30 Nisan 2005
Opus Dei, Da Vinci Şifresi’ne göre cinayet işleyip, entrika çeviren bir Katolik tarikatı. Vatikan’a göre ise meşru bir dini enstitü. İspanya merkezli Opus Dei’nin dünya çapındaki 80 bin üyesi arasında binlerce ruhban var. İddiaya göre ruhban sınıfından olmayan üyelerinden birisi de IMF’nin İspanyol Başkanı Rodrigo Rato. İşte bu tarikat 80’lerin sonunda Türkiye’de de örgütlenme girişiminde bulunuyor ve Madrid’de görevli bir Türk gazeteciyle temasa geçiyor... Kayıtlara göre Opus Dei, Türkiye’de örgütlenmiş değil. Ancak bir temsilcisini 1996’daki Habitat Zirvesi sırasında Vatikan delegasyonuyla Türkiye’ye gönderiyor. Bu kişi Papa’nın İspanyol sözcüsü Navarro-Valls.
Dönem 1980’lerin sonu. Bir Türk haber ajansının Madrid temsilciliğini yapan Türk gazeteciye Opus Dei’den telefon geliyor. Nazik bir şekilde çaya davet ediliyor.
İspanyol hükümeti nezdindeki resmi akreditasyon işlemlerini tamamlayıp yabancı basın kartını aldıktan sonra bu gazetecinin adı da Başbakanlık Telekomünikasyon Müdürlüğü’nün yayınladığı medya rehberinde yer alıyor. Ve daha bir ay geçmeden Opus Dei, Türk gazetecinin telefonunu çaldırıyor.
Çay daveti üzerine gazeteci, Madrid’in ünlü Serrano Caddesi üzerinde, alabildiğine yüksek duvarlarla çevrili lüks köşke gidiyor. Kapıda son derece güzel ve iyi giyimli iki kadın tarafından karşılandıktan sonra olağanüstü şık döşenmiş bir salona alınıyor. Az sonra düzgün ve temiz giyimli bir papaz salona giriyor.
Dörtlü bir sohbet başlıyor. Ev sahipleri son derece nazik. Çay ve pötibör ikram ediyorlar. Opus Dei’yi tanıyıp tanımadığını soruyorlar. Gazeteci, Opus Dei’yi basında çıkan haberlerden takip ettiğini ve bir miktar bilgi sahibi olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Opus Dei’nin faaliyetleri ve beş kıtada örgütlendiği ülkeler hakkında bilgi veriyor, baklayı da ağızlarından çıkarıyorlar: Türkiye’de örgütlenmek istiyoruz, bu konuda bize yardımcı olabilir misiniz?
Gazeteci, bir Müslüman olarak yardım edemeyeceğini söylüyor, Türk makamları nezdinde resmi girişimde bulunmalarını salık veriyor. Bozuluyor ve konuğu yolcu ediyorlar. Uzun yıllar boyunca Türk gazeteciye yayınlarını gönderiyorlar.
İSPANYOL KANI
Opus Dei, Latince’de ‘Tanrı’nın işi’ anlamına geliyor ve tarikatın misyonu, ruhban sınıfından olmayan kişilerin toplum içinde ‘Tanrı’nın sözünü’ yaymakta dinamik bir rol üstlenmesini sağlamak. Üyelerinin beyinlerini yıkadığı ve karanlık finans işleri çevirdiği de ileri sürülüyor.
Dan Brown’un Da Vinci Şifresi’nde, İsa’nın soyunun bugün de devam ettiği gerçeğini örtbas etmek için, beyni yıkanmış bir müridine cinayet işletip komplo kuran tarikat olarak ortaya çıkması da kaynağını bu söylentilerden alıyor.
İspanya kökenli tarikat, General Franco döneminde çok etkin, ancak demokrasiye geçiş sürecinde kan kaybediyor. Sosyalistlerin 1996’da iktidarı sağcı Halk Partisi’ne devretmesi üzerine tekrar etkin olmaya başlayan Opus Dei üyelerinin, Başbakan Jose Maria Aznar hükümetlerinde etkin görevlere getirildikleri biliniyor. Tarikat üyesi olduğu iddia edilenlerden biri de Aznar’ın Maliye Bakanı ve şimdiki IMF Başkanı Rodrigo Rato.
VATİKAN’DAKİ AKTÖRLER
Opus Dei’nin çok etkin olduğu bir başka mevki ise Vatikan. Özellikle İkinci Jean Paul döneminde Katolik Kilisesi içindeki nüfuzu genişliyor. Papa, toplumlardaki laikleşmeye karşı onlarla birlikte cephe alıyor. Bazı kardinallerin sert muhalefetine rağmen, tarikat üyeleri Papa’nın yakın çevresinden uzaklaştırılamıyor.
Opus Dei’yi 1928 yılında kuran İspanyol papaz Josemaria Escriva de Balaguer’in Vatikan tarafından aziz ilan edilmesi de İkinci Jean Paul dönemine denk geliyor.
Tarikatın dünya çapındaki 80 üyesi arasında binlerce papaz, piskopos ve hatta geçen papa seçiminde oy kullanan iki de kardinal bulunuyor. Biri Perulu Juan Luis Cipriani, diğeri ise yine bir İspanyol; Vatikan’da konuşlu Kardinal Julian Herranz.
Opus Dei’ye sempatiyle bakan diğer bir kardinal de Milano Başpiskoposu Dionigi Tettamanzi. İkinci Jean Paul’ün ölümünden sonra adı papa adayları arasında geçiyor, çünkü Papa’nın ‘Halefim budur’ yönünde işaretler verdiği söyleniyor. Ancak tahminler tutmuyor ve Ratzinger seçiliyor.
Opus Dei’nin Vatikan’daki esas aktörü ise Papa’nın sözcüsü, İspanyol Dr. Joaquin Navarro-Valls. Doktor olmasına karşın medyaya girmiş. 1978-1985 arasında, Opus Dei’ye yakınlığıyla tanınan İspanyol ABC gazetesinin Doğu Akdeniz temsilciliğini de yapan Navarro-Valls’un devamlı oturduğu Roma’dan sık bir şekilde İstanbul’a seyahat ettiği biliniyor. Sonraki yıllarda Vatikan’a geçerek basın sözcülüğü yapan Navarro-Valls’un, Türkiye’ye giden her Vatikan resmi heyetinde yer alması dikkat çekiyor. 1996 yılındaki Habitat zirvesinde de Vatikan delegasyonunda bulunuyor.
Opus Dei sempatizanı Kardinal Tettamanzi papalık yarışından eleniyor, Vatikan’da iktidar 16’ncı Benedikt’e geçiyor ama, Navarro-Valls da hálá basın ofisinde oturuyor.
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2005
Dünya Kupası’na gidip gitmeyeceğimiz belli değil, geçen Avrupa Kupası’nı da ıskaladık ama ırkçılıkta dünya standartlarını yakalamak üzereyiz. Tamam, deri rengi ve etnik kökenle ilgili ırkçı niyetler beslemiyoruz. Ancak Fenerbahçelilerin açtığı ‘Rıza Efendi, iki ekmek bir süt’ pankartı da sınıfsal ırkçılık sayılmaz mı? İspanyol futbolunda ırkçılık, seyircinin Latin Amerikalı ya da Afrikalı siyah futbolculara maymun sesi çıkarması ya da muz atması şeklinde tezahür ediyor. Latin Amerika’da da Arjantinli, aynısını siyah Brezilyalıya yapıyor. Otoritelere göre durum çok vahim, çünkü ırkçılık holiganizmden daha tehlikeli bulunuyor. Şimdi gelecek yılki Dünya Kupası için alarm zilleri çalıyor.
İspanyol seyircisine göre İspanyalı olmayan her siyah topçu maymun. Dünya çapında yıldız olsalar bile yine de maymunlar. Yıllardır Real Madrid’in sol kanadında top koşturan Brezilyalı Roberto Carlos, son maçlarını maymun sesleri eşliğinde oynuyor. Ronaldo da öyle.
Daha geçen cumartesi, Atletico Madrid seyircileri Espanyol’un Kamerunlu kalecisi Kameni’ye muz attılar. Oysa Atletico, seyirci ırkçılığı yüzünden daha önce cezaya çarptırılmıştı. Hemen ertesi gün Real Madridli seyirciler, Levante’nin Fildişi Sahilli oyuncusu Ettien ile Kolombiyalısı Congo’nun ayağına her top gelişinde maymun sesi çıkardılar.
Sonunda bazı futbolcular bir çeşit savunma mekanizması geliştirerek maymun seyirciye maymunca karşılıklar vermeye başladı. Örneğin Barcelona’nın Kamerunlusu Samuel Eto’o, Zaragoza’ya attığı golden sonra sevinç gösterisini maymun şovuna çevirdi ve ‘Maymun gibi sevindim, çünkü bana maymun muamelesi yapıyorlar’ dedi. Seyircinin aşağıladığı Eto’o şu anda İspanya ligi La Liga’nın gol kralı ve ilk kez bir Afrikalı oyuncu bu pozisyona geliyor.
Bundan böyle maymunluk yapan seyirciler tespit edildiği takdirde 78 bin dolara kadar para cezası ödemeleri söz konusu. Beş yıl süreyle her türlü spor karşılaşmasından men edilmeleri de cabası.
Bu maymun sesi çıkarma modası yüzünden İspanya’da daha önce çok cezalar kesildi ama çerez parası niyetine. Şimdi ise ırkçılıkla mücadele önlemleri çerçevesinde cezalar arttı. En ufak bir ırkçı söz ya da davranış halinde hakemlere maçı durdurma yetkisi de verildi.
TERBİYESİZLİĞE KARŞI EVE TAZE MEYVE GÖTÜRÜYORUZ ESPRİSİ
Irkçılık sadece seyirciyle sınırlı kalsa yine iyi. İspanyol milli takımının hocası Luis Aragones, İngiltere ile dostluk maçı öncesinde, oyuncularından birini motive etmek adına İngiliz milli takımından Thierry Henry için ‘kara bilmemne’ deyince kıyamet koptu. İngiltere’nin sömürgeci geçmişine de sövdü. Sanki İspanya hiç sömürgeci olmamış gibi.
İspanyol seyirci de Aragones’in terbiyesizliğinden aldığı cesaretle maç sırasında siyah İngiliz oyunculara hakaret yağdırınca UEFA, İspanya’ya 100 bin İsviçre Frangı ceza kesti. Aragones küçük bir para cezasına çarptırıldı. Bu sefer de ceza düşük olduğu için İngiltere’de yine kıyamet koptu.
Ancak bu ders sayesinde İspanya ırkçı davranışlara cezayı artırdı.
Geçmişte de İngiliz liginde siyah oyunculara hindistancevizi atıldığı olmuştu ama, o günlerde bu davranışlara şaka gözüyle bakılıyordu. ‘Ne güzel eve taze meyve götürüyoruz’ esprileri yapılıyordu. Sonraları siyah futbolcu sayısı iyice artınca İngiliz, çok renkliliğe alışmak zorunda kaldı.
Şimdi Fenerli’nin Beşiktaş Teknik Direktörü Rıza Çalımbay’ın baba mesleğine, aklı sıra aşağılamayla gönderme yapması kimilerine şaka gibi gelebilir. Peki ileride ya diğer anne-baba meslekleri de tribün edebiyatına malzeme olursa... Oysa futbol, sınıf ve ırk ayrımı tanımayan çokkültürlü bir spor.
FIFA’nın Başkan Yardımcısı David Will de, futbolun çokuluslu, çokkültürlü bir spor olduğunu, bu yüzden de ırkçılığı yadırgadığını söylüyor. Inter-Milan maçında seyircinin sahayı ateşe vermesi çok taze bir olay olduğu halde, holiganizmden çok ırkçılığa takılıyor Will. ‘Bunlar münferit olaylar, bir salgın boyutunda değil. Holiganizm geriliyor, ancak daha ciddi bir problem olan ırkçılık yükseliyor’ diyor.
İşte bu nedenle FIFA, gelecek yıl Almanya’da yapılacak Dünya Kupası’nda ırkçı gerilimin, sahalarla sınırlı kalmayıp sokaklara, barlara taşmasından korkuyor.
Brezilya ve Arjantin, 1969’da Honduras ile El Salvador’un yaptığını yapmadılar, futbol yüzünden savaş çıkarmadılar. Ancak son günlerde futbolda ırkçılık yüzünden iki ülke arasında söz düellosu hüküm sürüyor. Her şey, Brezilya takımı Sao Paolo ile Arjantin’in Quilmes takımı arasında geçenlerde oynanan Libertadores Kupası grup maçında başladı. Sao Paolo’daki maç sırasında Arjantinli Desabato, Brezilyalı siyah oyuncu Batista’ya ‘macaco’ (maymun) ve ‘b.k zenci’ diye laf atınca rakibinden tokadı yedi. Batista oyundan atılınca soyunma odası yerine doğruca karakola gitti. Maçın son düdüğü çaldığında Brezilya polisi sahaya girip Desabato’yu tutukladı, kelepçeleyerek götürdü. Desabato, iki geceyi nezarette geçirdi, 3800 dolar kefaletle serbest bırakıldı ve takımıyla birlikte ülkesine döndü. Ancak Brezilya’ya gelip hakim karşısına çıkacağına dair imza verdi.
Renginden ötürü Brezilya’da ‘Grafite’ lakabıyla anılan Batista, kendisinden şikayetçi olduğu için Desabato’nun üç yıla kadar hapsi söz konusu. Güney Amerika Futbol Federasyonu ise daha mahkemeyi beklemeden Desabato’yu bu sezon için kupa maçlarından men etti.
Ve böylece iki ülke arasında da söz düellosu başladı. Brezilya Senatosu olağanüstü toplandı. Brezilyalı sivil toplum örgütleri, medya, futbol camiası ve hatta hükümet kenetlenerek bütün ırkçılara ibret olacak bir ceza verilmesini istediler.
Arjantin medyasına göre ise Desabato çarmıha gerilmişti ve geçmişte zenci kölelere zulmeden Brezilya’nın günahlarının bedelini ödüyordu. Quilmes taraftarı olan Arjantin İçişleri Bakanı Anibal Fernandez, ‘Sahalarda adrenalin yükseldiğinde bu tür küfürler savurmak gayet normaldir. Arjantin futbolunda ırkçılık yoktur’ diyordu. Oysa ki Grafite, Buenos Aires’teki maçta Quilmes taraftarının ‘maymun’ tezahüratlarına maruz kalmış ve kulüp kamuoyu önünde özür dilemişti.
Quilmes yöneticileri Brezilya’nın şimdi intikam peşinde olduğunu öne sürerek ‘Desabato sanki zencilerin seri katiliymiş gibi davranıyorlar. Zavallının hamile karısı, tutuklandığını duyunca ağlamaktan perişan oldu’ diyor. Ve Arjantin’in ağır topu Diego Maradona da ‘Maçın tansiyonu içinde insan her şeyi söyler. Kimse Arjantinlileri filmin kötü adamı yapmasın’ diye sahneye çıkıyor. Sao Paolo’nun koçu ise ‘Maradona’nın beyni normal çalışmıyor. Hepimizin bildiği nedenlerle onun beyanlarını ciddiye alamayız’ diyerek ünlü yıldızın uyuşturucu problemine gönderme yapıyor.
Arjantin milli takımının eski kaptanı Passarella da, ‘Sınırda uyuşturucu kaçakçıları cirit atıyor, onlara kimse dokunmuyor, futbolcular kelepçeleniyor’ diye Brezilya’yı suçluyordu. Şimdi Brezilya hükümeti sporda ırkçılığa karşı önlemler paketi hazırlıyor ve iki ülke arasındaki ağız dalaşı devam ediyor.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2005
Kanada’nın inadını kimseler kıramadı. Protestolara rağmen, onların deyişiyle ‘fok hasadı’ aynen planlandığı gibi olanca vahşetiyle devam ediyor. Atlantik kıyıları artık kızıla boyalı. Kanada inatçı ama, fokların azizleri de öyle. Sea Shepherd örgütünün kurucusu Kaptan Paul Watson’ın yönetimindeki Farley Mowat gemisi 20 mürettebatıyla fok avcılarının önüne set çekmeye çalışıyor. Ancak düşman kalabalık. Tam 300 gemi dolusu avcı var. Ve fok yavruları dövüle dövüle öldürülüyor diye ağlayanlar arasında binlerce Türk de var. Türkiye’deki protesto platformunu oluşturan Defne Voronin ve Şenay Gökyılmaz’ın kurduğu foklar.gen.tr sitesi bir-iki gün içinde 694 üye ediniverdi. Ziyaretçi sayısı 22 bini aştı. Defne ve Şenay uluslararası örgütlerle temas halinde, Kanada aleyhinde dava açmak için hukuk yollarını araştırıyor.
‘Sonu gelmeyen bir yolculuk:
İnsan korkusu.
Yavru Fok: Neden arkamıza bakamıyoruz
Anne Fok: Geçmişimiz acı da ondan.’
Süreyya Berfe’nin lirik fok destanı bu dizelerle başlıyor. Foça’da yaşayan şair ‘Foklar Söyledi Ben Yazdım’da Akdeniz foklarının iç sesiyle konuşuyor. Akdeniz fokları, Kanada’dakilerden şanslı. Münferit saldırılara uğradıkları oluyor tabii, ancak onlara karşı soykırıma girişen yok.
Süreyya Berfe’nin kitabını bana Defne verdi. Defne Voronin, foklar.gen.tr sitesinin kurucu ortağı. Kanada’daki fok kıyımına isyan Defne ile Şenay Gökyılmaz’ı internet ortamında tanıştırıyor. Birlikte 1 Nisan günü Türkiye’nin protesto platformunu kuruyorlar.
Bu arada sitenin ziyaretçilerine bir uyarı: ‘Hanım’ diye hitap ettiğiniz Şenay, aslında bir erkek. Yığınla uğraşı var. İçlerinden aklımdan kalanı tango öğretmenliği. Defne de büyük bir seyahat acentesinde havayolları temsilcisi.
Gündüzleri kendi işleriyle, geceleri de sabahlara kadar fok protestoculuğuyla uğraşıyorlar. Sadece emeklerini değil, ceplerini de bu işe adamışlar. Broşürler, internet giderleri, ABD’deki örgütlere açılan telefonlar hep cepten. Reklamdı, sponsordu yok. Ama olmasını istiyorlar. Çünkü 15 Mayıs’ta katliam durduğunda, tepkinin de dozu soğuyacak ya, ondan sonrasını düşünüyorlar. Kalıcı olmak için mutlaka destek bulmaları gerekiyor. Çünkü Kanada gelecek baharda yine başlayacak ‘hasada’.
Defne ile Şenay’ın sitesinin 694 üyesi var. Yaptıkları ankete 3 bini aşkın kişi katılmış. Çoğunluk Kanada’nın yazılı olarak protesto edilmesinden yana, kimisi de Kanada malları boykot edilsin istiyor. Türkiye’den giden tepkiler, Dünya Hayvan Hakları Örgütü’nün kayıtlarına geçmiş durumda.
Mesaj yazanlar sabırsız, kıyım bir an önce dursun istiyor. Ancak sataşmalar da var. Marlboro nick’li biri yazıyor: ‘Şurada hemen baş ucumuzda bir savaş yaşanıyor ve binlerce insan katlediliyor. Kimse Amerika’yı protesto etmek için bu kadar uğraşmıyor. Yazık. Çevrenizde olan bitenden haberiniz yok.’
Acaba bu konuda bir sivil toplum hareketi başlatmayı düşünüyor mu Sayın Marlboro? Yoksa, günlerini hayatın çeşitli alanlarında demokratik tepkilerini dile getiren insanlara çıkışarak mı geçiriyor diye merak ediyorum.
Defne ve Şenay’la buluştuğumuz geçen çarşamba haberler iyiydi. Sert bir bora, avcı gemilerini limanlara çekilmeye zorlamış, ‘hasat’ tavsamıştı. Bu satırları yazarken yeniden başlamış olması ise pek muhtemel.
PLAYBOY GÜZELİ GİDEMEDİ
Kanada’nın yavru fokları kürkleri henüz bembeyazken, yani altı haftalık kadarken, yani renkleri griye çalmadan öldürülüyor. Çünkü fok kürkünün esas pazarları olan Kanada, Norveç ve Danimarka’da moda ‘beyaz’. Cinsel organlarının ise Çin’de büyülerde kullanıldığına dair söylentiler var. Etlerini ise yiyen yok, kadavralar öylece bırakılıyor.
Dünyanın en büyük memeli katliamında bu yılki kota 320 bin. Yarım yüz yıldır devam eden fok katliamının anavatanı Newfoundland ve Labrador bölgeleri. Hayvanların azizleri de şu anda olay yerinde. Kaptan Paul Watson, 20 mürettebatlı gemisi Farley Mowat’la orada. Diğer örgütlerin temsilcileri de.
Karşılarında 300 gemilik bir avcı ordusu var ve yasalara göre avcılara 10 metreden daha fazla yaklaşmak yasak. Geçenlerde bir grup yaklaşma kuralını ihlal edecek olunca, uyarı ateşi açılıyor ve canlarını zor kurtarıyorlar. Üç protestocu tutuklanıyor. Sonra yine çatışma çıkıyor. Avcılar, fokları öldürdükleri hakapiklerle saldırıyor, kar araçlarını protestocuların üzerine sürüyor.
Durum öyle tehlikeli ki, eski Playboy güzeli Anna Nicole Smith, protesto için bölgeye gidecekken, can güvenliği kaygısıyla vazgeçiyor. Buzlar üzerinde kanlı fok görüntüleri dünyaya yayıldıkça tepki de büyüyor. Kanada Hükümeti ise ABD’den Avrupa’ya önemli gazetelerde, dergilerde yayınlanan fotoğraflara propaganda gözüyle bakıyor. Balıkçılık Bakanı Trevor Taylor şöyle diyor: ‘Mezbahalar, kürk çiftlikleri hayvanları kapalı kapılar ardında öldürüyor. Fokların kanı ise kameraların önünde. Utanmaz çevreciler, foklara ‘bebek’ diyerek insanların duygularını sömürüp bağış topluyorlar. Avrupa aşırı avlanmadan balıkların soyunu tüketiyor. Oysa 5 milyonluk fok nüfusu rekor seviyede, ancak onlar suyun üstünde öldürülüyor ve filme alınıyorlar. Kimse o fokların kırsal kesimin geçim kaynağı olduğunu düşünmüyor.’
Bakan böyle diyor ama, bazı Kanada gazeteleri fok avının perde arkasında ekonomik değil siyasi gerekçeler bulunduğunu yazıyor. Çünkü hiçbir parti bölge oylarını kaybetmek istemiyor. Fok avından elde edilen gelir aslında bölge balıkçılarının yıllık gelirinin sadece yüzde 5’ini oluşturuyor.
Fok avından gelen 16.5 milyon dolar uğruna ABD’ye yapılan yılda 3 milyar dolarlık ihracat bile riske atılıyor. ABD’deki The Humane Society, lokantalara, tüketiciye Kanada’nın deniz ürünlerini boykot çağrısında bulununca, Boston ve New York’taki bazı lokanta zinciri ve dağıtımcılar hemen harekete katılıyor. ABD kürk ithalatını zaten yasaklamış durumda.
Bazı tutucu Kanada gazeteleri ise av karşıtlarına ateş püskürüyor, protesto için bölgeye gidenlere ‘Limuzin liberalleri’ diye lakaplar takılıyor, av karşıtı kampanyaya katılan ünlüler reklam peşinde koşmakla suçlanıyor, Montreal Gazette ise fok yemeği tarifleri veriyor.
BOYA VE TIRAŞ HİLESİ
Fok avı yavrular doğduktan iki hafta sonra, kürkleri beyazdan griye dönmeden önce başlıyor. Beyaz iyi, gri geç. Kürkler zarar görürse avcılar için durum vahim. İşte bu yüzden, hayatını fok avıyla mücadeleye adayan Kanadalı Kaptan Paul Watson (55), yavruların kürklerini tıraşlayıp boya sürerek façalarını bozuyor. 1977 yılında da hayvan hakları savunucusu Brigitte Bardot’yu bölgeye götürerek bütün dünyanın dikkatini çekmeyi başarıyor.
Sea Shepherd örgütünün komutanı Watson aynı zamanda Greenpeace’in de kurucularından (1972). Nükleer denemeleri protestoyla başladığı eylemci hayatı, 1975 yılında Rus balina avcılarına karşı girişilen operasyonda yeni bir yön kazanıyor. Zodyak botuyla, balinalarla zıpkınların arasına dalan Watson, isabet almış bir balinanın ölüm bakışıyla göz göze geldikten sonra bütün hayatını deniz canlılarına korumaya adıyor. 1977 yılında Sea Shepherd örgütünü kurduğundan beri dünya denizlerinde uluslararası yasaların korunması için dolaşıyor.
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2005
Bugün dünyada çocuğunu göremediği için canını tehlikeye atan yüzlerce baba var. İşte, kızı eşi tarafından Amerika’ya kaçırıldı diye Kardak kayalığında eylem yapan Mustafa Yılmaz. İşte boşandıktan sonra çocukları gösterilmiyor diye Batman kılığında kraliçenin balkonuna, ya da papaz cübbesiyle katedral tepelerine tırmanan İngiliz babalar... Hatta İtalya’da boşandıktan sonra aile çevresinden tamamen uzaklaştırılan babalara sığınma evleri bile açılıyor.
Savunma Bakanı Vecdi Gönül geçen hafta, Avrupa Birliği’nde nüfusun yüzde 27’sinin gayrimeşru olduğunu söyledi. Maksadı, Avrupalı kadının aslında ne kadar ezildiğini anlatmaktı.
Aslında Avrupa’nın özellikle kuzey kesimlerinde kadınların evlilik dışı çocuk doğurmaları tamamen kendi tercihleri. Çünkü ya koca derdi istemiyorlar, ya da bu yolla daha iyi sosyal yardım alıyorlar. Avrupa’da kadın esas kariyer alanında ayrımcılığa uğruyor. Erkeklerle aynı işi yapıp daha düşük ücret alıyor, kolay kolay terfi ettirilmiyorlar.
Ancak iş medeni hukuk alanına gelince esas ezilenler erkekler oluyor. Hukuk, evlilik birliğinde kadını kolladığı için, boşanma halinde bu dünya erkeklere dar ediliyor. Burada en sivri örnek İngiltere. Justice 4 Fathers (Babalar için Adalet) adı altında örgüt kuran boşanmış babalar, kadınları cebirden korumak amacıyla çocuklarının yanına ya hiç yaklaştırılmadıkları ya da sınırlı haklara sahip oldukları için yıllardır inanılmaz bir mücadele veriyorlar. Matthew O’Connor adlı bahtsız bir babanın kurduğu örgütün üyeleri, yoksul, sefil ve çocuksuz bir hayata mahkum edildikleri iddiasıyla kamuoyunun dikkatini çekmek için Batman, Spiderman gibi çizgi karakterlerin kılıkları içinde, önemli ‘mevkilere’ tırmanıp duruyorlar. Biçare babaların yoksulluğu da, anne ve çocukların tüm giderlerini karşılama hükmünden kaynaklanıyor.
Babaların eylemleri zaman zaman güvenlik skandalına da yol açıyor. Örneğin geçen eylül ayında Buckingham Sarayı’nın balkonuna tırmanan Batman baba Jason Hatch, polisi dört saat süreyle uğraştırmış ve kraliçenin balkonu bu kadar savunmasız mı diye basında kıyamet kopmuştu. Ancak Hatch bu eylemi sayesinde eski karısının bir kıyağıyla ödüllendirildi. Üç yıldır oğluyla kızını göremeyen babaya, çocuklarının müsameresini izleme izni verildi.
Sonra aralık ayında David Pyke, Noel Baba kimliğinde gidip kendini sarayın parmaklıklarına zincirledi. Çünkü çocuklarını sadece hafta sonları görebiliyor, Noel’de birlikte olamıyordu.
Babalar için Adalet savaşçılarının eylemleri İngiltere’yle de sınırlı kalmıyor. Örneğin gidip Lahey’de de adliye sarayının tepesine tırmandıkları oluyor. Eylem çeşitleri arasında Başbakan Tony Blair’e un çuvalı fırlatmak, kendilerini demiryollarının sinyalizasyon direklerine bağlamak, Londra’daki Milenyum Tekerleği’ne çıkmak, devletin aile politikasıyla ilgili toplantıları basmak var.
Babalar, kiliseye de kızgın. Geçenlerde papaz cübbesiyle Londra’daki St. Paul Katedrali’ne tırmanan 23 yaşındaki Darry Westell, kilisenin yasaları değiştirmek için yeterince uğraş vermediğini söylüyordu. Katedraldeki iki kişilik eylemin kahramanı olan babalar yanlarında yiyecek-içecek de getirmişti. Niyetleri Paskalya pazarını orada geçirmekti. Ancak tutuklandıkları için pazarı polis sorgusunda geçirdiler.
Geçen hafta, Ege’de kendi halinde bir kayalık olmakla birlikte siyasi açıdan önemli bir ‘mevki’ sayılan Kardak kayalığına çıkıp pankartlı eylem yapan Mustafa Yılmaz da muhtemelen bu eylemleri örnek aldı. Ancak İngiliz babalar örgütlü, o ise tek başına.
Babalar için Adalet örgütü, İngiliz aile mahkemelerinin boşanan anne ve babaya çocukların yetiştirilmesinde yarı yarıya hak ve zaman tanıması için bastırıyor. Ayrıca çocukların görüşünün de alınmasını istiyorlar. Konuyla ilgili parlamento komisyonu ise talebi reddediyor ve 1989 tarihli Çocuk Hakları Yasası çerçevesinde ‘Çocukların anne ve babayla tam bir ilişki içinde olması gerektiğini’ söylemekle yetiniyor. Bu görüş de mahkemelere vız geliyor. Boşanan anne, babanın çat kapı gelmesi huzurumuzu kaçırıyor dediği an mahkeme, babayla çocuk arasındaki tüm ilişkiyi koparıveriyor.
BOCELLI’NİN MÜCADELESİ
Örgütün verilerine göre her gün 650 çocuğun ebeveyni boşanıyor ve her gün 100 çocuğun babayla ilişkisi kesiliyor. Bu gidişle 14 yıl sonra topluma topyekûn bir babasızlığın hakim olacağı tahmin ediliyor. Çünkü boşanan babaların yüzde 40’ı iki yıl içinde çocuğuyla bütün bağlantısını kaybediyor.
Örgütün önde gelen destekçileri arasında Bob Geldof ve Pierce Brosnan da yer alıyor.
Erkeklerin 40’ında bile ‘mamma’larından kopamadığı İtalya’da da babaların durumu kanayan yara. Anaerkil hakimiyetin sürdüğü bu ülkede boşanan baba bütün mali yükü sırtlamakla birlikte duygusal ortamdan tamamen men ediliyor. Çocukları için birer yabancı olmaya mahkum ediliyorlar. Ama, onlar da savaşmaktan geri kalmıyorlar. İki yıl önce eşi Enrica’dan boşanan ünlü tenor Andrea Bocelli, iki oğluna çok sınırlı erişimi olduğu için, boşanan babalara çocuklarının yetiştirilmesinde daha fazla hak sağlayacak bir yasa çıkarılması amacıyla kampanya başlattı. Bocelli’ye göre bu kampanya aslında, çocukların haklarını korumak için başlatılmış bir mücadele.
İtalya’da boşanmaların yüzde 90’ında çocuk anneye bırakılıyor. Evi de doğal olarak anne alıyor ve baba evin bütün giderlerini karşılamakla yükümlü kılınıyor. Bu şartlarda finansman krizine giren erkekler öyle zor durumda kalıyor ki, bazı babalar hafta sonları çocuklarını alabileceği doğru dürüst bir ev bile bulamıyor. Boşananlara yardım amacıyla kurulan Asdi adlı örgüt, evsiz kalan erkeklere sığınma evleri açmak için kolları sıvıyor. İlk sığınma evi de Bolzano’da açılıyor. Tabii bu evde yaşamak bedava değil, aylığı 200 Euro.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2005
Başlıktaki bu deyiş, aslında hukuk tarihine geçmiş ünlü bir karar. Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin yargıçlarından Potter Stewart’ın 1964 tarihli bu kararı, ‘müstehcenliğin’ ne kadar öznel ve tarifi güç bir kavram olduğunu anlatıyor. Dolayısıyla bu anlatım yaptırım güçlüğünü de ele veriyor. Oysa 1 Nisan’da yürürlüğe girecek yeni TCK, müstehcenlik kavramına hiçbir tanımlama getirmeden doğrudan cezayı kesiyor. En korkunç fatura da basına çıkıyor. Sübjektif değerlendirmeye açık bu maddeye göre müstehcen yazı, görüntü veya sözleri yayınlayan kişi altı aydan üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılabiliyor.
Ünlü gazeteci Bob Woodward, The Brethren (Biraderler) adlı kitabında, Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin müstehcenliği tanımlamak için büyük mücadele verdiği meşakkatli yılların perde arkasını anlatır.
Bu mücadele 60’lı yıllarda başlar ve 70’lerde de devam eder.
ABD’de ifade özgürlüğü anayasayla koruma altına alındığı halde yazı, söz ya da görüntüyle müstehcen ifade anayasal kalkandan yararlanamadığı için eylemin en doğru şekilde tanımlanması çok önemlidir. Bu nedenle Yüksek Mahkeme yargıçları belirli günlerini müstehcenlik şüphesi bulunan yayınları izlemeye ayırırlar. Örneğin yargıçların film günleri vardır. Mahkeme katipleriyle birlikte oturur, patlamış mısırlarını da alıp film seyreder ve hüküm bekleyen eserlerle ilgili kararlarını verirler. Bazı yargıçlar katiyen sınırlamadan yana olmadığı için bu filmleri izlemezler. Örneğin yargıç Hugo Black, ‘Ben o filmi izlemek istesem, gider parasını verir seyrederim’ diyerek film günlerine katılmayı reddeder. Onun yanı sıra William Douglas da o yıllar boyunca filmleri asla izlemeyen ikinci yargıçtır.
Seanslar sona erince katipler yargıçların eserle ilgili görüşlerini kağıda geçirirler. Bunlar hayli detaylıdır. Ancak kısaca örnek vermek gerekirse ‘Ereksiyon olmasaydı, oral seks hoş görülebilirdi’ gibi tuhaf sonuçlar çıkar.
Bu kararlardan biri de yargıç Potter Stewart’ın 1964 tarihli kararıdır: ‘Müstehcenliğin tanımını yapamam ama gördüğüm zaman anlarım.’ Diğer yargıçların tanımları ise genelde üç aşağı beş yukarı, toplumun o günkü değer yargılarına atıfta bulunur.
ABD’de bugün halen geçerli olan müstehcenlik tanımı 1973 yılında şekillenir. Buna göre, ciddi bir sanatsal, edebi, siyasi veya bilimsel değerden yoksun olan, cinsel istek uyandıran, saldırgan bir cinsel eylemi gösteren, zamanın toplumsal değerlerine aykırı her türlü materyal müstehcendir. Müstehcenlik hükmü ulusal değil, yerel standartlara göre verilir.
GÖRDÜĞÜM ZAMAN ANLARIM YORUMU
Ancak 2004 yılının şubat ayında Süper Kupa finali CBS televizyonundan canlı yayınlanırken bir kaza meydana gelir ve müstehcenlik tanımı altüst olur. Justin Timberlake’in Janet Jackson’un dekoltesini aralaması sonucu bütün Amerika üç saniye süreyle Janet’in meme ucunu görür. Kanal 550 bin dolar para cezasına çarptırılır. CBS temyize gider, diğer kanallar da canlı yayınları 10 saniye gecikmeli aktarmaya başlar. TV kanallarına bu tür vakalarda verilen 32 bin dolarlık para cezasının 500 bin dolara çıkarılmasını öngören bir yasa tasarısı hazırlanır. Ahlaka aykırı yayın yasağını üç kez çiğneyen kanalın lisansının iptali de tasarıya dahildir.
Bu tasarı Kongre’nin her iki kanadından da geçtiği takdirde Bush tarafından imzalanıp yürürlüğe girecek.
Şimdi biz de 1 Nisan’da yeni Türk Ceza Kanunu’nun yürürlüğe girmesini bekliyoruz. Müstehcenlik konusu, gazetecilere hapis yolunu açan bu yasadaki tehlikeli maddelerden sadece birisi.
Yasanın ‘Genel Ahlaka Karşı Suçlar’ başlıklı yedinci bölümünde 226’ncı madde müstehcenlikle ilgili suç ve cezaları düzenliyor. Ancak bu maddeye göre müstehcenliğin tanımı tamamen ‘Ben gördüğüm zaman anlarım’ yorumuna açık. Oysa bugün halen yürürlükteki yasanın 426’ncı maddesindeki düzenleme müstehcenliğin sınırlarını çizmeye çalışıyor; ‘Halkın ar ve haya duygularını incitici, cinsi arzuları tahrik ve istismar edici nitelikte genel ahlaka aykırı olarak nitelendirilebilecek her nevi kitap, gazete, risale, mecmua, varaka, makale, ilan, resim gibi malzemelerin basılmasını, teksir edilerek çoğaltılmasını’ yasaklıyor. Yasaya aykırı davrananlara da para cezası getiriliyor.
Yeni yasadaki 226’ncı maddenin birinci fıkrasında çocukları müstehcen, görüntü, yazı ya da sözlere alenen maruz bırakanlara (satan, kiralayan, dağıtan, reklamını yapan) altı aydan iki yıla kadar hapis ve adli para cezası öngörülüyor. İkinci fıkra ise gazetecileri ilgilendiriyor. Müstehcen görüntü, yazı ya da sözleri basın ve yayın yolu ile yayınlayan veya yayınlanmasına aracılık eden kişi altı aydan üç yıla kadar hapis ve beş bin güne kadar adli para cezasına çarptırılıyor. Yani bu suç yayın yolu ile işlendiği zaman hapis cezasının üst sınırı iki yıldan üç yıla kadar çıkıyor.
Maddenin yedinci fıkrası ibret niteliğinde: ‘Bu madde hükümleri bilimsel eserlerle, çocuklara ulaşması engellenmek koşuluyla, sanatsal ve edebi değeri olan eserler hakkında uygulanmaz.’
İbret bunun neresinde diyecek olursanız; sanat eseri olduğundan kimsenin kuşku duymayacağı Milo Venüsü’nün ya da Michelangelo’nun Davut heykelinin resmini gazeteye basmak isterseniz, birine üstten, ikincisine de alttan sansür bandı atmanız, ya da gazeteleri çocukların ulaşamayacağı şekilde poşet içinde satmanız gerekir.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2005
Her yıl bugünlerde Kanada’nın doğu kıyılarında korkunç bir katliam yaşanıyor. Yüz binlerce ama, gerçekten yüz binlerce minicik fok yavrusu sopalarla dövüle dövüle, kan revan içinde henüz üç-beş haftalık yaşamına veda ediyor.
Kanada'nın bahanesi her ne olursa olsun, bu barbarlığa karşı durmak isteyenler Kanada başbakanı ve parlamentosuna yönelik mektup kampanyasına katılabilirler. 1969 yılında Kanada'daki fok kıyımını durdurmak için kurulan Uluslararası Hayvanlara Yardım Fonu'nun sitesinden mektup göndermek mümkün. Adres: http://www.ifaw.org
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2005
Hayatımızın pek de merkezinde olmayan Dünya Bankası’na başkan seçimi hiç bu kadar medyatik bir mesele haline gelmemişti. Los Angeles Times, adaylar arasında, Üçüncü Dünya borçlarının silinmesi ve AIDS’le mücadele adına çok etkili kampanyalar yürüten Bono’nun da adını ortaya atınca konu birden seksapel kazandı. Hele Amerikan Hazine Bakanı John Snow, Bono’nun idealist kişiliğine olan hayranlığını belirtip pekálá aday olabileceğini ima edince iş iyice olgunlaştı. Şimdiki Başkan John Wolfensohn 1 Haziran itibariyle görevden ayrılıyor. Bush’un da geleneksel olarak bir Amerikalıyı yeni başkan olarak aday göstermesi gerekiyor. Ancak bu görevi Bono’ya vermesi pek mümkün görünmüyor. İşte nedenleri.
İrlandalılar Bono’nun bu işi kabul edeceğine hiç ihtimal vermiyor. Çünkü son günlerde publarda dolaşan söylentiye göre Bono aslında daha yüksek bir mevkinin peşindeymiş. Mesela Papalık gibi. Vatikan’dakinin bir ayağı çukurda ya. Ancak ne yazık ki, önünde bir engel var Bono’nun. Katolikler’de ruhban sınıfına evlilik yasağı olduğu için Papa olması mümkün değil.
İrlandalıların pub geyiği bir yana, Bono’nun Dünya Bankası başkanı olamaması için de yığınla neden var. Birincisi bankanın başına hep Amerikalılar getiriliyor. IMF’nin başkanı Avrupa’dan, bankanınki ABD’den. Teamül böyle. Örneğin 1 Haziran’da görevden ayrılacak olan John Wolfensohn Avustralya doğumlu olduğundan başkanlık koltuğuna oturabilmek için Amerikan vatandaşı olmuştu. İrlandalı Bono’nun buna hazır olup olmadığı henüz bilinmiyor.
Ayrıca U2’nun önümüzdeki bir yıllık programı da, grubun solistini banka memuriyetine göndermek için pek müsait değil. Yeni albümleri ‘How to Dismantle an Atomic Bomb’ ile çıkacakları Vertigo 2005 dünya turnesinde onlarca kent dolaşacaklar. Turne birkaç hafta sonra San Diego’da başlayıp 19 Aralık’ta Portland’da sona erecek.
Bono’nun adaylığının dünya medyasına malzeme olmasına biraz sinirlenmiş görünen İrlanda gazeteleri yazıp duruyor: Adamın programı dolu, non-stop turnede, bu yıl banka başkanlığı yapamaz. Şu sıralar rock kariyerini bırakıp memuriyete geçmeyi düşünmüyor. Banka memuriyeti dediysek, Dünya Bankası başkanı da günlerini masa başında oturarak geçirmiyor.
Aslında bir Dünya Bankası başkanıyla bir rock yıldızı arasında bazı benzerlikler var. İkisi de yılın önemli bir bölümünü ülke ülke dolaşarak geçiriyor. Beşer yıldan iki dönem başkanlık yapan Wolfensohn son 10 yılda tam 120 ülke dolaşmış.
İkisi de bol miktarda el sıkıyor. Dünya Bankası başkanının emrinde 10 bin kişi çalışıyor. Rock yıldızlarının da on binlerce hayranı oluyor. Bazı başkanlar aynı zamanda müzisyen de olabiliyor. Örneğin Wolfensohn da viyolonsel çalıyor. U2’nun hastası, onlarla birlikte Carnegie Hall’da sahneye çıkmıştı.
Ancak benzerlikler bu kadarla kalıyor. Dünya Bankası başkanı yılda 300 bin dolar artı seyahat masrafları tutarında bir ücret alıyor. Kazancı vergilendirilmiyor. Rock yıldızları ise kesinlikle daha fazla kazanıyor ve vergiden muaf tutulmuyor. Hatta vergi rekortmenleri listelerine girenleri bile oluyor.
Bankanın başkanı haftanın yedi günü çalışıyor ve yılda 5 hafta izin hakkı bulunuyor.
1944 yılındaki kuruluşundan bu yana gelişmekte olan ülkelere borç veren, kalkınma projelerini destekleyen Dünya Bankası’nın başkanı dünyayı dolaşmadığı zamanlarda Washington’daki ofisinde bulunuyor. Bankaya üye 184 ülkeyi temsil eden ve siyasi atamayla göreve gelen 24 icra direktörünün hazır bulunduğu yönetim kurulu toplantılarına başkanlık ediyor. Kurul toplantıları salı ve perşembe günleri yapılıyor ve bütün gün sürüyor. Başkan yoksa, yerine genel müdürü bakıyor. Borç ve hibe kararlarıyla ilgili yetki yönetim kurulunda olsa da, pratikte başkanın çok geniş hareket alanı bulunuyor.
James Wolfensohn, bankayı son 10 yılda çok otoriter ve cömert bir şekilde yönetti. Beyaz Saray’a birkaç blok mesafedeki bankanın cömertliği zaman zaman Amerikan Yönetimi’nde kaos yarattıysa da kurum müthiş prestij kazandı. Wolfensohn yoksullukla mücadelenin siyasi ve ahlaki bir zorunluluk olduğunu Bush Yönetimi’ne ısrarla anlattı. Aşırı yoksul ülkelerin borçlarını erteletmekte başarılı oldu. İnsani ve çevreyle ilgili projelere destek çıkabilmek için bankanın Batılı hissedarlarına karşı hep mücadele verdi. Ve bu hiç de kolay olmadı, çünkü karşısında bankanın en büyük hissedarı olan Amerikan Yönetimi vardı.
ÇOK ÖNEMLİ SEÇİM
Önümüzdeki üç ay içinde başkanı seçmesi gereken Bush’un ikinci başkanlık döneminin en önemli kararlarından birini vereceği söyleniyor. 11 Eylül sonrasında göreve getirilecek ilk başkan olduğu için, yapılacak seçim büyük önem taşıyor. Wolfensohn, Bill Clinton’ın seçimiydi ve Bush, Irak’ın yeniden yapılandırılması projesinde Dünya Bankası’nı saf dışı bıraktı. Oysa banka, bu alanda herhangi bir örgütten çok daha fazla uzmanlığa sahipti. Nitekim savaş sonrası Bosna’da çok iyi performans göstermişti.
Şimdi Bush, Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde planladığı rejim değişiklikleri için, Irak’taki hareket tarzının tersine, Dünya Bankası’nın rolünü genişletmeyi düşünüyor.
Yani Bush’un, Bono gibi borç sildirme takıntılı birine şu anda hiç ihtiyacı yok.
Şu ana kadar banka başkanlığı için adı geçen adaylar arasında Bono’nun yanı sıra, eski ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell, Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Hazine Bakan Yardımcısı John Taylor, HP’den henüz ayrılan Carly Fiorina var. İçlerinde en tartışmalı olan Pentagon şahinlerinden Wolfowitz. Kalkınma uzmanı değil. Ancak asıl önemlisi Irak savaşının mimarı olduğu için Avrupalıların vetosunu yiyebilir. John Taylor bir makroekonomi teorisyeni, ancak Bush Yönetimi içindeki çete savaşını kaybettiği söyleniyor. Carly Fiorina, HP’deki hissedarları memnun edemediği için işinden oldu, referansı pek iyi değil.
Mevcut adaylar içinde Avrupalıların en gönlüne göre olanı Colin Powell. Dünyanın her yerinde saygı görüyor ve kalkınma sorunlarıyla yakından ilgili. Ancak bu koltuğa şimdilik pek ilgi göstermiyor.
Herkesi tanıyan adam
Bono, rock aleminde Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen tek isim. Çünkü son 10 yıldır Üçüncü Dünya borçlarının silinmesi, Afrika’daki yoksullukla mücadele ve AIDS’e karşı global savaş alanında çok çalıştı. Bu iş için şöhretini kullanmaktan hiç çekinmiyor. Clinton ve Bush’tan, Blair, Chirac ve Putin’e bütün liderleri tanıyor ve borç sildirmeye ikna etmek için her fırsatta karşılarına çıkıyor. ABD Hazine Bakanı olduğu dönemde Paul O’Neill ile Afrika turuna çıkıyor. Afrika’nın borçları ve AIDS’le ilgili DATA adlı örgütü kurmak için kendi milyonlarını harcıyor. Geçen Davos zirvesinde Clinton ve Bill Gates ile birlikte bir panele katılıp Afrika için bir tür Marshall Planı hazırlansın diye bastırıyor.
Yazının Devamını Oku 5 Mart 2005
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın geçen hafta yayınladığı insan hakları raporunun Türkiye bölümünde kadınlara karşı işlenen namus ve ayrımcılık suçları da yer alıyordu. Aynı Türkiye gibi, Pakistan’dan Mısır’a birçok ülkede işlenen namus cinayetleri de genişçe yer tutuyordu. Tamam, bunların hepsi doğru. Ama şu da doğru; ABD, şu anda dünya çapında kadının insan haklarını iyileştirmek için harcanan her çabayı baltalıyor. Kadınların global eşitliği için BM’de geçen pazartesi başlayan Pekin+10 konferansında ABD inanılmaz bir çıkış yaptı. Kadına karşı şiddeti önlemek, eğitim hakkını teslim etmek, siyasi katılımını ve ekonomik eşitliğini sağlamak için 1995 Pekin Zirvesi’nde alınan kararları bloke etti. ABD’nin şartı şuydu: Önce BM kürtajı kınasın.
Bush’un tek amacı var, dünyadaki her kadını kürtaj hakkından men etmek. Hiç kimsenin kadınları kürtaja zorlamak gibi bir niyeti olmadığı halde, Bush Yönetimi iktidara geldiğinden beri, kadınlarla ilgili her global girişimin ardında ‘kürtaj yeniği’ arıyor. Önce, işin içinde kürtaj da var diyerek, BM Nüfus Fonu’na verdiği katkı payını çekiyor, aile planlama programlarını engelliyor. Şimdi de kadının insan hakları alanında çığır açan 1995 tarihli Pekin Kadın Zirvesi’nde alınan kararları baltalıyor. Gerekçe yine kürtaj.
Olay geçen pazartesi BM’de başlayan Pekin+10 konferansında patladı. Kadının statüsüyle ilgili BM komisyonu, Pekin bildirisine desteği teyit etmek ve kararların hayata geçirilmesi için yeniden çağrıda bulunmak amacıyla kısa bir bildiri taslağı hazırladı. Ancak konferanstaki ABD temsilcisi, kadının eşitliğine tek şartla destek vereceğini açıkladı: Kürtajın bir hak olmaktan çıkarılması koşuluyla. Bu büyük bir şoktu, çünkü Vatikan dışında ABD’nin pozisyonunu savunan yoktu. İran gibi muhafazakar ülkelerin bile ‘kadının üreme hakları’na bir itirazı bulunmuyordu. Ancak ABD’ye göre kadının üreme hakkı kürtajı da içeriyordu ve kürtajın kınanması gerekiyordu.
PEKİN KRİTERLERİ
ABD, kürtaj takıntısı uğruna kadının insan hakları sürecine dinamit koydu.
Oysa Türkiye dahil birçok ülkede sivil toplum kuruluşları, kadına karşı şiddetin ve ayrımcılığın önlenmesi alanında mücadele verirken, Pekin Zirvesi’nden çıkan kararlardan güç aldılar. Örneğin yeni Türk Ceza Yasası’nda elde edilen, namus cinayetlerine verilen cezanın ağırlaştırılması gibi kazanımlar, büyük ölçüde Pekin Zirvesi’nin ürünü.
1995 yılında, ABD de dahil 189 ülkenin imzaladığı Pekin Bildirisi kadın hakları açısından tabu olan birçok alanda suskunluk perdesini parçalıyordu. Evlilikte tecavüz, zorla evlendirme, namus suçları gibi ‘özel’ denilen aile içi fiillerin adı konularak suç kabul ediliyordu. Hükümetler yasalar çıkararak bu suçlara son vermekle yükümlü kılınmıştı.
Ancak şimdi ABD, Bill Clinton döneminde 188 ülkeyle birlikte imzaladığı kadın hakları bildirgesinden 180 derecelik bir dönüş yapıyordu. Geçen kasım seçimini, kürtaj ve eşcinsellik karşıtı propagandayla kazanan George W.Bush Yönetimi’nin BM’deki bu tavrı büyük tepki yarattı. AB ülkeleri ve dünyanın dört bir yanından 150 kadar sivil toplum örgütü, ABD’yi kınayan bir bildiri yayınladılar.
Aslında Pekin Bildirisi, üreme sağlığı hizmetlerine kürtajı dahil etmiyor ve kimsenin ‘kürtaj hakkı’ diye yeni bir evrensel norm yaratma niyeti bulunmuyor. Türkiye dahil, diğer ülkelerin temsilcileri Pekin platformunun bütün ülkelere kürtajı yasal kılmak için zemin hazırladığını, ancak bunun bir zorlama olmadığını söylüyor. ABD’nin sunduğu değişiklik önergesinin ise kürtaj yasağı için bir zorlama olabileceği düşünülüyor.
BU HEDEFLER FUZULİ Mİ
Pekin Zirvesi’nin yeni milenyum için belirlediği hedefler şunlardı: Yoksulluğun 2015 yılına kadar yarı yarıya azaltılması, kadınların ilköğretimden yararlandırılması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, bebek ölümlerinin azaltılması, kadın sağlığının iyileştirilmesi.
Şimdi Bush Yönetimi kürtaj uğruna bütün bu hedefleri fuzuli sayıyor. Üstelik bu pozisyonu teröre karşı açtığı savaşa da aykırı düşüyor. BM’ye danışmanlık yapan Columbia Üniversitesi ekonomistlerinden Prof. Jeffrey Sachs şu uyarıda bulunuyor: ‘ABD şunu anlamalıdır, yoksul ülkelere sırt çevirmek Washington’ın güvenlik planlarını ve teröre karşı savaş hedefini altüst edebilir. Yoksulluğun ortadan kaldırılması, artık hem ABD, hem de diğer ülkeler açısından ulusal güvenlik stratejisinin bir parçasıdır.’
Yazının Devamını Oku