25 Haziran 2005
Geçen hafta İngiltere’de bir anneye, 14 yaşındaki kızının internetten indirdiği 1440 şarkı yüzünden tam 2500 sterlinlik fatura geldi. Ya bu bedeli ödeyecek, ya da mahkemeye düşecekti. Hayatında hiç bilgisayar başına oturmamıştı. O sadece çalışıyor ve faturaları ödüyordu. Ancak kızı reşit olmadığı için yasaların muhatabıydı. 53 yaşındaki Sylvia Price, evlerdeki korsanların kurbanı olan ilk anne değil. Sonuncusu da olmayacak. Müzik endüstrisi de internetten illegal müzik indirme yüzünden yılda 2.5 milyar dolar zarara uğradığı için asıl kendisinin kurban olduğunu düşünüyor. İşte bu nedenle, AB Komisyonu’nun da desteğiyle 19 ülkede anne ve babaları bilinçlendirmek amacıyla kampanya başlatıldı.
Joe Dassin’den ‘Et si tu n’existais pas’, Barry White’dan ‘You’re The First, The Last, My Everything’, Barry Manilow’dan Copa Cabana... Genç kız, annesinin sevdiği 70’lerden kalma ne kadar şarkı varsa hepsini indirdi, sonra CD’ye kaydetti.
Şahane bir doğumgünü hediyesiydi.
Ama illegaldi. Ha gidip müzik dükkanından CD çalmış, ha internetten illegal indirmiş, aynı şey.
Suç duyurusunda bulunmuş olmamak için anneyle kızının adını vermiyorum,
Çünkü müzik endüstrisi artık anne-kızların, ya da baba-oğulların ensesinde. Çünkü, illegal download’lar yüzünden bir yılda uğradıkları zarar tam 2.5 milyar dolar. İşte bu nedenle illegal müzik indiren kullanıcıların izini sürmeye başlamış durumdalar. Sektörün çıkarlarını temsil eden International Federation for the Phonographic Industry (IFPI) kanalıyla telif hakları yasasına dayanarak cezayı kesiyorlar. Daha bu ay başında Richard French adlı İngiliz’e, 10 ve 15 yaşındaki iki çocuğuyla birlikte indirdiği şarkılar yüzünden 2500 sterlin tutarında fatura geldiği İngiliz basınına yansıdı. Çok geçmedi, geçen hafta 53 yaşında, hayatında bilgisayar ekranı açmamış Sylvia Price adlı anneye aynı meblağ yazılı fatura geldi. İki hafta içinde ödenmediği takdirde bedel 4 bin sterline çıkacak, yine ödenmediyse mahkemeyi boylayacaktı. Kadının bu parayı bulmasına imkan yoktu, yani ufukta hapis yolu görünüyordu.
Bu iki İngiliz, ‘Başımıza gelenler herkese ibret olsun’ türünden açıklamalar yapıyor, çocuklar yaptıkları işin yasadışı olduğu konusunda hiçbir fikirleri olmadığına yeminler ediyorlardı. Mali müşavir olan Richard French’in durumu biraz farklıydı. Dosya paylaşımını sağlayan yazılımı edindikten sonra müzik indirmeyi çocuklardan öğrenip işin keyfine varmış ve o da ‘çeteye’ katılmıştı.
İngiltere’de geçen yıl da 90 kişi, evlerdeki çocuk odalarında üslenen müzik korsanlarının kurbanı olmuş, bunlardan otuzu mahkemeye düşmek yerine cezayı ödemeyi tercih etmişti. Hatta caz şarkıcısı Gina Harkell de, oğlunun indirdiği 1330 şarkının bedelini cezasıyla ödemek zorunda kalmıştı.
Amerika’dan Singapur’a daha birçok ülkede, evlerdeki korsanların velileri aleyhinde açılmış davalar kabardıkça kabarıyor.
Hatta ABD’de yargı anne-babaların değil, bizzat korsanların yakasına yapışıp da el kadar çocuklar hakkında soruşturmalar başlatılınca ülkede kıyamet kopuyor. Bunun üzerine Temsilciler Meclisi geçen yıl, FBI’ın servis sağlayıcılar kanalıyla illegal müzik ve film indirilen kullanıcı hesaplarına uyarı mektupları göndermesini öngören bir yasa çıkarıyor. Bu önlem doğrudan anne ve babaları hedef alıyor.
AİLE Mİ, ÇETE Mİ?
Peki şimdi adalet bu mu? Ailelerin organize suç işlemiş çete muamelesi görmesi doğru mu?
Kapatıldıktan sonra legale çıkmak zorunda kalan Napster ile Yahoo’dan her biri 99 cent’e müzik indirmek dururken, i-mesh benzeri adreslerden şarkı çeken küçük müzik obezlerinin muhtemelen tamamı illegalitenin farkında.
Anne ve babalar farkında mı, işte orası şüpheli. Muhtemelen büyük çoğunluğu, Napster vakasından beri internetten inen bedava şarkıların yasal olmadığını bilmiyor.
Son iki yıl içinde 300 kadar legal müzik sitesinin devreye girmesi üzerine illegal müzik dosyalarının sayısı 2 milyardan 800 milyona indi. Ancak hedef, sayıyı daha da indirmek.
İşte bu nedenle müzik endüstrisi, Avrupa Komisyonu’nun da desteğiyle, anne-babaları bilinçlendirmek için 19 ülkede kampanya başlatıyor. Müzik sektörünü temsil eden IFPI ile internet ortamında çocukları korumak amacıyla kurulan Childnet’in ortak girişimiyle basılan uyarıcı nitelikte broşürler ilk etapta ABD, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya ve Singapur’daki müzik marketlerle, süpermarket, okul ve kütüphanelerde bu ay dağıtılmaya başlanacak. Sonra da diğer 13 ülkede.
Daha önce de okul ve üniversite kampuslarındaki bilgisayarların korsanlığa alet edildiği ortaya çıkınca, eğitim kadrolarına yönelik kampanyalar düzenlenmişti.
Bilinçlendirme operasyonundaki strateji, London School of Economics’in yaptığı bir araştırma temel alınarak çiziliyor. Bu araştırmaya göre İngiltere’de 9-19 yaş grubundakilerin yüzde 84’ü internet kullanıyor ve bunların yüzde 50’si müzik indiriyor. Ve ailelerin büyük çoğunluğu illegal sitelerden indirilen malzemenin yarattığı güvenlik riskinden haberdar değil. Sadece 10 kişiden biri durumun bilincinde.
İşte bu yüzden, evlere postalanan faturaların altındaki dev imzaları görünce şok geçiriyorlar: Universal, Polydor, EMI, Capitol, Virgin, Mercury, Sony... Cezalı fatura ödemek zorunda kalanlar tabii ki müzik sektörünü oburlukla, fahiş fiyata CD satmakla suçluyor. Ancak endüstri de kendini şöyle savunuyor:
‘Müziğe para ödemezseniz, bu sektör ölür, yeni topluluklar ve şarkılar da çıkmaz. Peki o zaman internetten ne indireceksiniz?’
PİYASA LİDERİ iTunes
Shawn Fanning adlı 18 yaşındaki Amerikalı öğrenci 1999 yılında, internetten dijital müzik dosyaları indirilmesini sağlayan Napster adlı yazılımı yarattığında bu tam bir devrim olmuştu. Çok geçmeden İngiliz ve Amerikan plak şirketleri alarm verdi. Telif hakları yasaları yerle bir olmuştu, kullanıcılar arasında yüz milyonlarca şarkı değiş tokuş ediliyordu. ABD mahkemesi 2001 yılında Napster’i kapatıp, telif haklarıyla satış yapmasını karara bağladı. Ancak bu sefer de yenileri çıktı: KaZaA, Grokster, BearShare, Limewire, Gnutella, WinMX... Ancak şu anda milyonlarca insanın legal müzik indirdiği siteler mevcut. Piyasa lideri olan Apple’ın kurduğu iTunes, 2003 yılının nisan ayından bu yana 400 milyon şarkı sattı.
Plak şirketleri çıkardıkları en yeni albümlerin iTunes’da görünmesini artık bir prestij sayıyor. www.napster.co.uk ; www.hmv.co.uk ; www.wippit.com ; ve www.virgin.com/downloads da legal sitelerden bazıları.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2005
Uluslararası hukuk uzmanı iki bilim adamı, gelecekte birleşik Avrupa’nın ceza yasaları arasında nasıl uyum sağlanabilir sorusuna yanıt bulmak için bir araştırma yapmışlar. Sekiz ülkenin yargıç, savcı ve avukatlarına, ‘Aile içi şiddet mağduru bir kadın kocasını öldürseydi yargı süreci ve verilen ceza nasıl olurdu?’ diye sormuşlar. Ve hayretle tespit etmişler ki, vakaların benzerliğine karşın kesilen cezalar çok farklı. Örneğin ne kadar dayak yesen de, İtalya’da katiyen kocanı öldürmeyeceksin. Çünkü cezası 17 yıl. İsviçre’de ise 7.5 yıl hapis yatarak zalim kocadan ebediyen kurtulmak mümkün.
Yarın Babalar Günü. Onlara hediyeler alınacak ve biliyor musunuz bazıları o hediyeleri hiç hak etmeyecek. Çünkü o babaların bir kısmı ‘ev zalimi’.
Freiburg Üniversitesi’nden Prof. Walter Perron ile Max-Planck Enstitüsü’nden Prof. Albin Eser’in Avrupa ceza yasalarıyla ilgili uyum araştırmasının başlığında bu kavram geçiyor: Ev Zalimi Cinayeti (Haustyrannenmord).
Diyelim ki, bir kadın alkol bağımlısı gaddar kocasını taammüden öldürdü. Şimdi bu kadın hangi ülkede en hafif cezayla kurtulabilir? İşte uluslararası hukuk uzmanı Perron ve Eser, sekiz Avrupa ülkesinde bu meseleyi incelemişler. Ülkeler, Almanya, Avusturya, Portekiz, İtalya, Fransa, İngiltere, İsveç ve İsviçre (Diğerleri gibi AB üyesi değil, olmamakta ısrar ediyor).
Geleceğin birleşik Avrupa’sında ceza yasaları arasında nasıl uyum sağlanabileceğini etüt etmek için, benzer ‘ev zalimi cinayetlerini’ alıp, söz konusu ülkelerde bu tür vakalarla uğraşmış avukat, yargıç ve savcılarıyla konuşmuşlar. Yargıçlar, yasal çerçeve içinde cezayı hafifletici ya da ağırlaştırıcı esneklik alanına sahip olduğu için bu vakalar özellikle seçilmiş.
Hukuk adamlarının önüne şu dört cinayet alternatifi konulmuş:
1- Kadın uygun zamanı kollar, adam gece uykuya daldıktan sonra baltayla doğrar.
2- Ani bir öfke nöbetine tutularak ama, yine uyku esnasında kafasına ağır bir cisimle vurarak öldürür.
3- Feci şekilde dayak yedikten sonra, yine uykuya dalmış olan kocasını bıçaklar.
4- Adamın elinden kurtulmak için sığındığı mutfakta son çare olarak bıçağı alır ve saplar.
Sekiz ülkenin hukukçuları bu dört meselede suçun niteliğiyle ilgili ortak görüşler belirtmekle birlikte, farklı hukuksal bakış açıları ileri sürerek farklı cezalar tayin etmişler.
Bu ceza tayininde özellikle İtalya’da ortaya çıkan tablo, kadınlar açısından çok vahim. Birinci vakada, müebbet koca zulmünden kurtulmanın cezası ortalama 17 yıl hapis. İsviçre ise skalanın diğer ucunda; 7.5 yıl. İki ülke arasındaki farklı hukuk kültürünün sonucu.
Prof. Perron’a göre İtalya’daki Katolik gelenek ve ülkenin yargı reformlarında geri kalması başlıca etken. Buna karşılık kısa süre önce ceza yasasını reformdan geçiren Katolik Portekiz en hafif cezaların verildiği ülkelerden. İsviçre ve İngiltere ile birlikte. İngiltere’de jüri, sanığı suçlu bulduğu takdirde hakimin vereceği ceza da yasada belli. Bu tür davalara ağır ceza mahkemesinin baktığı Fransa ise skalanın üstlerinde İtalya’ya yakın. Skalanın orta yerinde ise Almanya, Avusturya ve İsveç var.
Meşru müdafaayı içeren dördüncü vakada bile ülkeler arasında büyük fark görülüyor ki, bu da Avrupa’nın, ceza yasalarını uyumlu hale getirebileceği zeminin henüz çok uzağında olduğunu gösteriyor.
Avrupa’da durum böyle ve incelenen ülkelerde barbar kocasını öldüren kadına en merhametsiz davranan yargı sistemi İtalya’da. Peki Atlantik’in öte yakasında durum nasıl?
YARGI ÖRSELENMİŞ KADINLARA ACIMALI MI
ABD’de 1970’lerden beri tartışılan bir kavram var: Hırpalanmış kadın sendromu (Battered Woman Syndrome). Partneri tarafından ısrarlı bir şekilde suiistimal edilen, şiddete maruz kalan, hor görülen kadının çektiği ıstırabı ve çaresizliğinden kaynaklanan davranış bozukluğunu jüriye anlatmak için kullanılan bir kavram, ancak yasal bir savunma zemini oluşturmuyor. Bazı uzmanlar bu psikolojik durumu, travma sonrası stres bozukluğuyla kıyaslasa da, 30 yılı aşkın süredir tartışılan ‘hırpalanmış kadın sendromu’ Amerikan mahkemelerinde hiç de etkili olmuyor.
Çünkü hırpalanmış tek bir kadın tipinin, dolayısıyla tek bir davranış biçiminin olamayacağı öne sürülüyor. Yani yargı, dayak yiyen kadına kocasını öldürebileceği bir alan açmıyor. Kadınların meşru müdafaa hakkını dikkate almadığı için eleştirilen Amerikan hukuk sisteminde, karı veya koca katilleri arasında fark gözetilmiyor. Hem de şu istatistiklere rağmen: Kadınların partnerleri tarafından öldürülme oranı, kendilerinin partnerini öldürme oranına göre üç kat yüksek. Üstelik kadınların işlediği cinayetlerde meşru müdafaa oranı da daha yüksek. Bu verilere rağmen, kadın ve erkekler, müebbetten idama, aynı ağır cezalara çarptırılıyor.
Ve biliyor musunuz, hırpalanmış kadın sendromunun mahkemelerde hafifletici neden olarak kabul görmesine en çok feministler karşı çıkıyor, Çünkü bu kavramı, kadın davranışlarına ‘patolojik vaka’ damga vuran geleneksel eğilimin ürünü olarak görüyorlar.
Dünya Sağlık Örgütü kadına uygulanan şiddeti bir sağlık sorunu olarak kabul ediyor. Çünkü şiddet kurbanları sadece ölmüyor. Sakat kalıyor, ruhu örseleniyor, intihar eğilimi göstermeye başlıyor, tecavüz sonucu hamile kalıyor, AIDS ve cinsel hastalıklara yakalanıyor. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlarda sindirim bozuklukları ve kronik ağrılara da rastlanıyor.
Kadın öldürmezse neler oluyor
Dünyada koca öldüren kadınlarla ilgili sistematik bir istatistik mevcut mu bilmiyorum ama, bakın Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü istatistiklerine göre kadınların başlarına neler geliyor. (Aile içi şiddete maruz kalan kadınların bir kısmı korku veya utançtan, başına gelenleri gizlediği için aslında bu rakamlar daha yüksek.)
4 Kadınlar zengin ya da yoksul her ülkede, din, etnik köken ve sosyal sınıf tanımayan aile içi şiddete maruz kalıyor. Cinayet kurbanı kadınların yüzde 70’ten fazlası, erkek partnerleri tarafından öldürülüyor.
4 Her üç kadından biri -yani dünyadaki 3 küsur milyarlık kadın nüfusunun bir milyarı- hayatı boyunca dayak yiyor, cinsel ilişkiye zorlanıyor ya da başka tacizlere uğruyor. Çoğunlukla da kendi aile bireyleri tarafından.
4 ABD’de her 15 saniyede bir kadın kocası ya da sevgilisinden dayak yiyor. Her 90 saniyede bir kadın tecavüze uğruyor.
4 Fransa’da her yıl 25 bin kadın tecavüze uğruyor.
4 Türkiye’de kadınların yüzde 35.6’sı zaman zaman, yüzde 16.3’ü de sık sık evlilik içi tecavüze uğruyor. (Kadının İnsan Hakları - 2000 raporu)
4 Dünyada sadece 51 ülkede evlilik içi tecavüz suç sayılıyor. 79 ülkede aile içi şiddete karşı yasa bulunmuyor.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2005
Siz hiç deterjan, şampuan, diş macunu, sabun, çamaşır suyu reklamları arasından zeka pırıltısı saçanını gördünüz mü? Bunların reklamları, ürünlere, motorize güç üniteleri, enerji kalkanları (bunları uyduruyorum) gibi birtakım abartılı uzayvari teknolojiler atfedilmesinden ibaret. Oysa Procter & Gamble’ın CEO’su A.G. Lafley, kadınların kullandığı ürünün hangi teknolojiyle üretildiğini takmadığını söylüyor ki, lafını dinlemek lazım, çünkü adam bu işin üstadı, işbaşına geldiğinden beri şirketin borsa değeri ikiye katlanmış. Tüketici kitlesi yüzde 80 oranında kadın olduğu için zamanını ‘kadın ne ister’ stratejileri geliştirmekle geçiriyor. Evlere gidiyor, kadınları çamaşır-bulaşık yıkarken, makyaj yaparken, çocuğun bezini değiştirirken seyrediyor. Sonra da ambalajlar, sloganlar değişiyor.
Çok sofistike bir teknolojiyle üretilmiş olabilir ama, alt tarafı bir leke çıkarıcı ve etiketinde kapak kısmıyla ilgili şu izahat var: Çitileme aparatı. Sanki o kapak kondurulmasa mümkünü yok, lekeyi çıkaramayacaksın.
Aşağılık kompleksi midir nedir; saç, diş ve vücut bakımından ev temizlik malzemelerine kadar bütün tüketim mallarında bu debdebeli böbürlenme mevcut. Saç bilim enstitüsünden çıkma protein yapıtaşı formüllü şampuanlar, lanolinli (ne demekse) bulaşık deterjanları, inatçı lekelere karşı tarihi zaferler kazanan mavi leke sökücü partiküller, temizlik kristalleri, yumurta testinden geçen diş macunları, Persil adamlar...
Maksat, teknoloji küçük görülmesin.
Hatta leke çıkarmanın ciddiyeti iyice anlaşılsın diye teknolojik sırları ele geçirmek üzere, Ayşe Teyze’nin kaçırıldığı reklam bile var.
Çocuk bezi ve ped reklamlarını dışta tutuyorum. Çoğu can sıkıcı olsa bile en azından uzay teknolojisi taslayan yok, kenarlardan sızdırmama gibi işlevsel iddialar mevcut. Kadınların istediği de bu. Kenarlardan sızmasın.
Kişisel bakım ürünleri, tampon ve çocuk bezinden temizlik malzemelerine kadar tüketim mallarında dünyanın en büyük üreticisi olan Procter & Gamble’ın CEO’su A.G.Lafley (57) de işte ‘kadınlar ne ister’ stratejilerinin uzmanı. Düsturu şu: ‘Hayatın en basit ilkesi, kadının ne istediğini bulmak ve istediğini ona vermektir. Bu ilke 35 yıllık evliliğimde işe yaradı, çamaşırhanede de yarar.’
Wall Street Journal, Lafley’in stratejik başarılarını uzun uzun anlatıyor. Beş yıl önce satışlardaki düşüşle birlikte, şirketin borsa değeri yarıya inince P&G’nin başına geçiyor Lafley ve şirket felsefesini toptan değiştiriyor: ‘En doğrusunu biz biliriz iddiasından vazgeçin, sorunların çözümünü dışarıda arayın.’ Lafley, şirketin 168 yıllık tarihindeki en büyük anlaşmalara imza atıyor. Gilette’in 55 milyar dolara satın alınması da dahil.
Ancak yaptığı en büyük değişiklik, şirketin esas tüketici kitlesi olan kadınlara bakış açısını değiştirmek oluyor. Şirket beş yıl öncesine kadar laboratuvarda ürünlerini geliştirdikten sonra, dışarıda olumlu ve olumsuz görüşleri alarak pazar araştırması yapmakla yetinirken, Lafley kadınlarla interaktif üretim dönemini başlatıyor.
‘Kadınların, bizim teknolojimizle ve ürünleri yapan makinelerle hiç ilgilenmediğini keşfettik. Sadece onları anladığımızı duymak istiyorlar’ diyor Lafley. Şirket çalışanları saatlerce kadınları izliyor, çamaşır-bulaşık, makyaj, bebek bezleme fasıllarını gözlüyor. Yeni bir ürünün çözümleyebileceği nüansları yakalamaya çalışıyor, sonra da laboratuvara dönüyorlar.
KOLOMBİYA’DA ŞAMPUAN TEFTİŞİ
Lafley mağazaları dolaşıyor, kadınlara neler satın aldıklarını soruyor. Şirket müdürlerine, güzellik ürünleri alan Fransız kadınlarını takip ettiriyor. Lafley’in keşif turları ABD’yle sınırlı kalmıyor, şirketin Güney Amerika merkezinin bulunduğu Kolombiya’da bile orta halli evlere gidip, kadınların şampuan, yüz kremi ve ojelerini kontrol ediyor. Saçlarını haftada kaç kez yıkadıklarını soruyor. Bölgede pazar lideri olan Avon’dan nasıl pay kaparım sorusunun yanıtını bulmaya çalışıyor. Kolombiya’da pazar mükemmel. Çünkü kocasıyla birlikte ayda 600 dolardan az kazanan kadının evinden tam 31 şişe krem, losyon, şampuan ve parfüm çıktığını tespit ediyor.
Lafley her yıl değişik ülkelerde bu tür 10-15 ziyaret yapıyor ve çamaşır yıkayan, makyaj yapan kadınları etüt ediyor. Bu incelemeler sonucu ambalajı ya da sloganı değişen ürünlerin satışı patlıyor. Şirketin hisse senetleri iki kat değer kazanıyor, yılda düzenli olarak yüzde 17’lik kazanç artışı elde ediliyor ve geçen yıl itibariyle kar 6.5 milyar dolara yükseliyor. P&G’nin iddiasına göre şirketin ürünleri dünyada her gün 2 milyar kez kullanılıyor.
Peki, kadınlar ne ister stratejisinde şirket cephesindeki kadınların payı ne kadar? Procter & Gamble’ın 110 bin çalışanının yüzde 35’i kadın ve son beş yıldır sayıları hızla artıyor. Artık her yıl işe alınanların yüzde 44’ünü kadınlar oluşturuyor.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2005
Geçen yüzyılın bütün efsane görüntüleri o Alman merceklerden süzülüp bugüne uzandı. Çırılçıplak koşan Vietnamlı kız, Normandiya kıyılarına çıkarma yapan Amerikan askerleri ve Vietkonglu gerillanın infazı. Yani 20’nci yüzyıl barbarlıklarının görsel hikayesi. İşte o hikayeyi yazan Leica şimdi iflasın eşiğinde. Ağır metal cüssesi ve bir o kadar ağır fiyatıyla dijital çağın uçarı ve hafif makineleri karşısında rekabete dayanamayan Leica geçen haftaki kurtarma operasyonuyla şimdilik hayatta kalmayı başardı. Hissedarlar 23 milyon Euro’luk sermaye artırımını onayladı. Şirket en azından bir yıl daha ayakta kalmayı garantiledi. Sonrası belirsiz. Belki de 21’inci yüzyılın hikayeleri sadece Japon ve Çin kameraları tarafından yazılacak.
Leica’nın iki büyük üstadı geçen yıl art arda hayata veda ettiler. Önce sokak fotoğrafçılığının babası Henri Cartier-Bresson gitti. Hani şu ‘Leica benim gözümün uzantısı’ diyen Bresson. Sokaktaki yaşamı donmuş karelerden serüvene dönüştüren Bresson 2 Ağustos 2004’te öldü.
LEICA USTALARI
Ardından eylül ayında AP’nin savaş fotoğrafçısı Eddie Adams gitti. Hani şu Vietnamlı polis şefi Nguyen Ngoc Loan’ı Vietkonglu gerillanın beynine mermi sıkarken görüntülediği fotoğrafıyla Pulitzer ödülü kazanan Eddie Adams.
Tarihi Leica’yla yazan ustalardan Robert Capa ise bu dünyadan ayrılalı hayli zaman oldu. İspanya iç savaşına, Amerikan askerlerinin Omaha Plajı’na çıkışına Leica’sıyla eşlik eden Capa’nın yaşamı 1954 yılında Hindi-Çin’de bir mayına basmasıyla son buldu. Aslında o mayına bastığında artık bir foto muhabiri değil, işadamıydı. Cartier-Bresson’la birlikte kurduğu Magnum fotoğraf ajansının sergisi için Japonya’ya gitmişti ki, Life dergisinin cepheye gönderecek çok acil foto muhabiri istemesi üzerine göreve talip olmuştu.
Nick Ut ise henüz hayatta. Hani şu, 1972’de napalmden yanmış Vietnamlı kız çocuğunu belleklerimizde hálá koşturan AP muhabiri Nick Ut.
Leica ustalarının kimi gitti, kimi de elbet bir gün gidecek, ancak Leica’nın hayatta kalıp kalmayacağı belli değil. Çünkü ağır, metal, çok sağlam ve çok Alman Leica, Japon ve Çin malı dijital kameraların gaddar rekabetine dayanamadı. Leica Camera AG, geçen yıl 15,5 milyon Euro’luk rekor zarara uğrayınca ve bankalar da krediyi kesince hemen bir kurtarma planı hazırlandı. Geçen çarşamba toplanan genel kurula katılan 200 hissedar 23 milyon Euro’luk sermaye artırımını onayladı. Şimdi operasyonların finansmanı için yeni hisse senetleri çıkarılacak ve şirket en azından bir yıl daha ayakta kalacak.
NOSTALJİDEN DİJİTALE
Piyasa uzmanlarına göre Leica’nın en büyük hatası, dijital makine pazarına girmemesi oldu. Fiyatı 10 bin Euro’yu bulabilen yüksek kalite analog modellerin hitap edebileceği pazar kalmamıştı. Yüksek Euro’yla birlikte Alman ve Fransız ekonomilerinin yaşadığı kriz Leica’ya fazla alıcı bırakmadı.
ÇIĞIR AÇAN MAKİNE
Leica’nın geçen nisanda iş başına gelen İsviçreli CEO’su Josef Spichtig, şirketin bundan böyle analoglara ek olarak daha fazla dijital model çıkaracağını söylüyor. Ayrıca adı şimdilik açıklanmayan bir şirketle ortak kompakt kamera üretimi de planlanıyor.
Spichtig’e göre Leica salt nostaljiyle hayata tutunmayı amaçlamıyor. Şimdi hedef, gelenekle yeniliği birleştirerek yeniden büyümek.
1849 yılında Almanya’nın Wetzlar kentinde Ernst Leitz tarafından kurulan Leica aslında mikroskop ve optik cihaz üreticisi olarak dünyaya gelmişti. İlk kamera modeli ise 1914 yılında Oskar Barnack tarafından geliştirildi. Ve çığır açan 35 mm’lik el yapımı makineler 30’lardan itibaren fotoğrafın üst tabakasının eli, ayağı ve gözünün uzantısı oldu. Çünkü artık geniş formatlı kameralara, tripodlara ihtiyaç kalmamıştı.
O döneme göre küçük, hafif, sessiz ve gösterisiz olduğu için savaşın o dehşet realitesini de en iyi Leica’lar yansıtabilmişti. Küçülen, sesi azalan makinenin hüneri sadece savaş alanıyla sınırlı kalmadı. Robert Capa 1932 yılında cebinde taşıdığı Leica’yla, Kopenhag’da Rus Devrimi üzerine konuşma yapan Leon Troçki’nin fotoğrafını gizlice çekerek dünya çapında olay yarattı.
KİM LEICA KULLANIR
Bugünün fotoğraf ustalarına göre Leica mercekleri halen türünün en iyi örneği. Leica’lar bütün fotoğrafçıların arzu nesnesi. Ancak bugün dünya çapında atlatma fotoğraf çekmek için daha elverişli, daha ucuz makineler var. Leica tabii ki piyasa lideri olmayı hayal etmiyor, ancak hikayelerin sadece yüzeyini değil, perde arkasını da görüntülemek isteyen fotoğrafçılara bir mesaj bulunuyor.
The Guardian Gazetesi’ne konuşan şirket sözcüsü Gero Furchheim bu mesajı şöyle açıklıyor: ‘Ramallah’ta sadece taş fırlatan çocuk göstermek isteyenler dijital kamera kullanır. Ancak bütün hikayenin resmini çekmek isteyen, orada neler olduğunu, çocuğun neden taş fırlattığını anlatmak isteyen Leica kullanır. Çünkü o sizinle daha içli dışlıdır.’
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2005
Kürtaj yapan doktorların fanatik dinciler tarafından öldürüldüğü Amerika’da kelle koltukta çalışan bir hekim grubu daha var: Kızlık zarı dikenler. Memleketlisiyle evlenmesine ramak kalmış İranlı ve Suudi kadınlara hizmet veren bu doktorlar, dinci gruplardan ölüm tehditleri alıyormuş. Gecenin karanlığında gizli kapaklı, müşterilerini son teknoloji ürünü kızlık zarına kavuşturan bu cerrah grubu bir yandan kürtaj doktorları gibi cinayete kurban gitmekten korkuyor, diğer yandan bağışladığı namusun bedeli olarak 4500 doları cebe indiriyor. Namusla bakireliği bir tutan anlayış, kadınlığın öyle bir evrensel derdi haline gelmiş ki, ABD’deki hekimler son zamanlarda Hıristiyan ve Yahudi kadınlarına da operasyon yapmaya başlamış.
Aile namus ve şerefini kızlık zarına indirgeyen anlayışın sadece İslam dünyasıyla sınırlı olduğunu zannedenlere ibretlik bir olay... Çin’de sahte ilaç pazarlayan internet siteleri yapay kızlık zarı da satmaya başlamış. Çin ajansı Xinhua’da, otoritelerin vatandaşı sahte ilaç ve zarlara karşı uyardığı haberini görünce Eachnet.com sitesine girdim ama Çince olduğu için anlamadım. Herhalde haber doğrudur.
Mercedes’in bile sahtesini yapan Çinli’nin kızlık zarı sektörüne giriş nedeni, Çinli kaynanaların çarşaf kontrolü yapmaya başlaması. Yine Xinhua’ya göre 26 yaşındaki Liu Ying, düğün gecesinin ertesinde çarşaf kontrolünden yüzünün akıyla çıkınca, yüzünde mutlu bir gülümsemeyle Çinli cerrahı telefonla arayıp, son teknolojiyi kullanarak kendisini yapay bir kızlık zarına kavuşturduğu için tebrik etmiş.
ÇİNDE 170, ABD’DE 4500 DOLARA PATLIYOR
Hikayenin kahramanı Müslüman mı değil mi belirtilmemiş, ancak 16 yaşındakinden tutun da, 38’liğine kadar çok sayıda Çinli kadın sıfır kilometre kızlık zarı için kuyruğa giriyormuş. Çünkü ülkede eski bir adet olan çarşaf kontrolü dönüş yapmış.
Bir ankete göre bu ülkede erkeklerin sadece yüzde 17.5’i bakireliğin önem taşımadığını söylüyor. 26 yaşındaki Liu Ying de aile içinde bakirelik problemi çıkmasın diye sahte isimle bir kliniğe bavuşurup 170 doları ödeyerek bu dertten kurtulmuş.
Çin’de 170 dolara kurtarılan namusun (!) ABD’deki bedeli bu kadar ucuz değil. Womensenews.org sitesindeki habere ABD’de yapılan müdahalenin fiyatı 2500-4500 dolar arasında değişiyor. Ortadoğu kökenli göçmenlerin bulunduğu Norveç ve İsveç gibi İskandinavya ülkelerinde ise yaklaşık 2000 dolara namus cinayetine kurban gitmekten kurtulmak mümkün.
Norveç’te, kadın sünnetiyle bir tutulup insan haklarına aykırı bulunduğu için 2002’de yasaklanan kızlık zarı operasyonu mültecilerden gelen yoğun talep üzerine yeniden başlamış. Norveç Hükümeti böylece kültürel sorunlara cerrahi çözüm yolu bulmuş.
Womensenews.org sitesindeki habere göre ABD’deki zar operasyonları, Ortadoğu kökenlilerin yoğun biçimde yaşadığı Güney California’da odaklanıyor. Ölüm korkusuyla ismini vermeyen hekimler, gece saatlerinde yüzünde peçesi, ya da saçında peruğu ve güneş gözlüğüyle gelen kadınları ar ve namusuna (!) kavuşturuyor. Sahte isimle gelen İranlı ya da Suudi kadınlar operasyon parasını nakit ödüyor. Hepsinin hikayesini aynı; Memlekete gidip evleneceğim.
FBI’YA GÖRE DURUM CİDDİ
Doktorlar ellerinde istatistik olmadığını, ancak son yıllarda bakirelik operasyonlarının sayısında büyük artış olduğunu söylüyor. Aldıkları tehdit sayısında da artış var.
Hekimlerin müşteri kitlesi Müslümanlarla sınırlı değil. Son yıllarda koyu dindar Yahudi ve Hıristiyan cemaatlerinin kadınları da, kan taklidi bir sıvıyla doldurulan jelatin kapsülden taktırmak suretiyle bekaretine yeniden kavuşuyormuş. Amerikan Plastik Cerrahi Derneği’nden Dr.V.Leroy Young’ın verdiği bilgiye göre artık her dinden kadın üzerindeki bekaret baskısı giderek artıyor.
Kadınlar bu operasyon sayesinde muhtemel bir namus cinayetine kurban gitmekten kurtulurken, operasyonu yapan doktorların hayatı tehlikeye giriyor. Çok sayıda hekim, kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kişilerden telefon ya da e-mail yoluyla ölüm tehditleri alıyor. Bu nedenle uluorta reklam yapmıyor ve işlerini gizli tutuyorlar. Müşterilerin tavsiye yoluyla bulduğu bu hekimler, kürtaj yaptıkları için Hıristiyan fanatikler tarafından öldürülen doktorlardan farkları olmadığını söylüyorlar.
Bir tek Beverly Hills’ten Dr. David Matlock adlı jinekolog kimliğini açıklamakta sakınca görmemiş ve son 21 yılda, çoğu Ortadoğu kökenli yüzlerce kadına zar cerrahisi alanında hizmet vermiş. Tehdit telefonlarının yanı sıra içinde deşilmiş kanlı vücut resimlerinin bulunduğu tehdit mektupları da almış. FBI’ya başvurmuş ve soruşturma bürosu bu tehditlerin asılsız olmadığı sonucuna varmış, ‘Dikkatli olun, kendinizi pek belli etmeyin’ demiş. Zaten Dr.Matlock, bu tehditler yüzünden de durumun ne kadar vahim olduğunu tespit edip, kadınların namus problemine çözüm bulmaya mecbur olduğunu düşünmüş. Tabii bu insani davranışın yanı sıra aldığı binlerce dolar da cabası.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2005
Geçen pazartesi bizim ekonomi sayfalarında vardı. Petrol fiyatlarındaki artış yüzünden (sayesinde!) Amerikalılar benzin hortumlayan dev arazi araçlarını bırakmaya başlamış. Şimdi bu ekonomik dayatmanın çevresel ve sosyal faydaları var. Birincisi, benzin ve elektrikle çalışan hybrid otolara talep patlamış ki, bu fevkalade yeşil bir eğilim. İkinci fayda ise 4x4’süz kitlenin sinir katsayısına olan etkinin azalacak olması. Ne yazık ki bu eğilim şu anda sadece ABD için geçerli. Türkiye de dahil bütün Avrupa ülkelerinde bir kamyonsu patlaması yaşanıyor. Zengin, güçlü ve iri kıyım olduğunu kanıtlamak isteyen herkes ‘arazi’leniyor. Ancak Roma gibi dar sokaklı kentlerde bunları yoğun trafiğin dışında tutmak için girişimler var. Londra Belediye Başkanı ise 4x4 kullananların tamamını ‘dangalak’ ilan etmiş durumda...
Hani şu tekerlek taksa Hummer’a benzeyecek California Valisi var ya. Hani Terminatör filmlerinde oynayan aktör. İşte eyalette onun dışında Hummer kullanan ünlü hemen hemen kalmamış. Cameron Diaz, Brad Pitt, Jack Nicholson, Salma Hayek, Leonardo di Caprio, Harrison Ford filan Los Angeles bulvarlarında hep hybrid otolarla dolaşıyormuş. Tabii başka araçları da var, ancak benzin/elektrikle çalışan hybrid’leri de repertuvara eklemişler.
Aynı 1970’lerdeki ilk petrol şokundan sonra olduğu gibi, yükselen benzin fiyatları Amerika’yı bir yol devriminin eşiğine getirdi. O dönemde kuyrukluları bırakıp daha makul boyutlu otomobillere geçiş yapılmıştı. Şimdi ise hybrid otolara yönelik talep patlaması yaşanıyor. Öyle ki bir Toyota Prius’a kavuşmak için altı ay, Lexus RX 400 için ise bir yıl beklemek gerekiyormuş. Gerçi hybrid oto satışları, toplam araç satışının henüz yüzde birine bile ulaşmamış, ancak talep son iki yılda ikiye katlanmış. 2000 yılında 10 bin hybrid satışı yapılmış, tahminlere göre bu rakam 2008’de 1.2 milyonu bulacakmış.
ABD’de epeydir hakim olan başka bir eğilim de var; benzin yutan arazi araçlarını sırf Usame bin Ladin’e inat olsun diye kullanmama eğilimi. Bazı yurtsever Amerikalılar, ülkenin Ortadoğu petrolüne bağımlılığı azalsın diye daha az benzin tüketen araçları tercih ediyor.
FREUDYEN ANALİZ
Avrupa’da ise bambaşka bir tablo hakim. Çevremizdeki tablonun tıpatıp aynısı. Kent sokaklarına sığmaya çalışan 4x4 terörü İstanbul’dan Roma’ya, Paris’ten Londra’ya kadar uzanıyor. The New York Times’taki habere göre örneğin Romalılar, ister Toyota olsun, isterse Land Rover bu araçların tamamına ‘Amerikan’ diyor, kullananları görgüsüz buluyor ve bu araçların varlığı Amerikan düşmanlığını da körüklüyor. Ulaşım uzmanlarına göre yeryüzü kaynaklarını tüketen bu pahalı araçlar, ‘sorumluluk taşımayan bir güç ve statünün’ sembolü. Amerikan kültür emperyalizminin bir başka boyutu. Çevreyi diğer araçlara göre daha fazla kirletmelerinin yanı sıra Amerikan tarzı aşırılık ve yayılmacılığın sembolü olarak görüldükleri için de 4x4 karşıtı bir hareket gelişiyor.
Örneğin Roma’nın kent içi ulaşımından sorumlu Mario Di Carlo ‘Freud gibi olmak istemem ama, bence bu iri araçları kullananlar, ne kadar zengin, güçlü ve büyük olduklarını göstererek bazı eksik taraflarını kapatmaya çalışıyorlar’ diyerek iddialı bir psikiyatrik gözlemde bulunuyor.
Roma Belediyesi, bu araçların tarihi kent merkezine girişlerini kısıtlamaya çalışıyor ama Almanya, İngiltere ve İsveç’teki otomotiv sanayiinin baskısı yüzünden beceremiyor.
Belediye meclisinin hava kirliliğini de öne sürerek 4x4’lerin hareket alanını sınırlama girişimi İtalyan Arazi Araçları Federasyonu tarafından haksız bulunuyor. Çünkü neticede motorlu taşıtların tamamı havayı kirletiyor.
İtalya ve Fransa’da hükümetler, sera etkisine yol açtıkları gerekçesiyle 4x4’lere ek vergi konulması için yasa teklifleri veriyor. Sanayi baskısı nedeniyle tasarılar beklemede.
Paris’te ise belediye meclisi, trafiğin yoğun saatlerinde arazi araçlarının kent merkezine girişini engellemeye çalıştıysa da başarılı olamıyor. Karbondioksit emisyon hacimleri fazla olduğu için 4x4 sahiplerini kınama kararı çıkarmakla yetiniyor. Bir de Yeşiller Partili Belediye Başkan Yardımcısı Denis Baupin, 4x4’lere ‘Otomobil karikatürü’ diyerek hıncını alıyor.
Volvo’nun memleketi İsveç’in başkenti Stockholm’de de sol muhalefet arazi araçlarının kısıtlanması için hükümete baskı yapıyor. Ancak hükümet oralı olmuyor. Çünkü Volvo, XC90’ı üretiyor.
KRALİÇE’YE DE Mİ HAKARET
Londra’da ise arazi araçlarının takma adı ‘Chelsea traktörleri’, çünkü en yoğun biçimde bulundukları semt Chelsea. Belediye Başkanı Ken Livingston’un 4x4 sürücülerine yakıştırdığı sıfat ise ‘geri zekalılar’. Hem de Kraliçe’nin de bir Land Rover’ı olduğu halde. Hummer görenlerin ağzından çıkan ilk sözcük ‘İğrenç Amerikalılar’ oluyor. Şehir 4x4’lerine Karşı İttifak diye bir örgüt kuruluyor. Arazi araçlarına ‘naylon’ park biletleri iliştiren bu örgüt yürüttüğü kampanyada özellikle Hummer sahibi David Beckham’ı hedef alıyor ve bu caydırıcı unsurlar etkisini gösteriyor.
Sürücülerinden başka herkesin nefret ettiği araçların satışı, son on yıldaki iki kat artışa karşın, İngiltere’de bu yıl ilk kez düşüş gösteriyor. Uzmanlara göre İngiltere şu anda biraz da ABD’yi taklit ediyor.
4X4 GERÇEKLERİ
Çoğu 4x4 sürücüsü yüksekte daha güvende olduğunu söylüyor, ancak ABD’de her hafta ortalama bir anne ya da baba, geri geri giderken aracın arkasını göremediği için çocuklarından birinin ölümüne yol açıyor.
Sigorta sektörü verilerine göre, manevrası zor olduğu için 4x4’ler, diğer araçlara göre yüzde 25 daha fazla kaza yapıyor. 4x4’ün karıştığı bir kazada iki taraftan da sürücülerin ölüm ihtimali dört kat fazla.
4x4, 100 km’de 20 litre benzin harcıyor. Bir hybrid oto aynı mesafeyi 5 litre benzinle katediyor.
4x4’ler daha fazla karbondioksit saldıkları için sera etkisini, global ısınmayı tetikleyen araçlar. CO2 emisyonları küçük araçlara oranla dört kat fazla. Havayı kirleterek astım ve diğer hastalıklara yol açıyorlar.
KARŞI TEZLER
Bir süt ineği yılda 114 kilo metan gazı salıyor. Sera etkisi yaratan metan gazı, CO2’den daha öldürücü. Hesaplara göre bir inek de, bir Toyota Land Cruiser’ın verdiği zararın yüzde 70’i kadar zarar veriyor. Gübresinden çıkan gaz hesaba dahil değil. Toyota yasaklanacaksa inek de öldürülsün.
Avrupa üretimi 4x4’ler, Amerikan modellerine göre daha kompakt ve gaz emisyon hacimleri daha az.
4x4’ler diğer araçlardan daha büyük, gaz emisyon hacimleri de daha fazla değil. Toyota RAV4, Toyota Avensis’ten 805 mm; BMW X3, BMW 5 serisinden 276 mm daha kısa ve Mini’den 70 mm daha dar.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2005
Oxfam’a göre şu anda dünyada 23,6 milyon tekstil işçisi, insanlık dışı koşullar altında çalışıyor, sendikalı olduğu için tacize uğruyor ve ailesini geçindiremiyor. Aralarında, pahalı markalara üretim yapan deniz aşırı imalat atölyelerinde çalışanlar da var. Globalleşme böyle gelişiyor. Ancak Batı’da da yepyeni bir trend yükselişe geçiyor. Sömürü ürününü tüketmeme bilinci gelişiyor. ‘Fair trade’ mücadelesi yürüten örgütler, pamuk alımına, tekstil üretimine haksız ticaret karışmamış tasarımlar sunuyor. Örneğin Bono’nun eşi Ali Hewson ‘Edun’ diye bir marka yarattı. Önümüzdeki ay İngiltere’de de ‘Mark’ markası piyasaya çıkıyor. Şu anda İngiltere’de yüzde 68; Kuzey Amerika’da ise yüzde 30’luk bir kitle ‘Pahalı da olsa, fair trade ürününü tercih ederim’ diyor.
Starbucks’a giriyor, ‘Bir orta boy latte’ diyor, sonra da ‘fair trade olsun’ diye ekliyorsunuz. Kasadaki kız ya da oğlan da ‘Sadece karamel ve vanilya aromalı var’ diye yanıt veriyor.
Bu diyalog son derece absürd görünebilir. Ancak İngiltere’deki Starbucks’lara giren müşteri artık fair trade ürünü kahve istiyor. Nitekim buluyor da. Starbucks’ların çoğunda ‘Fairtrade’ marka filtre kahve ve aynı markanın kahve çekirdekleri satılıyor.
İngiliz tüketici, çikolata ve muzun da haksız ticaret karışmamışını istiyor. Etik kriterlerle üretilmiş kahve, çikolata ve muz kampanyası yürüten Fairtrade Vakfı’na göre İngilizler bir günde 3 milyon ‘etik’ sıcak içecek ve 500 bin ‘etik’ muz tüketiyor.
Tüketici davranışlarını analiz eden Mintel adlı kuruluşun son raporuna göre bilinçli tüketiciler artık kendi tercihleriyle ilgili daha bireysel tavır alıyor ve kitlesel pazarlamaya başkaldırıyorlar. Çocuk işçi çalıştıran bazı markaların boykot edilmesi ve geçen 1 Mayıs’taki protestolar da bunun kanıtı.
İşte bu nedenle etik tüketim akımı şimdi moda alanına da sıçrıyor. Fair trade örgütleri, Üçüncü Dünya’daki üretici ile Batı’daki tüketici arasında köprü kuruyor. Bangladeş ya da Hindistan’daki kadınların adil bir ücret karşılığında dokuduğu, doğal boyalarla baskı yapıp diktiği kıyafetler, paşmina ve aksesuvarlar Batılı kadınla buluşuyor. Aracılar olmadan. Ayrıca teknoloji yardımı da cabası.
Sadece el işçisi değil, tarladaki üretici de fair trade desteği alıyor. Fairtrade Vakfı, Batı Afrikalı ya da Hintli üreticinin hakkı yenmemiş emeğinden doğan ‘Mark’ giyim markasıyla haziran ayında piyasaya çıkıyor. Pamuğun üreticiden adil ticaret kurallarıyla alındığı garantisini veren Fairtrade’in ürünleri, Londra’daki büyük mağaza ve perakende zincirlerinde satılacak. Fairtrade ile anlaşmalı tedarik zincirlerinin sertifikalı üreticiden fiyat kırmadan aldığı pamuk, Oxford Caddesi’nde vitrine çıkacak.
ÜNLÜ FAKTÖRÜ
Tabii ‘Mark’ kendi alanındaki ilk marka değil. Daha önce de, Üçüncü Dünya’nın hamisi, U2’nun solisti Bono’nun eşi Ali Hewson ‘Edun’ markasıyla New York’ta piyasaya çıktı. ‘Edun’, ‘nude’un (çıplak) tersten okunuşu. Güney Amerika ve Afrika’daki aile atölyelerinden alınan ürünleri pazarlıyor.
Los Angeles merkezli American Apparel de etik modanın öncülerinden. Bu firmanın fabrikalarında çalışan işçilere, California’daki asgari ücretin iki katı ücret ve ikramiye ödeniyor.
Peki etik tasarımlar, Louis Vuitton ve Prada gibi lüks markalarla ya da Gap ve Zara gibi hızlı perakendecilerle rekabet edebilir mi? Bu rekabetin önemli bir kriteri var. Modada taklit edilen ikonların da bu markaları kullanması. Örneğin kış ortasında giydiği takunyayı bile modaya dönüştüren Sarah Jessica Parker ya da Sienna Miller koton tayyör giydikleri gün, etik şıklıkta önemli bir milat olacak.
Kısa süre öncesine kadar Amerikalı oyuncu Sienna Miller’i pek tanıyan yoktu. Ancak People dergisi tarafından yaşayan en seksi erkek seçilen Jude Law’ın sevgilisi olduğu için kendisi önemli bir şahsiyet. Geçen Noel’de nişanlandıklarını ilan ettiklerinden beri ne yaptığı, ne giydiği çok önemli. Genelde Chloe ve Alexander McQueen tasarımlarıyla boy gösteren Miller, geçenlerde bir dergideki röportajında People Tree’nin kataloğundan giyindiğini söyledi ve bu sözler hemen bir kenara not edildi. Minnie Driver da People Tree müşterisi çıktı. Moda yazarları hemen etik şıklığın yükselişte olduğunu yazmaya başladılar.
People Tree yaklaşık 15 yıldır fair trade ve çevre dostu giyim kuşam, aksesuvar satan bir perakendeci. Organik koton ve ekolojik el dokumalarıyla hem bir tasarım koleksiyonu yaratıp hem de Hindistan, Bangladeş gibi 20 ülkenin kırsal bölgeleri için gelir kaynağı oluşturan şirket şu anda 5 milyon sterlin değerinde.
Etik şıklık ucuz bir trend değil, adaletin bir bedeli var ve bunun bir de hayvan dostu olan kanadı var. Bu alanın bir numarası ise Stella McCartney. Kendisi vejetaryen. Sırf deri ve kürkle uğraşmamak için Gucci’de Tom Ford’dan boşalan koltuğu reddettiği söyleniyor. Son ayakkabı koleksiyonunda mantar, lastik, saten ve sentetik güderi kullanmış. Ancak ürünleri deri fiyatına. Mantar pabuçları Harrods’ta 250 sterline satılıyor.
Pamuk adaletsizliği
Pamuk fiyatlarının trajik bir şekilde düştüğü ve zengin ülkelerdeki pamuk sübvansiyonlarının Üçüncü Dünyalı üreticiyi perişan ettiği bir dönemden geçiyoruz. Yoksulluk ve adaletsizliğe karşı mücadele veren Oxfam’a göre pamuk, global tarım ticaretinde adaletsizliğin simgesi haline gelmiş durumda.
2002 yılında Amerikan Yönetimi, kendi pamuk sektörü için tam 3,4 milyar dolarlık sübvansiyon sağladı. Bu meblağ, Afrika’daki belli başlı pamuk üreticileri olan Benin, Burkina Faso ve Çad’ın gayri safi yurtiçi hasılasından kat kat fazla. Daha da beteri; pamuk üretiminde kullanılan zirai ilaçlar her yıl 20 bin kişinin ölümüne, 3 milyon kişinin de kronik hastalıklara yakalanmasına yol açıyor.
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2005
Sorunun cevabını ABD’nin en parlak genç ekonomistlerinden ‘serseri’ lakaplı Steven Levitt veriyor: Esas parayı ‘torbacılar’ değil, çete reisleri kazandığı için... Columbia Üniversitesi’nden sosyolog Sudhir Venkatesh tam yedi yılını, Chicago’daki bir uyuşturucu çetesinin içinde geçiriyor. Çete reisi J.T.’yle öyle içli dışlı oluyor ki, uyuşturucu işinin bütün girdisini çıktısını öğrendiği gibi, kendisine çetenin dört yıllık mali tutanaklarının bulunduğu işletme defterleri bile veriliyor.
O da bu defterleri, geleceğin Nobel ödüllü ekonomisti gözüyle bakılan Steven Levitt’e teslim ediyor. Toz kokainin toptan fiyatı, işçi ücretleri ve polise verilen rüşvetlerden tutun da, uyuşturucu satışı, gasp ve haraç gelirlerine kadar her şey var defterlerde. Chicago Üniversitesi profesörü Levitt dört yıllık bir incelemeden sonra şu sonuca varıyor: Uyuşturucu çetelerinin yapılanması da Fortune 500’deki şirketlerden farklı değil. Esas parayı patronlar kazanıyor, köşe başlarında uyuşturucu satan torbacılar da bu yüzden anneleriyle birlikte yaşamak zorunda kalıyor. Levitt’in incelediği çete reisi, ayda 8500 dolar kazanırken (hapse girmeden önce), torbacıları ayda bin doları zor buluyor.
Steven Levitt, faiz oranları, ticaret açığı ya da küreselleşmeye değil, daha çok sokakların ekonomisine kafa yoruyor. Uzmanlık alanı mikroekonomi. Bu alanın açılımı da, yolsuzluk ve suç. Gazeteci Stephen Dubner ile birlikte kaleme aldığı ‘Freakonomics: A Rogue Economist Explores the Hidden Side of Everything’ adlı kitap geçen 1 Mayıs’ta yayınlanıyor ve hemen çok satanlar listesine giriyor.
Levitt kitabında çete ekonomisinin yanı sıra, 1999 yılında ortaya attığı suç oranındaki düşüşle ilgili teoriye de geniş yer veriyor. Kitabının ‘Serseri ekonomist her şeyin gizli yanını araştırıyor’ başlığı da bu teoriyle bağlantılı. Şöyle: 1990’larda ABD’de suç oranında meydana gelen düşüş otoritelere göre ekonomideki başarı, sıfır tolerans politikası, cezaevi sayısındaki artış, silah kontrolü, nüfusun yaşlanması gibi nedenlere bağlanırken, Levitt başka bir bit yeniği arıyor ve aradığını 1973 tarihli Yüksek Mahkeme kararında buluyor. O tarihte mahkeme çok tartışmalı bir konu olan kürtajı serbest bırakıyor. Böylece 17-18 yaşında suç coğrafyasına katılacak ‘istenmeyen çocuklar’ doğmamış oluyor. Yılda 1.5 milyon kürtaj gerçekleşiyor ve karardan tam 18 yıl sonra suç oranı düşmeye başlıyor.
Levitt’e göre suç oranındaki düşüşle güçlü bir ekonomi arasında bağlantı olduğunu gösteren hiçbir kanıt yok, ancak istenmeyen bireylerle yüksek suç oranı arasında doğrudan bağlantı var. Örneğin Romanya kürtajı yasakladıktan sonra suç oranı artıyor. Tabii bu teori yüzünden tutucu çevreler kıyameti koparıyor. Levitt’in adı ‘serseri ekonomiste’ çıkıyor. Hatta kendisini Joseph Goebbels’e benzetenler bile bulunuyor.
Levitt şimdi trafik sıkışıklığıyla ilgili bir teori geliştirmeye çalışıyor. Ama, trafiğin neden tıkandığı değil, nasıl olup da birden açılabildiği konusunda.
Yazının Devamını Oku