26 Şubat 2005
<B>Y</B>eni CMUK’un bir maddesi adli tıpçıları fena halde sinirlendiriyor: ‘Üst sınırı 2 yıldan daha az hapis cezası gerektiren suçlarda kişiden kan, saç, tükürük, tırnak, cinsel salgı gibi örnek alınamaz.’ Hak ve özgürlükler açısından mükemmel. Peki ama, ya maddede tarif edilen türde bir sanık geçmişte başka bir suç işlediyse, onun DNA profili, eski bir vakayla ilgili olay yeri incelemesinde elde edilen bulgulara uyuyorsa? Bu bulgu sayesinde, geç de olsa adalet yerini bulacaksa? Birçok Batılı ülkede, geçmiş ve gelecek suçlara müdahale ilkesi, kişilik haklarının üzerinde tutuluyor. En basit trafik suçunda bile DNA örneği alınıp veri bankasında saklanıyor. Ve tabii sivil toplum örgütlerinden ‘fişleniyoruz’ sesleri yükseliyor.
42 yaşındaki İskoç, nezarethanede polis memuruna sinirlenip üzerine bir bardak suyu fırlatıvermeseydi, 10 yıl önce bir kadına bıçak zoruyla tecavüz ettiği de büyük ihtimalle ortaya çıkmayacaktı.
Ancak, sinirlendi ve suyu fırlattı. Bir mahkeme emrine uymadığı gerekçesiyle karakola düşmüştü. Memura saldırıda bulununca hemen orada yanak içinden örnek alındı. Bu örnek, faili meçhul vakalardan ulusal veri bankasına aktarılan DNA örnekleriyle karşılaştırılınca, 10 yıl önce 21 yaşındaki bir kadına karşı tecavüz ve gasp suçu işleyen kişi olduğu teşhis edildi.
Geçenlerde Edinburgh’da yaşanan bu vaka, basit bir suç sonucu DNA örneği alınmasıyla faili meçhullerin ortaya çıkarılması açısından önemli bir örnek.
İngiltere’de insanın DNA örneğinden olması an meselesi. Geçen yıl çıkan yasaya göre herhangi bir suçtan gözaltına alınan, içkili araç kullanırken, ya da izinsiz gösteride yakalanan anında örneği teslim ediyor. Şu anda tam 2.5 milyon kişinin profili polisin elinde. Olay mahkemeye gittiği takdirde yeniden örnek veriliyor. Hem bu örnek, hem de örneğin analizinden elde edilen profil ebediyen saklanıyor. Yargılanan kişi beraat etse de DNA fişlemesine maruz kalmış oluyor. Kriminal soruşturmalarda artık en önemli araç haline gelen DNA bankalarının en genişi şu anda İngiltere’de bulunuyor ve yeni yasa sayesinde havuzun 5 milyon kişiye ulaşacağı tahmin ediliyor. Ve bunların büyük çoğunluğunu da temize çıkan bireylerin oluşturacağı biliniyor.
Bundan daha vahimi de var. ABD’nin Louisiana eyaletinde polis, görgü tanıklarının ifadesine göre ‘beyaz’ bir seri katili ararken 1200 beyaz erkekten örnek topluyor. Bu kişilerin şüpheli olabileceğini gösteren tek bir delil yok. Nitekim hepsi de temiz çıkıyor ama tamamının DNA örnekleri data sistemine giriyor.
ABD’de cezaevlerindeki hükümlülerden de sürekli DNA örneği toplanıyor. Ohio eyaletinde Robert N.Patton adlı mahkûmdan alınan örnek, bu kişinin 17 yıl içinde 37 kadına tecavüz ettiğini ortaya çıkarınca, eyalet savcısının emriyle analizlere hız veriliyor ve DNA örnekleri tam 250 suçun faillerini birer birer ele veriyor.
Şimdi Bush Yönetimi’nin hazırladığı yeni yasa tasarısı, çocuk ve yetişkin sanıklardan hüküm giysin giymesin, DNA örneği alınıp, bunun FBI kontrolündeki ulusal veri bankasına aktarılmasını öngörüyor. Mevcut yasa, sadece hüküm giyen yetişkinlerden alınan örneklerin depolanmasına izin veriyor. Geçen ocak ayı itibarıyla da veri bankasında 1.3 milyon örnek bulunuyor. Çocuk ve yetişkinlerin örneklerinin de eklenmesiyle muazzam bir data sistemi oluşacak.
Ve bu birikim, kişilere ait mahrem genetik bilgilerin suiistimalini önlemek üzere yeni yasaların çıkarılmasını da zorunlu kılacak.
AİLE BOYU GENETİK HAK İHLALİ
ABD ulusal DNA bankası baş döndürücü bir başarıya sahip. Tam 6 bin 670 DNA örneğiyle faili meçhul suçlar arasında bağlantı bulunmuş. Önümüzdeki beş yıl içinde data bankasının geliştirilmesi için 1 milyar dolarlık harcama planlanıyor.
DNA örneği bir çeşit parmak izi gibi algılansa da, parmak izinden çok daha fazla sırrı içeriyor. Bireyin etnik kimliğinden en hassas sağlık bilgilerine ve psikolojik portresine kadar bütün mahremini ortaya döküyor. İnsanın kanında, diğer vücut sıvılarında, kepeğinde, deri döküntüsünde bulunan hücresel asit, bireyin genetik şifresini ele veriyor. Ve o şifre, tek yumurta ikizi dışında başka kimsede bulunmuyor.
Amerikan Sivil Haklar örgütü şundan kaygı duyuyor: ‘Dijital DNA profilleri FBI bilgisayarlarına yüklenirken, suçla ilgili ya da ilgisiz yüz binlerce bireyin kan ve tükürük örnekleri federal laboratuvarlarda tutulacak ve çok geçmeden hükümet bunlara el atacak, insanların genetik kodlarıyla oynamaya başlayacak. Canilerden sonra şimdi çocuklara da el attılar. Ayrıca araştırmacılar, kişinin boyu, saç rengi ve diğer özellikleriyle ilgili genetik işaretleri de tespit edebiliyorlar.’
DNA parmak izinin mucidi olan İngiliz bilimadamı Sir Alec Jeffreys de aynı uyarıda bulunuyor. Teknolojiyi 20 yıl önce geliştiren Jeffreys, polis ve adli tıpçıların, sivil özgürlükler açısından çok tehlikeli bir noktaya geldiklerini söylüyor. Ona göre profillerin sadece isim ve barkod olarak saklanması; ırk, eşkal, sağlık bilgileri ve diğer unsurların dışta bırakılması gerekiyor. Oysa Londra polisi şu anda belirli bölgelerde yoğun yaşayan siyahlarla Asyalıların profillerini topluyor ki, bu da bir ayrımcılık suçu oluyor.
Jeffreys’e göre şüphelinin olay yerinde bıraktığı izlerden etnik kökenini bulmak mümkün ve İngiliz polisi bugün bu şekilde iz sürüyor. Ancak polisin bu tür verileri elinde bulundurması bireyin genetik haklarının ihlali anlamına geliyor.
Sadece söz konusu bireyin değil, çocuklarının genetik sırlarını da ele veriyor, böylece adli soruşturmalara ailelerin de dahil edilmesi gündeme geliyor. Genetik verileri saklayan özel şirketlerin, bu bilgileri kişilerin iradesi dışında farklı amaçlarla kullanması ihtimali de mevcut.
BİZDEKİ UYGULAMA NASIL
Ayrıca hükümetlerin, data bankasında örneği bulunan kişileri sürekli gözetim altına alıp, haklarını kısıtlaması da mümkün. Özellikle siyasi gösterilere katılıp gözaltına alınanlar bu riskle karşı karşıya. Bu nedenle İngiltere’de soruşturmanın tamamlanmasından sonra örneklerin imha edilmesini de içeren yeni düzenlemeler isteniyor.
Bizim Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu (CMUK) da işte bu noktada. Öncelikle, üst sınırı iki yıldan az ceza gerektiren suçlarda kişiden DNA örneği alınması yasak. Bir suça ilişkin delil elde etmek üzere şüpheliden örnek alınmasına ise polis değil, savcı veya hakim karar veriyor, müdahale de hekim gözetiminde yapılıyor. Kovuşturmaya gerek duyulmadığı takdirde ise genetik bilgiler yok ediliyor.
Ancak Türkiye’de zaten DNA bankası da yok. İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sevil Atasoy, Türkiye’de iyi bir olay yeri incelemesi yapılmadığını, delil teslim zincirinin çalışmadığını söylediği gibi, DNA bankası kurulması gerektiğini de vurguluyor; ‘Türkiye’de polis, jandarma, Adli Tıp Kurumu ve Adli Tıp Enstitüsü’nün elinde illegal DNA bankaları var. Bunlar, insan haklarına ve hukuka aykırı’ diyor.
Gazeteciler, DNA örneğinden ünlülerin genetik sırlarını haber yapabilir
İngiltere, babalık davalarında kanıt olarak sunulmak üzere gizlice DNA örneği alınmasını suç haline getiriyor. Burada Amerikalı iki milyarder, Steve Bing ile Kirk Kerkorian arasındaki babalık davasında yaşananlar örnek teşkil etti. İngiliz model Liz Hurley’in de babalık davası açtığı Bing’in eski sevgililerinden biri Kerkorian’ın karısıydı. Kerkorian karısının çocuğunun Bing’e ait olduğunu ileri sürüyordu ve özel dedektifler çöpten Bing’e ait diş temizleme ipini alıp DNA testi yaptırdılar. Bing ve Kerkorian sonunda mahkeme dışında anlaştılar ve çocuğun kime ait olduğu dışarı sızmadı.
İngiliz Genetik Komisyonu da, DNA hırsızlığını önleyecek yeni bir düzenleme yapılması için teklif hazırladı. Komisyonun özel dedektiflerin yanı sıra dikkat çektiği tehlikelerden biri de şuydu: Bazı ahlaksız gazeteciler, ünlü kişilerin günlük yaşamda kullandığı kahve fincanı gibi objelerden örnek alıp bunu analiz ettirerek o kişinin genetik bilgilerini haber yapabilir.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2005
Aslında onları fazla okuyan yok ama, kariyer sahibi gazetecileri çıtır çıtır yiyorlar. Onlar, web günlükçüleri. Ya da internet dilindeki özgün adlarıyla blogger’lar. Yani web ve log sözcüklerinden türeyen blog fiilinin eylemcileri. ABD’de sadece 2004 yılı içinde 4.12 milyon weblog oluşturulmuş. Ancak bir araştırmaya göre internet kullanıcılarının yüzde 62’si blog nedir bilmiyor. Buna rağmen son derece etkinler. Önce TV efsanesi Dan Rather’ın yayınladığı Bush’la ilgili belgelerin sahte olduğunu ortaya çıkardılar. Sonra da, CNN’in haber müdürü Eason Jordan’ın istifasına yol açtılar. Kesin bilgiye dayanıp dayanmadığı belli olmayan hadiseleri internette yayarak baskı platformu oluşturup, sonra kurban alan bu kitle, kimilerine göre demokratik ve şeffaf yapılarıyla geleceğin medyası. Kimilerine göre de azgın bir güruhun oluşturduğu linç çeteleri.
‘Ağzından salya akıtan moron güruhun oluşturduğu linç çetesi galip geldi.’ ABD’li bir medya eleştirmeni, CNN’in Irak’taki ekibinden de sorumlu haber müdürü Eason Jordan’ın internette yayılan söylentiler sonucu istifa etmesini böyle yorumluyor.
Jordan, 27 Ocak günü Davos Ekonomik Forumu’ndaki off the record bir panelde ‘Amerikan askerleri gazetecileri bilerek öldürüyor’ demiş. Aslında kurduğu cümle tam olarak bilinmiyor. Panele katılan Rony Abovitz adlı işadamının Davos’un resmi web günlüğünde yazmasından sonra diğer blog’lara da sirayet eden söylenti bu. Paneli organize edenler, toplantının gizlilik ilkesi nedeniyle tutanakları yayınlamadığı için kelimesi kelimesine ne söylediği bilinmiyor. Jordan ise, ‘Kaza sonucu gazetecileri vuran Amerikan askerlerinin kasten ateş açtıklarını söylemedim’ diyor. Ancak iki hafta süren blogger baskısı sonucu istifa ediyor. Çıkarılan gürültü öyle korkunç ki, nasıl ifade edildiği belli olmayan bir cümle uğruna easongate.com diye bir weblog bile açılıyor.
Tabii Jordan’ın, panel kayıtlarının yayınlanmasında ısrarlı olması da şüpheleri üzerine çekmesine neden oluyor.
Jordan’ın linç çetesine kurban gittiğini söyleyen Columbia Journalism Review’dan Steve Lovelady, ‘Jordan, cepheye gönderdiği muhabirleri için kaygılanıyor ve her giden dönmediği için üzülüyordu’ diyor. Jordan’ın acısı olduğu kesin, çünkü CNN Irak savaşında üç muhabirini kaybetti.
Şimdi Jordan’ı yiyen blogger’ların tamamı, Bush Yönetimi yanlısı muhafazakarlar. Ancak bu olay basit bir muhafazakar-liberal çatışması gibi de görünmüyor. Çünkü Davos’taki panelde bulunan iki Demokrat Partili Kongre üyesi, Jordan’ın sözlerini eleştirirken, paneli yöneten David Gergen, Jordan’ı savunuyor. US News and World Report’un editörü olan Gergen, ‘Jordan’ın üzerine gitmelerinin nedeni, bazılarının CNN’i aşırı liberal bulması. Jordan, askerlerin kasti davrandığı anlamına gelebilecek sözlerini hemen değiştirdi ve gazetecilerin hem direnişçilerin, hem de askerlerin hedefi olduğunu söyledi’ diyor. Nitekim Amerikan askerlerinin Irak’ta 12 gazeteciyi öldürdüğü bir gerçek.
Jordan’ın sözlerini ilk duyuran kişi olan Rony Abovitz, Davos’taki gazetecilerin bunları yazmaya niyetli olmadığını, çünkü birbirlerini koruduklarını iddia ediyor. Ordu aleyhindeki ifadeler gücüne gittiği için de kendisi yazıyor.
ABD’NİN MEŞRU HEDEFLERİ
Blogger’lar tarafından e-mail yağmuruna tutulan CNN, bir zamanlar kanalın yıldızı olarak gösterilen Eason Jordan’ı gözden çıkarmak zorunda kalıyor. Çünkü sağ kesim internet yorumcuları, CNN’i ‘Amerika’dan nefret eden bir liberal kale’ olarak gösteriyor. Irak savaşında rakip kanal FOX TV kadar vatanperver davranmadığını, Jordan’ın son sözlerinin de bunun bir kanıtı olduğu fikrini enine boyuna işliyorlar. Bunun üzerine Jordan istifa açıklamasında, CNN’e haksız yere leke sürülmesini istemediğini söylüyor.
Blogger’ların vatanseverlik çığlıkları arasında bir tek şu tartışılmıyor; ABD askerleri gerçekten gazetecileri hedef almış olabilir mi? Almadığı söylenemez. 2003 yılı Nisan ayında ABD birlikleri, Bağdat’taki Filistin Oteli’ne tank ateşi açarken, orada gazetecilerin kaldığını pekala biliyordu. El Cezire’nin Bağdat’taki ofisine lazer güdümlü füze atılıp bir gazeteci öldürülürken de, bir hata söz konusu değildi. Bush Yönetimi’nin nefret ettiği bu kanalın, Kabil’deki bürosu bombalandıktan sonra hedefin ‘meşru’ olduğunu söyleyen ABD’ydi.
DAN RATHER VAKASI
Medya çevrelerine göre CNN, CBS Televizyonu’nun başına gelen blogger faciasını yaşamamak için Jordan’la vedalaşmakta tez davranıyor.
CBS vakası şöyle gelişiyor: Geçen eylül ayında, başkanlık seçim kampanyasının en hızlı günlerinde, CBS’in efsane ismi Dan Rather, George W. Bush’un Ulusal Muhafız Gücü’nde torpilli askerlik yaptığını gösteren bazı belgeler yayınlıyor. Ancak bir grup blogger bu belgelerin sahte olduğunu iddia ediyor. Olayın gazetelere de yansıması üzerine CBS hemen soruşturma açıyor, ancak bu arada internet baskıları devam ettiği için bir prodüktörü işten atıp, üç kişiyi de istifaya zorladıktan sonra defteri kapatıyor.
Bu arada Rather, önümüzdeki mart ayında emekliye ayrılacağını da açıklamış bulunuyor.
Sadece sağcılar ‘kariyer yiyici’ sanılmasın. Liberal blogger’lar da muhafazakar gazeteciler arasından kelle alıyor. Örneğin önceki hafta, Beyaz Saray’a sahte isimle akredite olmuş bir internet muhabirinin maskesi düşürüldü. Adamın adıyla porno siteleri arasındaki bağlantılara varıncaya kadar bütün kirli çamaşırlar ortaya döküldü.
VAHŞİ BATI MI, ŞEFFAF MEDYA MI
Daha birkaç yıl öncesine kadar Columbia Journalism Review gibi yayınlarda ya da gazete köşelerinde yer alan medya eleştirileri internetteki blog’larda ansızın bir ihbar ve linç müessesine dönüşüyor. Medyanın zemini hızla değişiyor ve geleneksel yayın organları müthiş bir şaşkınlık yaşıyor. New York Times gibi gazeteler, daha Jordan’ın ne söylediğini araştırırken, blogger baskısı CNN yöneticisinin ayağını kaydırıveriyor.
ABD’deki kimi medya eleştirmenlerine göre blogger’ların yükselişi demokratik ve şeffaf yayıncılık açısından sağlıklı bir gelişme, ancak kimilerine göre de ilkeler, kurallar ve sorumluluğun olmadığı yeni bir Vahşi Batı’nın doğuşu.
Bir zamanlar CNN muhabiri olan Rebecca MacKinnon şimdi bir blogger ve mensubu olduğu yeni cephenin eski medya modellerini dönüştürdüğünü, çünkü görüşlerinde tamamen bağımsız ve şeffaf olduklarını söylüyor. Ve internet ortamında herkes hem okur, hem de gazeteci kimliği taşıyor.
Jordan olayını ortaya çıkaran Abovitz de web günlüklerini, halkın aradığı ses olarak tanımlıyor. Editörlerin elinden, yani süzgeçten geçmemiş ortak ses.
Dijital çağda artık herkes tek başına gazeteci. Yazı işleri toplantıları, etik kuralları olmadan, haber yetiştirmek için zamanla yarışmadan ve haber için para harcamadan tek başına gazeteci.
CNN’in Dışişleri Bakanı’ydı
1982 yılında CNN’de göreve başlayan, birçok kanal ekonomik önlem olarak dış bürolarını kapatırken, CNN’in uluslararası ağını oluşturan Eason Jordan, CNN’in ‘Dışişleri Bakanı’ lakabıyla anılıyordu. 1991 yılındaki ilk Körfez Savaşı’nda Irak’tan canlı yayın yapan tek kanal olan CNN’in ekibini yöneten Jordan, son savaşta da yine iş başındaydı. Kuveyt’e gidip, ekibin Irak’ta kullandığı ikinci el Humvee’leri bile o almıştı. Ancak birkaç ay önce New York Times’ta yayınlanan makalesi tepki çekti. Geçmişte, kanalın Irak’taki ekibine bir zarar gelmesin diye, Saddam Hüseyin’in zulmünü tam olarak yansıtamadıklarını söylüyordu. Bunun üzerine bazı köşe yazarları, CNN’i, Iraklı yetkililerle iyi ilişkiler uğruna gazetecilikten ödün vermekle suçladılar.
Yazının Devamını Oku 12 Şubat 2005
<B>C</B>ondi geçen hafta Ankara’da, ABD’deki bazı dizi ve filmlerde Türk düşmanlığı yapıldığı sitemiyle karşılaşınca, ‘Hollywood üzerinde etkimiz olsaydı, önce Fahrenheit 9/11’i engellerdik’ dedi. Katiyen doğru değil. Geçen hafta, iki lezbiyen çift görünüyor diye ‘Postcards from Buster’ adlı çizgi dizinin bir bölümünün TV’de yayınlanmasını resmen önlediler. Tavşanın eşcinselliği yaymak gibi gizli bir gündemi bulunduğuna inanan ABD Eğitim Bakanı Margaret Spellings, PBS kanalına mektup yazdı, onlar da bölümü yayından kaldırdı.
SüngerBob KareŞort, çizgi dünyasının en munis, en naif yaratığı. Hinoğluhinlik nedir bilmez ama, hinoğluhinlerin her türlü katakullisine açıktır. O bir bulaşık süngeridir, denizaltında bir ananas evde yaşar ve hamburgercide çalışır. Kızım süngerin hastası, oradan biliyorum.
Şimdi bu biçare yaratık eşcinsellik propagandası yapmakla suçlanıyor.
Bütün olay şundan ibaret; sempatik bulaşık süngeri, değişik ırk ve dinlere tolerans gösterilmesi amacıyla hazırlanan çocuklara yönelik bir videoda, Winnie the Pooh ve Muppetlar gibi onlarca çizgi karakterlerle bir araya geliyor. Hep birlikte We Are Family şarkısını söylüyorlar. Şimdi burada amaç, çocukları her din ve ırkla barışık kılmak ama klibin web sitesinde eşcinsellik yanlısı mesajlar veren We Are Family adlı vakıf tarafından hazırlanmış olması bir anda ortalığı alevlendiriyor.
We Are Family deyince insanın aklına hemen Kuş Kafesi’nin son sahnesi geliyor. Hani gay kulübünden çıkışta çalan parça.
Neyse, Amerika’daki Hıristiyan gruplar da o sahneyi hatırlıyor mu bilmiyorum ama el kadar zavallı bir süngerin gay olduğunu iddia ediyorlar. Çünkü hoşgörü mesajı veriyor ve tolerans deyince adamların aklına sadece eşcinsellik geliyor. Oysa bu yaratık animasyon olmanın ötesinde, çizgi insan bile değil, altı üstü delik deşik bir sünger.
İKİ ANNELİ ÇOCUKLAR
Ancak, Focus on the Family adlı muhafazakar örgütün kurucusu olan Dr. James C. Dobson, geçen ay Kongre’ye gidip bulaşık süngerinin, eşcinselliği öven bir müzik klibinde rol aldığı konusunda söylev çekiyor. Dobson’a göre klibin gizli bir gündemi var; çocukları eşcinselliğe ve biseksüelliğe özendirmek.
Bu Dobson aynı zamanda, geçen yılki seçim kampanyasında Bush’un en hararetli destekçileri arasında yer alıyor. Biliyorsunuz, gay evliliklerine karşı yürüttüğü etkili kampanya, Bush’un yeniden seçilmesinde önemli rol oynuyor.
Ve Bush kampı gay birlikteliklerine karşı her cephede savaşa devam ediyor. Geçen hafta, henüz görev başı yapmış bulunan yeni Eğitim Bakanı Margaret Spellings ilk icraatını yerine getiriyor. Çocukların çok sevdiği ‘Postcards from Buster’ adlı çizgi dizinin yeni bölümünde iki lezbiyen çiftin birden göründüğünü öğrenen bakan, PBS kanalına sert bir mektup yazıyor: ‘Birçok anne-baba, çocuklarının bu bölümde gösterilen yaşam tarzına maruz kalmasını istemeyecektir’ diyor. Bunun üzerine PBS, bölümün 349 kanala dağıtımını durduruyor.
Dizinin kahramanı olan tavşan Buster, ülkeyi karış karış gezen bir karakter. Hıristiyan’ı, Müslüman’ı, Amerikan yerlisi gerçek çocuklarla buluşup onların yaşamından kesitler aktarıyor. Farklı kültürlerin yediklerini, içtiklerini, oyunlarını ekrana getiriyor. Son bölümde de iki anneli çocuklarla beraber oluyor. Hep birlikte tatlı pişiriyorlar.
Bu kadarı herkese fazla gelebilir ama liberaller ABD’de ebeveyni aynı cinsten olan binlerce çocuğun yaşadığını söylüyor. Dahası milyonlarca çocuğun eşcinsel amcası, dayısı, teyzesi, kardeşi, kuzeni bulunuyor. Bir o kadar da gay ve lezbiyen eğitimci var. Yani çocuklar bu insanlarla dirsek temasında yaşıyor ve liberal kesime göre, cinsel kimliğe yönelik önyargılar beslemenin doğru olmadığını öğrenmeleri gerekiyor, çünkü gayler ulusal mozaiğin meşru üyeleri. Önyargıların da nefrete dönüşeceğinden eminler.
Muhafazakarlar ise çocuklara hoşgörü aşılamak suretiyle eşcinselliğin, heteroseksüelliğe alternatif bir yaşam biçimi olarak sunulduğunu savunuyor. Birçok kilise tolerans sözcüğüne karşı alerjik reaksiyon gösteriyor, bunun çocukların beynini yıkamak için icat edilmiş tehlikeli bir kavram olduğunu ileri sürüyor.
KOMPLO TEORİSİ
Çizgi filmlerdeki birtakım gay çağrışımlar gerçekten eşcinsellik propagandasına yönelik olabilir. Çocukların beyni yıkanıyor diyen muhafazakarlar haklı da olabilir. O halde, 24 ve West Wing gibi dizilerde Türklerin terörist olarak gösterilmesi de aynı sınıfa girebilir. Onlar da propaganda ve beyin yıkama amacı taşıyabilir. Nitekim son günlerde internette dolaşan bir komplo teorisine göre bu dizilerin amacı, Türkleri kötü gösterip, Amerikan halkını gelecekte Türkiye’ye yapılacak bir müdahaleye hazırlamak.
Hadi bu komplo teorisini biraz daha geliştirelim; ABD Yönetimi kendi planı olduğu için Türk düşmanlığı yapan dizilere karışamayacağını söylüyor, eşcinsellik ise kesinlikle kendi normlarına uygun bir proje olmadığı için, anında müdahale ediyor. Düz mantık çizgisi, komplo dozunu buraya kadar vardırabilir işte.
Şimdi Bush Yönetimi’nin önünde bir badire daha var. Simpsonlar dizisinde de sürekli görünen bir karakterin 20 Şubat’ta yayınlanacak bölümde eşcinsel evlilik yapacağı söyleniyor. Bu şahsiyetin kimliği şimdilik bilinmiyor ama bahisler Marge Simpson’un kızkardeşi Patty Bouvier üzerinde yoğunlaşıyor.
Yazının Devamını Oku 5 Şubat 2005
Milyonlarca yeni türün keşfedildiği sinek-böcek aleminde hayvanlara Latince isim vermek meğer ne zor işmiş. Bulunan her yeni türe bir ad verip, hayvanı uluslararası çapta bilim dergilerinde lanse eden entomologlar, isim darlığı yüzünden, pop ve rock kültüründen apartma isimleri birtakım eklerle Latince kılıfına sokmaya başlamışlar. Latince taklidi bazı örümcek, karınca ve güve isimlerindeki şifreyi çözmek o kadar zor değil. Ama, hayatına Playboy girmemiş bir entomolog nasıl deşifre etsin, Carmenelectra Shechisme güve fosilinin adını?
Bir bilim dergisinde yayınlanmış, börtü böceğin inanılmaz marifetleriyle ilgili bir yazıydı. Gelecek mevsimin hava koşullarını önceden sezip ona göre yuva yapmalar, yiyecek stoklamalar derken, italik yazılmış Latince böcek adlarını da atlayarak giderken, karınca isimlerinden birinde durakaldım; Pheidole Harrisonfordi.
Latince sıfır ama, bu isimde de bir aşinalık var. İkinci kelimeyi ikiye ayırınca şifre çözüldü. Harrison Ford. Peki Harrison Ford’un bir karınca ile nasıl bir ilgisi olabilir? Indiana Jones serisinde akrep, yılan ve türlü haşaratla fazla içli dışlı olduğu için herhalde. Bu bir tahmin ama, bir entomolog keşfettiği yeni karınca türüne bu ismi vermiş işte.
Meğerse entomologlar, keşfettikleri ve keşfedecekleri milyonlarca yeni tür böcek ve sineğe, hayvanların hacimlerinin 10 katı cüsseye sahip Latince isim bulmakta zorlandıkları için işi iyice espriye vurmuşlar. Kendilerine göre bir mantık silsilesi içinde, pop ve rock kültüründen, sanat ve edebiyattan tanıdık isimleri Latince kisvesi altında paketlemeye başlamışlar.
Yani Latince’dir diye atladığımız uzun italik sözcükler arasında kolaylıkla deşifre edebileceğimiz kodlar bulunabilir.
Bilim adamlarının hafif ve uçarı yönünü yansıtan bu uyduruk isimler ciddi bir şekilde uluslararası tescile giriyor. Zooloji terminolojisini belirleyen International Commission on Zoological Nomenclature (ICZN) adlı kurulun onayından geçtikten sonra ebedileşiyor.
METALLICA VE GRATEFUL DEAD
Örneğin yeni bulunan bir güve fosiline Carmenelectra Shechisme adı verilmiş. İkinci kelime İngilizce’de ‘she kiss me’, yani ‘beni öptü’ diye okunuyor. Güve fosiliyle Playboy güzeli Carmen Electra arasındaki bağlantıyı deşifre etmek pek mümkün değil. Kimbilir belki de böcekbilimcinin fantezisi.
Sonra Metallica’ya atfen Metallichneumon Neurospatarchus adlı eşekarısıyla karşılaşıyoruz. Buradaki şifreyi çözmek için Latince bilmek gerekiyor, çünkü ikinci kelime ‘neurospatarchus’, grubun ‘Master of Puppets’ albümünün Latince karşılığı. Rock dünyasından bir isim daha var; Dicrotendipes Thanatogratus. Bu bir çeşit titrersinek ve Latince adının İngilizce karşılığı ‘The Grateful Dead’.
Yıldız Savaşları’nın meşhur Darth Vader’ı da adını bir mayta vermiş; Darthvaderum. Ayrıca bir de Draculoides Bramstokeri örümceği var. Latince taklidi şifre çok basit. Dracula ve eserin yazarı Bram Stoker.
Tabii bu isimler İngiliz pop kültürüyle fazla teması olmayan, böceklerin dünyasında yaşayan bilim adamları için Latince’den daha karmaşık göndermeler içeriyor. Bunların bazıları da hayli müstehcen. Örneğin ‘foadia’ böceği adını, baş harfleri ‘f.o.a.d.’ olan, gençlerin kullandığı çok ağır dozda bir küfürden alıyor.
Şu örümcek ismi de beyzbolu bilmeyen biri için küfür gibi bir şey: Mastagophora Dizzydeani Eberhard. Dizzy Dean ünlü bir beyzbolcuymuş.
Sadece böceklerin değil, çok daha iri hayvanların dünyasında da kült isimler var. Örneğin uzun kuyruklu bir pterozora ‘Arthurdactylus Conan-doylei’ adı verilmiş. Yani Kayıp Dünya ve Sherlock Holmes’un yazarı Arthur Conan-Doyle’un adı. Küçük otoburları yiyerek beslenen bir dinozorun adı da ‘Bambiraptor.’ Disney karakterlerini tanımayan bir paleontolog bu şifreyi çözsün bakalım.
SEN DE Mİ BRUTUS
Bazı dinozor isimlerindeki şifreyi kırmak için de J.R.R. Tolkien lugatını iyi bilmek lazım. Mesela, birinin adı Bubogonia Bombadili. İsim babası da Yüzüklerin Efendisi’ndeki hobbitlerden Tom Bombadil.
Dire Straits’in solisti Mark Knopfler de bir dinozorun isim babası. Hayvanın adı henüz dört yıl önce konulmuş: Masiakasaurus Knopfleri.
Ama bana göre en favori isim, şu anda nasıl melun bir hayvan olduğunu çözemediğim bir çeşit su böceğine ait: Ytu Brutus... Yani, sen de mi Brutus!
Yazının Devamını Oku 29 Ocak 2005
Claudia Schiffer, ‘estetik ameliyat bekleyecek’ diyor. Reklamın sloganı, L’Oreal’in diğer ürünlerinde olduğu gibi ‘Ben buna değerim.’ Şimdi; Schiffer’den Andie MacDowell’a bütün L’Oreal yıldızlarının kendini layık bulduğu bu ürünler süpermarketlerde satılıyor. Tabii insan düşünüyor, acaba gerçekten bu ürünleri mi kullanıyorlar diye. Sonra Cem Yılmaz gece gündüz Doritos mu yiyor, İbo Merinos halısı mı seriyor, Seda Sayan ayağına hep Polaris mi geçiriyor şeklindeki sorularla zincir uzatılabilir. Markalar belki ünlülerle daha çok satıyor ama bazen yıldız kazaları da meydana geliyor. Mesela tanıttığı ürünü kullanmadığı belgelenenler, daha da beteri rakip markayla yakalananlar var...
Michael Jackson’ın henüz sübyancılıkla suçlanmadığı günlerde, şapkasını uçurduğu meşhur Pepsi reklamı vardı hani. O reklam sayesinde Pepsi’nin pazar payı yüzde 8 sıçradıydı da, sektörde yüzde 1’lik kıpırdanma bile milyon dolarlarla ölçüldüğü için yer yerinden oynadıydı. Derken sağlık obsesyonu bulunan Jackson’ın asitli içecekleri ağzına bile sürmediği ortaya çıktıydı.
Pepsi üç bölümlük reklam dizisi için Jackson’a 25 milyon dolar ödemişti. Reklam eleştirmenlerine göre ise tüketici, ‘Jackson da Pepsi içiyor’ diye düşünme hakkına sahipti ve bunun tersi, reklamcılık adına bir yüz karasıydı.
Markayı popçuyla özdeşleştiren Pepsi ise uğradığı kazayı şu açıklamayla geçiştirdi: ‘Michael Jackson’ın Pepsi içip içmemesi önemli değil. Onun Pepsi içen milyonlarca hayranı var. Ayrıca evinde Pepsi makinesi bulunduğunu biliyoruz, çünkü sevkıyatı biz yapıyoruz. En azından misafirlerine bizim markamızdan ikram ettiğini düşünüyoruz. Amacımız ona Pepsi içirmek değil, markamızı onun kimliğiyle bütünleştirmek.’
Bu vaka 1992 yılına ait. Önümüzdeki pazartesi sübyancılık suçundan mahkemeye çıkacak Michael Jackson’ın bugün herhangi bir markayla özdeşleştiğini düşünebiliyor musunuz?
Bu, Pepsi’nin ilk ve son kazası olarak kalmadı. Don Johnson da Pepsi reklamına çıkarken, People dergisi aktörün diyet Cola içerken çekilmiş görüntüsünü yayınladı. Yıllar sonra, Pepsi yıldızı Britney Spears da, Coca Cola içerken yakalandı.
Sonra L’Oreal’in saç boyası reklamına çıkan Cybill Shepherd’ın, saçını boyamadığı anlaşıldı. Helena Bonham Carter, Yardley kozmetik reklamında göründüğü halde, asla makyaj yapmadığını açıkça itiraf etti.
Hatta bazı reklam kazaları mahkemelik oldu. Şimdi dünya sıralamasında ikinciliğe düşen ünlü golfçü Tiger Woods, Nike’tan yılda 694 bin dolar alarak ‘Tour Accuracy’ topunun reklamına çıkıyordu ve sanılıyordu ki, Woods turnuvalara da o topla çıkıyor. Ancak Woods’un kendisine özel geliştirilmiş bir top kullandığı anlaşılınca, bir tüketici grubu olayı mahkemeye götürerek Nike’ı gerçeği itiraf etmeye zorladı.
Oysa Nike, tarihteki en büyük yıldız ivmesini gerçekleştiren markaydı. 1984’te Reebok’un dayanılmaz rekabeti karşısında basketbol ilahı Michael Jordan’la 2.5 milyon dolarlık sözleşme imzalayan Nike, bir çırpıda 2 milyon çift Air Jordan satıvermişti. Rivayete göre o çılgınca alışveriş sırasında ayağına uymayan numarayı alanlar bile çıkıyordu. Nike bir yılda 100 milyon dolarlık ürün sattı, Jordan’ın yıllık değeri artık 500 milyon dolardı ve o gerçekten Nike giyiyordu.
BETTE DAVIS PARA ALMAZDI
Şimdi Nike, Pepsi bir yana, kozmetik dünyasındaki ünlüler çekişmesi bir yana...
Kozmetik sektörünün dev markaları için en tercih edilen reklam, hiç şüphesiz ki bir yıldızın söz konusu ürünü üzerine para almadan gönüllü olarak kullanması. Mesela eski Hollywood’un divaları Bette Davis ve Joan Crawford’un saçtığı ışıltının ardındaki marka olan Max Factor, ürünlerini bu iki yıldızla özdeşleştirip bir marka fanatizmi yarattığı gibi, para da ödememiş. Ancak zaman değişti, Max Factor artık markasını bir ikona yapıştırmak için üstüne para veriyor. Mesela birkaç yıl önce Madonna’ya Avrupa kampanyası için 6 milyon dolar ödüyor. Üstelik, Davis ve Crawford’un gerçekten Max Factor sürünmesine karşılık, Madonna’nın aynı markayı kullandığı bile şüpheli.
Aslında kozmetik firmalarının ünlüleri kullanması iki ucu keskin bıçak. Örneğin Lancome-Isabella Rossellini ilişkisi. L’Oreal, 1980’lerde Rossellini’yi Lancome yüzü seçerek, tam anlamıyla atlatma bir iş yapmış, kozmetik reklamlarında yıldız sistemini başlatmıştı. Ürün yelpazesinin tamamında Isabella’nın yüzü vardı. Bu birliktelik 14 yıl sürdü ve yedi yıl önce ilişki sona erdiğinde ünlü aktris-model, ‘Beni yaşlandığım için kovdular’ dedi. Isabella 44 yaşındaydı ve Lancome’un durumu fenaydı. Dünyada sözü geçen bütün kadın dergileri Isabella’yı destekledi. Bunun üzerine şirket, anti-aging serisinde rol önerdi, o da reddetti. Gitti Lancaster ile anlaştı ve Manifesto kozmetik serisinin yüzü oldu. Eskiden Lancome mu kullanıyordu, şimdi Lancaster mi kullanıyor, bilinmiyor.
Lancome, markasını bir daha asla tek bir yüzle özdeşleştirmedi. Şimdi artık Lancome az ünlü yüzler kullanıyor ki, marka gölgede kalmasın. Yüzler fazla ünlü olmayınca, ürünü gerçekten kullanıp kullanmadığı da o kadar önem taşımıyor. L’Oreal, üst marka Lancome’da -Miracle parfümünün reklamını yapan Uma Thurman hariç- silik yüzler kullanırken, kırışık önleyici kremden saç boyasına kadar uzanan L’Oreal ürünlerinin kadrosunda Milla Jovovich, Claudia Schiffer, Beyonce Knowles, Andie MacDowell, Heather Locklear ve Catherine Deneuve gibi çok ünlü isimler var ve L’Oreal kullandıkları şüpheli.
Garnier saç boyaları da bir L’Oreal ürünü. ABD’deki reklamlarında Sarah Jessica Parker’ın saçlarını görüyoruz; Türkiye’de ise İpek Tuzcuoğlu’nu. Acaba saçlarını Garnier ile mi boyuyorlar?
Kim ne reklamına çıkıyor
n Chanel, efsane parfümü Chanel No.5 için, şu anda şöhretin doruğunda olan Nicole Kidman ile -bir rivayete göre- 12 milyon dolara anlaştı.
n Kendine özgü güzelliğiyle Uma Thurman, kadında bireysel güzelliği vurgulayan Lancome’un Miracle parfümünü tanıtıyor.
n Beyonce Knowles, Tommy Hilfiger’in yeni parfümünün reklamında.
n Calvin Klein’ın yıldızı, Hollywood’un son güzellerinden Scarlett Johansson.
n Givenchy’nin yıldızı ise Liv Tyler.
n Elizabeth Arden’in son bombası Catherine Zeta-Jones.
n Revlon’un ‘Unforgettable’ serisinde Halle Berry, Eva Mendes, Karen Duffy, Jaime King, Julianne Moore’un yüzleri var.
n MAC’ın yıldızları; Mary J. Blige, RuPaul, Christina Aguilera, Missy Elliott, Boy George, Chloe Sevigny ve Linda Evangelista.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2005
Şimdi şurada bayramın üçüncü günü kimsenin adetlerine karışmak ya da canını acıtmak istemem ama, koyunlarla ilgili bir araştırmanın sonuçlarını aktarmak istiyorum. İngiltere’deki Babraham Enstitüsü’nde yapılan araştırma, o melül bakışların ardında muhteşem bir hafıza olduğunu ortaya koyuyor. Koyunlar, sürüdeki arkadaşları, çobanları ve yakın çevredeki tanışları derken 50-60 resmi belleklerine kaydedebiliyorlar. Yani, eğer tanıdığınız bir koyunu kesiyorsanız, bilin ki, o da sizi çok yakından tanıyor.
Meğerse beslediğimiz koyunları keserken çok güzel dostlukları da öldürürmüşüz. Çünkü onlar, yakından tanıdıklarına bağlanır, severmiş.
Artık hiçbir yaşam umudu kalmadığını anladıkları an kellelerini teslim ederken, sürüdeki tanışları, çobanları da dahil sevdiklerinin yüzleri film şeridi gibi geçermiş gözlerinin önünden.
Belleklerine kaydedilen son resim, elinde bıçağıyla yaklaşan kasap olurmuş.
O ‘kuzu kuzu’ boyun eğmeleri nedenmiş biliyor musunuz? Aptal sandığımız o hayvanlar öyle bir bilince sahipmiş ki, artık yaşam umudu kalmadığını anladıkları an boyunlarını teslim edermiş.
Kuzular analarından, analar kuzularından ayrı düştüğü zaman günlerce ağlarlarmış. Anıları öyle derin olurmuş ki, ayrılık acısı iki yıl sürermiş. Bazı insanların vefasından uzun.
Bu bilgileri İngiltere’deki Babraham Enstitüsü’nün araştırmalarından ediniyoruz. Prof. Keith Kendrick bu enstitüde yıllardır hayvanların görsel hafızası üzerine araştırmalar yürütüyor. Ve salaktır, duygusuzdur diye ikinci sınıf hayvan muamelesine maruz kalan koyunlarla ilgili çok şaşırtıcı sonuçlar elde ediyor.
PROFİLDEN BİLE TANIYORLAR
Kedi ve köpeklerin belleğinde hiçbir görsel kayıt olmadığı, buna karşılık koyunların 50 kadar koyun resmiyle 10 insanın resmini belleğine kazıdığı ortaya çıkıyor. Koyunlar melül melül bakarken, tanıdıklarını profilden bile teşhis edebiliyorlar. Hafızalarında taşıdıkları o resimlerin sahipleri çevrelerinde olmadığı zaman, onları düşünmeye başlıyorlar. Hasretin ta kendisi.
Prof. Kendrick başkanlığındaki ekibin, sonuçları Nature dergisinde yayınlanan araştırması şöyle: Koyunların yiyecek uğruna akla gelebilecek her şeyi yaptığını keşfeden bilim adamları, ödül sistemine dayalı bir deneye girişiyorlar. Koyunlar loş bir ahıra konuluyor. Her koyuna 25 çift resim gösteriliyor ve yemek ödülü karşılığında bu resimleri eşleştirmeleri öğretiliyor. Bir yandan davranışları kaydedilirken, melemelerinden, hareket ve kalp atışlarından stres ölçümü yapılıyor. Kan örnekleri alınarak stresin kimyasal göstergeleri olan kortizol ve adrenalin de ölçülüyor.
Çıkan sonuç şu: Sürüden tanıdıkları koyunların resimleri gösterildiğinde rahatlayan hayvanlar, karşılarına keçi ve üçgen görüntüleri çıkınca strese giriveriyorlar. Deney sırasında yapılan tüm ölçümlerde, tanıdık resimlerin stresi azalttığı tespit ediliyor. Sevdiğini gören hayvancık daha mutlu oluyor.
İNSAN-KOYUN BENZERLİĞİ
Bu araştırma insan ve koyundaki yüz tanıma sisteminin benzer şekilde çalıştığını da gösteriyor. Koyunlarda korku ve stresi kontrol eden bölge beynin sağ tarafında. Aynı insanlardaki gibi. Simaları tanıdığımız, görsel teşhisle ilgili bölge de, koyunlarla aynı. Bunların hepsi temporal ve frontal loblarda. Prof. Kendrick, bir koyunun tanıdıklarını çevresinde göremeyince yokluk acısı çektiğini düşünüyor. Koyunlarla aramızdaki bu beyinsel benzerlik sevdiğimiz insanların resimlerini neden yanımızda taşıdığımızı açıklıyor.
Prof. Kendrick’e göre, sürüden bir arkadaşının ya da aile bireyinin resmini gördüğü zaman, koyunda ayrılıktan kaynaklanan anksiyete azalıyor.
Ama maalesef onlar yanlarında resim taşıyamıyor. Aradan iki yıl geçtikten sonra bile eski simaları tanıyan koyunlar, bu insani özellikleri yüzünden ebediyen ‘bön’ damgası yemeye mahkûm oluyor. Çünkü o melül bakışların ardında hemen her zaman birilerine duyulan özlem yatıyor.
Bön bön bakarak geviş getirirken, kimbilir belki de çok hasretini çektikleri sürü arkadaşlarını düşünüyorlar. Bu benim fikrim değil. Araştırmacılar öyle diyor.
Yazının Devamını Oku 15 Ocak 2005
Şu ünlü Buz Adam, ya da diğer adıyla Ötzi lanetli olabilir mi? 1991 yılında Alpler’de bulunduğu günden bu yana Ötzi’yle çok yakın temasa giren dört kişi beklenmedik şekilde öldü. Üçü kaza sonucu, biri de beyin tümöründen. Üzerindeki kan lekelerinden dört kişi tarafından öldürüldüğü tespit edilen mumya, dört can almış olabilir mi? Bilim dergisi Science bile, Ötzi’yi bulan Helmut Simon’un geçen yıl aynı Ötzi gibi karlı dağlarda ölümle buluşması için ‘aynı kadere mahkum oldu’ diye yazıyor. Alman basınında, Ötzi’nin Karındeşen Jack ya da Charles Manson gibi tarihin ünlü katilleriyle yarışa girdiği tahmininde bulunanlar da var. Ötzi’yle ilişkisi bulunan diğer bilimadamları ise gülüp geçiyor: ‘Aradan o kadar zaman geçti, ölen de olur kalan da.’
Ötzi için ‘O Orta Asya’dan Avrupa’ya gelen ilk Türklerden’ diyenler olmuştu. Avusturyalı bir profesör ki, kendisi mumyayı inceleyen ekiptendi, aynen böyle demişti: ‘Öleli 4-5 bin sene kadar olmuş. Bence ilk Türklerden. Vücudundaki dövmeler, aynı Türk yazıtlarındaki şekiller gibi. Muhtemelen bir Şaman. Ayrıca iğdiş edilmiş. Alp yöresinde böyle bir adet yoktur.’
Prof. Erich Feigel’in bu tahminde bulunduğu günlerde Avusturya ile İtalya arasında, mumya senin mi benim mi tartışması hüküm sürüyordu. Buz Adam, Avusturya’nın Tirol Eyaleti’ndeki Ötz Vadisi’nde bulunmuştu ama, İtalya ceset üzerinde hak iddia ediyordu. Çünkü iki ülke arasındaki B35 no’lu sınır taşı unutulmuştu, dolayısıyla mumya aslında İtalya’ya bağlı Güney Tirol’de bulunmuş oluyordu. Böylece dönemin İtalya Başbakanı Giulio Andreotti cesedin iadesini resmen istedi. Derken Güney Tirol egemenliğini ilan edip iki devlete karşı tavır aldı: ‘Buz Adam bizimdir’. Güney ve Kuzey Tirol yönetimleri arasında yapılan görüşmeler sonucu, mumyanın üç yıl süreyle Avusturya’daki Innsbruck Üniversitesi tarafından incelenmesi kararlaştırıldı.
ADLİ TIPÇININ ÖLÜMÜ
Böylece ölümler zinciri de başladı. İlk kurbanımız olan Innsbruck Üniversitesi Adli Tıp Kürsüsü Şefi Prof. Dr. Rainer Henn, Ötzi’yle ilk kez 23 Eylül 1991 günü, yani mumyanın eriyen buzulda bulunmasından dört gün sonra karşılaşıyor. TV kameraları önünde müthiş bir iddiada bulunuyor: ‘Bu adam öleli uzun zaman olmuş ama burada ölmemiş. Şakacı biri getirip buraya bırakmış olmalı.’
Ve Prof. Dr. Henn, 25 Haziran 1992’de Buz Adam konferanslarından birine giderken trafik kazasında can veriyor.
Henn’in iki argümanı vardı: 1- Mumyanın buzullar arasında binlerce yıl kalmış olması mümkün değil, çünkü buzların çözülüp parçalanması sürecinde aşınıp tahrip olması gerekirdi, ya da yabani hayvanlara yem olurdu. 2- Mumyanın yanında bulunan aletlerin ona ait olması imkansız. Çünkü adam Taş Devri’nden, alet ise Tunç Devri’nden kalma yüksek teknoloji ürünü bir bakır balta.
REHBERİN ÖLÜMÜ
Böylece şüpheler, Everest’te Kar Adam Yeti’nin peşine düşmesiyle ünlü dağcı Reinhold Messner’e yöneliyor. Messner’in olayla ilgisi şöyle: Güney Tirol’de bir şatoda yaşayan Messner, kuzeyi ve güneyiyle Tirol bölgesini anlatan bir kitap yazmak üzere uzun bir yolculuğa çıkıyor. Derken 22 Eylül 1991 günü, Güney Tirol’de yayınlanan Alto Adige gazetesi haberi patlatıyor: ‘Reinhold Messner buzlar arasında tarih öncesinden kalma bir savaşçı buldu.’
Daha sonra ‘Ötz Vadisi Sahtekarlığı’ adlı bir kitaba konu olacak bu keşif yığınla soru işareti yaratıyor. Bir kere, bulunan cesedin tarih öncesinden kaldığını kim nereden biliyor? Cesedin belden aşağısı gömülü olduğu halde Messner, nasıl oluyor da gazeteye açıklamasında mumyanın ayakkabılarını tarif edebiliyor? Çünkü ceset gazete yayınlandıktan sonra çıkarılıyor. Ayrıca 19 Eylül günü mumyayı ilk gören kişi olan Alman dağcı Helmut Simon, neden hemen yanıbaşındaki savaş aletlerini fark edemiyor? Bu veriler, mumyanın Messner tarafından o bölgeye yerleştirildiği şüphesine yol açıyor.
Ve şimdi çok alakasız bir noktaya geliyoruz. Messner’in müthiş keşfi sırasında yanında bulunan, Ötzi’nin yüzünü karlar arasından çıkaran dağ rehberi Kurt Fritz, 1993 yılında çığ altında kalarak can veriyor.
HABERCİNİN ÖLÜMÜ
Ötzi, 1997 yılında Güney Tirol’ün Bolzano kentine nakledilip müzesine yerleştiriliyor ve aradan yıllar geçiyor. Avusturya Televizyonu ORF’nin muhabiri Rainer Hölzl 1 Haziran 2004 günü beyin tümörü yüzünden bu dünyaya veda ediyor. Hölzl, Ötzi’nin belgeselini çeken kişi. Yani, Ötzi’nin gün ışığına çıkarılmasına katkıda bulunanlardan biri. Avusturya basını, onun da mumyanın lanetine uğradığını yazıyor.
KAŞİFİN ÖLÜMÜ
Burada filmi başa sarıyor ve 19 Eylül 1991 gününe geri gidiyoruz. Helmut Simon adlı Alman dağcı eşi Erika Simon ile birlikte Avusturya Alpleri’ndeki Similaun buzulunda yürüyüş yaparken Ötzi’yi bulan ilk kişi oluyor. 67 yaşındaki Helmut Simon geçen yılın ekim ayında yine Avusturya Alpleri’nde tek başına çıktığı gezide kaybolduktan bir hafta sonra 100 metreden düşerek ölmüş vaziyette bulunuyor.
Ve ünlü dağcı Reinhold Messner, Bolzano’da basının karşısına çıkarak şöyle diyor: ‘Bu mumyayla ilgisi olan çok sayıda insan tuhaf şekilde can verdi. Tabii bunlar birer tesadüften ibaret. Ama, doğrusu ben de korkmuyor değilim.’
Ölümlerle ilgili kent efsanesi yayıldıkça müzenin ziyaretçileri muhtemelen artacak. Ötzi’nin İtalya’ya iade edilmesine kadar kimselerin uğramadığı Bolzano kentine halen yılda 250 bin kişi akın ediyor. Otel, lokanta ve hatıra eşyası satan dükkanlar da yılda 4 milyon Euro kazanıyor.
Şimdi Helmut Simon’un Ötzi’yi bulan kişi olarak başlattığı tazminat mücadelesini eşi Erika Simon sürdürüyor. Çünkü, Güney Tirol’ün önerdiği 50 bin Euro’luk ödülü çok ucuz buluyor.
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2005
Tarih Türkleri şöyle yazabilir: Hint Okyanusu’nu perişan eden tsunamiden sonra, acaba bu felaket bize de gelir mi diye tartışıp, üç gün içinde ondan da sıkılan ve sonra kendi Yeni Türk Liralı alemine dalan millet. Şu anda tarih yazılıyor. Kimileri tsunami kurbanlarına yardıma koşarak tarihteki yerini alıyor, kimileri dışında kalıyor. Mesela zengin Araplar da tartışıyor, acaba biz cimri miyiz diye. Sonra zenginler kulübü G-8 üyesi Kanada yeryüzüne hakim olan global yardımlaşma ruhuna ortak olamadığı için kendi kendini eleştiriyor. Geleceğin büyük global aktörü olmaya soyunan Çin ise kalkınmakta olan ülke kimliğine rağmen 63 milyon dolarlık yardım yaptığı gibi bölgenin toparlanması için liderlik rolünü üstleniyor. Siyasi ve ekonomik güç vizyonuna uygun jestlerle tarihteki yerini sağlamlaştırıyor.
Eski ABD başkanlarından Abraham Lincoln 1865’te suikasta kurban gittiğinde bu haberin Washington’dan Londra’ya ulaşması tam 12 gün almıştı.
Sonra 27 Ağustos 1883 günü yeryüzü bilinen en korkunç volkanik patlamalarından birini yaşadı. Hint Okyanusu’ndaki Hollanda sömürgesi Cava ve Sumatra adaları arasındaki Krakatoa yanardağı olduğu gibi havaya uçtu. Binlerce kilometre öteden duyulan patlama sesinin ne olduğunu anlamak için artık 12 gün beklemeye gerek yoktu. Çünkü mors alfabesi icat edilmiş, denizaltından telgraf kabloları çekilmiş ve de Julius Reuters bir haber ajansı kurmuştu.
Volkanın patlamasıyla birlikte meydana gelen 40 metre yüksekliğindeki tsunaminin 36 bin kişiyi yuttuğu haberi, faciadan yaklaşık 4 saat sonra Boston Globe’un manşetindeydi. Felaketin tanığı olan Llyods acentesinin çektiği telgraf, Hint Okyanusu’nu aşıp, Süveyş Kanalı ve Cebelitarık Boğazı’nı geçtikten sonra Atlas Okyanusu’nu kat ederek Boston’a ulaşmıştı.
Krakatoa patlaması iletişim çağının ilk faciasıydı ve işte global köy dedikleri şey o gün doğdu. Boston ve New Yorklular, Krakatoa ve Sumatra diye bir yerler olduğunu ve oralarda büyük bir trajedi yaşandığını öğrendiler. Ama o kadar. Yapabilecekleri bir şey yoktu. Bu afetin nasıl meydana geldiğini bilen de yoktu.
Krakatoa’nın patlamasını yaşayan Cavalılar da bilmiyordu ve oradaki Müslüman halk bu felaketin Allah’ın gazabı olduğuna hükmetti. Çünkü sömürgeci efendiye boyun eğiyorlardı. Eh onlar da ayaklanıp devrim yaptılar, Hollandalıyı kovup bağımsızlıklarına kavuştular. Böylece bugünkü Endonezya’nın kurulması yolunda ilk adım da atılmış oldu. İşte büyük bir felaket, tarihin akışına bu şekilde yön verdi.
ŞAMPİYON ALMANYA
Sonra aradan 100 yıldan fazla zaman geçti. 26 Aralık 2004 günü, yine aynı yerde, Endonezya’nın Sumatra adası açıklarında 9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Depremin tetiklediği tsunami bir çırpıda okyanusa yayılarak 150 bin kişiyi yuttu. Daha bir saat geçmeden dünya, sadece felaketi değil, bu trajedinin nedenini de biliyordu. Hindistan levhasının Burma levhası üzerinde yarattığı baskı sonucu oluşan enerji boşalmış, bölgedeki adalar 20 metre kadar kaymış, yeryüzü ekseninde oynamış, hatta belki de dünyanın rotasyonu bozulmuş, günler 3 mikrosaniye kısalmıştı. Modern bilim teşhisi anında koymuştu ve modern iletişim de aynı dakikalarda devreye girdi.
Felaketin nedeni ve sonuçları biliniyordu, derhal ceplere davranmak gerekiyordu. Dünyanın dört bir yanında insanlar, öyle müthiş bir hızla bağış yapıyordu ki, bunların yardıma dönüştürülüp aynı hızla bölgeye aktarımı mümkün değildi. SMS mesajlarıyla yardımlar uçuşmaya başladı. Bazı ülkelerde mucizeler yaratıldı. İngiltere’de halkın yardımları bir-iki gün içinde 96 milyon dolara ulaştı.
Sonra geçen çarşamba Avrupa çapında üç dakikalık saygı duruşu yapıldı. Görüntü çok görkemliydi ama, bu tablonun ardında yatan vizyonu da görmek gerekiyordu. Örneğin yardım şampiyonasında 680 milyon dolarla önlerde giden Almanya, BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik elde edebilmek için global güç vizyonuna uygun bir davranış sergiliyordu.
Sonra ABD; geç reaksiyon gösterdiği için önce cimrilikle suçlandı, ancak hemen 350 milyon doları çıkarıp, afet bölgesine uçak gemisi gönderdi, helikopterler mağdurlara tonlarca yardım taşıdı. Irak savaşıyla bozulan imajını düzeltmek, Müslümanların gözüne girmek için daha iyi bir fırsat olamazdı.
ÇİN’İN YÜKSELİŞİ
Ve Çin. Belki Avrupa kadar gösterişli jestlerde bulunmadı ama, bu afeti de hemen, global güç olmak için yaptığı dış politika hamlelerine dahil ediverdi. Çin Başbakanı Wen Jiabao, önceki gün Cakarta’da yapılan yardım zirvesinin baş aktörlerindendi. Endonezya’ya 16 ton yardım malzemesiyle gitti. Kalkınmakta olan ülke statüsüne rağmen 63.1 milyon dolarlık yardım kararı alan Pekin yönetimi, komşularının yaralarını sarmak ve gelecekteki felaketleri önlemek için devreye girdi. Tsunamide ölenlerin kimlik tespiti için Tayland’a DNA uzmanlarını gönderdi. Dünyanın en büyük ordusuna sahip olduğu için bölgede uzun yıllar korku salan Çin, komşularının yardımına koşarak korku iklimini de yumuşattı.
Aslında Çin’in kalkınmakta olan ülke profiline uymayan tek hamlesi, afetzedelere 63.1 milyon dolarlık yardım yapması değil. Amerikan devi IBM’in PC bölümünü 1.25 milyar dolara satın almasından, olimpiyatlardaki performansına kadar Pekin’in attığı her adım, global güç projesinin birer aşaması.
Çin’in son birkaç olimpiyattır altın madalya kürsüsündeki yükselişine bir bakın. 1996 Atlanta’da dördüncü, 2000 Sydney’de üçüncü ve 2004 Atina’da ikinci oldular. Geriye birincilik kaldı, onu da 2008 Pekin’de ev sahibi olarak başaracaklar. Bundan hiç kimse şüphe duymuyor. Mükemmel proje değil mi?
Yazının Devamını Oku