BÜRÜNMÜŞ KURT
Ancak gıda ve ilaç sektörünü en fazla ifrit eden, bu gruplar değil.
ABD’de, et ve sütün sağlığa zararlı olduğu iddiasıyla yıllardır kampanya yürüten Sorumlu Tıp için Doktorlar Komitesi (PCRM), gıda ve ilaç sektörünün karşısındaki en büyük düşman. Halk sağlığını düşünen hekimler kisvesi altında hayvan hakları mücadelesi vermekle suçlanıyorlar. İş dünyasını temsil eden Tüketim Haklarını Koruma adlı kuruluşa göre PCRM, kuzu postuna bürünmüş bir kurt. Çünkü eti, sütü, Amerikan sofralarından kaldırmak ve insan hayatını kurtaracak ilaçların üretiminde hayvan deneylerini yasaklatmak istiyorlar. Halk sağlığı bahane, adamların esas kötücül amacı hayvanları kurtarmak! Üstelik hayvan hareketine bütün mücadele taktiklerini de onlar öğretiyor ve masum obezleri, McDonald’s ve KFC gibi fast food zincirlerine karşı dava açmaya kışkırtıyor, avukat temin ediyorlar. Ayrıca protein yüklemesi yapan Dr.Atkins diyetini uygulayan doktorları mahkemelerde süründürmek için ‘Doktorunuzu dava edin’ diye ilanlar veriyorlar.
ABD’deki hayvan hareketini finanse edenler arasında ise hayli şaşırtıcı isimler var. Örneğin Ted Turner’ın her yıl kendi vakfının kasasından hayvan hakları gruplarına 40 milyon dolar akıttığı iddia ediliyor.
VEJATERYEN TALİBANLAR
PCRM ayrıca kendi üyelerinin maddi çıkarları uğruna entrikalar çeviriyor. Mesela şu Dr. Robert Atkins’in otopsi raporunun The Wall Street Journal gazetesine sızdırılması vakası. Habere göre, karbonhidratı kaldırıp proteine yüklenen diyet gurusu öldüğünde 117 kiloydu. Yani düpedüz obezdi, kalp yetmezliği ve yüksek tansiyonu vardı. Tabii ki kendi beslenme programını uyguluyordu.
PCRM bu altın madeni gibi otopsi raporunu Richard M.Fleming adlı doktordan almıştı. Ve Dr. Fleming tam da o günlerde kendi yazdığı vejateryen diyet kitabının tanıtımıyla meşguldü. Dr.Atkins’in zavallı dul eşi ise Wall Street’teki haber yüzünden sinir krizleri geçiriyor, ‘Ölmüş kocama saldıranlar pis vejateryen Talibanlar’ diye feryat ediyordu.
Tüketim Hakları Derneği’nin aldığı bilgilere göre ise Dr.Atkins’in ölümü kesinlikle beslenme bağlantılı değil, virütik kökenliydi. Doktorun sağlıklı beslenerek nasıl 117 kiloya çıktığına açıklık getiren ise yok.
TERÖR KAMPI
İşte geçen hafta İngiltere’de şok yaratan Dr. Jerry Vlasak da PCRM mensubu. Karşı kampa göre, dünyanın en tehlikeli hayvanseverlerinden biri. Katıldığı çeşitli eylemlerde defalarca tutuklanmış. Vlasak’a göre hayvan deneyleri yapanlardan her şey beklenir. ‘Sigaranın zararlı olmadığını kanıtlamak için köpeklere binlerce sigara içirdiler’ diyor. PETA, ALF ve SHAC ve Speak gibi gruplara danışmanlık hizmeti veren bu eski cerrah, ‘Çok değil, hayvanlar üzerinde deney yapan en fazla 15 araştırmacıyı öldürseniz, 2-10 milyon hayvanın hayatını kurtarırsınız’ diyor.
Medyada çıkan bu sözler üzerine İngiliz hükümeti, hayli cam-çerçeve indirmiş olmakla birlikte henüz fiziksel şiddete başvurmamış hayvan hakları gruplarına karşı önlem almak üzere çalışmaya başlıyor. Amerikalı Dr.Vlasak’ın ülkeye girişini engelleyelim mi diye de düşünüyorlar. Çünkü gelecek eylül ayında hayvan hakları gruplarından 300 kadar genç militanın İngiltere’nin Kent ilinde toplanacağı biliniyor. Üstelik bu toplantının kamp niteliğinde olacağı ve pek yakında patlak verecek hayvan kurtuluş savaşının gerilla taktiklerini de orada öğrenecekleri yönünde duyumlar var.
Şimdi İngiltere’deki bütün laborant ve araştırmacılar korku içinde. The Times’a isimlerini vermeden konuşan bu kişiler, eylemcilerin çocuklarını tartaklayıp, evlerine saldırdığını, araçlarını tahrip ettiklerini söylüyorlar.
İngiliz iş dünyası ise hayvan hakları gruplarına karşı örgütlenmeye başlıyor. Geçen hafta oluşturulan bir işadamları konsorsiyumu, eylemcilerin yargı karşısına çıkarılması için bilgi getirenlere 25 milyon sterlin ödül verileceğini ilan etti.
SÜT KANSER YAPAR
ABD’deki Sorumlu Tıp için Doktorlar Komitesi’nin gıda sektörü ile ilgili iddiaları çok keskin: Sakın et ve süt ürünleri yemeyin; çünkü bunlar kitle imha silahıdır. Bunların üzerine ‘tehlikeli madde’ yazılması gerekir. Tereyağı, yumurta, mayonez, patates cipsi, salam ve pastırmadan oluşan alışveriş listesi aslında intihar mektubudur. Süt, kanser, anemi, diyabet ve kalp hastalığına yol açar. Süt içmek, sigara içmekten farklı değildir. İnsanı obez yapar, kulak enfeksiyonuna ve solunum yetmezliğine yol açar. Et, peynir ve çikolata bağımlılık yapar. Oysa vejetaryen beslenme sayesinde hem hastalıklardan uzak durursunuz, hem de varsa diyabetiniz iyileşir.
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2004
Wall Street Journal’ın finans idaresi konusunda kadınlara akıl fikir veren internet sitesinin yazarlarından Annie Jacobsen dört saatlik bir uçak yolculuğu yapıyor. Uçakta 14 Ortadoğulu var. Bu adamların, ellerinde torba tuvalete gidip gelmeleri, koridorlarda volta atıp durmaları, uçakta müthiş bir terör histerisi yaratıyor. Alana indikten sonra sorgulanan Arapların Suriyeli müzisyenler olduğu anlaşılıyor. Tuvalette bomba hazırladığı zannedilen de topluluğun davulcusu çıkıyor. Ancak Jacobsen ikna olmuş değil, soruyor: 19 terörist binalara çakmak için uçak kullanmayı öğrenebiliyor da, 14 terörist neden müzik aleti çalmayı öğrenemesin?
WomensWallStreet.com sitesinin editörleri, Annie Jacobsen’in anlattığı olayı oturup uzun uzun tartışıyor ve sonunda finansla hiç alakası olmadığı halde bu bilgiyi kamuoyuyla paylaşmaya karar veriyorlar. Jacobsen yazıyı döşeniyor.
29 Haziran günü Northwest Airlines’a ait bir uçakla Detroit-Los Angeles arasında yapılan tuhaf yolculuğun hikayesi insanın içine baygınlık getirecek kadar uzun. Tam 3300 kelimelik paranoyak bir hikaye. 11 Eylül’ün Amerikalılarda yarattığı korku ikliminin bütün izlerini taşıyor.
Eşi ve çocuğuyla birlikte oturduğu koltuk numaralarına varıncaya kadar lüzumsuz ayrıntılara giren Annie Jacobsen, açıkça itiraf etmese de, o dört saatlik uçak yolculuğunu gayet ırkçı fikirlerle tamamlıyor. Çünkü aynı uçakta bulunan 14 Ortadoğulunun şüpheli hareketleri yüzünden ölesiye paniğe kapılıyor.
Jacobsen’e göre bir terör eylemi için gerekli bütün dekorasyon mevcut. Araplardan sarı tişörtlü olanı elinde McDonald’s poşeti taşıyor. Bazılarının ellerinde müzik aleti kutuları var, birinin de bacağı aksıyor, ayağında ortopedik ayakkabı var. Ve bağlantılı sefer olduğu için uçağa binmeden önce bunların hiçbirinin güvenlik taramasından geçirilmediğini görmüş bulunuyor. Sonra adamlar iki ayrı grup halinde uçağa bindikleri halde, göz göze geliyor ve sanki aralarında bir konuda anlaşmış gibi kafalarını sallıyorlar. Jacobsen ve eşi de ‘bilinçli’ Amerikalılar olarak göz göze gelip, durumda bir tuhaflık olduğunu karşılıklı bakışlarla teyit ediyorlar.
ŞÜPHELİ SEYRÜSEFER
Kalkıştan sonra McDonald’s torbalı adam tuvalete giriyor, torbanın içi boşalmış vaziyette dışarı çıkıyor, koridorda yürürken iki arkadaşına baş parmağıyla ‘okey’ işareti veriyor, sonra kuyruk kısmına gidip kayboluyor, birkaç dakika sonra elinde torba olmadan dönüyor. Sonra uçakta ne kadar Arap varsa, tuvalete girip çıkmaya başlıyor. Biri kamerasıyla, diğeri cep telefonuyla tuvalete gidiyor ve dakikalarca içeride kalıyorlar. Sonra uçağın çeşitli yerlerinde toplanıp konuşuyorlar. Sarı tişörtlü olan sürekli kırmızı bir kitapçık çıkarıp bir-iki sayfa okuyor, sonra yine tişörtünün altına sokuyor.
Jacobsen’in kocası da korkmaya başlıyor ve hostesle konuşmaya gidiyor. ‘Şüpheli şeyler oluyor...’ diye lafa girmesiyle hostesin adamı bir kenara çekip nefes nefese, ‘Farkındayız, pilot da biliyor. Birbirimize notlar yazıp, kokpite ilettik. Uçakta hava güvenlik ajanları var’ diye fısıldaması bir oluyor. Yirmi dakika sonra aynı hostes, adamın yanına gelip, bir kağıda sarı tişörtlü şüphelinin eşkalini yazmasını istiyor. Hava güvenlik ajanlarına iletilecek notu, kuşku uyandırmasın diye kendisi yazmıyor.
Bu arada Jacobsen, aynı sahnelere tanık olan arka koltuktaki kadının kocasına sarılıp ağlamaya başladığını fark ediyor.
Uçak yolculuklarında bir türlü yerlerinde duramayan şarklıların o olağan hiperaktivitesi, terör hasarlı Amerikalılara ağır geliyor. Neyse uçak sonunda kazasız belasız iniş yapıyor. Ve güvenlik birimleri o 14 yolcuyu sorguya alıyor. Jacobsen ve eşi de bir saat ifade veriyor.
Uçakta terör eylemi olmuyor ama, Jacobsen adamların bir halt karıştırdıklarından emin. Ertesi gün bakıyor, basında bu adamlarla ilgili tek haber yok. Oturuyor araştırıyor. İngiliz The Observer gazetesinde yayınlanmış şu haberi buluyor: ‘İstihbarat kaynakları, İslamcı teröristlerin uçuş sırasında bomba imal etmeye çalıştığına inanıyor. Güvenlik sistemine yakalanmamak için bomba parçalarının uçaklara ayrı ayrı sokulması planlanıyor. Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Batı Avrupa arasında yapılan uçuşlarda bu tür denemeler yapıldı. Teröristlerin kamera, el bagajı veya giysilerinin içine sakladıkları bu parçaları birleştirerek uçaklarda intihar eylemi yapabileceği uyarısında bulunuluyor’.
İKİDEN FAZLASINI SORGULAMAK YASAK
İşte bu uyarı nedeniyle Jacobsen, 14 Ortadoğulunun güvenlik taramasından geçirilmesi gerektiğini düşünüyor. Ancak bunun mümkün olmadığını öğreniyor. Çünkü ayrımcılığa karşı yasalar engel teşkil ediyor. İki genç Arap erkeğinden daha fazla genç Arap erkeğini ikinci bir taramadan geçirip sorgulamak ayrımcılığa giriyor. Yani Jacobsen’le aynı uçağa binen Arap erkeklerden 12’sini sorgulamak mümkün değil. Uçak yolcuları ırk, renk, milliyet, etnik köken veya din temelinde sorguya tabi tutulamıyor. Aynı azınlık grubuna mensup iki kişiden fazlasını sorgulamak yasak. Bu kuralı çiğneyen havayolu şirketi, kendini 10 milyon dolar tazminat talebiyle hakimin karşısında buluyor.
Ayrıca Jacobsen’in kafayı taktığı ortopedik ayakkabının kontrol için çıkarttırılması da kurallara aykırı.
O SARI TİŞÖRTLÜ DAVULCUYDU
Jacobsen’in hikayesi Washington Post’ta yer alınca Hava Güvenlik Dairesi’nden bir yetkili yazarı telefonla arayıp şu bilgiyi veriyor:
‘Uçağınızda 14 Suriye vatandaşı bulunuyordu. FBI ve Los Angeles polisi tarafından uzun süre sorgulandılar ve çöldeki bir casinoda çalmaya giden müzisyenler olduğu öğrenildi. Sarı tişörtlü şüpheli topluluğun davulcusuymuş. Hiçbirinin sabıka kaydı yoktu ve FBI’ın aranan teröristler listesinde de isimlerine rastlanmadı. Bu nedenle serbest bırakıldılar.’
Jacobsen soruyor: ‘Peki, teröristlerin uçakta bomba imal edebileceği uyarısı yapıldığı halde, hava güvenlik ajanları adamların şüpheli hareketlerine neden müdahale etmedi?’
Yanıt şöyle: ‘Ajanlarımız ancak bir eylem olduğu takdirde olaya müdahale edebilir. Aksi takdirde kimseyi tutuklayamaz.’
Jacobsen son olarak şu soruyu yöneltiyor: ‘Sizce bu adamlar gerçekten müzisyen mi? 19 terörist binalara çakmak için uçak kullanmayı öğrenebiliyorsa, neden 14 terörist müzik aleti çalmayı öğrenmesin?’
Şimdi o 14 müzisyen muhtemelen ABD’nin çeşitli kentlerinde çalmaya devam ediyor ve Jacobsen’e göre potansiyel tehdit oluşturuyorlar.
Paranoyak yazara ırkçı suçlaması
WomensWallStreet.com. yazarı Annie Jacobsen, son günlerde Amerikan radyo ve televizyonlarının en fazla aranan ismi. Bütün programlar ona bağlanıyor, daha fazla detay soruluyor: ‘Suriyeli topluluğun adı neydi? Şimdi neredeler?’
Jacobsen bazı gazete ve internet yazarları tarafından, paranoyak bir parodi kaleme almış olmakla suçlanıyor. Yani yazıya göre, terörist sandığı adamlar öyle abartılı davranıyor ki, bir tek göğüslerinde ‘TERÖRİST’ levhası eksik. Ayrıca, uçakta bir bomba imal etmek için gerçekten 14 terörist mi gereklidir?
Jacobsen, havalimanlarında belirli ırklara göre ek güvenlik taraması istediği için, ırkçılıkla suçlanıyor. Kadıncağız panik içinde kendini savunmaya çalışıyor: ‘Irkçı değilim. Hindistan’da 300 Hindu ve Müslüman’la aynı uçağa bindim, hiç korkmadım. Bu seferki farklıydı. Ayrıca Ortadoğulu derken bir ırkı değil, coğrafi bir bölgeyi vurgulamak istemiştim. Norveç’te akrabalarım oturuyor, orada yaşadıkları için onlara da Norveçli diyorum.’
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2004
Niyetim komşunun malını kötülemek değil, ben arkeologların yalancısıyım. Olimpiyat oyunlarının hiç de öyle yüceltildiği gibi soylu ve erdemli olmadığını, şikeden dopinge kadar her türlü hile ve desisenin döndüğünü, barış ve hoşgörü, fair play ve amatör yarışma ruhunun palavra olduğunu söylüyorlar. Oyunlar milliyetçi propaganda ve siyasete alet edilmiş, hatta bir boks maçının ortasında iki site devleti arasında resmen savaş çıkmış.
Bizim Truva kazılarını yöneten Manfred Korfmann gibi Yunanlıların da bir Alman profesörü var. Würzburg Üniversitesi’nden klasik arkeoloji ordinaryüsü Prof. Ulrich Sinn. 1985’ten beri Olimpia’daki kazıları yönetiyor.
Prof. Sinn’e göre Antik Çağ’a atfedilen olimpik ritüellerin çoğu palavradan ibaret. Örneğin şu beyazlar içinde olimpiyat ateşi yakan rahibeler. Bir kere Zeus kültünde rahibe yok. Aslında Antik Çağ’ın olimpiyat kültüründe kadın hiç yok. Evli kadınların stada girişi kesinlikle yasak. Ayrıca ilk olimpiyat ateşini Pelopennes’te Yunanlılar değil, 1936’da Berlin Olimpiyatları’nda Naziler yaktı diyor.
Alman profesör ‘Tanrılar, Oyun ve Sanat’ adlı yeni kitabında öncelikle olimpiyatların sporla ilgisi olmadığını, yüce Zeus’a adanmış kutsal bir şölen olduğunu söylüyor. Aslında Olimpiyat’ı cazibe merkezi haline getirenler kahinlerdi. Milattan önce 11’inci Yüzyıl’da Zeus kültünün bakıcıları, ordularla birlikte cepheye gidiyordu. Saldırı için en uygun zamanı, bu ‘iliştirilmiş kahinler’ söylüyordu. Ordu savaşı kazanınca, kahinler ganimetin onda birini alıyor, bu da doğruca tapınak kasasına gidiyordu. Her zafer sonrasında Zeus’a şükran anıtları dikiliyor, böylece Olimpia’nın zenginlik ve kudreti giderek nam salıyordu. Adak törenlerine Yunanistan’ın dört bir yanından kalabalıklar akın ediyor, bol bol yenilip içiliyordu.
İÖ 700’de ilk stadyum inşa edilince Helen dünyasının ünlü atletleri de bu sahneye katılıyor, koşu, mızrak ve disk atma yarışmaları yapıyor ama asla şovun yıldızı olamıyor. Halk, Perslere karşı zafer kazanan kahraman Temistokles’i, ya da dünyanın yedi harikasından biri olan devasa Zeus heykelini görmeye gidiyordu.
Amerikalı Prof.David Gilman Romano’ya göre ise olimpiyat oyunlarının soylu ve onurlu atletlerle, barış ve amatör yarışma ruhuyla hiç alakası yoktu, tam tersine her türlü pislik, patırtı ve skandal mevcuttu. Siyaset, milliyetçilik ve ticaret karıştığı için modern olimpiyatlarla da benzeşiyordu. Aynı Sovyetler ve ABD’nin, 1980 ve 1984’ü art arda boykot etmesi gibi, siyasi rekabet oyunların ruhunu bozuyordu. İÖ 420’de Isparta devleti olimpiyat ateşkesini bozduğu için para cezasına çarptırılmış, ödemediği için oyunlardan ihraç edilmiş, buna rağmen araba yarışına katılıp birinci gelen Ispartalı da stadın ortasında kamçılanmıştı.
HATALI ÇIKIŞA KAMÇI
Atletler şike de yapıyordu. Yarışı kazanacak atleti önceden ayarlıyor, hakemlere rüşvet veriyor, yaşlarını değiştiriyorlardı. Güçlenmek için daha fazla et yemek doping sayılıyordu. Bir oturuşta koca öküzü mideye indiren atletlerle ilgili efsaneler dolaşıyordu. Hile yapmak tanrılara meydan okumak sayıldığı için çok sert kurallar vardı. Hatalı çıkış yapan atlet diskalifiye edilmekle kalmıyor, bir de kırbaçlanıyordu. Güreşçiler, rakipleri tarafından kolay kavranmamak için vücutlarına çaktırmadan yağ sürüyor ama, foyası ortaya çıkan, stadyum yolu boyunca uzanan Zeus heykelleri için ayrılan fona ceza ödüyordü.
Antik olimpiyatlardaki çıplak yarışma geleneğinin ardında da muhtemelen bir hile yatıyordu. İÖ 720 yılındaki bir yarışta Megaralı Orsippos’un şortu bacağından kayıp düşene kadar atletler giyinik koşardı. Ancak Orsippos’un donsuz vaziyette birinci geldiği o yarıştan sonra, çıplak koşu modası başladı. Ve o gün bugündür tarihçiler, Orsippos’un kaza sonucu mu, yoksa çıplak daha hızlı koşarım kurnazlığından mı şortunu düşürdüğünden pek emin olamadılar. Bir başka kaynağa göre ise çıplak yarışma kuralı, İÖ 404’te, kadın sızmalarına karşı önlem olarak getirildi.
SİTELER ARASI TRANSFER
Olimpiyatlarda amatörlük bir yana, bugünün futbolundaki kadar kızışmış bir transfer piyasası vardı. Yarışmalardan sonra sadece zeytin dalıyla ödüllendirilen şampiyonlar şehirlerine döndüklerinde büyük imtiyazlar elde ediyordu. Atina ise en cömert şehirdi. Galipler iki yıllık ücrete denk düşen 500 drahmi, vergi muafiyeti ve ömür boyu yemekle onurlandırılıyordu. Ganimetler öyle çekiciydi ki, bazı atletler kendi şehirlerini bırakıp başka sitelere geçiyor ve taraftarlarını kızdırıyorlardı. Bazıları da spordaki başarısının kaymağını yemek için politikaya atılıyor, kaybedenler ise utançtan ve hor görülmek korkusuyla şehrine dönemiyordu.
VE OLİMPİYAT SAVAŞI
Modern inanışın aksine olimpiyatlara barış ruhu da hakim değildi. Olimpia savaş ganimetleri sayesinde öyle zenginleşmişti ki, Arkadya ve Ellis site devletleri arasında iktidar mücadelesi patlak vermişti. İki devlet de Olimpia’yı ele geçirmek için art arda saldırılar düzenliyordu. Ve sonunda bir boks maçının orta yerinde topyekün savaş çıktı. Ellis orduları saldırdı. Ancak Arkadya bu saldırıyı bekliyordu ve tapınağa askerler yerleştirmişti. Böylece iki sitenin askerleri kıyasıya çarpıştılar.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2004
Kadının periyodu gerekli midir, değil midir? Amerika’da bir grup ilerici kadın jinekolog, reglinin kesinlikle gereksiz olduğu görüşünde. Çünkü modern çağın kadınları, eski zamanlarda yaşayan hemcinslerine göre çok daha fazla periyod yaşıyor. Eski çağlarda bir kadın ömür boyu 50-150 kez regl olurken, günümüzde bu rakam 350-450 civarında ve çok fazla. Devrimci jinekologlara göre sürekli adet görmek, yıllar boyu sıkıntı yarattığı gibi sağlığa da zararlı. Yumurtalık ve meme kanseri riskini artırıyor. Tabii bu şartlarda ilaç sektörüne büyük iş düşüyor. Geçen yıl piyasaya çıkan Seasonale, regl dönemlerini yılda 13’ten dörde düşürüyor. Yakında Librel adlı bir başka bir marka daha piyasaya çıkıyor. O iyice devrimci, illeti toptan kesip atıyor.
Televizyondaki kanatlı ve petek dokulu ped reklamlarına bakarsanız, regl döneminde hayatımızın en mutlu günlerini yaşıyoruz. Hele genç kızlar, onlar daha da keyifli oluyor. Bir neşe, bir taşkınlıktır gidiyor. Sanırsınız ki, periyodun bütün sancısı ve ağırlığı o kanatlarla birlikte uçup gidiyor.
Ped pazarında rekabet pek çetin ve bizim regl alemindeki tek derdimiz olayın ‘daha temiz, daha kuru ve daha güvenli’ geçiştirilmesi. Bu meret doğa vergisi ya, kabulleniyor, kanatlıları takıyoruz.
Ancak Amerika’daki ‘No Period’ hareketi de reglsiz bir hayata kanat açmış gidiyor. Genç kadın jinekologların başını çektiği bu hareket, adet kanamasının hiç de gerekli olmadığı, kadınların boşu boşuna ağzı sızı çekip, yaşamın temposundan geri kaldığı, hayatın anlamsız bir şekilde kısıtlandığı görüşünde.
Aslında kadınların doğum kontrol hapı kullanarak regl dönemlerini kendi isteğine göre düzenlemesi bir yenilik değil. 21 gün hap kullandıktan sonra, yedi tane şekerden yapılmış placebo tableti atlayıp yeni bir pakete geçince, bir regl dönemini de atlamış oluyorsunuz.
Ancak ABD’deki Barr Laboratuvarları’nın geçen ekim ayında Gıda ve İlaç Dairesi FDA’den onay alarak piyasaya çıkardığı Seasonale adlı ilaç, 91 günlük kullanımla birlikte yılda 13 olan adet dönemini dörde indiriyor. Bu ilaç da österojen ve projestin hormonlarından oluşuyor, ancak sadece regliyi baskılamak amacıyla kullanılıyor.
Geçen ekim ayından bu yana 100 bin Seasonale reçetesi yazılmış. Wyeth ilaç firması da gelecek yıl Librel markasıyla daha da devrimci bir çıkış yapmayı planlıyor. Bu seferki, adet kanamasını olduğu gibi ortadan kaldırıyor.
Washington Üniversitesi’nden Profesör Leslie Miller düşük dozlu doğum kontrol hapları üzerinde araştırma yapan devrimci bir jinekolog. Hedefi, periyodları ilelebet ortadan kaldırmak. Noperiod.com adlı bir web sitesi var. Kullandığı teknik henüz onaylanmamış, ancak kendi üzerinde denemiş ve sekiz yıl hiç adet görmemiş, sonra ilacı kesip iki çocuk sahibi oluvermiş. Kısırlık tehlikesinin söz konusu olmadığını söylüyor.
Doktor Miller deneylerinde vücuttaki demir birikiminin herhangi bir hastalığa yol açıp açmadığını da sürekli kontrol etmiş ve kendi sisteminde aşırı miktarda demire rastlamamış.
Genç kadın jinekologlardan Dr. Renee Page de kendini bir yıl periyoddan kesmiş; ‘Doğrusu haftada 80 saat çalışıp bir de üstüne regl olamam’ diyor.
Regliyi tamamen ortadan kaldırmak fikri aslında Brezilyalı bir jinekoloğa ait. Dr. Elsimar Cautinho adlı bu hekim, aylık kanamanın kadına herhangi bir yararı olmak bir yana, sağlığa zararlı bile olduğunu savunuyor. Cautinho’nun Sheldon Segal ile birlikte yazdığı kitaba göre çağdaş kadın, 100 yıl önce yaşayan hemcinslerine göre çok fazla adet görüyor. Eski zaman kadınları daha erken yaşta ve daha sık doğum yapıp, daha uzun sürelerle bebek emzirdiği ve daha kısa ömürlü olduğu için hayatı boyunca 50-150 kez regl oluyordu. Oysa çağdaş kadın az doğurduğu gibi daha iyi beslendiği ve daha uzun ömürlü olduğu için 350-450 kez adet görüyor.
Kimi uzmanlar reglinin kadın sağlığı açısından vazgeçilmez olduğunu savunuyor. Washington Üniversitesi’nden araştırmacı Margie Profet’e göre, kanama sayesinde virüs ve bakteriler üreme sisteminden atılıyor ve kadın cinsel yolla bulaşan enfeksiyonlardan korunuyor. Bazı uzmanlar ise kanamanın bağışıklık açısından hiçbir işlevi olmadığı görüşünde. Amerikan Aile Planlama Federasyonu’na göre vajinanın doğal ortamı zaten bakterileri öldürüyor, kanama ise tam tersi bakterilerin üreyebileceği bir ortam yaratıyor.
Her iki kesimin elinde, görüşlerini destekleyecek argümanlar mevcut. Düzenli periyodlar anemi, yumurtalık ve meme kanseri, kist oluşumu ve migreni tetikleyebiliyor. Ancak doğum kontrol hapı kanda pıhtılaşma, kalp krizi ve felç riskini artırıyor, kilo aldırıyor. Bazı araştırmalara göre doğum kontrol hapı meme kanseri riskini artırıyor, bazı araştırmalar ise hapın yumurtalık ve rahim kanseri riskini azalttığını gösteriyor.
Uzmanlar tartışadursun ilaç şirketleri regliyi durduracak çeşitli tıbbi malzeme geliştirmeye devam ediyorlar. Yılda dört kez enjekte edilerek regliyi tamamen durduran Depo-Provera; hormon içeren Ortho Evra flasteri, aylık doğum kontrol enjeksiyonu Lunelle ve hormon salgılayan vajinal halka NuvaRing...
Regl önleyici ilaçlar içinde en yenisi olduğu için Seasonale çok şiddetli bir tartışma ortamı yaratıyor. Amerikan Regl Araştırma Derneği’ne göre, periyodun bu şekilde sorgulanır hale getirilmesi, sanki regl utanılacak bir şeymiş gibi, kadın bedeniyle ilgili olumsuz sinyaller yayıyor. Harvard Üniversitesi’nden Dr. Susan Rako ise reglinin en ateşli savunucularından. Periyodsuz yaşam fikrinin tehlikeleri hakkında bir kitap yazan Dr. Rako, No Period akımının tek tip kadın yaratma peşinde olduğunu, bilinçsiz kitleleri kemik erimesi, kısırlık, kalp krizi ve kanser gibi tehlikelerle burun buruna getirdiğini söylüyor. Oysa regl, kan basıncını düşürüyor ve kalp hastalıkları riskini azaltıyor.
Özellikle kadın hekimler arasında yaşanan regl savaşı, bizzat periyod sahipleri arasında da kavga nedeni olabiliyor. Amerika’daki Regl ve Kadın Sağlığı Müzesi’nin web sitesinde bir mesaj tahtası açılmış, regl gerekli midir konusundaki görüşler yazılsın diye. Kadınların bu konuda ne kadar engin fikirleri varmış meğer. Kimisi reglden nefret ettiği için keşke menopoza girsem diyor, kimisi kin dolu satırlar döşeniyor. Regl tutkunları arasında ise yelpaze, bunun tanrısal bir emir olduğunu savunanlardan, periyodları sayesinde her ay yeniden doğduğunu düşünenlere kadar uzanıyor.
Süreyya kullanılırsa...
Geçen yılki Dünya Atletizm Şampiyonası’nda 1500 metrede altın beklediğimiz Süreyya Ayhan’ın ikinci olması, adet kanaması yüzünden yaşadığı performans düşüklüğüne bağlanmıştı. Süreyya’ya uygulanan ilaç tedavisi vücudun ödem yapmasına yol açmıştı.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2004
Nijerya’da zina suçundan recm cezasına çarptırılan Emine Laval, geçen eylül ayında beraat etti. Artık kimse onu boynuna kadar kuma gömmeyecek, taş yağmuruna tutmayacak, çocuğuyla vedalaşması için iyi aylık süresi de yok. Şeriat başka bir aksilik çıkarmazsa ömür boyu birlikteler. Ancak son günlerde dolaşan bir e-mail’de bunların tam tersi yazılı. Emine’nin iki aylık ömrü kalmış. Kurtulması için Uluslararası Af Örgütü İspanya şubesinin web sitesine bir imza bırakılması isteniyor. Bu kampanya bir yıl önce başlamıştı. Bu arada Emine kurtuldu. Ancak kimse o mektubu durduramıyor. Kontrolsüz bir şekilde dönüp duruyor.
Çok saf ve naif bir mektup zinciri. Nijerya’daki şeriatın bizim imzalarımızın çokluğundan etkilenip, bir genç kadının taşlanarak öldürülmesinden cayacağını varsayıyor.
Oysa ki, internette imza toplamak için oluşturulan mektup zincirleri yarar bir yana, yargı sürecinde olumsuz etki yapıyor. Üstelik çoğunlukla da gayri ciddi bulunuyor. Çünkü internette, insanlardan bir şeyler talep eden zincirlerin yüzde 99’u ya palavra ya da aptal esprilerden oluşuyor.
Ama yine de şu Emine Laval mektubu dönüp dolaşıp karşıma çıkıyor, değişik kaynaklardan yeniden yeniden geliyor. Boğaziçi ve Harvard’lı akademisyenlerden, kadın hakları alanında kaygı duyan insanlardan geliyor. Tamamı iyi niyetli ama, maalesef içerik yanlış.
O KADAR KOLAY DEĞİLİKİ TIKLA OLMUYOR
Mektup şöyle: ‘Amina’nın (Emine) recm cezası onaylanmış. İki ay süre vermişler bebeğiyle vedalaşması için. Daha sonra boynuna kadar toprağa gömülüp taşlanarak öldürülecekmiş.
Bir süre önce düzenlenen benzeri bir kampanya ile Safiye kurtarılmış, çünkü Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) toplanan imzalar sayesinde Nijerya Hükümeti’ne baskı yapmış. Amina için ise şu ana kadar yeterli imza toplanamamış. Yardım istiyorlar.
İspanyolca olan sayfada işlem yapmanızı kolaylaştırmak için: Nombre’ye isminizi, Apellidos’a soyadınızı, Provincia’ya İstanbul, Pais’e Otros Paises (diğer ülkeler) yazın, sonra Seguir’i tıklayıp devam edin. İkinci sayfaya mail adresinizi girdikten sonra Acceptar’ı tıklayın.
Bir bebeği annesine kavuşturmak bu kadar kolay!
Tabii mesajı başkalarına da göndermeyi unutmayın!’
Aslında bir bebeği annesine kavuşturmak öyle iki tıkla halledilecek kadar kolay bir iş değil. Emine’nin kurtulması da o kadar kolay olmadı. Boşandıktan sonra hamile kalan Emine, zina ile suçlanıyordu. Birlikte olduğu erkek de öyle. Ancak adam şeriat mahkemesinde ben suçsuzum diye yemin edip kurtuldu. Emine ise sözde suçun delilini karnında taşıyordu: çocuğunu. Masumiyetini kanıtlaması için dört şahit göstermesi gerekiyordu. Savunma hakkı tanınmadan recm cezasına çarptırıldı. Mahkemede karar Arapça okundu ki, Emine tek kelimesini anlamıyordu.
ŞERİAT İÇİNDE BİR TEMYİZ ZAFERİ
Olay uluslararası çapta büyük gürültü kopardı. İnsan hakları örgütleri devreye girdi ve karar geçen yıl şeriat temyiz mahkemesine gitti. Bu sefer önde gelen kadın avukatlar, Nijeryalı ünlü avukatlar savundu Emine’yi. Kadın grupları da sürekli mahkemede boy gösterdi. Uluslararası Af Örgütü de mahkemeye temsilci gönderiyordu. Örgüte göre yargılama adildi. Bu nedenle davaya müdahil olmak istemiyor, uluslararası bir imza kampanyasına gerek olmadığını açıklıyordu.
Çünkü şu anda dolaşımda olan mektup zinciri, ta geçen yılın nisan ayında ortaya çıkmıştı ve Emine’nin geçen yılın 3 Haziran günü recmedileceğini öne sürüyordu. Oysa ki 3 Haziran günü Emine’nin temyiz duruşması vardı.
Sonunda Emine kurtuldu ama, mektup zincirleriyle filan değil. Katsina Temyiz Mahkemesi geçen 25 Eylül’de, suç üstü yakalanmadığı ve savunma hakkı tanınmadığı için Emine’nin cezalandırılamayacağı kararına vardı. Yani şeriat sistemi içinde bir temyiz zaferiydi bu.
Laval, şimdi 18 aylık olan kızı Vasila ile birlikte normal yaşamına döndü.
E-mail’de adı geçen ve mektup zinciri sayesinde kurtulduğu öne sürülen Safiye’ye gelince; o da aynı Emine gibi evlilik dışı çocuk doğurmuş, recm cezasına çarptırılmış ve karar temyizden dönmüştü. Bugüne kadar şeriat hükmüyle taşlanıp öldürülen kimse olmadı Nijerya’da.
Şimdi sırada iki eski sevgilinin temyiz davası var. Fatma Osman ile Ahmed İbrahim’in evlilik dışı ilişkisine verilen recm cezası temyiz aşamasında.
Şeriatsız eziyet
Nijerya bir şeriat ülkesi değil. Müslümanların yoğun biçimde yaşadığı kuzeydeki 12 eyalette şeriat yasaları kabul edildi. Emine’nin yargılandığı Katsina eyaleti de bunlardan biri. Nijerya Anayasası’na göre eyaletler şeriat ilanında serbest olmakla birlikte, yargı sürecinin sonunda devlet başkanının hükümlüyü affetme yetkisi var. Ölüm cezası da af yetkisi kapsamında.
Bu arada son bir not:
Nijerya’da kadını canından bezdirmek için ille de şeriat gerekmiyor. Hıristiyanların yaşadığı güney eyaletlerinde kadına dayak, kötek gırla. Erken yaşta evlendirme, başlık parası ve hatta kadın sünneti dahil ne ararsanız var. Sorun şeriat sorunu değil, dünyanın ileri geri birçok ülkesinde olduğu gibi kadına karşı ayrımcılık sorunu...
Yazının Devamını Oku