1 Ocak 2005
İnternet eczanelerinden onlarca e-mail yağıyor. Hep yağıyordu da, son günlerce trafik iyice arttı. Çoğu Amerikan ve Kanada kökenli. Sadece ucuz ve reçetesiz ilaç vaat etmekle kalmıyor, ilacın etkinliği konusunda da üretici firmadan bile iddialı davranıyorlar; 15 dakikada etki eder, yüzde 90 işe yarar, yaramazsa paranızın iadesi yüzde 100 garantili. Bu bahsettiklerim Viagra ve Cialis tabii ki. Ama stoklar bunlarla sınırlı değil. Kolesterol düşürücü Zocor’dan antidepresan Zoloft’a, anksiyete ilacı Xanax’tan kas gevşetici Soma’ya bütün trend markalar mevcut. Ağrı kesicide özellikle iki marka dikkat çekici. Vioxx ve Celebrex. Vioxx, kalp krizi riskini artırdığı gerekçesiyle piyasadan çekildi, Celebrex için de aynı uyarı var.
Viagra sudan ucuz, tabletin tanesi 1.80 dolar, üstelik de Kamasutra kitabı hediyeli. Ancak ilaç sahici mi, orası şüpheli. Ayrıca adrese gelir mi gelmez mi, o da belli değil. Aslında gelmese daha iyi. Çünkü online satışı yapılan Viagra’ların yarısı sahte.
Geçen ekim ayında İngiltere merkezli bir operasyon, Pfizer’in ünlü mavi hapını pazarlayan Singapur, Hindistan ve Malta’daki altı web sitesinin sahte ilaç sattığını ortaya çıkardı. Lilly ICOS’un iktidarsızlık ilacı Cialis ve obezite ilacı Reductil’lerin çoğu da sahte çıktı. John Yonge adlı bir İngiliz tarafından kurulan Paypill.com adlı web sitesi de sahte Viagra sattığı ortaya çıkınca kapatıldı. Sahici Viagra sattığını iddia eden site, merkezini Fransa’dan İspanya’ya taşımıştı ki, yeniden suçüstü yakalandı. Anlaşılan böyle yer değiştire değiştire malını satmaya devam edecek.
ABD’de de Odette Pidermann adlı San Diego’lu bir kadın, internet üzerinden sahte ilaç sattığı gerekçesiyle 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Ayrıca 4 bin dolar da para cezası yedi. Dolandırıcılıkla suçlanan Pidermann, World Express Rx adlı siteden sahte Viagra ve Cialis, Propecia, Celebrex ve Xenical satmakla suçlanıyordu. Sahte Viagra’lar Hindistan ya da Meksika’da üretiliyor ve Meksika’nın sınır kenti Tijuana üzerinden ABD’ye girdikten sonra ambalajlanıp müşteriye satılıyordu. Siparişler de e-mail aracılığıyla yapılıyordu.
TEHLİKELİ MADDE
Şimdi bu ticaret yolu ABD’de önümüzdeki yılların en büyük güvenlik tehditlerinden biri olarak değerlendiriliyor. Çünkü internet üzerinden reçetesiz satılan ilaçların tümü sahte değil ve hastalar hiçbir teste tabi tutulmadan bu ilaçları elde edebiliyor. Üstelik de dünyanın dört bir yanındaki hastalar. Bu arada bazı online eczaneler, web sitelerinde bol bol Amerikan markalarına yer veriyor, sonra da ilacı postayla gönderirken, yerine o ilacın muadilini geçiriveriyorlar.
Son günlerde bu internet eczanelerinden onlarca mail yağıyor. Bedeninizle birlikte bütçenizi de sağlıklı tutacağız vaadiyle, depresyona, obeziteye, kalp ve damar hastalıklarına, yüksek tansiyona, kelliğe ve cinsel problemlere karşı ucuz ve reçetesiz ilaç pazarlıyorlar. Hepsinin de Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi’nden (FDA) onay aldığı belirtiliyor.
ONAYLI İLAÇLAR TEST EDİLSİN
İyi de bu FDA’in onayına ne kadar güvenilir? Çünkü ABD’de şu sıralar FDA’in yetki ve sorumluluğu tartışılıyor, daha etkin bir kontrol ve onay kurumunun oluşturulması gündeme getiriliyor. Merck firmasının ürettiği Vioxx adlı ağrı kesici -ki bu ilaç internet eczanelerinde bir numara- kalp krizi riskini artırdığı gerekçesiyle geçen 30 Eylül’de piyasadan çekildikten sonra tartışma iyice alevlendi. Ayrıca Pfizer’in ağrı kesicileri Bextra ve Celebrex’te de aynı bulgu tespit edildi.
İşte bu ortamda Cleveland Kliniği başkardiyoloğu Eric Topol, Amerikan Tıp Derneği’nin sitesinde yayınlanan yazısında, şu anda piyasada bulunan bütün ilaçların yeniden testten geçirilmesini istedi. Topol özellikle de Vioxx ve Celebrex gibi COX-2 içeren ilaçları hedef aldı.
Merck, haftada 2.5 milyar dolarlık Vioxx satışı yapıyordu. Şimdi yapamıyor. Belki yakında Pfizer de Bextra ve Celebrex’i çekmek zorunda kalacak. Ayrıca gözde ilaçların jenerik versiyonlarının yarattığı rekabet de dayanılmaz boyutlara varıyor. Pfizer, bu rekabet yüzünden önümüzdeki 3 yıl içinde 14 milyar dolar kaybedeceğini açıklıyor. İlaç sektörü kötü bir yıl geçirdi. Ama uzmanlara göre daha kötüsü de gelebilir.
Deutsche Bank Securities İşletme Direktörü Barbara Ryan, ‘2005’te ilaç sektöründe yeni birleşmeler olabilir, çünkü endüstride inanılmaz fazla kapasite var’ diye uyarıda bulunuyor.
İşte internette pazarlanan ilaçlar
Ağrı kesici: Bextra - Celebrex - Vioxx
Alerji: Claritin - Zyrtec
Antibiyotik: Asacol - Ceftin - Cipro - Tequin
Antidepresan: Celexa - Effexor - Paxil - Prozac - Remeron - Zoloft
Anksiyete: Buspar - Valium - Xanax
Artrit: Arava - Rheumatrex
Cinsel sağlık: Cialis - Viagra
Diyabet: Actos - Avandia - Glucophage
Hepatit B: Epivir
Herpes: Neurontin
HIV: Retrovir - Sustiva - Videx - Viramune - Zerit
Kanser: Nolvadex - Purinethol
Kas gevşetici: Soma
Kellik: Propecia
Kolesterol: Lipitor - Pravachol - Zocor
Sigaraya karşı: Zyban
Tansiyon: Altace - Avapro - Cardizem - Cozaar - Flomax - Norvasc - Plavix
Zayıflama: Meridia
Coğrafyada hızla yükseliyoruz, artık altıncıyız
Bunun böyle olacağı belliydi. Yani, internetteki coğrafya yarışmasında dibe vurduğumuzu duyan her Türk’ün, memleketin adını yükseklere yazdırmak için işe girişeceği belliydi. Geographyolympics.com sitesinde devam eden uluslararası coğrafya yarışmasında daha bu ayın başında 140’ıncı sıralarda gezinirken, son iki-üç hafta içindeki yoğun katılım sonucu Türkiye altıncılığa kadar yükseldi. Geçen çarşamba günü itibarıyla pozisyonumuz buydu. Katılımcı sayısı 7 bin 458, ülke puanı ortalaması ise 73.333.
200 saniye içinde 10 ülkenin harita üzerindeki yerini bulmaktan ibaret olan yarışmaya ben de katılmış ve ülke puanını başarıyla düşürdükten sonra, bu marifetimi bu sayfada yazmıştım. Fiji ile Kiribati’yi filan karıştırıp memleketin 140’ıncılığında pay sahibi olmuştum.
Dediğim gibi çarşamba günü baktım, altıncı sıradayız. Aynı gün birincilik de 11 bin 394 kişilik katılımıyla Almanlarda. Ve çok çok büyük bir sürpriz, dünyanın coğrafya cahili olarak alay konusu olan ABD de ikinci duruma gelmesin mi! Oysa bizim 140’ıncı olduğumuz günlerde bulundukları pozisyon 117’ncilikti. Herhalde onlar da bizim gibi azmetti. Azimleri katılımcı sayısından da belli oluyor: 147 bin 894.
Zaten yarışmanın esas amacı da Amerikalıyı bilinçlendirmekti. Roger Andersen adlı Amerikalı, böyle bir yarışma başlatmayı akıl etmişti. Andersen’in kendisini harita puzzle’ı ve yarışma işine vermesine neden olan olay, Amerikalıların National Geographic dergisinin yaptığı coğrafya bilgi araştırmasında sondan ikinci olmasıydı. Ama durum değişti. Şimdi Amerikalılar baştan ikinci durumda.
Geçen çarşamba itibarıyla 191 ülke arasında Almanya ve ABD’yi, İsrail, Malezya, Hong Kong, Türkiye, Hırvatistan, Kanada, Bangladeş ve Finlandiya izliyordu.
UMUTSUZ VAKA İSVEÇ
Türkler ile Amerikalılar azmedip başarıyor ama, bir de umutsuz azimliler var. Baktım, İsveçliler ‘yenilen pehlivan güreşe doymaz’ misali, yarışıp yarışıp son sıraların gediklisi haline geliyor. Harita bilmeyenler yarışmaya akın ettikçe ülke puanı düşüyor ya, İsveç bu özelliğini aynen koruyor. Bu ay başında 170’lerde dolaşan İsveç son olarak 137’nciydi. Katılımcı sayısı ise 59 bin 909.
Şimdi bu skor tablosunu değerlendirirken şöyle bir soru çıkıyor ortaya: Acaba Türkler ve Amerikalılar, bir atlas yardımıyla mı bu kadar başarılı oluyor?
Yazının Devamını Oku 25 Aralık 2004
<B>AB</B>’den bir müzakere tarihi alacağız diye bize pek hoyrat davrandılar, frankofonlarımızın ideallerini yıktılar. Öyle kibirli davrandılar ki, siz müzakerenizi yapın, sonunda AB’ye girip girmeyeceğinize biz karar vereceğiz dediler. Türkiye Avrupalı değil, öyle olsa biz bilirdik dediler. Onca hırpalamaya rağmen yıkılmadık, tarihimizi aldık. Ama her millet bizim kadar sağlam değil. Mesela Japonlar. Parisli bir Japon psikiyatrın yazdığı kitaba göre kitleler halinde Fransız başkentine giden Japon kadınları, mesafeli ve alaycı tavırlar yüzünden depresyona giriyor ve hastanelik oluyorlar. Hatta intihara teşebbüs edenler bile oluyor.
Fransa Cumhurbaşkanı Chirac bir Japon fanatiği. Nippon kültürüne hasta. O kadar ki, Elysee Sarayı’ndaki özel kablo sistemi sayesinde sumo güreşlerini Japonya’dan canlı yayında seyrediyor.
Köpeğinin adı Sumo. Son 30 yıl içinde tam 54 kez Japonya’ya gitmiş. Hatta geçen yıl yayınlanan bir kitaba göre bu Japonya aşkı yasak bir meyve de vermiş. Chirac’ın bir Japon sevgiliden gayrimeşru çocuğu varmış. Şimdilerde 20’li yaşlarını süren delikanlı İsviçre’de yaşarmış.
Japon İmparatorluk Ödülü’nün onursal danışmanlığını yaptığı için yılda 140 bin dolar alıyor ve seyahatlerini de bu ödenekten karşılıyor Chirac. Hatta bakan ve başbakanlarını bile Japonseverler arasından seçiyor. Eski Başbakan Alain Juppe ve şimdiki İçişleri Bakanı Dominique de Villepin, Japon kontenjanından.
Chirac’ın sumo merakı polemik konusu da oluyor. 2007’de cumhurbaşkanlığına aday olması beklenen Chirac’ın en ciddi siyasi rakibi Nicolas Sarkozy bir yıl kadar önce Çin ziyareti sırasında Paris-Match muhabirine şöyle soruyor: ‘Bir insan nasıl olur da, atkuyruklu obez heriflere hayranlık duyabilir? Şu sumo pek entelektüel bir spor değil, öyle değil mi? Ayrıca Kyoto’ya (eski Japon başkenti) gelince, insan bu şehrin neresini sever anlamıyorum. Hatta ünlü imparatorluk bahçelerini de pek iç sıkıcı buluyorum.’
Tabii maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek. Chirac da, o sırada içişleri bakanı olan Sarkozy’nin kime taş attığını bildiğinden yakın çevresine, ‘Sarkozy yanılıyor. Ağırlık ve kuvvet çok önemli ama, sabır ve kurnazlık da öyle. Tıpkı politikada olduğu gibi’ diyor.
Sarkozy şu anda iktidardaki Halk Hareketi İçin Birlik partisinin lideri ve Türkiye’nin AB’ye üye değil, sadece imtiyazlı ortak olabileceğini savunuyor. Son olarak da ‘Türkiye Avrupa’da değil, öyle olsa biz bilirdik’ diyor. Neyse ki Japonlara yaptığı gibi, belli bir spor dalıyla uğraşan Türklerin fiziksel özelliklerine değinmiyor. Kırkpınar ve Karakucak bahsine hiç girmiyor.
PARİS SENDROMU
Tabii, Japon Sumo Federasyonu da Sarkozy’ye çok kırılıyor. Aslında Japonları kıran ilk Fransız Sarkozy değil. 1991’de de Başbakan Edith Cresson, ‘Adamlar karınca gibi çalışıyor’ deyince uzun süreli bir kriz yaşanmıştı.
Ancak tablo bu kadarla da kalmadı. Fransa’da çıkan bir kitap, sanki bu ülkede Japonlardan hazzeden tek kişinin Chirac olduğunu gösteriyor. Paris’teki Sainte-Anne psikiyatri kliniğinde görevli Japon hekim Dr.Hiroyki Ota’nın yazdığı kitaba göre yüzlerce Japon kadın, Fransızların kabalığı yüzünden depresyona giriyor ve Paris’te hastanelik oluyor. Doktorun ‘Paris Sendromu’ diye tanımladığı bu durum önce hafif anksiyete ile başlıyor. Daha sonra hasta takip edildiği hissine kapılıyor, dışarı çıkmaktan korkuyor, derin bir kedere sürükleniyor, intihara bile teşebbüs edebiliyor.
Bütün vakaların kökeni aynı: Paris hakkında şıklık ve nezaket hayalleri kurduktan sonra gerçek Parisliyle karşılaşma sonucu yaşanan şiddetli kültür şoku ve dayanılmaz bir yabancılık hissi. Hepsi aynı şeyi söylüyor: ‘Fransızcamla alay ediyorlar, beni sevmiyorlar, kendimi onların karşısında gülünç hissediyorum.’
AFP’ye göre her yıl Fransa’ya giden milyonlarca Japon turist arasında özellikle kadınlar Paris Sendromu’na yakalanıyor. 20’li, 30’lu yaşlardaki Japon kadınlar değişiklik olsun diye birkaç aylığına Paris’e gidiyor. Kentin romantik imajına kapılıyorlar. Bütün kadınların Louis Vuitton’lar içinde dolaştığını zannediyorlar. İlk ay son derece mutlu ve özgür geçiyor, ancak daha sonra düşman bir çevrede yaşadıkları hissine kapılmaya başlıyorlar. Lokantada garson tarafından ayakta bekletilmek, tezgahtardan yüz bulamamak, konuştukları Fransızca’nın kasten anlaşılmaz bir dil muamelesi görmesi onları yıkıyor.
Akira Hasegava adlı Japon tur rehberi durumu şöyle özetliyor: ‘Parislilerin çok temiz, nazik ve dost canlısı olduğunu zannediyorlar -ki değiller. Kültür şoku yaşıyorlar. Jean Gabin ve Alain Delon gibi insanların ortalıkta dolaştığı eski Fransa’yı istiyorlar.’
Sarkozy’ye bir not: Kendim dahil, Paris’e gidip de kültür şoku yaşayan Türk tanımıyorum. Fransa’ya en azından Japonya’dan biraz daha yakın olduğumuzdan herhalde.
Yazının Devamını Oku 18 Aralık 2004
Seç Bakalım’ı hatırlıyor musunuz? Yarışmacı büyük ödülü kazanmak için üç kapıdan birini seçiyordu. Sonra sunucu Erhan Yazıcıoğlu, arkasında otlayan bir hayvan bulunan başka bir kapıyı açıyor ve yarışmacıya ilk tercihinde ısrarlı olup olmadığını soruyordu. İşte bu noktada yarışmacı seçtiği kapıyı değiştirmeli mi, değiştirmemeli miydi? Meğerse bu sorun yıllardır tartışılan bir matematik problemiymiş. Yarışmanın, otomobil
ödüllü orijinali ABD’de yayınlandığı günlerde ortaya atılan problemi, 228’lik IQ’suyla dünyanın en zeki insanı olan Marilyn vos Savant çözmüş. ‘Yarışmacı kapıyı değiştirsin, o zaman şansı üçte iki olur, değiştirmezse üçte bir’ demiş. Demiş ama bu çözümü nice matematik dehasına kabul ettirememiş. Şimdi, bir Alman psikolog, çözüme inanmayanları ikna yöntemiyle problemi yeniden gündeme getirdi.
Bizim yarışmada kapının arkasından, o günlerde pek sükseli bir beyaz eşya olan otomatik çamaşır makinesi filan çıkıyordu hatırladığım kadarıyla. Elektrik süpürgesi gibi daha mütevazı aletler de vardı.
Programın sunucusu Erhan Yazıcıoğlu, henüz Spice Girl olmamış Geri Halliwell’in hostesliğinde, yarışmacıyı üç kapıyla karşı karşıya bırakıyordu. Diyelim ki yarışmacı A kapısını seçti, o B kapısını açıyordu. Oradan da bir keçi ve saman yığını çıkıyordu. Sonra A kapısında ısrarlı olup olmadığını soruyordu. Şimdi insan bir çırpıda, büyük ödül A’nın da C’nin de arkasında olabilir, yani şans yüzde 50-50 olur diye düşünüyor. Zaten dünyada pek çok kişi de aynı fikirde.
Ancak dünyanın en zeki insanı unvanıyla Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Marilyn vos Savant aynı fikirde değil. Vos Savant’a göre yarışmacının şansını artırması için tercihini mutlaka değiştirmesi gerekiyor. Çünkü o zaman kazanma ihtimali üçte birden üçte ikiye çıkıyor-muş.
Bu kadının söylediğine neden inanalım diyebilirsiniz. Ama, Vos Savant’ın 228’lik bir IQ referansı var. ABD’deki 342 gazetede yayınlanan ‘Ask Marilyn’ köşesinde, kendisine gönderilen sorulara verdiği zeka küpü yanıtlarla tanınıyor. Kocası da ünlü yapay kalp Jarvik’in mucidi Dr.Robert Jarvik.
1990 yılında Marilyn’e TV yarışmasındaki üç kapının sırrıyla ilgili bir soru yöneltiliyor. Yarışmanın ABD’deki orijinalinin adı ‘Let’s Make a Deal’, büyük ödül ise bir otomobil. Üç kapıdan birinin ardında bu ödül duruyor, diğer ikisinde ise iki keçi. Program sunucusunun adı da Monty Hall.
‘Yarışmacı iki kapıdan hangisini seçsin’ sorusunun ortaya atılmasından sonra, Nobel ödüllü bilim adamlarının bile kafayı taktığı bu problem ‘Monty Hall Paradoksu’ olarak literatüre geçiyor. New York Times ve diğer büyük gazeteler konuyu günlerce yazıp çiziyor. Konu CIA koridorlarına kadar uzanıyor, M.I.T’deki matematikçiler tarafından enine boyuna tartışılıyor.
Kapıyı mutlaka değiştirin diyen Marilyn’e ‘Hayır, olmaz öyle şey’ diye 10 bin mektup yağıyor. Yazanların bin kadarı da matematikçi akademisyenler ve bilgisayar programcıları.
Ancak Vos Savant şiddetli muhalefete rağmen fikrini değiştirmiyor, hatta fen fakültelerine kadar gidip teorisini deneylerle anlatıyor. Bir grup öğrenci dört gün süren bir deney yapıyor ve 1 milyon kez çalıştırılan bir bilgisayar programı aracılığıyla, kapıyı değiştiren yarışmacının yüzde 66 kazanma şansı olduğunu tespit ediyorlar. Bu sonucun nasıl çıktığını kavramak kolay olmasa da, Vos Savant’ın haklılığı kanıtlanıyor.
Ancak yarışmada başka bir numara daha var. Diyelim ki yarışmacı A kapısını seçti, sunucu da B kapısını açtı ve keçi çıktı. İşte bu noktada yarışmacı A ile C arasında tercih yapmakta özgür iradesini kullanamıyor. Çünkü sunucu, C kapısını açtırmaması için yarışmacıya büyük paralar teklif ediyor. Ve önerilen miktar ne kadar büyük olursa olsun, iyice kuşkuya kapılan yarışmacı A kapısından cayıp C’ye yöneliyor. Oradan da A kapısındaki otomobilin katili masum bir keçi çıkıyor.
Peki parayla baştan çıkarma numarası olmazsa sonuç ne oluyor? Monty Hall, program yayından kalktıktan sonra, 1991 yılında kamuya açık bir deney yapıyor. Bir yarışmacı, ‘kapı değiştirmeme stratejisiyle’ 10 raunt sonunda dört otomobil, altı keçi kazanıyor. Kapı değiştirme stratejisiyle 10 rauntta çıkan sonuç ise; sekiz otomobil, iki keçi.
Harvard Üniversitesi’nden Prof. Persi Diaconis, ‘Sunucunun hangi motivasyonla hareket ettiğini bilmeden problemi çözmek mümkün değil. İki kapı arasında tercih şansı tanırsa tamam. Ama, bana kapıyı açmamak için 5 bin dolar verseler hiç düşünmeden parayı alır giderim’ diyor.
Sadece küçük sınıflar inandı
Almanya’daki Max-Planck Enstitüsü’nden eğitim psikolojisi uzmanı Stefan Krauss, Marilyn vos Savant’ın çözümünü kavramakta güçlük çeken öğrencileri ikna etmek için ekibiyle birlikte yıllarca çalışıyor ve ilk kez bu yıl başarılı oluyor. Problemin analiziyle hiç uğraşmıyor, çünkü bu zaten 10 yıldır yapılıyor. Bunun yerine problemi kavrayan öğrencilerin düşünce yapısını inceliyor, sunucunun perspektifini de hesaba katarak, çeşitli grafiklerle lise 9 ve 10’uncu sınıf öğrencilerinin yüzde 80’ini ikna ediyor. Ancak son sınıf matematik öğrencileri, küçük sınıfların oyunla kavradığı probleme inanmamakta ısrar ediyor. Problemin biraz basit bulunması da bu inatta rol oynuyor, öğrencilerin hemen tamamı işin içinde tuzak olduğuna inanmayı tercih ediyor.
Yazının Devamını Oku 4 Aralık 2004
Eğitim sistemimiz çok ezberci, çocukların kafası lüzumsuz bilgilerle dolduruluyor diyenlere tokat gibi cevap. Milletçe coğrafyadan çaktık. Coğrafya olimpiyatlarında 140’ıncı sıradayız. Çünkü dünya haritası üzerinde hangi ülke nerededir bilmiyoruz. İnternetteki yarışma devam ettiği için bu sıralama sürekli değişiyor. Geçen salı St.Lucia birinciydi. St.Lucia şarkı adı değil, BM üyesi 192 ülkeden
biri ama şu anda harita üzerindeki yerini bilemiyorum. Fakat bizden daha umutsuz durumda olanlar da var. Mesela İsveçliler. Israrla yarışıp, 170’inci sırada kalmışlar. Katılımları çok yüksek. Ancak haritayı bellemeden katılanlar oldukça, ülke puanı da düşüyor. Ben katılınca da öyle oldu... Kiribati ile Fiji’nin yerini karıştırmışım. Peki Kiribati’nin yerini bilmek çok mu önemli? Onu da bilmiyorum.
Bush hakkında ‘Biri bu adama atlas alsın’ diye bir yazı yazdığım için herkesten özür diliyorum. İkinci kez başkan seçilmesine hırslanıp, Nijerya’yı kıta, Afrika’yı ülke sanması gibi coğrafi saçmalıklarının dünyanın geleceği açısından ne kadar tehlikeli bulunduğunu anlatmıştım. Slovenya ile Slovakya’yı karıştıran başkanı, ABD’nin uluslararası ilişkilerine zarar vermekle suçlayanlar olduğunu da belirtmiştim. Tabii o ABD başkanı ama ne de olsa insan.
Baktım, ben de Kiribati ile Fiji’yi karıştırıyorum. Üstelik 22 yıllık dış haberciyim.
Geographyolympics.com sitesinde 72 milletin coğrafya bilgisini yarıştırdığını görünce şansımı denemek istedim. Öyle sıkıcı formlar doldurmadan, isminizi bile yazmadan katılıyorsunuz yarışmaya. Sadece hangi ülke adına yarıştığınızı belirttikten sonra, ülke sınırları çizilmiş bir dünya haritası çıkıyor karşınıza. 200 saniye içinde 10 ülkenin harita üzerindeki yerini işaretlemeniz gerekiyor. Sorulan ülke isimleri tek tek beliriyor ve bir gün içinde 3 kez yarışma hakkınız var.
Ben de yarıştım ve Kiribati’nin yerine Fiji’yi, Uganda yerine Bolivya’yı, El Salvador yerine Nikaragua’yı ve Guyana yerine Kosta Rika’yı işaretledim. Palau’nun nerede olduğu konusunda hiçbir fikrim olmadığı için soruyu pas geçtim. Yan yana dizili Baltık cumhuriyetlerini de büyük bir başarıyla birbirine karıştırdım. Zimbabwe, İsviçre ve Ukrayna’nın yerini ise bildim.
Sonuç: Başarı oranı yüzde 30. Türkiye’nin skoru ise yüzde 50.624’ten, yüzde 50.581’e geriledi. Ülke puanımızı yüzde 0.043 oranında düşürdüm.
Fakat sonra düşündüm de en azından ülkelerin bulunduğu kıtaları doğru tutturabiliyorum.
MAKSAT AMERİKALI BİLİNÇLENSİN
Dün itibariyle 187 ülkeden 300 bini aşkın insanın yarıştığı coğrafya olimpiyatları fikri bir Amerikalıdan çıkmış. Roger Andresen adlı şahıs, Atlanta’da Nortel Networks’ta fiber optik mühendisi olarak çalışırken, National Geographic Dergisi’nin yaptığı bir coğrafya bilgi araştırmasında, 18-24 yaş grubu Amerikalıların sondan ikinci olduğunu görünce, hemen işini bırakıp memleketini bilinçlendirme hamlesine girişmiş. Dünyaya böylesine egemen bir devlet nasıl bu kadar coğrafya cahili olabilir diyerek, önce 600 parçalık bir dünya haritası puzzle’ı yapmış. Geçen yıldan bu yana internet üzerinden tanesi 14.95 dolara 100 bin puzzle satmış. Sonra da coğrafya olimpiyatlarını başlatmış.
44 ülkeyi gezmişliği bulunan Andresen, Amerikalıların bugüne kadar Nauru diye bir ülkenin adını duymamış olmasından ötürü dehşete kapıldığını, aynı şekilde ABD halkının sadece yüzde 13’ünün harita üzerinde Irak’ı gösterebilmesi yüzünden de pek endişelendiğini söylüyor. ‘Dünyada ne olup bittiğini anlamanın yapı taşı coğrafyadır’ görüşünden hareketle ‘Bir süpergücün vatandaşları olarak bilinçli seçmenler olmamız gerekiyor. Öyle arkana dayanıp, dünyada olup biten korkunç olayları umursamamak olmaz’ diyor.
Harita bilgisi, insanı sosyal ve siyasal olaylar konusunda ne kadar bilinçli yapar bilemiyorum. En azından coğrafya olimpiyatlarının mucidi olan kişi böyle düşünüyor. Ancak Amerikalılar açısından şimdilik pek hedefine ulaşmış gibi görünmüyor. Çünkü olimpiyatların skor listesine bakınca, ABD’den dün itibariyle 72 bin 995 kişinin yarışmaya katıldığını ve 117’nci sırada olduklarını tespit ediyorsunuz. Yani bir miktar daha bilinç aşılamak gerekiyor.
Coğrafya olimpiyatına bir ülkeden binlerce kişi akın edince felaket bir durum ortaya çıkıyor. Harita bilmeyenler katıldıkça ülke puanı düşüyor. İşte İsveç böyle bir felaket örneği. Coğrafyaya çok hevesli oldukları anlaşılan 52 bin 505 İsveçli yarışmaya katılıyor ve bulundukları mevki 170’incilikten yukarı çıkmıyor.
Katılım sayıları değiştikçe ülkelerin pozisyonu da değişiyor, ancak Belçika ile İtalya’nın en istikrarlı ülkeler olarak sürekli üst sıralarda dolaştıkları dikkat çekiyor.
Türkiye’nin skor listesindeki son durumu ise dün 487 kişinin katılımıyla 140’ıncılıktı.
Coğrafya bilmesek de, Türkler bir gün şunu mutlaka keşfedecektir: Yanına bir harita alıp bulmacayı çözersen, 10’da 10 tutturmak işten değil.
Bizim komşular ya bu hileyi buldular, ya da çok iyi coğrafya biliyorlar. Çünkü dün itibariyle skor listesinin birincisi Suriye, 16’ncısı da Yunanistan’dı.
Yazının Devamını Oku 27 Kasım 2004
Modern zamanlarda özür dilemek çok moda. ABD’de başkanlık seçimini Bush kazanınca, sorryeverybody.com diye bir site kuruldu, binlerce kişi dünyadan özür diliyor. Biz Türkler ise bahanelere sığınmadan, ‘ama’lı yan cümleler kurmadan özür dilemeyi kendimize pek yediremiyoruz. Yakın tarihimizde kim kimden af dilemiş diye kısa bir arşiv çalışması yapınca en çok spor camiasından örneklere rastladım. Ama özür dileyenlerin çoğu yabancı. Daum, Nouma, Lucescu, Mondragon filan... Amerikalı özür uzmanı Aaron Lazare’ın yazdığı kitaba göre de bir yabancının Türklerden af dilemesi, özür tarihine geçmiş durumda: Fuarda Türk pavyonuna işeyen Hannover Prensi’nin özrü...
Richard Clarke, bir zamanlar Amerikan Yönetimi’nin anti-terör koordinatörüydü. 11 Eylül Komisyonu’nda ifade verirken, terör saldırılarında yakınlarını kaybedenlere döndü ve şöyle dedi:
‘Çok güvendiğiniz hükümetiniz sizi korumayı başaramadı ve ben sizi korumayı başaramadım. Çok çalıştık ama, bunun hiç önemi yok. Çünkü başarılı olamadık. Bu başarısızlık nedeniyle hepinizin anlayışına sığınıyor, sizlerden af diliyorum.’
Ve 11 Eylül kurbanlarının yakınları Richard Clarke’ı ayakta alkışladılar. Hiç kimse ‘Giden gittikten sonra özür dilemenin ne anlamı var’ diye düşünmedi.
Şimdi biz bu özrü ‘hem suçlu, hem güçlü’ yaklaşımıyla algılayabiliriz, ancak özür uzmanları aynı fikirde değil. Çünkü onlara göre kayıtsız şartsız bir özrün acıları hafifletici etkisi var.
Amerikalı psikiyatr Aaron Lazare ‘On Apology’ adlı kitabında, tarih boyunca dilenen afların analizini yapıyor ve çoğu insanın gerçek anlamda özür dilemeyi bilmediğini söylüyor. Lazare’a göre gerçek bir özür üç aşamadan oluşuyor. Pişmanlık, başkasını suçlamadan sorumluluğu tek başına üstlenmek ve itiraf.
Öncelikle özür dileyen tarafın kabahatli olduğunu kesinlikle teslim etmesi gerekiyor. Örneğin ‘Sizi kırdıysam özür dilerim’ türünde kurulan cümleler pişmanlık ve teslimiyet anlamına gelmiyor. Tam tersine, özrü kabahatinden büyük dediğimiz daha saldırgan bir anlam taşıyor. Bu tavır daha çok şunu ifade ediyor: ‘Kardeşim, madem benim lafım altında ezilecek kadar nanemollasın, al o zaman sana özür. Şimdi memnun musun?’
‘Her ne yaptıysam özür dilerim’ sözü de affa sığınma anlamına gelmiyor. Çünkü gerçekten pişman olan, duyduğu utancı dile getirmek isteyen kişinin kabahatini spesifik bir şekilde tanımlaması gerekiyor. Örneğin Watergate Skandalı nedeniyle istifa eden eski ABD Başkanı Richard Nixon’ın halktan özür dilerken, ‘Bazı hatalar yapılmıştır’ demesi bu sınıfa giriyor.
Özür gerektiren harekete bir açıklama getirilmesi gerekiyor. İşte bu noktada Expo 2000 Fuarı’nda Türk pavyonuna işediği resimlerle belgelenen, Prenses Caroline’in kocası Hannover Prensi August’un davranışı örnek gösteriliyor. Bilindiği üzere Prens tam sayfa gazete ilanı vererek ‘Expo 2000 sırasında kendimi rahatlatırken bilinçli bir eylem içinde olmadığımı açıklamayı Türk kamuoyuna karşı görev bilirim’ diyor. Prensin o ilanı Hürriyet’in Almanya baskısında yayınlanmıştı ve açıklamanın içinde ‘özür’ sözcüğü geçmediği için de hayli içerlemiştik. Şimdi öğrendik ki, bu sözcük kullanılmadan da özür dilenebiliyormuş.
Bir de tabii özrün zamanında dilenmesi gerekiyor. Örneğin Papa İkinci Jean Paul’ün, Katolik Kilisesi 1633 yılında Galileo’yu hapse attı diye kalkıp 1992 yılında özür dilemesi önemli bir gecikme sayılıyor. Vatikan’ın 359 yıl beklemesi az rötar değil.
Siyaset tarihi alabildiğine özür yüklü.
Önce Abraham Lincoln, yıllar sonra da Bill Clinton köle ticaretinden ötürü Afrikalılardan özür diliyor. Peki ama bugünün beyaz Amerikalıları hiçbir sorumluluk taşımadıkları halde ataları köle çalıştırdı diye neden özür dilesinler? Lazare, dilemeliler diyor, çünkü insanlar hiçbir şekilde pay sahibi olmadıkları başarılardan ötürü övünmesini biliyorlar. Örneğin tuttukları takım maç kazandığı zaman pekala bununla gururlanabiliyorlar.
Almanların, İkinci Dünya Savaşı’nda işlenen Nazi suçlarından ötürü özür dilemeleri, Amerikalıların da yine aynı savaşta enterne edilen Japonlardan af dilemesi aynı kategoriye giriyor.
Lazare, gerçek bir pişmanlığı ifade eden özür sözcüklerinin ulusal ve uluslararası boyutta ilişkilerin yumuşamasına, sorunların çözümü için bir zemin bulunmasına yardımcı olabileceği inancında. Çünkü özür ‘güç transferi’ anlamına da geliyor. İlişkide bir tarafta toplanan ağırlığı eşit olarak dengeliyor. Başarılı bir özür öfke ve ezilmişlik duygusunu hafifletiyor. Saygıyı ifade ediyor, güven oluşturuyor, ileride meydana gelebilecek yanlış anlamaları önlüyor. Mağdur tarafın affetmesini kolaylaştırıyor.
Globalleşmeyle birlikte kamuoyuna dönük özür dilemeler de artıyor. 1990’lardan beri şirketler hatalı ürünlerden, çevreye verdikleri zarardan ötürü daha çok özür dilemeye başlıyorlar. Çünkü böylelikle imaj düzeliyor, davalar geri çekilebiliyor. Bir zamanlar zaaf olarak algılanan özür bir güç simgesi haline geliyor.
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BAŞ ÖZÜRCÜSÜ
Ancak kimi zaman özürlerin abartıldığı da oluyor. Özellikle de siyasette.
Örneğin İngiltere Başbakanı Tony Blair, 19’uncu yüzyılda İrlanda’da yaşanan patates kıtlığından ötürü özür diliyor. Clinton, 1893 yılında Hawaii Kraliçesi Liliuokalani’nin devrilmesinden ötürü çok üzgün olduğunu söylüyor.
Tarihte işlenen kabahat ve günahların esas sorumlusu olmayan kişilerin ağzından o kadar çok özür sözü dökülüyor ki, bu işin artık abartıldığını düşünen İngiliz yazar Jay Rayner ‘Özürcü’ diye bir mizah romanı kaleme alıyor. Bu romanın kahramanı olan gastronomi yazarı Marc Basset, acımasız bir lokanta eleştirisi nedeniyle şef aşçının kendini fırında kızartarak intihar etmesi üzerine işini bırakıyor. Kendisini, ömrü boyunca üzdüğü insanların affına sığınmaya adıyor. Aşçının dul eşinden özür dileyerek başladığı af yolculuğunda öyle bir huşuya kapılıyor ki, artık özür dilemeden yaşayamaz hale geliyor. Böylece ünü dünyaya yayılan, profesyonel özürcü unvanını kazanan Basset, Birleşmiş Milletler tarafından baş özür elçisi atanıyor ve dünyayı dolaşarak bilumum mazlum milletten af dileniyor.
Köle ticaretinden sömürgeciliğe, ırk ayrımcılığından afyon savaşları ve Ruanda katliamına kadar.
Yazının Devamını Oku 13 Kasım 2004
Hormonlu tavuk yiyip yumuşakça sınıfına geçmekten çok daha sofistike cinsiyet değişimleri yaşanıyor şu anda doğada. Daha geçen ay Washington’daki Potomac Nehri’nin levreklerinde bir anomali tespit edildi. Erkek levrekler yumurtluyordu. Tahminen, tavuk gübrelerindeki östrojen atıkları ya da kanalizasyondan nehir sularına karışan insan hormonları yüzünden. Başka örnekler de var. Kanada ve Norveç’teki erkek kutup ayılarında dişi üreme organları gelişmeye başlıyor, Avrupa nehirlerindeki balıkların testislerinde yumurta oluşumuna yarayan proteinden bulunuyor. Hem de aşırı dozda. Sebebi, sulara karışan sanayi atıkları, deterjanlar. Bu kimyasal maddeler, hayvanlar üzerinde dişi hormonu etkisi yaratıyor. Doğadaki bu metamorfoz şu anlama geliyor: Erkekler de yarın öbür gün havadan sudan östrojen kapabilir. Bütün o ayılar, balıklar, kuşlar, kömür madenindeki kanaryalar artık.
Hani kömür madenlerine kafes içinde kanarya indirilir ya. Hayvancağız son nefesini verirse, madenciler bilir ki, ocaktaki zehirli gazlar artık ölümcül doza varmıştır.
İşte doğaya insan eliyle bırakılan zehirli atıklar yüzünden ölen, tükenen, cinsiyet değiştiren hayvanlar da aynı alarmı veriyor. Yeryüzünün havası suyu fena durumda. Bugün o hayvanların nesli tükeniyor, cinsiyeti sakatlanıyorsa, aynı şey yarın bizim de başımıza gelebilir.
Bu uyarı yeni değil. Yaklaşık 10 yıl önce İngiliz araştırmacılar, nehirlerdeki balıkların kimyasal atıklar yüzünden cinsel anormallikler göstermeye başladığını tespit etmişlerdi.
Ve son 10 yıldır çevre kirliliği yüzünden erkeklerin sperm sayısında azalma olup olmadığı, bu etkenlerin kısırlığa yol açıp açmadığı tartışılıyor. Sadece tartışılmakla kalmıyor, bazı bulgular da elde ediliyor. Örneğin 1992 yılında Danimarka ordusuna yeni alınan askerlerin yarısında düşük sperm konsantrasyonu tespit edilince alarm verilmişti. ABD’de ise Missouri kırsalındaki erkeklerin sperm sayısının düşük olmasıyla tarım ilaçları arasında bağlantı bulunmuştu.
İngiltere’de yapılan bir araştırma da çevre kirliliğinin insanın üremesini etkilediğini gösteriyor. İngiltere’de erkeklerin sperm sayısının 1989-2002 yılları arasında üçte bir oranında düştüğü biliniyor. Şimdi her altı İngiliz çiftten biri çocuk sahibi olamıyor, her yıl 27 bin çift tıbbi yardıma başvuruyor. Bu da son beş yılda yüzde 55’lik bir artışa işaret ediyor.
SAZAN VE ÇİPURALAR BOZULDU
Sulardaki kirliliğin türlerin geleceğini tehdit ettiği artık kesinlik taşıyor. Geçenlerde İngiltere’de elde edilen bulgulara göre bu ülkenin nehirlerindeki her üç erkek balıktan biri, kirlilik nedeniyle cinsiyet değiştiriyor. Doğum kontrol haplarında bulunan dişi hormonları, kanalizasyon yoluyla sulara karışıyor ve erkek balıklarda dişi üreme organlarının gelişimine yol açıyor. İncelenen 654 erkek sazandan 218’inde yumurtalık, yumurta ya da bozuk spermlere rastlanıyor. Çipura ve aynalı sazanlarda da aynı etkiler gözleniyor, ancak alabalık ve somon gibi göçmen balıklar nehir sularında fazla vakit geçirmediği için pek etkilenmiş görünmüyor. Bu değişimi geçiren balıkların artık üreme yeteneği kalmıyor. Üstelik çok az miktarda hormon, balığın cinsiyet değiştirmesine yeterli oluyor.
Hatta bazı araştırmacılar, bu hormonların içme sularına karışarak erkeklerde sperm sayısının azalmasına yol açtığından da kuşkulanıyor.
Fransız nehirlerindeki kimyasal atıklar da Fransız balıklarını efemineleştiriyor. Fransız Tarım ve Çevre Mühendisliği Araştırma Enstitüsü’nün Seine ve Rhone nehirlerinde yaptığı araştırmanın ardından geçen Nisan ayında yayınladığı rapora göre Paris ve Lyon yöresinde 20 ayrı bölgede yakalanan balıklarda kadınsı eğilimler tespit ediliyor. Erkek kefallerin testislerinde kadın üreme hücrelerine ve yumurta oluşumunda önemli işlevi olan vitellogenin adlı proteine bol miktarda rastlanıyor. Laboratuvarda kobay balıklar üzerinde yapılan deney, dişi hormonlarına maruz kalan balıkların karşı cinse özgü bir karakteristik geliştirdiğini kanıtlıyor.
Uzmanlara göre ambalaj ve deterjan atıkları gibi kimyasal maddeler sulardaki canlılar üzerinde hormon etkisi yapıyor. Hepsinden önemlisi balıklar, doğum kontrol hapında bulunan sentetik hormonlara maruz kalıyor.
YUMURTLAYAN ERKEK LEVREKLER
Son rapor ise daha geçen ay ABD’den geliyor. Washington’daki Potomac Nehri’nin erkek levrekleri yumurtlamaya başlıyor. Bu olay tamamen tesadüf eseri ortaya çıkarılıyor. Balıklarda lezyona rastlanması ve hayvanların kitleler halinde ölmesi üzerine bir araştırma başlatılıyor. Balıklar kesilip biçiliyor ama, lezyon ve ölümlere yol açan neden bulunamıyor. Bununla birlikte erkek levreklerin yüzde 42’sinin cinsel organlarında yumurtalar bulunuyor. Bu arada tavuk gübresinden östrojen atıklarının sulara karıştığı da tespit edildiğinden iki olay arasında hemen bağlantı kuruluyor. Potomac levreklerinin neden dişileştiği, halen üreme yeteneğine sahip olup olmadıkları henüz bilinmiyor. Ancak bir numaralı şüpheli kanatlı hayvanlardan ya da kanalizasyon yoluyla nehir sularına karışan hormonlar.
Amerikalı bilim adamları bugün balıkları etkileyen tehlikeli kimyasalların gelecekte insanların felaketi olabileceğini söylüyor. Ve bu tehlikeli kimyasallar sınıfına sadece sanayi atıkları, hormonlar girmiyor. Kanalizasyon yoluyla sulara karışan kafeinden türlü çeşitli ilaca kadar birçok madde şimdi test ediliyor. Acaba levrekleri transseksüel yapan bunlardan biri de olabilir mi diye.
ÇEKİRGE ETKİSİ
İşin kötüsü cinsiyet değiştiren kirlilik etkisi sadece nehirlerde görülmüyor, facia ta kutuplara kadar ulaşmış durumda. Norveç ve Kanadalı bilim adamlarının tespitine göre Kuzey Kutbu’ndaki kutup ayıları hermafrodit özellikler göstermeye başlamış. Her yüz ayıdan dördünde dişi ve erkek cinsel organları bir arada bulunuyormuş. Ayılardaki bu değişimin nedeni de DDT ve benzeri zehirli kimyasallar. Hikaye yine aynı; kadınlık hormonu etkisi. Peki bunlar kutup bölgesine nasıl ulaşıyor? Çekirge etkisiyle. Buharlaşan kimyasallar yeryüzünü dolaşıp çeşitli bölgelere konuyor, kuzey istikametli rüzgarlara kapılıp kutuplara düşüyor. Okyanuslar da azar azar taşıyor zehirli kimyasalları kuzeye.
Cinsiyet değiştiren hayvanlar listesi sadece balıklar ve ayılarla sınırlı değil. Florida’nın timsahları ve Kuzey Amerika’daki Göller Bölgesi’nin kuşları da yumuşamaya başlamış.
Yazının Devamını Oku 6 Kasım 2004
ABD’ye ikinci kez başkan seçilen George W. Bush’un coğrafya alanındaki engin bilgisizliği o kadar derin ki, ‘Biri bu adama atlas alsın’ diye internet sitesi bile var. Bush sadece ülkelerle kıtaları karıştırmakla kalmıyor, bazen Florida ile Teksas’ı bile karıştırıyor. National Geographic’in yaptığı bir araştırmaya göre de Amerikalıların yüzde 78’i harita üzerinde Irak’ın yerini gösterememiştir. Ancak adamların harita bilmemesi de kimseye zarar vermez. Bununla birlikte Bush savaşçı bir ruh taşıdığı için ülke ve kıtaları karıştırması önümüzdeki dört yıl içinde dünya açısından zararlı olabilir.
Woody Allen böyle olacağını söylemişti. Der Spiegel’deki söyleşide ‘Sizce Michael Moore’un filmi Bush’un yeniden seçilmesine engel olabilir mi?’ sorusu üzerine Allen şu yanıtı vermişti: ‘Film iyi ama, hiç etkilemez. Çünkü o film ancak bizim gibilere işler. Bush taraftarının umurunda bile olmaz.’
Gerçekten de Cannes’da ödül alan, ABD’de binbir zorlukla gösterime giren Fahrenheit 9/11, Amerikalı seçmeni zerrece etkilemedi. Bush ve Bin Ladin aileleri arasında çok girift bağlar varmış da, Bush 11 Eylül’ün faili Usame bin Ladin’in adını belleklerden silmiş de, yalan dolanla Irak’a savaş açmış da, bini aşkın vatan evladı oralarda can vermiş de... Amerikalı seçmen bunları hiç umursamadı. Ekonomi ve istihdam alanında sorunlar yaşanırken, Bush’un çizdiği ahlaki değerler üzerine kurulu dünya görüşünün peşinden giden 59 milyon kişi onu başkan seçti. Ancak Demokrat aday John Kerry’ye oy veren 55 milyon insanın varlığını da unutmamak gerekiyor.
Şimdi Bush’la geçecek yeni bir dört yıla daha giriyoruz ve Amerika’da ‘Bu bilgisiz başkanla halimiz ne olacak?’ diye düşünen aklı başında insanlar da var. Ama, işin iyi tarafı o dört yıldan sonra yeni bir dört yıl daha olmayacak.
BİLMEZ AMA SORU SORAR
Karanlıklar Prensi diye tanıdığımız Richard Perle, Bush için şöyle diyor: ‘Onu daha ilk görüşümde farklı biri olduğunu anlamıştım. Bilgi yönünden zayıftı. Ancak diğer yandan pek bilgili olmadığı konularda soru soracak kadar büyük bir güvene sahipti.’
Bush’un kendine çok güvendiği kesin. İngilizce’si de pek parlak olmadığı için komedi şovlarına malzeme olan Bush, zaman zaman kendi dil yeteneğiyle dalga geçerek zaafını örtmeye çalışıyor. Ama yine de alaya alınmaktan kurtulamıyor. Son olarak seçim kampanyası sırasında ‘Laura İngilizce’yi benden daha iyi konuşur’ deyince, komedyen Jay Leno ‘Bush en büyük düşmanına saldırıda bulundu; İngilizce’ye’ diye dalga geçti.
Aslında Bush, ABD’nin bilgisi kıt tek siyasetçisi değil. Örneğin Baba Bush’un ‘patates’ sözcüğünü hecelemeyi beceremeyen yardımcısı Dan Quayle, Latin Amerika’da Latince konuşulduğunu ve Latin Amerika’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin bir parçası olduğunu zannediyordu. Daha da beteri, ABD’nin Avrupa’da olduğunu söylemişti. Eski başkanlardan Gerald Ford da Doğu Avrupa ülkelerinin, özellikle de Polonya’nın Sovyetler Birliği’nin güdümünde olmadığını söyleme gafletine düşmüştü.
Bush ise özellikle coğrafya alanında bütün bu gafları aşmış durumda. Çünkü kendi bilgisizliğinin yanı sıra bir dezavantajı da, bağımlı olduğu danışmanlarının coğrafya notunun da zayıf olması. Örneğin Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice’ın coğrafya bilgisinin kıt olduğu söyleniyor. Bush coğrafya bilmediği gibi bazı ulusların adını da yanlış söylüyor. Örneğin Yunanlılara ‘Greeks’ yerine ‘Grecians’ diyor. Üstelik Amerika’da on binlerce Yunanlı yaşadığı halde.
Ülkeleri ve eyaletleri karıştıran, İngilizce’de çoğul ve tekilleri yanlış kullanan Bush’un seçme saçmaları gazetecilere koleksiyon malzemesi oldu. Bu koleksiyonların en ünlüsü Jacob Weisberg’in slate.com sitesinde topladığı büyük gaflardan oluşan ‘Bushisms’. Bush’un Aptallığı, Büyük Coğrafya Üstadı gibi daha nice koleksiyon da var.
Bush’un coğrafya gaflarından oluşan 1999-2004 arası koleksiyonu, başkanın adını andığı ülkelerin tam olarak nerede olduğu konusunda hiçbir fikri olmadığını gösteriyor. Coğrafya bilgisi İngilizce’sinden bile kötü olan bir Amerikan başkanı da dünya için tehlikeli bulunuyor. Haritaya bakmaktan aciz bir kadro dış politikada nasıl rota çizer diye soranlar, hatta bu bilgisizliğin ABD’nin uluslararası ilişkilerine zarar verdiğini iddia edenler bile var.
İşte Bush’un gaflarından seçmeler
‘Slovakya hakkında bildiğim tek şey, bizim Teksas’a gelen dışişleri bakanından ilk elden öğrendiklerim.’ (22 Haziran 1999)
Aslında Teksas Valisi Bush’u ziyaret eden kişi Slovenya Başbakanı Janez Drnovsek.
‘Eve yapılan baskında o Kübalı çocuğun (Elian Gonzalez) nasıl korktuğunu gördüm ve Amerika’ya yakıştıramadım. Hemen Teksas’ın büyük valisi olan kardeşim Jeb’i arayıp söyledim. (27 Nisan 2000)
Bush’un bu sözleri üzerine kendisiyle röportaj yapan televizyoncu, ‘Florida’ diye düzeltiyor. Çünkü olay Florida’da geçiyor ve kardeşi Jeb Bush da Florida valisi. Olay meydana geldiği sırada, Teksas valisi olan ise Bush’un kendisi. Televizyoncu ‘Florida’ diye düzeltince Bush şöyle diyor: ‘Florida bir eyalettir.’
‘Ulusumuz büyük miktarda yabancı petrole bağımlıdır. Ve ithalatlarımızı giderek artan miktarda yurtdışından yapıyoruz.’ (25 Eylül 2000)
Petrolde büyük miktar ne demek pek anlaşılmıyor. Ayrıca ithalat ve yurtdışı sözcüklerinden ne anladığı da pek belli değil.
‘Size ne Fransızca, ne İngilizce, ne de Meksikaca cevap verebilirim.’ (21 Nisan 2001)
Amerika kıtası zirvesi sırasında gazetecilerin ısrarlı sorularını yanıtlamayı bu cevapla reddediyor. Ancak kendisi de az buçuk İspanyolca bildiği ve bir dönem valisi olduğu Teksas, Meksika’ya komşu olduğu halde, Meksikaca diye bir dil bulunmadığını, orada İspanyolca konuşulduğunu bilmiyor.
‘Uzun uzun Afrika’dan söz ettik. Afrika korkunç hastalıklarla boğuşan bir ülke.’ (14 Haziran 2001)
İsveç’in Gothenburg kentindeki ABD-AB Zirvesi sırasında liderler Afrika kıtasını konuşmuş ama, Bush orayı ülke zannediyor. Daha önce de Nijerya’nın kıta olduğunu söylemişti.
‘Sizde de siyahlar var mı?’ (8 Kasım 2001)
Brezilya Devlet Başkanı Fernando Cardoso’ya soruyor.
‘Kölelerin dini inanç ve özgürlükleri adına Amerika’ya gelip, Amerika’nın değişimine katkıda bulunmaları çok ilginç.’ (8 Temmuz 2003 - Senegal)
Afrika dışında en çok Afrika kökenlinin Brezilya’da yaşadığını bilmediği gibi, dini özgürlük arayışı içinde Avrupa’dan Amerika’ya göç edenlerle zorla kıtalarından koparılan siyahları birbirine karıştırıyor. Köle ticaretine kurban giden 75 milyon siyahı da hiçe sayıyor.
‘Körfez kıyısı ülkelerinden Başkan Mübarek, Veliaht Prens Abdullah ve Ürdün Kralı ile çok iyi ilişkilerim var.’ (29 Mayıs 2003)
Basra Körfezi’ni kastederek Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün’den bahsediyor. Ancak Mısır ve Ürdün’ün bu körfeze kıyısı yok.
‘Fas Kralı Ürdün Kralı Abdullah, yani orada, Katar, Umman, Bahreyn gibi özgürleşmeye başlayan toplumlar var.’ (29 Ocak 2004)
Sözde Ortadoğu’yu anlatıyor. Ancak Fas ve Ürdün krallarını aynı kişi zannettiği gibi birbirine binlerce km uzaklıktaki ülkelerin hepsini Ortadoğu’nun içine yerleştiriyor. Fas ile bölge arasında beş saat kuşağı fark var. Adını saydığı Körfez emirlikleri ise jeopolitik olarak kesinlikle Ortadoğu’nun içine girmiyor.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2004
Birleşmiş Milletler’in 191 üyesi tam üç yıldır, insan klonlamayı nasıl yasaklayacağını tartışıyor ama, bir türlü işin içinden çıkamıyor.
Meselenin çözümsüz olması biraz tuhaf. Çünkü 191 ülkenin tamamı, çoğaltma amaçlı insan klonlamanın yasaklanması noktasında anlaşıyor ama, yine de anlaşamıyor.
Çünkü bir taraf klonlamayı topyekûn reddediyor; aralarında Türkiye’nin de bulunduğu diğer grup ise tedavi amaçlı klonlamayı bir seçenek olarak görüyor. Bu öneri kabul edilse, kök hücre yöntemiyle Alzheimer’dan felce birçok hastalığın tedavisi mümkün olabilecek. Ancak ABD’nin ret grubu, etik nedenlerle tedavi amaçlı klonlamayı da reddediyor. Bu tıkanıklığın aşılması büyük ölçüde gelecek salı yapılacak ABD seçimlerine bağlı. Demokrat aday Kerry seçilirse, belki tıkanıklık çözülür umudu bulunuyor.
Kosta Rika, Antigua ve Barbuda, Ekvator Ginesi, Fiji, Marshall Adaları, Mikronezya, Nauru, Palau, Saint Kitts ve Nevis ile Amerika Birleşik Devletleri arasında nasıl bir ortak yön bulunabilir?
Birincisi, hepsi Birleşmiş Milletler üyesi. İkinci ortak nokta ise şu; hepsi de insan klonlamaya karşı çıkıyor. Daha doğrusu, sadece insan kopyalamaya değil, kök hücre amaçlı embriyon klonlanmasına da karşı çıkıyor.
Yazının Devamını Oku