5 Haziran 2004
Başkanlık kampanyasına başladığı günden beri tartışılıyor; Bush’ta bir ‘şey’ sendromu, bir ‘şey’ bozukluğu var ama, ne? Disleksi mi, deli kovboy sendromu mu, ne? Son iddiaya göre Bush, Asperger’s Sendromu’ndan mustarip. Bir çeşit hafif otizm. Ama bu sadece bir tarihçi yazarın iddiası. Bilimsel temeli yok. Nitekim geçen hafta iki bilim adamı, sanat dehası Michelangelo’da muhtemelen Asperger’s Sendromu olduğunu açıkladı. Einstein, Newton ve Beethoven gibi başka dahilerde de aynı nörolojik durum varmış. Asperger’s teşhisi konulan kişilerin tamamı aşırı derecede zeki. Yani bu şartlarda Bush’un Asperger’s olması ihtimali neredeyse sıfır. Bush’la ilgili başka bir iddia daha var ki, o akla daha yakın. İki araştırmacının denekler üzerinde yaptığı çok sağlam bir teste göre, Bush’un yüzü insanda saldırganlık arzularını uyandırıyormuş.
İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi geçenlerde bir televizyon kanalında ABD Başkanı Bush için ‘O da bizim gibi normal insanlardan. İyi bir koca, iyi bir aile babası. İki çocuğu var. İkisini de çok seviyor. Çok derin duyguları olan bir adam’ dedi. Ayrıca Irak’ta ölen Amerikan askerleri için içinin parçalandığını, çok acı çektiğini de ekledi.
Berlusconi, Bush’un Avrupa’da Blair’den sonraki iki numaralı kankası ya, başkanın Irak savaşı yüzünden bozulan imajını düzeltmeye çalıştı. Ancak artık Bush’u normal bir insan olarak kabul ettirmek hayli güç. Irak’taki gidişatın realitesiyle hiç uyuşmayan konuşmaları, Iraklılara yapılan işkencelerden ötürü doğru dürüst özür dilememesi nedeniyle Bush’un topladığı tepkiler şiddetlendi.
İşte Asperger’s Sendromu iddiası da bu yüzden çıktı. Amerikan İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Çöküşü adlı kitabın yazarı, İngiliz tarihçi Niall Ferguson, The Daily Telegraph’ta yayınlanan yazısında, Bush’un Asperger’s Sendromu var diye bir iddia attı ortaya. Bir otizm biçimi olan bu nörolojik durum, sosyal davranış bozukluğu, çevreyle iletişim güçlüğü, başkalarına karşı duygu eksikliği şeklinde kendini gösteriyor. Ferguson, içinde yaşadığı sosyal çevreyle interaktif ilişki kuramayan, koltuk, Segway ve bisiklet dahil üzerine bindiği her şeyden düşen Bush’un beceriksiz ve duygu yoksunu bir insan olarak Asperger’s özellikleri gösterdiğini ileri sürdü. Günün birinde Irak’ta yapılan hataların tümünün bu sendroma fatura edilebileceğini de yazdı ve işi biraz daha tırmandırıp, ‘Aslında bütün Amerika’da Asperger’s var’ diye kestirip attı.
Ancak sendromlulara hakaret ediyor diye uzmanlardan tepki gördü.
DAHİLERİN SENDROMU
Tam bu tartışmanın ardından, Michael Fitzgerald ve Muhammed Arshad adlı iki otizm uzmanı, yaptıkları bir dizi araştırma sonucu, ressam ve heykeltıraş Michelangelo’da büyük ihtimalle Asperger’s olduğunu açıkladılar. Journal of Medical Biography’de yayınlanan teze göre Michelangelo, yarattığı eserlere tutkuyla bağlanmış, bütün dikkatini ustalığında yoğunlaştırmış ve kendini dış dünyadan soyutlamıştı. Hiçbir sosyal duygu taşımıyor, sadece kendi gerçekliğiyle ilgileniyordu ki, bunlar tipik Asperger’s davranışlarıydı.
İlk kez Alman doktor Hans Asperger tarafından 1940’larda teşhis edilen bu nörolojik durum bugüne kadar birçok tarihi dehaya mal edildi. Albert Einstein, Isaac Newton, Ludwig van Beethoven, John Nash ve Bill Gates gibi dehalar için aynı tez ileri sürülmüştü. Sosyal davranış özürlüsü, yalnız ve depresif insanlardı hepsi de. Ve hepsi de ileri derecede zeki.
Bu dahilerle Bush’un adı nasıl yan yana gelir, orası tartışılır. Çünkü önemli bir zeka pırıltısı taşımadığı ortada.
BEYNİ FAZLA MI ÇEVİK
BusinessWeek dergisinde yer alan bir araştırmaya göre Bush’ta büyük ihtimalle öğrenme güçlüğü sendromu bulunuyor. Bu alanda uzman olan kişiler, başkanın beyninin, dil yetisi ve işitmeyle ilgili sol bölümünde bir problem olduğunu düşünüyorlar. Yani işittiği sözcükleri değerlendirmekte ve konuşurken doğru sözcüğü bulmakta sıkıntı çekiyor. Bu yüzden İngilizce’de bulunmayan tuhaf sözcükler kullanıyor, dili katlediyor.
Bush’un danışmanları ise başkanın fazlasıyla çevik bir beyne sahip olduğunu ve ağzından daha hızlı çalıştığını, bu nedenle bir uyumsuzluk olabileceğini söylüyorlar.
Bir başka iddiaya göre ise Bush’ta ‘Apraksiya’ olabilir. Bu da konuşurken, dudak, çene ve dili eşgüdümlü kullanamama durumu. Ancak bu sendroma sahip olanlar genelde sözcükleri kısaltıyor. Bush ise tam tersi uzatıyor; örneğin analiz yerine analizasyon diyor. Bush’ta, aynı kardeşindeki gibi disleksi olabileceği de söyleniyor. Ancak disleksisi olsa teleprompteri de okuyamazdı diye karşı çıkanlar var.
Ve bir tahmin daha: Bush’ta CAPD (Central Auditory Processing Disorder) olabilir. Merkezi işitme sisteminde işlem bozukluğu anlamına gelen CAPD’ın işitme kaybı ile ilgisi yok. İşitmeyle ilgili sinirler kulaktan gelen ham verileri tam olarak işleyemiyor, böylece birbirine benzeyen sözcükler karışıyor, gürültülü ortamda işitme zorlaşıyor, iletişim güçlüğü beliriyor. Bu kişiler, konuşmacıya bakarken daha rahat duyabiliyor. Bush’un, eski başkanlara göre çok daha az basın toplantısı düzenlemesi de bu bozukluğa bağlanıyor.
BUSH FOTOĞRAFLARINA BAKMAK
Tabii bunların tamamı tahmin. Bush’ta şu sendrom, bu bozukluk var diyenlerin hiçbiri başkanı muayene etmiş değil. Bush’la ilgili en sıkı bilimsel çalışma ise adamın yüzünün uyandırdığı hislerle ilgili. Dünyada fotoğrafı en fazla yayınlanan, meydanlarda kuklası en fazla yakılan insan o. İşte bu nedenle, Sara Konrath ve Norbert Schwarz adlı Amerikalı iki psikolog, bir grup deneği alıp Bush’un fotoğraflarını göstermiş ve tepkilerini ölçmeye çalışmışlar. Deneklere art arda ve seri bir şekilde Bush ve sandalye resimleri gösterip, her resim için hızla bir sözcüğün düğmesine basmalarını istemişler. Ve görmüşler ki, denekler Bush fotoğrafı geldiği zaman hemen reaksiyon gösterip, tekme ve yumruk gibi saldırgan sözcüklerin düğmesine basıyor, zararsız sandalyelere de aşk ve övgü gibi olumlu sözcükleri uygun görüyorlar.
Bu çalışma sonunda psikologlar şu karara varmış: Bush’un yüzü ve bakışı insanda saldırganlık dürtülerini uyandırıyor. İnsanlar Bush’un yüzüne baktıktan sonra olumlu sözcüğü kullanmakta güçlük çekiyor. Demek ki Bush’un bakışı yapıcı düşünceyi torpilliyor, saldırgan fikirleri harekete geçiriyor.
Biliyor musunuz, biz son üç yıldır Dış Haberler Servisi’nde her gün onlarca Bush fotoğrafına bakıyoruz.
Yazının Devamını Oku 29 Mayıs 2004
Geçen hafta Amerikan Kanser Derneği’nin bir araştırması yayınlandı. Buna göre, kadınların başına musallat olan meme kanseri erkekler arasında da artmaya başlamış. İlk kez tespit edilen bu artışın ardında da obezitenin bulunduğu düşünülüyor. Diyelim ki, erkeklerde meme kanseri obezite yüzünden artıyor. Peki ama burada insanın aklına daha temel bir soru gelmez mi: Erkeklerin gerçekten memesi var mı? O meme uçları ne işe yarıyor?
Hayatta evrimle ilgili cevabını düşünmedik soru bırakmayan Charles Darwin de bu konuya kafa yormuş. Hatta evrim teorisinin babasının büyükbabası Erasmus Darwin bile kafayı buna takmış: Erkeklerin neden meme ucu vardır? Süt vermek gibi bir işlevi olmadığı halde, neden?
Tabii ki öncelikle birer memeli olduklarını kanıtlamak için. Çünkü fareye varıncaya kadar bütün memelileri diğer türlerden ayırt eden iki unsur var; tüylü olmaları ve yavrularını emzirmeleri. İnsan, yavrusunu emziren bir memeliyse, o halde erkek cinsinin de türsel aidiyetini kanıtlaması için meme uçlarına sahip olması gerekiyordu. Aksi takdirde, hele hele kel erkeklerin, sürüngen değil de memeli olduklarını kanıtlamaları hayli zor olurdu!
Aristo da erkeklerin meme ucuyla ilgilenmiş ve aygırların asla ve asla meme ucuna sahip olmadığı konusunda önemli bir tespitte bulunmuş. Kısrak memeleri incelendiğinde, bunların gövdenin hemen bitiminde kuyruğa çok yakın olduğu dikkat çekiyor. Demek ki, aygırlarda diğer donanımdan ötürü meme ucuna yer kalmamış!
Aristo da, dede-torun Darwin’ler de, bu sorunun kesin yanıtını bulamamışlar. Erasmus Darwin, erkekteki meme uçlarının, memelilerin hermafrodit olduğu dönemden yadigar olduğunu düşünmüş. Torun Darwin de, memelilerin atalarının iki eşeylilikten tek cinsiyetliliğe geçmesinden sonra, hem anne hem de babadan süt geldiğini, eşlerin yavruyu birlikte emzirdiğini yazmış. Ama sonra nedense babalar süt vermeyi bırakmış.
Darwin’in hipotezini doğrulayacak ya da çürütecek hiçbir veri bulunmuyor. Ancak bugün memeliler arasında süt veren tek bir erkek türü bulunmadığı da kesin.
HAYAT DİŞİ OLARAK BAŞLIYOR
Bütün hipotez ve safsatalar bir yana, bugün artık bilim sorunun kesin yanıtını bulmuş durumda. Erkeklerde meme ucu neden mi var? Bütün insanlar, ana rahmindeki yaşamlarına dişi olarak başlıyorlar da ondan. Doğa önce bütün insanları dişi yapmaya niyetleniyor. Aslında doğacak varlığın cinsiyetle ilgili kaderi döllenme sırasında çiziliyor. Ancak embriyon, gelişim süreci içinde çok kısa bir dönem, dişi ya da eril anatomiye dönüşecek bir potansiyel taşıyor.
Embriyon dört haftalıkken meme uçları beliriyor, ancak yedinci haftada cinsiyet hormonları devreye giriyor. Böylece embriyon dişi ya da erkek anatomisine göre yönlenmeye başlıyor. XX kromozomu taşıyan bütün embriyonlar dişi gelişimi gösteriyor. Ancak embriyonda Y kromozomu varsa, o zaman iş değişiyor. Erkeklik hormonu testosteron, memelerin gelişimini engellemeye başlıyor ama, artık iş işten geçtiği için, o iki meme ucuna dokunamıyor. Erkeklik programı o iki meme ucunu silemiyor.
Tabii bu cevap, sorunun bütününe yanıt değil. Çünkü Aristo’nun tespit ettiği gibi sadece atların değil, farelerin erkeklerinde de meme ucu bulunmuyor. Çünkü PTHrP adlı bir protein, erkek farelerde memeyle ilgili dokuların tamamen yok olmasını sağlıyor.
İnsanın erkek cinsine gelince, sadece meme uçları değil, bezleri ve kanallarına kadar memeye dair her türlü donanım duruyor. Yani süt vermek için gerekli her türlü imkan mevcut.
Hatta ‘Meme Kitabı’ diye bir eser vermiş bulunan Amerikalı doktor Miriam Stoppard, erkeklerdeki meme uçlarının lüzumsuz olmadığı konusunda Darwin’in tezini destekliyor ve ‘Gerekli hormonal koşullar yaratıldığı takdirde, erkek memeleri işlev kazanabilir’ iddiasında bulunuyor.
Anladığım kadarıyla erkeklere östrojen takviyesi uygulanırsa, yavrularına süt verebilirler demek istiyor. Ama tabii bu çok riskli bir iş. Çünkü Amerikan Kanser Derneği’nin verilerine göre kadınlar arasındaki meme kanserinde artışın nedenlerinden biri de, menopoza girdikten sonra kullanılan hormonlar.
Üstelik derneğin geçen hafta yayınladığı rapora göre, erkekler arasında meme kanseri vakalarında artış tespit edilmiş. Ama, öyle korkulacak oranda değil. Son 25 yıl içinde yüzde 26’lık bir artış söz konusu. Kadınlardaki artış ise yüzde 52 oranında.
Erkeklerde meme kanseri vakalarının artış nedeni ise büyük ihtimalle gırtlak. Obezitenin tırmanışıyla birlikte bedenler genişlerken, yağ dokuları gelişiyor ve işte o dokular österojen üretiyor.
Yani suçlu yine östrojen.
Yazının Devamını Oku 22 Mayıs 2004
Charles ile Diana’nın evlendiği 1981 yılından sonra biz Türk kamuoyu olarak kraliyet düğünlerini pek takmamaya başladık, ancak son dönemlerde Avrupa bu tür düğünlerle çalkalanıyor. İşte bugün yine kraliyet düğünü var. Geleceğin İspanya kralı Felipe de başgöz ediliyor. Düğünlerin ortak özelliği, damatların veliaht prens olması ve hepsinin de halktan kızlarla evlenmesi. Yani geleceğin Avrupalı kraliçeleri mavi kan taşımayacak. Üstelik biri boşanmış, biri evlilik dışı çocuk sahibi, biri ise Arjantinli cuntacı bakan kızı. 50 yıl önce olsa, prenslere eş değil, ancak metres olabilecek tipte gelinler. Kraliyet uzmanları, yeni milenyumda ortaya çıkan bu yeni akımı, monarşilerin demokrasiye uyum projesi olarak değerlendiriyor.
Mısır’ın eski kralı Faruk bir zamanlar şöyle demiş: Gelecekte sadece beş kral kalacak. Kupa, sinek, maça, karo kralı ve de İngiltere Kralı. Biz bu iskambil krallarına ‘papaz’ diyoruz ama, olsun, onlar aslen kral.
Kral Faruk’un yürüttüğü tahminin aksine bugün dünya üzerinde 26 monarşi var.
Özellikle Avrupa’daki monarşiler, demokrasiyle bir arada yaşayabilmek, 21’inci yüzyılda da varlıklarını sürdürebilmek için son 50 yıldır kabuk değişimi içindeler. Hanedanlar arası kız alıp vermeler bitiyor, katı kurallar yumuşuyor, halktan kızlar saraylara gelin gidiyor. Zaten Avrupalı kral ve kraliçeler, eskiden olduğu gibi tavşan misali üremedikleri için, prenses sıkıntısı da çekiliyor. Üstelik bu yeni gelinlerin bazıları öyle defolu oluyor ki, burjuva sınıfı bile tuhaf karşılıyor.
Aslında kralların halktan kızlarla evlenmesi yenilik değil. İngiltere Kralı Sekizinci Henry’nin altı karısından sadece biri prensesti. Rus Çarı Büyük Petro’nun 1711’de evlendiği Litvanyalı köylü kızı Marta Skawronska, kocası ölünce Birinci Katarina unvanıyla tahta çıkmıştı.
Ancak genelde krallar ve veliaht prensler asla ve asla aşk evlilikleri yapamazdı. Önemli olan soyu devam ettirmek ve diğer hanedanlarla siyasi bağları sağlam tutup monarşilerin geleceğini garanti altına almaktı. Aşk-meşk metreslerle yaşanabilirdi.
Pervasızca aşık olmak faciayla noktalanabilirdi. Mayerling’de olduğu gibi. Avusturya Veliaht Prensi Rudolf 1881 yılında görev icabı Belçikalı Prenses Stephanie ile evlenmiş, ancak 17’lik barones Mary Vetsera’ya gönlünü kaptırınca, evliliğine kanlı bir şekilde son vermişti. 31 Ocak 1889 günü Mayerling’de önce sevgilisini, sonra da kendisini vurarak aşkının peşinden gitmişti.
Tabii Mayerling faciasının, Fransa Başbakanı Georges Clemenceau’nun komplosu olduğu iddiası da var ama, o ayrı bir hikaye.
Ancak Birinci Dünya Savaşı sonrasında çok sayıda Avrupa hanedanı son bulunca geride kalan monarşilerin evlilik politikası da değişmeye başladı. İngiltere Veliaht Prensi George 1923 yılında, başka bir hanedandan prenses almak yerine İskoçyalı bir aristokratın kızıyla evlendi. Sonra İsveç Kralı Karl Gustav, 1974 yılında hostes Sylvia Sommerlath’la evlendi. Ülkenin ilk kez halktan bir kraliçesi oluyordu.
Hanedanlar arası evliliklere de aşk dokunuşu bulaşıyordu. Belçika Veliaht Prensi Leopold ile İsveç Prensesi Astrid’inki bir aşk evliliği olarak ilan edilmişti. Kraliçe Astrid 29 yaşında trafik kazasında ölünce, son nefesini verdiği yer, yeni evli çiftlerin ziyaret ettiği kutsal bir mekana dönüştü.
O dönemde aşkın prens ve prensesler arasında olması tercih ediliyordu. Sekizinci Edward, iki kere boşanmış Wallis Simpson ile evlenmeye kalkınca İngiltere tahtından oldu.
DEFOLU GELİNLER
Avrupa hanedanlarının düğün mevsimi geçen 24 Nisan’da Hollanda Prensi Johan Friso’nun, Mabel Wisse Smit ile evlenmesiyle açıldı. Mabel’in halktan bir kız olması saray politikasına uygundu ama 12 yıl önce ünlü bir gangsterle yaşadığı ilişki ortaya çıkınca, denklem bozuldu. Tahta çıkış sırasında ikinci durumda olan prens hükümet müdahalesiyle sırasını kaybetti.
Hollanda’nın Veliaht Prensi Willem Alexander da iki yıl önce, Arjantin’in kirli savaş döneminde bakanlık görevinde bulunan Jorge Zorreguieta’nın kızı Maxima ile evlendi. Yatırım bankacılığı yapan Maxima zeki ve çekiciydi ama babası defoluydu. Saray, dışişleri bakanını Arjantin’e göndererek, dünürden düğüne gelmemesini rica etti. Maxima da babasına karşı mesafe aldı ve sarayın mutlu prensesi oldu.
Geçen 14 Mayıs’ta da Danimarka Veliaht Prensi Frederik, Avustralyalı hukukçu Mary Donaldson ile evlendi. Avrupa’nın en eski hanedanı olarak geçmişi 899 yılına kadar uzanan Danimarka kraliyet ailesinin ufkunda ilk kez halktan bir kraliçe görünüyor şimdi. Ancak Mary, boşandığı takdirde çocuklarını alamayacak.
Charles ile Diana’nın evliliğinden bu yana en büyük kraliyet düğünü ise bugün. İspanya Veliaht Prensi Felipe, TV sunucusu Letizia Ortiz ile evleniyor. İspanyollara göre yüzyılın düğünü.
İspanya’nın gelecekteki kraliçesi Letizia Ortiz, boşanmış. Düşünün, 1981 yılına kadar boşanmanın yasak olduğu bir ülke İspanya. Baba televizyon tamircisi, anne hemşire, büyükbaba ise taksi şoförü. Letizia’nın en önemli avantajı İspanyol olması. Felipe’nin bir önceki sevgilisinin Norveçli bir iç çamaşırı modeli olduğu düşünülürse, iyi bir avantaj.
SOYLU-KENTSOYLU DENGESİ
Eskiden hanedanların çökmesi için halkın devrim yapması gerekiyordu, şimdi ise bir parlamento çoğunluğu yetiyor. Hanedanların devam edebilmesi için monarşi modellerinin kendisini sürekli geliştirmesi ve halkın beklentilerine uygun davranması gerekiyor.
Ancak halkın aristokrasiyle ilgili romantik ideallerinin de yıkılmaması gerekiyor. Örneğin Norveç Veliaht Prensi Haakon Magnus’un, evlilik dışı çocuk sahibi Mette-Marit ile evlenmesi biraz aşırı bulundu. Geleceğin kraliçesinin doğurduğu çocuğun babası uyuşturucu bağımlısıydı ve hapis yatmıştı.
Diana’nın başına gelenler de, Avrupalı kraliyet ailelerini uyandırdı. Prensesleri altın kafese kapatmanın pek de akıllıca bir iş olmadığı anlaşıldı. Bu nedenle kraliyet terbiyesiyle büyümüş Felipe ile Frederik’in eşlerini saraya kapatıp, içlerini sıkması beklenmiyor.
Yeni gelinlerin saraya kapatılacak cinsten olmadığı daha ilk günden belli. Letizia Ortiz, nişan töreninde prensi öyle bir paylamış ki, İspanyollar pek ayıplamış. Prens Felipe’nin lafını kesmesi üzerine ‘Bırak, sözümü bitireyim’ demiş.
Ve yeni gelinlerin hiçbiri bakire değil. Düşünün Lady Diana 19 yaşında Charles ile evlendiğinde, kızın amcası dünya basınının karşısına çıkıp yeğeninin bakire olduğunu açıklamıştı.
Kraliyet ailelerinin reytingi yüzde 70’lerde
Monarşilerin halk üzerindeki mali yükü hayli kabarık olmakla birlikte bugün Avrupa’daki krallıkların hiçbirinde kriz yok. Kraliyet ailelerinin halk arasındaki reytingleri genel olarak yüzde 70 civarında. Politikacılar gözden düşmemek için çırpınıp dururken, kraliyet aileleri siyaseten rahat bir hayat sürüp halkın sevgisini kazanıyorlar. Çünkü her kuşak, sarayda kendini özdeşleştirebileceği bir akranını bulunuyor. Örneğin şimdi İngiltere’de Prens William ile kardeşi Harry var. İnsanlar istikrar ve sürekliliği sevdiği için kraliyet mensupları politikacılara göre özdeşleşme için daha iyi birer örnek oluyor. Monarşilerin devam etmesinde medyanın rolünü de unutmamak gerek. Örneğin İngiltere’de monarşi feshedilse, herhalde medya büyük bir boşluğa düşerdi. Çünkü tiraj rakamları şu gerçeği gösteriyor: Saray skandalları ne kadar sansasyonel ve pespaye olursa, tabloid gazeteler o kadar çok satıyor.
Yazının Devamını Oku 15 Mayıs 2004
Amerikalılar, demokrasi ve insan hakları götürmeye gittikleri Irak’tan gelen işkence görüntülerine çok şaşırdı. Ama o sahnelerde kadın askerlerin oynadığı aktif role daha çok şaşırdı. İşkencenin erkek aktörleri tamamen ikinci planda kaldı. Medyaya bakarsanız, onuru çırılçıplak soyulmuş erkek mağdurlar karşısındaki pervasız kadın halleri, bugüne kadar ileri sürülen teoriyi çökertiyor. Kadın cinsi latiftir, barışçıdır, kaba kuvvet ve şiddet uygulamaz! Şimdi kadın ve ordu konusunda fikir yürütebilecek bütün otoriteler bu meseleyi tartışıyor. Ve ileri sürülen görüşlerden şu sonuç çıkıyor: Savaşın çirkin yüzünü kadının yumuşatması isteniyor. Kadının, o şiddet gösterisini daha adil ve insanca kılması bekleniyor. Yani koyu bir cinsiyet ayrımcılığı uygulanıyor. Sanki erkeğin işkencecisi normalmiş de işe kadın karışınca doğaya aykırıymış gibi bir çifte standart çıkıyor.
Kadınlar o pis işe neden bulaştı? Genç ve tecrübesiz oldukları için mi, iktidar büyüsü yüzünden mi, yoksa azınlıkta kaldıkları o şiddet yüklü militer kültüre başkaldıramadıklarından mı? Ya da erkek gibi davranabildiklerini kanıtlamak için mi?
Amerika’da uzun zamandır tartışılan ordu-kadın birlikteliği konusunda uzman olan herkes ayrı bir fikir yürütüyor.
Ancak şunu hemen belirtmek gerek. İşkenceci kadın askerler içinde en çok, o bıçkın tavırlı er Lynndie England sinirleri bozmuş. Ağzının kenarına kıstırdığı sigarasıyla, mastürbasyon yapmaya zorlanan Iraklı tutukluya elini silah gibi doğrultmuş hali, kadın şiddetinin resmi olarak kafalara yerleşti. Irak’ta silah konuşturan yüzlerce asker, yüzlerce kişiyi öldürdü, ancak zulüm bir başka görüntüyle birleşti; 21 yaşındaki bir kadının yüzüyle.
İşte o zaman insanın aklına bir başka yüz daha geliyor. Hani şu sözde esir düşüp sonra operasyonla kurtarılan kahraman kadın asker Jessica Lynch’in yüzü.
Irak savaşında kadının ve cinsiyet sembollerinin rolü üzerine araştırma yapan Amerikalı profesör Amy Kaplan bu iki yüzü kıyaslıyor. Ağzı sigaralı bıçkın kadın askeri, Jessica fotoğrafının negatif yüzü olarak görüyor. Amerika’da büyük coşkuyla karşılanan Jessica hem modern bir asker, hem de çekici, iyi kalpli, genelde pasif ve korunmaya muhtaç haliyle Amerikalının kadın mitosu üzerine birebir oturuyor. O Amerika’nın iyiliğini, masumiyetini temsil ederken, çıplak erkekleri boynunda tasmayla yerlerde gezdiren England, Amerika’nın karanlık yüzünü ortaya çıkarıyor ve bu yüzden nefret uyandırıyor.
Tutuklulara kötü muamelenin askeri istihbarat tarafından emredildiği yönündeki ifadelere karşın günah keçisi haline getirilen England, işkenceyle suçlanan askerlerden Charles Graner’den beş aylık hamile ve şimdi onu disiplin cezası ve hatta belki de hapis bekliyor. Daha az tahrik edici bulunan diğer iki asker ise Sabrina Harman ve Megan Ambuhl.
Ve tabii bir de Irak’taki bütün tutukevi ve sorgulama sisteminin sorumlusuyken geçen ocak ayında görevden alınan kadın general Janis Karpinski var. Kötü muameleden haberdar olmadığını ve fotoğrafları görünce midesinin bulandığını söylüyor.
Cinsiyet uzmanlarının büyük bölümü, cezaevi skandalına karışan kadınların, kendi iradeleri dışında varolan bir güç ve iktidar kültürünün içine çekildikleri görüşünde. Kadınların değiştiremeyecekleri bu kültürü değiştirmek için çaba göstermedikleri de belli oluyor. Kadın Araştırmaları ve Eğitimi Enstitüsü’nden Lory Manning, ‘Kadınlar insandır. Onların daha iyi olmalarını beklerdim ama, bu gerçekçi olmazdı. Güç ve iktidar çekicidir. Kafasına külah geçirilmiş çıplak bir esirin gardiyanı olmak ise çok güçlü bir pozisyondur. Kadınların suiistimale daha dirençli olduğunu düşünmek abestir’ diyor. Manning, Nazi kamplarındaki çoğu gardiyanın da kadın olduğunu belirtiyor.
BAŞIBOZUK ORDUSU
Feministlere göre cezaevi kepazeliğinin cinsiyetle değil, sadece ordudaki başıbozuklukla, askerin kontrolden çıkmasıyla ilgisi var. Kadın ve Medya Projesi adlı grubun direktörü Tamara Sobel, ordudaki kadınların çıtasını daha yükseklere koymanın cinsiyet ayrımcılığı olduğunu söylüyor. Çünkü kadınlara, erkeklerden daha adil ve insancıl davranma yükümlülüğünü biçmek ve kadınlar yasalara aykırı davrandığı zaman onları erkeklerden daha saldırgan bulmak tehlikeli bir çifte standart.
Kadının da şiddete eğilimli olabileceğinden kimsenin kuşku duymaması gerekiyor. Çeçen ve Filistinli kadın canlı bombalar ve tarihteki kadın seri katiller birer gerçek. Şimdi de Amerikan askeri istihbaratının kadın askeri polisleri, Müslüman erkeklerin onurunu paramparça etmek için birer taciz bombası olarak kullandığı anlaşılıyor.
Ebu Garib’te işkenceye uğrayan Iraklılardan biri Associated Press Ajansı’na çektiği azabı anlatırken şöyle diyordu: ‘Biz erkek adamız. Tamam dövsünler. Canımız yanmaz. O bir fiskedir o kadar. Ama, erkekliğimize kimse leke süremez. Bizi kadın yerine koydular. Bundan daha büyük bir hakaret olabilir mi?’
KRİTİK KİTLE
Bu konuda daha romantik düşünenler de var. Ordunun nasıl daha nazik ve şefkatli olabileceğine ilişkin bir kitap yazan Stephanie Guttman, kadın askerlerin, Müslüman erkeğin kadınlara yönelik önyargılarından etkilenmiş olabileceğini ileri sürüyor. İslam’da kadının ikinci sınıf varlık yerine konmasından ötürü, erkeklere sadistçe davranıp intikam almış olabilirlermiş.
İster orduda, isterse iş dünyası ya da siyasette olsun, kadınlar ya da diğer azınlıkların içinde bulundukları düzeni değiştirmesi için, genelde yüzde 30 olarak kabul edilen ‘kritik kitle’ oranına ulaşmaları gerekiyor. Ancak aşırı derecede militarize bir sistemin içindeki bir avuç kadının bu düzeni değiştirme imkanı bulunmuyor. Bir politika değişikliği için, aynı erkekler arasında olduğu gibi yeterli sayıyı bulmaları gerekiyor.
1980’lerde ABD’de, cepheye daha fazla sayıda kadın gönderilmesi yoğun bir şekilde tartışılıyordu. Böylelikle ordunun maço görüntüsü daha insani bir çehreye bürünebilir ve bugün Irak’ta meydana gelen skandal tarzındaki rezaletler önlenebilirdi. 1993’ten beri cephede kadınlar var. Ancak Ebu Garib skandalı, bir avuç kadının insani bir çehre yaratamayacağını, onların da sistem içinde asimile olacağını gösterdi.
Kadının ordu ve savaştaki rolüne ilişkin araştırmalar yapan Prof. Linda DePauw, kadınların orduya alınmasının tamamen 1970’lerde ortaya çıkan zorunluluktan kaynaklandığını söylüyor. Erkeklerin Vietnam’a gitmeyi reddetmesi üzerine, daha yumuşak başlı davranan ve disiplin sorunu çıkarmayan kadınlar iyi birer asker olarak görülmeye başlıyor. Kadının orduyu daha nazik ve müşfik hale getireceği iddiası ise tamamen palavra. Çünkü Amerika asla ve asla çıtkırıldım bir ordu istemez. İnsan nazik ve şefkatli davranmak istiyorsa, o zaman orduya değil, gider Kızıhaç veya Greenpeace örgütüne yazılır. Kadın profesörün görüşü böyle.
ERKEK ASKERLE AYNI EĞİTİMİ ALIYORLAR
Amerikan ordusunun cephelerde konuşlandırdığı kadın asker oranı yüzde 15 kadar. Ancak kadınlar halen sıcak çatışmada aktif rol alamadığı için, askeri polisteki kadın oranı daha yüksek. Bu nedenle de Ebu Garib’te görev yapan askeri polis biriminde daha fazla kadın görevli. Haliyle işkence skandalına karışma ihtimalleri de daha yüksekti ve nitekim öyle oldu.
Amerikan ordusunun en yüksek rütbeli kadın subayı olan emekli Tümgeneral Claudia Kennedy, askeri polis olarak görev yapan kadınların erkeklerle aynı eğitimi aldığını ve azınlıkta kalmakla birlikte, çoğunluğa ayak uydurmaya çalıştıklarını, ait oldukları kültürün davranış biçimini sergilediklerini belirtiyor.
Vietnam savaşında Amerikan Hava Kuvvetleri’ndeki tek kadın subay olan emekli Tümgeneral Wilma Vaught’a göre bu işkence vakasında cinsiyet değil yaş unsuru rol oynuyor, kadın askerler genç ve deneyimsiz oldukları için egemen düzene kapılıyor. Erkeklerle aynı eğitimi alan kadın askerler, onlarla aynı emir-komuta zinciri altında görev yapıyor ve kendilerinden farklı bir davranış beklenmiyor.
Yazının Devamını Oku 8 Mayıs 2004
Yasama platformunda işler hiç de kadınların istediği gibi gitmiyor. Bir kere namus cinayeti faillerine yönelik koruma, yeni ceza yasası tasarısındaki yerini aynen koruyor. Anayasa değişikliği paketi de kadınlar açısından TCK tasarısıyla gayet uyumlu bir çizgide. Kadın-erkek eşitliğini vurgulayan 10’uncu maddeyi fiilen yaşama geçirecek pozitif ayrımcılık önergesi kabul görmüyor. Paket şimdiki haliyle kağıt üzerinde kalacak gayet sudan bir eşitliği içeriyor. Çok paradoksal ama, kadınların farklı konum ve ihtiyaçlarını dikkate almadığı için eşitliği değil, tam tersine eşitsizliği koruyan bir madde bu. Oysa ki seçme ve seçilme hakkıyla, eğitim ve istihdamda eşitlik için kadına ayrıcalık tanıyan nice ülke var.
28 Mart yerel seçimlerinde, il, ilçe ve beldeler dahil topu topu 16 kadın belediye başkanı çıkarabildik diye çok mu sızlandınız? Hindistan’daki tabloyu görseniz sızlanmak bir yana, halimize ağlarsınız. Nüfusu itibarıyla dünyanın en büyük demokrasisi diye tanımlanan bu ülkede yerel yönetimlerde görev yapan tam 900 bin kadın var. Bunların 80 bini yerel organların başındaki yönetici konumunda. Eh ülke çok kalabalık diyecek olursanız, bu rakam nüfusun astronomik oluşundan değil, kadın kotasından kaynaklanıyor. Yerel yönetimde kadınların oranı yüzde 33. Böylece erkek egemenliği altında ezilen kadınlar özgüven kazanmaya ve kadın politikacılar da kız çocuklarına model teşkil etmeye başlamış.
Hindistan’da 1993’te yapılan anayasa değişikliğiyle cinsiyet eşitliği fiilen, uygulamaya yönelik olarak düzenlenmiş durumda. Kadınların, gelenek ve inanç sistemlerinden kaynaklanan dezavantajlı konumu nedeniyle devlet, kadınlara yönelik koruyucu önlemler almakla yükümlü kılınmış. Din, ırk, kast, cinsiyet veya doğum yeri temelinde kadına karşı her türlü ayrımcılığı yasakladığı gibi şöyle diyor: ‘Bu anayasadaki hiçbir hüküm, devleti, kadın ve çocuklara yönelik özel imtiyazlar tanımaktan men edemez. Bu anayasa, istihdam, eğitim ve aile hukuku da dahil her alanda kadınlar yararına düzenlemeler yapılmasını mümkün kılar.’
BİZİM MADDE NE DİYOR
İşte TBMM’deki anayasa değişikliği paketi görüşmelerinde AKP’li kadınların dahi kabul etmediği pozitif ayrımcılık ilkesi bu modelden ibaret. CHP’li kadın milletvekilleri, 10’uncu maddedeki cinsiyet eşitliğinin fiilen sağlanması için bir önerge veriyor ve ilk tur oylamada AKP’den Serpil Yıldız dışında hiçbir kadın vekilden olumlu oy çıkmıyor. (Bizim ilave baskıya girdiğinde dünkü ikinci tur oylama henüz yapılmamıştı.)
CHP’lilerin önergesi şöyle: ‘Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir, cinsler arası eşitliğin fiilen yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu amaçla alınacak geçici önlemler ve yapılacak düzenlemeler ayrım ve imtiyaz sayılmaz.’
AKP’nin, imzaladığımız uluslararası sözleşmeler iç hukukun üstünde sayılıyor diye üzerinde ısrar ettiği madde ise şöyle: ‘Kadın ve erkek eşit haklara sahiptir, devlet kadınların ve erkeklerin eşitliğinin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.’ Kadının İnsan Hakları Vakfı, maddenin bu haliyle AB uyum kriterlerini karşılamaya yeterli olmayacağını söylüyor. Çünkü bu durumda devlete şu konularda hiçbir fiili sorumluluk düşmüyor:
Kadınların siyasette temsil olanaklarını genişletmek,
Kadınların devlet kadrolarında çalışma olanaklarını genişletmek,
Kadınlara iş hayatında erkeklerle fırsat eşitliği sağlamak,
Kız çocuklarına eğitimde fırsat eşitliği sağlamak,
Kadınlara karşı ayırımcılık yapan kanunların değiştirmek,
Kadınların toplumsal hayata eşit katılımını sağlamak.
Pozitif ayrımcılık sayesinde kadınların siyasette yükseldiği diğer bir ülke Arjantin anayasasında ‘Bu anayasa tüm siyasi hakların tamamıyla kullanılabilmesini garanti eder. Seçme ve seçilme hakkı evrensel, eşit, gizli ve zorunludur. Siyasi partilerin ve seçim sisteminin düzenlemelerindeki olumlu ayrımcılık faaliyetleriyle, seçimler ve parti görevleri için aday olan kadın ve erkekler arasındaki gerçek eşitlik fırsatı garanti edilir’ diyor. Sonuç: 1991 yılından itibaren kadın milletvekillerinin oranı yüzde 3’ten yüzde 30’a fırlıyor.
AB’ye yeni üye olan Malta’da da anayasa, cinsiyetler arası her türlü ayrımcılığın önlenmesi için devleti yükümlü kılıyor ve aynı işte çalışan kadınla erkeğe eşit ücret garantisi getiriyor.
EŞİTLİK BAZEN EŞİTSİZLİKTİR
Dezavantajlı azınlık gruplarına olumlu ayrımcılık uygulaması sadece gelişmekte olan ülkelere özgü bir konsept değil. Zenginler Grubu üyesi Kanada’da yasanın her bireye eşit ve adil biçimde uygulanabilmesi için, sosyo-ekonomik koşullar ve bireyin ait olduğu grubun özel konumu da dikkate alınıyor.
UGANDA’NIN YÜKSELEN KIZLARI
Kadına yönelik pozitif ayrımcılık, gelişmekte olan bazı ülkelerde özellikle eğitim alanında çok etkin bir şekilde uygulanıyor. Örneğin Uganda’da. Devlet, kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmemesi için çok sıkı kampanyalar yürütüyor. Devlet her ailenin en az iki kız çocuğunu ilköğretimde parasız okuttuğu için, eğitim gören kızların sayısı hızla yükseliyor, başarı düzeyleri erkekleri katlıyor. Kızların üniversiteye girişini garanti altına almak için puan katsayısı erkeklere göre yüksek tutuluyor.
Aslında Uganda bir kadın cenneti değil. Ülke gelenekleri, erkek çocukların öğrenim masraflarını karşılasın diye başlık parası karşılığında kızların erkenden başgöz edilmesini öngörüyor. Kadınların kocalarına yemek sunarken diz çökmesi, dul kalan kadınların kayınbiradere varması da geleneklere dahil. Ancak İdi Amin diktatoryasında büyük zulüm gören, yıllarca gerilla savaşı yaşayan Uganda, 2000’li yıllarda aniden silkiniyor ve kadın hakları alanında öncü devletlerden biri haline geliyor.
Bunların hepsi pozitif ayrımcılık sayesinde gerçekleşiyor. Kadın kotası meclisteki kadın oranını yüzde 20’ye çıkarıyor. Türkiye’de ise bu oran sadece yüzde 4.4. Uganda’daki yerel meclislerde de kadınlara ayrılan sandalye oranı üçte bir.
Peki bu uğraş, sadece mecliste daha fazla kadın yüzü görülsün diye mi? Elbette hayır. Şimdi onlar, yüzyıllardır kadını ezen, aşağılayan gelenekleri kırmak için ulusal mücadele veriyorlar. Kota uygulaması sayesinde kadınların özgüveni ve toplumun kadınlara olan güveni artıyor, böylece önlerinde yeni kapılar açılıyor.
Bizim basında, pozitif ayrımcılığa karşı çıkan bazı kadın yazarların savunduğunun aksine, sırf kadın diye milletvekili ya da yerel yönetici olan kadınlar, siyasetin kalitesini bozmuyor.
Şunu unutmayalım; Siyasetteki bütün erkekler, sırf erkek oldukları için o yerlere geliyor.
32 ÜLKEDE KADIN KOTASI VAR
Siyaset ve toplumun diğer alanlarında kadınların yükselmesini sağlamak için gündeme gelen kotalar, ebediyen sürecek bir uygulama değil. Bu sadece yüz yıllardır süregelen dengesizliğe ince ayar yapmak üzere alınan geçici bir önlem. Amaç, taşları biraz yerine oturtmak. Geçici bir önlem olarak görülse de, bugün siyasette kota uygulaması pek moda. 32 ülkede ulusal ya da yerel meclislerde kadın kotası mevcut. Bazılarında meclislerdeki sandalye sayısı yüzde 10-30 oranında kadınlara ayrılıyor. Kimi ülkelerde ise siyasi partiler aday listelerinin yüzde 20-40’ını kadınlara ayırıyor. Tabii kotalar çok tartışma yaratıyor. Örneğin ABD’de kota isteniyor, ancak erkekler bu uygulamanın kendilerine karşı ayrımcılık olacağını savunuyor. Bazı kadın grupları ise kotanın, psikolojik bir tavan oluşturup, kendilerini sınırladığını ileri sürerek karşı çıkıyor. Çünkü böylece kadınların gelecekte çoğunluğa erişmesi imkansızlaşıyor. Bugün dünyadaki ulusal meclislerin toplam yüzde 13’ü kadınlardan oluşuyor. Kota uygulayan ülkeler arasında Arjantin, Belçika, Bosna, Brezilya, Fransa, Güney Afrika, İsveç, Nepal, Kuzey Kore, Filipinler, Dominik Cumhuriyeti, Guatemala, Panama, Venezüella, Şili ve Uganda gibi ülkeler bulunuyor. Norveç daha da ileri gidiyor ve şirket yönetim kurullarında yüzde 40 kadın kotası uygulanması yasayla zorunlu kılınıyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2004
Rumların ağzından çıkan bir hayır’la, Kıbrıslı Türkler Avrupa’nın son dikenli tellerinin ardında yaşamaya mahkum edildi. İşte bugün 1 Mayıs. Kıbrıs Rum Kesimi dahil 10 yeni üye AB’ye katılıyor ve Avrupa, dikenli telleriyle yeni bir duvar ediniyor. Oysa Avrupa tarihi en trajik dikenli tel hikayeleriyle örülü. Birinci Dünya Savaşı’nda cephedeki dikenli teller üzerinde can veren gencecik askerler... İkinci Dünya Savaşı’nda, Nazilerin ördüğü dikenli teller ardında gaz odalarına giden Yahudiler... Ama AB üyesi Rumlar da o dikenli tellerin ardında yaşamaya devam edecekler. Peki o zaman Avrupa’nın, tellerle çevrili Filistin kamplarından, ABD işgali altındaki Irak’tan ne farkı kalacak? O bariyerler kalkmadıkça Türkler gibi Rumlar da özgür olamayacaklar.
Amerikan yerlileri, dikenli tele ne dermiş biliyor musunuz? Şeytanın ipi. Çünkü o dikenler yüzünden, doğal yaşam alanları talan edildiği için nesilleri tükenme tehlikesine giren yabanıl hayvanlar gibi avlanma alanlarını kaybetmişler. Beyaz adamın mülkünü ve sürülerini korumak için kilometrelerce çektiği dikenli tellerin dışında kalıp kültürlerini yitirmişler.
Biraz Tommiks okuyan herkes bilir. Barut ve ateş suyu felaketi olmuştur Kızılderililerin. Ancak dikenli telin tarihçesi, Amerikan yerlilerini yok oluşa götüren felaketlerin dikenli telle başladığını gösteriyor.
Bu konuda iki önemli kitap var. Biri Paris Üniversitesi Felfese Bölümü’nden Olivier Razac’a, diğeri Amerikalı Alan Krell’e ait. Her ikisi de dikenli telin kültürel ve siyasal tarihini anlatıyor. Dikenli teli ‘Bir alan içinde siyasal yönetim aracı’ olarak tanımlayan Razac’a göre dikenli telin tarihinde üç önemli dönem var: Amerikalı yerleşimcilerin mülk edinme süreci, Birinci Dünya Savaşı’nın cepheleri ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi toplama kampları.
Amerika’nın geniş düzlüklerine ulaşan ilk yerleşimciler, kendi yaşam alanlarının sınırlarını belirlemek için doğal malzemelere başvuruyor, odun, taş ve çamuru kullanıyorlar. Ama bu malzeme tarla ve hayvanları için yeterli koruma sağlamadığı gibi ikmal olanakları da sınırlı bulunuyor.
Hem ekonomik, hem de caydırıcı bir malzeme arayışı Joseph F.Glidden adlı Illinois’li çiftçiyi 1874’te dikenli telin icadına kadar götürüyor ve hemen patentini alıyor.
Glidden’in büyük başarı kazanan bu icadının ardından 570 ayrı dikenli tel patenti alınıyor ve tam üç yıl boyunca bu patent uğruna büyük hukuk savaşları yaşanıyor. Sonunda kazanan Glidden oluyor ve dikenli telin babası olarak tarihe geçiyor. Diğer şirketler de birleşmek ya da patent haklarını daha büyük çelik şirketlerine satmak zorunda kalıyorlar.
TEL KESME ÇETELERİ
Ancak yere yatay sarmal çekilen dikenli tellerin yaygınlaşması büyük acıları da beraberinde getiriyor. Hayvanlar o tellerde feci şekilde ölüyor. Dini gruplar ayaklanıyor, dikenli teli şeytan icadı ilan ediyor ve topunun derhal kaldırılmasını istiyorlar. Hatta Alan Krell’in kitabına göre, 1880’lerde Teksas’ta binlerce büyükbaş hayvan bu yüzden ölünce, geceleri tel kesen gizli çeteler türüyor. Bu çeteler çok geçmeden anti-Amerikan ve hatta komünist damgası yiyor.
Büyük şiddet olayları patlak veriyor. Tel kesmenin bir suç olarak yasalara geçmesi için mücadeleler veriliyor. Nice can ve mal kaybından sonra tel kesme savaşları sona eriyor. Sonunda bütün çiftliklerin çevresine dikenli tel çekiliyor, mülk sınırları belirleniyor.
Beyaz adam uzlaşıyor, peki ya Amerikan yerlileri? Özgürce yaşadıkları yaylalarda dikenli teller arasında kısılıp kalıyor, ne avladıkları bizon ve bufalolar özgürce yayılabilecek alan buluyor, ne de kabileler avlanabilecek özgürlük. Böylece yerlilerin toplumsal doğası bozuluyor. Dikenli teller, yerlilerin fiziksel ve kültürel yok oluşu için trajik bir zemin hazırlıyor.
Birinci Dünya Savaşı’nın dikenli telleri ise ideal birer savunma hattı oluşturuyor. Bir kere uzaktan görünmüyor, topçu ateşinden zarar görmüyor ve kolaylıkla yerleştirilip kaldırılabiliyor. Bütün ordular kullanıyor ve o tellere takılıp ölen askerlerin cesetleri bir daha oradan alınamıyor.
Dikenli telin siyasi amaçlarla en barbarca kullanımı İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanıyor. Naziler işgal ettikleri kentlerde, yenilgiye uğrayanları gettolaştırmak için ve toplama kamplarında dikenli telleri kullanıyorlar. Buchenwald ve diğer kamplarda ilk inşa ettikleri yapı, dikenli teller oluyor. Erkekleri kadınlardan, Yahudileri diğer tutsaklardan ve içerideki herkesi Nazi subaylarından ve dış dünyadan tecrit etmek için... Razac’a göre Naziler tarafından çok yoğun bir şekilde kullanıldığı için dikenli tel, 20’nci yüzyılda meydana gelen en büyük felaketin sembolü haline geliyor. Bir dikenli tel resmi bile tutsaklık ve acıyı anlatıyor. Bu yüzden Uluslararası Af Örgütü’nün logosunda, aydınlığı temsil eden mumun çevresine sarılmış dikenli tel var.
O dikenli telin ardında kalan, insanlık statüsünde dışarıdakinden daha geride olduğunu biliyor. Dikenli tel canlı varlıkları birbirinden ayırıyor, hem içeridekinin, hem de dışarıdakinin alanını belirliyor, sınırlarını çiziyor. Amerikan yerlilerinin rezervasyonlarından, cezaevlerine, cephelere, en pahalı mülklerden, diplomatik misyonlara, mülteci kamplarına, çatışma bölgelerinin kontrol noktalarına kadar her sınıf ve statüde alanı çevreliyor.
AVRUPA’NIN SON DUVARI
Avrupa tarihinin en ünlü dikenli telli kontrol noktası, Berlin’in batı ve doğusunu ayıran Checkpoint Charlie’ydi. Soğuk savaş yıllarında iki blok arasında casus değişimlerinin de yapıldığı o nokta, Avrupa’yı ayıran son duvarın bir parçasıydı. 1989’da Berlin Duvarı yıkıldı ve şimdi Checkpoint Charlie’de bir duvar müzesi yükseliyor.
Ancak artık hiç kimse, ‘Orası Avrupa’yı bölen son duvardı’ diyemeyecek. Avrupa’nın son duvarı bugünden itibaren Kıbrıs’ta. On ülkenin Avrupa Birliği’ne resmen üye olarak gireceği bugün, Avrupa’nın yeni bir duvar edindiği gün olarak tarihe geçecek.
Referandumda birleşmeye hayır diyen Rumlar AB üyesi olurken, evet diyen Kıbrıslı Türkler, dikenli tellerin ardında kalacak. Son bir haftadır, Kıbrıslı Türklerin alacağı ödülleri, yaptırımların kalkmasıyla turizm ve ticaret yollarının açılacağını, tecridin sona ereceğini konuşuyoruz. Peki ya dikenli tellerin yarattığı fiziksel ve zihinsel tecrit ne olacak?
Adayı bölen o dikenli teller gerçekten sadece Türkleri mi dışarıda bırakacak? Türkler dışarıdaysa, Rumlar da dikenli tellerle çevrilmiş ve içeride kalmış olmayacak mı? O tellerle yaşamayı tercih eden Rumlar, Avrupa’yı Avrupa yapan insan hakları, demokrasi ve özgürlük projesinin dışında kalmayacaklar mı?
Yazının Devamını Oku 24 Nisan 2004
Dünyanın en değerli havyarının elde edildiği beluga cinsi mersinbalıkları, nesli tehlikede olan hayvanlar ligine girmek üzere. Amerikan Doğal Hayatı Koruma Dairesi geçen hafta aldığı bir kararla, Hazar Denizi’nde yetişen belugaları ‘tehdit altındaki’’ hayvan türleri listesine aldı. Bu karar şu anlama geliyor: Yaklaşık altı ay sonra, kilosu 3 bin 200 dolar olan beluga havyarının ABD’ye girişi yasaklanabilir. Beluga havyarının yüzde 80’i ABD tarafından ithal edildiği için legal ticareti sona erer. Ancak Rusya’daki ruhsatsız avlanma ve kaçakçılık sona ermeyeceği için talan devam eder, karaborsada fiyatlar tavan yapar ve denizde beluga namına bir şey kalmaz.
Bizim deli lakabıyla andığımız Rus Çarı Büyük Petro, vakti zamanında 15’inci Louis’ye ikram diye elçisiyle yollamış da, kral hazretleri tuzlu balık yumurtası zerrelerini beğenmeyip tükürüvermişler.
Bu anekdottan da anlaşılacağı üzere bir aristokrat yiyeceği olarak havyarın tarihçesi öyle çok eski dönemlere uzanmıyor. En azından Batı Avrupa’da durum böyle.
Mesela 13’üncü Yüzyıl Venedik’inde ‘Havyar yiyen, tuz, dışkı ve sinek yemiş olur’’ diye bir deyiş var. Çünkü o dönemde Venedik’le ticareti geliştiren Kırım Tatarları havyarı da pazarlamak istiyor ama, Venedikliler yemiyor.
Bayağı bir yiyecek olarak aşağılanan havyar 1860’lardan önce Avrupalı balıkçılar tarafından domuzlara atılıyor. Amerika’da ise mersinbalığı kazara ağa takıldığı takdirde yumurtalarıyla birlikte kölelere yediriliyor. Hatta Rusya’da bile ikinci sınıf yiyecek muamelesi görüyor. Dini nedenlerle et tüketilmeyen cuma günlerinde sırf karınlar doysun diye mideye indiriliyor.
Ortaçağ’dan beri havyarın tadını bilen Ruslar, 1700’lerin ortalarından itibaren balık yumurtasına sınıfsal bir statü kazandırıyorlar. Artık sadece soylularla zengin tüccarların sofralarına konmaya başlıyor. Hatta bazı aristokratlar seyahate çıkarken, yumurtasını taze taze tuzlayıp tüketmek için devasa mersinbalıklarını at arabalarının arkasına bağlanan tanklarda taşıyorlar.
Havyarın Avrupa’daki yükselişinin dönüm noktasını ise Yunanlı kaptan Yannis Varvakis başlatıyor. Elbe Nehri’nde avlanan Alman balıkçıların domuzları havyarla beslediği tarihlerde Akdeniz limanlarında havyar pazarlamaya başlıyor Varvakis ve 1824 yılında bir milyoner olarak bu dünyadan göçüyor. Sonra havyar zevki kuzeye doğru yayılıyor. Soylular arasında öyle bir tüketim çılgınlığı başlıyor ki, 20’nci yüzyılın başına gelindiğinde Almanya’da topu topu 30 yıllık bir üretim döneminden sonra havyar endüstrisi çöküveriyor. Balıkların üreme alanı nehirlerdeki kirlilik ve aşırı avlanma mersinbalıklarının soyunu kurutuveriyor.
Ancak savaşlar ve devrim sayesinde Rus belugalarının soyu devam ediyor. Savaşlar avlanmayı önlüyor, Bolşevik Devrimi ise sıkı devlet kontrolünü beraberinde getirdiği için türün devamı sağlanıyor. Sovyet havyar karteli, kalite ve fiyatı en üst seviyede tutuyor. Ancak Sovyetler Birliği’nin çöküşü, belugaların felaketi oluyor.
Kontrol kalkınca yeni Rusya’nın mafyası devreye giriyor, belugalar yağmalanıyor. Sadece iki mafya grubu, Rusya’nın legal ihracat kotasının tamamı kadar havyarı yurtdışına kaçırıyor. Kalite ve fiyat inişe geçince, beluga havyarı Amerikan süpermarketlerine kadar düşüyor. Bu nedenle artık ihracatçılardan ürünün legal olduğunu gösteren uluslararası sertifika isteniyor.
Bugün Hazar yöresinde havyar üretimini kontrollü bir şekilde layıkıyla yapan tek ülke var, o da İran.
Aslında mersinbalıkları, 200 milyon yıldır dünya deniz ve nehirlerinde bulunuyor. Ömürleri de gayet uzun, bir asır yaşıyorlar. Mersinbalıklarının türsel yelpazesi, ağırlığı 2 tonu bulan belugalara kadar 27 çeşidi buluyor. Ve havyarı en değerli olanlar da Hazar Denizi’nde yaşayan belugalar. Geçen bin yıl içinde evrim geçirmedikleri için bilim adamları tarafından yaşayan fosiller diye anılıyorlar.
YASAKLAMAYA İLK ADIM
İşte şimdi belugaların cansız fosillere dönüşme tehlikesi belirmiş bulunuyor. Bu nedenle Amerikan Doğal Hayatı Koruma Dairesi, 2000 yılından beri beluga havyarı yasaklansın diye bastıran çevre örgütlerine boyun eğerek, beluga cinsi mersinbalığını nesli tehdit altında olan türler arasına aldı. BM bünyesinde çalışan ve kısa adı CITES olan nesli tükenme tehlikesinde bulunan türlerin uluslararası ticaretiyle ilgili konvansiyon çerçevesinde ABD yönetimi önümüzdeki altı ay içinde kesin kararını verecek. Beluga nesli tükenme tehlikesinde bulunan hayvanlar listesine alınırsa, kilosu 3 bin 200 dolar olan beluga havyarının ABD’ye girişi yasaklanacak. Bu havyarın yüzde 80’ini ABD ithal ediyor ve bir yıllık legal ticaret hacmi 100 milyon dolar. Ancak illegal ticaret hacmi tahminlere göre bu rakamın 10 katı kadar.
Şimdi ABD beluga havyarını yasaklarsa, bu iyi mi olur yoksa kötü mü, o tartışılıyor. Bu tartışmanın zemininde de yasaklama kararıyla illegal ticaretin artacağı endişesi ve Hazar Denizi’nde aslında ne kadar balık kaldığı sorunu yatıyor.
NÜFUS SORUNU
CITES, 1998 yılından itibaren Rusya, İran ve Çin’den yapılan havyar ihracatını kontrol altına almak amacıyla kota ve sertifika uygulamasına başladı. Böylece ihracat kısıtlanmış oldu, ancak aşırı avlanma ve kaçakçılığın önü alınamadı. CITES, Rusya ve Kazakistan sınırları içinde denetim yapamadığı ve Rusya da kendi balıkçılık yasalarını uygulamadığı için, balık soylarının tükenme tehlikesi ortadan kalkmadı.
Üstelik Rusya’nın havyar merkezi Astragan’daki Hazar Balık Araştırmaları Enstitüsü’nün, ihracat kotası artsın diye balık nüfusuyla ilgili yanlış rakamlar vermesi de sorun oldu. CITES bu rakamlardan hareketle, beluga nüfusunun arttığına hükmederek, avlanma kotalarını gevşetti. CITES, 1998’de 7.6 milyon olan balık sayısının 2002 yılında 11.6 milyona ulaştığını hesaplayınca, Rusya, İran ve Hazar Denizi’ne kıyısı olan devletlerin yılda 155 ton beluga avlayıp 9 tonluk ihracatta bulunmasına izin verdi. Ancak Rus bilim adamları, Hazar’da topu topu yarım milyon kadar beluga kaldığı görüşünde. Beluganın üreme çağına erişmesi 15 yılı aldığı için, kısa zamanda böyle bir nüfus artışı mümkün değil.
ABD’nin belugayı yasaklama ihtimaliyle ilgili bir ikilem daha var. Balıklar, barajlar nedeniyle doğal üreme alanları olan nehirlerden kopmuş durumda. Bu nedenle belugaların yüzde 90’ı çiftlik ürünü. Balık üretim çiftliklerinin maliyeti ise çok yüksek. Yani ABD’nin ithalatı yasaklamasıyla birlikte uluslararası ticaret durunca çiftliklerin para musluğu da kapanacak. Böylece ABD’nin getireceği yasak, türü korumak yerine, neslinin tükenmesine yol açabilecek.
Yazının Devamını Oku 17 Nisan 2004
Wall Street Journal’daki yazıyı okumasam, Bob Ross’un Türkiye’de de bir fenomen olduğunu asla öğrenemeyecektim. Hani şu pazar günleri TRT 2’de uygulamalı tablo tarifleri veren afro saçlı ressamdan söz ediyorum. Resim Sevinci adlı şovu dünyanın dört bir yanında TV kanallarında devam ediyor ama, Ross 1995’te lenf kanserinden ölmüş. Ross yönteminin sertifikalı eğitmenleri birçok ülkede kurs veriyor. Bunlardan Türkiye’de de var. Ross firmasının Türkiye distribütörü olan Art Boya Limited geçen ocak ayından bu yana 13 kurs açmış. Dünya çapında 3 bin Ross sertifikalı eğitmen bulunuyor.
Resimler, bizim cam-çerçeve dükkanlarında vitrinin baş köşesine konulan yaldız çerçeveli kitsch peyzajlardan fazla farklı değil. Alıp satmaya kalksanız hiçbir değeri yok. Ama onlar yine de dünyanın en ünlü tabloları. Çünkü hepsi Bob Ross’un elinden, ya da onun tarifinden çıkma.
Son dört yıldır pazar günleri TRT 2’de de yayınlanıyor Ross şovları. Bir tabloyu yapması yarım saat bile sürmüyor. Öyle kolay görünüyor ki. Bir yandan yağlıboya manzara boyarken, diğer yandan yumuşak ve huzurlu sesiyle doğadan, çiçek böcekten bahsediyor. İşte Ross’un eserleriyle camcı peyzajları arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor. Bu resimler izleyiciyi rehabilite ediyor.
1995’te henüz 52 yaşındayken lenf bezi kanserinden ölüyor Ross. Ancak Amerika’da halen 200 TV kanalında şovları devam ediyor. Resim Sevinci adlı program dizisi, 1993’e kadar on bir yıl süreyle çekilmiş. Hálá onlar yayımlanıyor. Yirmi ülkede yaklaşık 500 milyon evde izleniyor. Türkiye’den İzlanda’ya, İran’dan İngiltere’ye birçok ülkede hayranları var. Wall Street Journal’daki habere göre, Bob Ross Inc. şu sıralar programın, Rusya, Finlandiya ve Polonya’da da yayımlanması için görüşmeler yapıyor.
Bob Ross tabloları, resim malzemeleri, video ve kitaplardan elde edilen gelir, Ross’un ölümünden bu yana yüzde 70 artış göstermiş. Ancak şirket net kazancını açıklamıyor. Şirketin Avrupa merkezi Hollanda’nın Echt kentinde. İşin başında Bert Effing var. ‘TV kanallarına programı deneme amaçlı veriyoruz, sonra seyirci patlaması yaşanıyor. İşin içinde ne var bilemiyorum. Programda komplo yok, aksiyon yok, hiçbir şey yok’ diyor.
TÜRKİYE’DEKİ SERTİFİKALI EĞİTMEN SAYISI 19
Bob Ross şirketinin sahipleri Walt Kowalski ve eşi Annette. Kowalski’ye göre Ross, resim yapmak yetenek ister görüşünü çürüttüğü için bir fenomen haline gelmiş. Ross ekranda resim yaparken ona eşlik eden seyirci oranı sadece yüzde 3 civarında. Geri kalanlar ise bazı seyircilerin deyişiyle Bob Ross koması haline geçiş yapıyor. O ekranda bilinç akışı sesiyle konuşup, havada uçuşan mutlu küçük bulutlar boyarken, seyirci yarım saatlik bir kaçış yaşıyor. Terör ve savaş görüntülerinden kopup yeşilliklere, karlı tepelere dalıyor.
Türkiye’nin beş ayrı kentinde CRI (Certified Ross Instructors) sertifikalı on üç kurs açan Muhammet Köymen, Ross fenomenine farklı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Irak’taki savaş nedeniyle ABD birçok ülkede giderek reyting kaybederken, Ross’un tatlı sesiyle doğadan söz ederek değişik bir imaj yarattığını anlatıyor. Art Boya Limited Şirketi’nin sahibi Köymen, Bob Ross Inc. ile birlikte geçen ocak ayında ilk eğitmen grubunu yetiştirmiş. Ross’un ‘wet on wet’ (yaş üstüne yaş) tekniği ile yağlıboya resim yapmayı öğretiyorlar. Bu teknik, normalde kapı-pencere boyamada kullanılan kalın fırçalarla, katmanlar kurumadan manzaraların döşenmesinden ibaret.
Eğitim Müdürü Neşe Köymen’in verdiği bilgiye göre şimdiye kadar on dokuz sertifikalı eğitmen yetiştirmişler. Bunların bir kısmı Konya, Bursa, Çorlu, Ankara ve İstanbul’da kurs açmış. Aylık ders ücreti 150 milyon lira. Bob Ross’un özel malzemeleri fiyata dahil değil.
ASKERLİKTEN RESSAMLIĞA
Aslında Ross hayatını ressamlıkla geçirmiş bir sanatçı değil. ABD Hava Kuvvetleri’nde yirmi yıllık kariyeri var, çoğunlukla da Alaska’da görev yapıyor. Ani bir esintiyle Alaska manzaraları yapıp turistlere satmaya başlıyor. 1981’de emekli olduktan sonra kendini resme veriyor.
Önce alışveriş merkezlerini dolaşıp resim dersleri veriyor. Berber masrafından kısmak için saçlarını afroya terk ediyor. Sonra paralanıyor ama, afrosuyla marka haline geldiği için, nefret ettiği saçlarını kestiremiyor.
Ross’tan ders alanlardan biri de Annette Kowalski. Cevheri gördüğü için, Ross’u TV reklamı vermeye ikna ediyor. Şu anda şirketin sahibi olan Kowalski’ler reklam parasını çıkarmak için evlerini ipotek ediyorlar. WNVC kanalı Ross’a program teklifinde bulunuyor ve bir yıl içinde Ross’un şovları altmış kanalda birden yayınlanmaya başlıyor, sonra üçyüzü buluyor. Kowalski’ler, Bob Ross ve eşi şirketi kuruyor. Annette Kowalski, yağlıboya tablo yapmayı adım adım öğreten kitapları yazıyor ve kurs öğretmenlerinin eğitilmesine yardımcı oluyor. Bay Kowalski de şirketin yurtdışındaki faaliyetlerini yönetmeye başlıyor.
Bob Ross, ABD dışında da yavaş yavaş şöhret olmaya başladığında kansere yenik düşüyor. O dönemde şirket, Ross’un yerine bir başkasının geçirilmesi için ağır baskı altında kalıyor. Ancak bir taklit yaratmaya yeltenmiyorlar bile. ‘Başarının sırrı resimlerde değil, Bob’daydı’ diyor Annette Kowalski.
Yazının Devamını Oku