Ayşe Özek Karasu

Leylekler gelmezse doğum oranı düşer mi

24 Haziran 2006
Bebekleri gerçekten leylekler mi getirir? Şimdiki çocuklar leylek teorisini gerçek sanmak bir yana, esprisinden bile haberdar değil. Ama olsun. Üç Alman araştırmacı, çocuk kandırmaca hikayesi üzerinden bilimsel çalışma yapmışlar. İçlerinden biri de ebe. Leylekler ile doğumlar arasında ilişki olup olmadığını araştırmışlar. Ve göç mevsiminde Aşağı Saksonya’ya gelen leylek sayısındaki azalmayla birlikte evde yapılan doğum oranlarının da düştüğünü bulmuşlar. Peki bundan ciddi bir neden-sonuç ilişkisi çıkarmışlar mı?

Kurumun adı ciddi; Federal Alman Risk Değerlendirme Enstitüsü. Çalışmanın başlığı da öyle; "Leylek Teorisinin Yeni Kanıtı." Yayınlandığı organın adı da Paediatric and Perinatal Epidemiology. Doğum istatistikleri alanında uzman.

Berlin’deki Risk Değerlendirme Enstitüsü’nden Thomas Höfer, biri ebe olmak üzere iki uzmanla birlikte son 50 yılın doğum istatistiklerini tarayıp, bunları göç mevsiminde Almanya’ya gelen leyleklerin sayısıyla karşılaştırmış.

Peki bu araştırma neden yapılmış? Ve neden Risk Değerlendirme Enstitüsü tarafından yapılmış?

Birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Almanya’da da doğum oranı azalıyor ya, eh leylekler de gün gelip Almanya’ya uğramazsa, bu durum doğum oranları açısından risk teşkil eder mi etmez mi diye herhalde. Aklıma gelen ilk makul neden bu oldu.

İstatistik karşılaştırması sonucu şu bulgu elde edilmiş: 1970-1985 yılları arasında Aşağı Saksonya eyaletinde hem hastane dışında dünyaya gelen çocukların sayısında, hem de leylek sayısında düşüş olmuş. 1985 sonrasında ise leyleklerin de yenidoğanların da sayısı sabit kalmış.

Gelelim başkent Berlin’e. Normalde leyleklerin uğramadığı şehirde 1990-2000 yılları arasında tuhaf bir şekilde evde yapılan doğumların arttığı tespit edilmiş. Aşağı Saksonya’daki sonuçlara bakarak, bir şehre hiç leylek gelmediği halde, nasıl olur da doğum oranı artar diye merak etmişler.

Bunun üzerine kent civarında keşif gezisine çıkmışlar. Bir de bakmışlar ki, şehir dışında kayda değer miktarda leylek popülasyonu mevcut. Hem de sayıları, evde yapılan doğumlarla eşit. Ve şu sonuca varmışlar: Berlin’in bebeklerini, Brandenburg’daki (Berlin eyaleti, Brandenburg eyaletinin tam ortasında) leylekler getiriyor.

Bu araştırma ciddi. Araştırmayı yapan kurum da, yayınlayan organ da öyle. Ancak buradaki maksat, elde edilen verilerden bir neden-sonuç ilişkisi çıkarmak değil. İstatistik biliminin cilvelerine dikkat çekmek. Yani paralel gelişmelerin ille de birbiriyle ilintili olmadığını, aranan sonuç bulunsa bile bundan bir nedensellik çıkarılamayacağını göstermek. Çünkü iki olgu arasındaki doğru orantı tamamen rastlantı eseri olabilir; bundan bir teori çıkarmak da yanlıştır.

ABD LEYLEK TEORİSİNİ TARTIŞIYOR

Teori demişken, ben yine dönüp dolaşıp "akıllı tasarım" teorisine gelmek istiyorum. Akıllı tasarımı ti’ye almak için uydurulan "Uçan Makarna Canavarı" parodisinden sonra Amerika’daki Darwin’ciler bir de "leylek teorisi" çıkarmışlar.

Evrim teorisi, yaratılıştaki karmaşık yapıyı izah etmekte yetersiz kalıyor diye, canlıların üstün bir zeka tarafından tasarlandığını ileri süren akıllı tasarımı fen dersinde okutma girişimine karşı yeni bir argüman "leylek teorisi."

Amerikalı genç fizikçi Bobby Henderson, "Akıllı tasarım teorisini fen derslerinde okutacaksanız, ben de evreni Uçan Makarna Canavarı’nın yarattığına inanıyorum. Onu da fen derslerinde okutun" diye bir okula mektup yazmıştı. Sonra Uçan Makarna Canavarı, kilisesi ve inciliyle tarikatımsı bir hareket haline gelmişti.

Darwin’in evrim teorisinden şaşmayanlar şimdi de "leylek teorisi" okullarda okutulsun istiyor. Alabildiğine absürd bir önerme çıkıyor ortaya. Aynen aktarıyorum.

Leylek Araştırma ve Bilim Enstitüsü’ne göre çocukların kökeniyle ilgili iki teori bulunmaktadır; Üreme ve leylek teorileri. İnsanların çoğu üremeye inanır, çünkü okullarda böyle okutulmuştur. Ancak bazı insanlar da çocukları leyleklerin getirdiğine inanır. O halde üremenin bir hakikat olarak değil, teori olarak öğretilmesi gerekir. Bu bağlamda leylek teorisinin de okul müfredatına alınması gerekir. Leylek teorisini destekleyen kanıtlar şöyle sıralanabilir:

1- Leyleklerin var olduğu, bütün ornitoloji uzmanlarınca kabul edilmiş bilimsel bir gerçekliktir.

2- İnsanın fetüs olarak gelişimi, bilimin tam olarak açıklayamadığı bazı evreler içermektedir.

3- Üreme teorisi çocuğun dokuz aylıkken doğduğunu ileri sürer ki, bu abes bir iddiadır. Çünkü herkesin bildiği gibi, yeni doğmuş bir çocuk yenidoğandır.

4- Üreme teorisine göre çocuklar cinsel birleşme sonucu dünyaya gelir. Ancak her cinsel birleşmenin doğumla sonuçlanmadığına dair çok kuvvetli kanıtlar mevcuttur.

5- Almanya’da yapılan istatistik araştırmaları, doğum oranlarıyla leyleklerin sayısı arasında doğru orantılı bir bağlantı bulunduğunu göstermektedir. Her ikisinde de azalma tespit edilmiştir.

Leylek teorisinin argümanları böyle. Şimdi yakında, kimya derslerinde simya okutulması yönünde teoriler geliştirilmesi bekleniyor.
Yazının Devamını Oku

Dikkat! Uçan Spagetti Canavarı tarikat oluyor

17 Haziran 2006
Uçan Spagetti Canavarı aslında, Darwin’in evrim teorisine karşı ortaya sürülen "akıllı tasarım"ın parodisi. Daha doğrusu parodisiydi ama, şimdi iş bir çeşit tarikatlaşma yönünde ciddiye binmeye başladı. Uçan Spagetti Canavarı’nın kilisesi, ’İncil’i, taraftarları ve hatta karşıtları var. "Akıllı tasarım teorisini fen derslerinde okutacaksanız, alın size bir teori daha" diyerek köfte gözlü spagetti canavarını yaratan 25 yaşındaki Amerikalı fizikçi Bobby Henderson’un absürd parodisi, Yıldız Savaşları fanatiklerinin Jedi dini gibi kült oluyor. Ancak Spagetti Canavarı, iman sahibi Hıristiyanlar açısından, Jedi dini kadar zararsız değil.

Gerçi kimse sokaklara dökülüp bayrak yakmıyor ama, öfke birebir benziyor. Danimarka gazetesi Jyllands Posten o çirkin Hz. Muhammed karikatürlerini basınca İslam dünyasında yaşanan o öfke patlaması var ya, şimdi Amerika’daki inançlı Hıristiyanlar aynı infial içinde.
/images/100/0x0/55eb2ad9f018fbb8f8afaf00
İnfialin nedeni, Uçan Spagetti Canavarı. Ya da özgün adıyla Flying Spaghetti Monster (FSM).

Evrim teorisi-akıllı tasarım çatışmasının yarattığı bir fenomen bu FSM. Geçen yıl birkaç gazete haberine konu olmuştu.

Olay, geçen yıl evrim teorisi ile akıllı tasarımın mahkemelik olmasıyla başlıyor. Çocukları Dover Lisesi’nde okuyan bir grup veli, biyoloji dersinde öğrencilere ek kaynak olarak "Pandalar ve İnsanlar" adlı kitabın tavsiye edilmesi üzerine mahkemeye başvuruyor. Çünkü bu kitap Darwin’in evrim teorisini reddediyor ve üstün bir zeka tarafından tasarlanıp yaratılan canlıların aynı bugünkü halleriyle dünyaya geldiğini iddia ediyor.

Sonunda mahkeme akıllı tasarımın bilim olmadığına karar veriyor. Bush’un da desteklediği akıllı tasarımın taraftarları bozuluyor. Ancak bozuldukları başka bir şey daha var; Kansas’taki bir okulun akıllı tasarımı müfredata dahil etme girişimi üzerine, aniden peydahlanan Uçan Spagetti Canavarı.

Üniversiteden henüz mezun olmuş 25 yaşındaki fizikçi Bobby Henderson, okul yönetim kurulu üyelerine bir mektup göndererek, "Ben evreni bu spagetti canavarının yarattığına inanıyorum. Bunu da diğer iki teoriyle birlikte fen dersinde okutun" diyor ve kağıt parçasına "akıllı" yaratıcının arapsaçına benzeyen resmini de karalıyor. Yönetim kurulu akıllı tasarımın okutulmasını dörde karşı altı oyla kabul ediyor.

PASTAFARYANLAR

Henderson da o mektupla yetinmeyip bir web sitesi kuruyor: venganza.org. Uçan Spagetti Canavarı’nın müritleri bu sitede buluşuyor ve kendilerine "Pastafaryanlar" adını takıyorlar. Bu isim, Etiyopya’nın eski imparatoru Haile Selasiye’yi tanrı kabul eden Rastafaryanlara atfen, İtalyanca’da makarna anlamına gelen "pasta"dan üretilmiş. Web sitesindeki sohbet grubuna dünyanın dört bir yanından katılımlar oluyor. Derken hareket "Uçan Spagetti Canavarı Kilisesi" adını alıyor. "Yüce Makarnaları" diye hitap ettikleri canavara dualarını "Ramen" diye sona erdiriyorlar. "Ramen" makarnadan yapılan bir Japon yemeği.

Sohbet grubunun yöneticisi olan Dee Dee McKinney şu anda kilisenin 3 bin 332 resmi üyesi bulunduğunu, ancak gerçek taraftar sayısının 10 milyonu bulduğunu iddia ediyor.

Hatta İtalya’dan başvuran bir şahıs, FSM Kilisesi’nin Avrupa’daki rahiplerini eğitmek için ilahiyat kürsüsü kurmak istediğini söylüyor, ancak FSM’de ruhban sınıfı olmadığı için reddediliyor.

FSM’nin tişörtleri, kahve kupaları, buzdolabı süsleri, bayrak ve stickerları, bilgisayar oyunları çıkıyor. Bu objeler üzerine basılan en tutulan desenlerden biri de 10 numara Buitoni tipi makarna yumağı ortasına oturtulmuş köfte gözlü yaratığı, Michelangelo’nun Yaratılış sahnesinde Adem’e dokunurken gösteren Photoshop resmi.

FSM taraftarlarının çoğu lise öğrencileri. Bilimin uyduruk teorilerle yazboz tahtasına dönmesine başkaldırdıkları için taraftar olduklarını ve FSM’nin "sözünü" yaymaya çalıştıklarını söylüyorlar. Amerikalı akademisyenlere göre de bu çocuklar, yaratılışla ilgili keyfi görüşlerin kendilerine dayatılmasına tepki gösteriyor. FSM’nin yaratıcısı Bobby Henderson "akıllı tasarımın" bu teoriyi savunanlar açısından da tehlikeli olduğunu belirterek "Öyle tehlikeli ki, her türlü yaratıcıya açık kapı bırakıyor; bir tabak makarna dahil" diyor.

KORSAN GEMİSİ ALACAKLAR

FSM’nin ateistlerin ürünü olduğunu öne süren bazı Hıristiyan grupları siteye lanetler yağdıran, "cehennemde yanacaksınız" diye kehanetler savuran mailler göndermeye başlıyor. İçlerinde ölüm tehditleri de var. Bunun üzerine Henderson Oregon’dan Arizona’ya taşınıyor.

Sonunda FSM’nin İncil’i de çıkıyor. Henderson’un mizahi bir dille yazdığı "The Gospel of the Flying Spaghetti Monster", geçenlerde Random House tarafından yayınlanıyor.

Şimdi FSM kilisesi bu kitabın geliriyle bir korsan gemisi satın alıp Yüce Makarnaları’nın sözünü yaymak için dünya limanlarını dolaşmayı planlıyor.

Neden korsan gemisi? Çünkü FSM kilisesi, korsanları da yüceltiyor ve global ısınmadan tutun da deprem ve kasırgalara kadar bütün doğal afetlerin korsan kıtlığından kaynaklandığına; 19. yüzyıldan başlayarak korsanları ortadan kaldıran insanoğlunun felaketlerle cezalandırıldığına inanıyor.

Bakalım Uçan Spagetti Canavarı furyası ne kadar sürecek? Taraftarları, Jedi dinine inananlar kadar sadık ve sebatlı olacak mı?

Hiç belli olmaz. 2001’de Avustralya’da yapılan nüfus sayımında 70 bin kişi din hanesine "Jedi" yazdırmıştı.
Yazının Devamını Oku

Gerçek erkekler futbol oynar erkek olamayanlar bira içip futbol seyreder

10 Haziran 2006
İngiltere’de yapılan bir araştırma bu sonucu vermiş. Aslında buna "pozitif bilimin ürünü" demek zor. Çünkü daha ziyade araştırmacıların yorumu gibi görünüyor. Hem de iddialı bir yorum. Buna göre, erkekler erilliklerini kanıtlamak için, futbol oynamak gibi sağlıklı bir faaliyet dururken, hızlı araba sürmek, uyuşturucu ve alkol almak gibi tehlikeli işler yapıyor. Kendi yetersizliklerini yeterince erkek olamamalarını telafi etmek için de bira içip TV’de futbol seyrediyorlar. Teori fazla sağlam görünmüyor. Çünkü şu sorular ortaya çıkıyor: Gerçek erkekler ya alkolik ya da futbolcu mudur? Futbolu ve alkolü sevmeyen erkekler, aslında kadın mıdır? Ayrıca hızlı araba süren, uyuşturucu ve alkol kullanan kadınlar, erkek midir? Futbol seyreden kadınların gerçek cinsiyeti nedir?

’Patates çuvalı erkekler" ayı dün başladı. Almanya’daki Dünya Kupası boyunca dünya sathında milyonlarca erkek bira içip ekrana bakacak. Tabii biz de bakacağız ekrana ama, ille de bira içerek değil.

"Biz" derken, kadınları kastediyorum, kupada olmadığımız halde ekrana bakacak Türkleri değil.

Alınan tüm önlemlere rağmen kupa günlerinde bir başka vukuat daha yaşanacak. Maç ortamlarına şişenin dibini görmeden giremeyen İngiliz taraftarlar mutlaka taşkınlık yapacak. İngiliz kamuoyunun görüşü böyle. Bu nedenle sabıkalı maç taşkınlarının pasaportları toplandı; diğerlerine de Almanya’da maç izlerken Hitler selamı verip "Sieg Heil" demeyin diye uyarılarda bulunuldu ki, bu sadece Almanlar alınır diye değil. Hitler’i hatırlatıcı davranışlarda bulunmak Almanya’da suç olduğundan.

İşte yaklaşan kupadan ilham alan İngiliz Sussex Üniversitesi bir psikoloji araştırması yapmış ve erkekler futbol seyrederken neden içki içer sorusunun yanıtını aramış.

Dünya üzerinde, futbol ile alkolü İngilizler kadar bağdaştıran bir başka ulus olduğunu sanmıyorum. Bu nedenle de araştırmanın İngiltere’de yapılması çok doğal. Ancak araştırmacılar elde ettikleri sonuçları, sadece İngiliz ulusuna değil, dünya çapında tüm erkek milletine mal etmiş görünüyorlar. Çıkardıkları sonuç şu: Maç seyrederken bira içen erkekler, yeterince erkek olup da kendileri sahada top koşturamadıklarından, bunu telafi etmek için kendilerini alkole kaptırıyorlar.

Dr. Richard de Visser başkanlığındaki ekibin 18-21 yaş grubu arasında yaptığı "Erkeklik ve Sağlık" başlıklı araştırma, gençlerin erkekliği nasıl algıladığını ve bunun sağlıklarını nasıl etkilediğini ortaya çıkarmayı hedefliyor.

Gençlerle yapılan söyleşiler, erkekliği üç kriterle değerlendirdiklerini gösteriyor: Kadın, alkol ve spor. Gerçek bir erkek olmak için bu üç alanda başarı göstermek gerektiğine inanıyorlar. Ve bu üç alandan birinde başarılı olamayan, diğer iki alanda aşırıya kaçarak gediğini kapatmaya çalışıyor.

Örneğin sportif varlık gösteremeyenler, yüklü dozda içkiye başvuruyor.

Bu durumda bazıları, erkek kimliğini spor yaparak olumlu bir davranışla ifade ederken, diğerleri sağlıksız bir erkek davranışı içine giriyor.

Bu yorumu taraftar şiddetine adapte etmek de mümkün. Sportif faaliyet gösteremeyen fanatik taraftarlar, tipik bir erkek davranışı olan şiddete başvurarak, erkekliğinin eksik tarafını kapatmaya çalışıyor.

Kendilerini kanıtlamak için başka riskli davranışlarda da bulunuyorlar. Uyuşturucu kullanıyor, rastgele korunmasız seks yapıyor, tehlikeli biçimde araç sürüyorlar. Bunların tamamı ölüm riski içeriyor.

Ancak bu teoriden çarpık bir sonuç çıkıyor. Erkekler iki gruba ayrılır: Gerçek erkek olup spor yapanlar ve yeterince erkek olamadıkları için içki içip, şiddet uygulayanlar, trafik canavarı kesilenler. Şöyle de ifade edebiliriz: Erkekler ya futbolcudur, ya da musibet. Bu mantık silsilesini devam ettirdiğimiz takdirde, içki içip futbol seyreden, hızlı araba kullanan kadınlar da teknik olarak erkek sınıfına giriyor.

İngiliz araştırmacılar teorilerini desteklemek için örnek de veriyorlar tabii. Sahadaki becerisini kanıtlamış bir futbolcu olan David Beckham’ın, tırnak cilalamak, saç örmek ve sarong giymek gibi kadınsı davranışlarda bulunmakta bir sakınca görmediğini söylüyorlar. Erkekliğini çim üzerinde ispat ettiğinden gayet sağlıklı yaşıyor Beckham.

Artık zaman aşımından mı bilinmez, araştırmacılar George Best vakasını unutmuş görünüyorlar. Çünkü İngiltere’nin gelmiş geçmiş en büyük futbolcularından biri olan Best aynı zamanda bir kadın fatihi ve sıkı bir içiciydi. Hem de süksenin doruğunda olduğu günlerde. Best’in alkol problemi yıllarca devam etti. Karaciğer naklinden sonra aldığı bağışıklık ilaçları yüzünden böbrekleri iflas etti ve geçen yıl öldü.

Dahası kumar da oynardı Best. Bir hikayeye göre 1970’lerin başında Best’in kaldığı otel odasına kahvaltı götüren komi, ünlü futbolcuyu yatakta dönemin Dünya Güzeli Mary Stavin’le birlikte şampanya içip, bir gece önce kumarda kazandığı binlerce sterlini havaya savururken bulmuştu.

Söz kumara gelmişken, İngiliz araştırmacıların Sergen vakasını da incelemesi gerekiyor. Sadece kumar da değil. Sergen bir söyleşide, "At, avrat, silah, kumar, içki ve gece hayatına müptela hakiki bir Türk erkeği olduğunu" itiraf etmiş, "En iyi yaptığım şey futbol ve altılı oynamak" da demişti. Sergen’in çok yetenekli bir futbolcu olduğunu herkes söylüyor. Peki sahadaki hangi başarısızlığını içki, kadın ve kumarla ikame etmeye çalışıyor? Diego Maradona da iflah olmaz bir kokain bağımlısıydı. İsviçre ve Küba’daki detoks kliniklerinde tedavi olduktan sonra kendini kurtardı, kilo da verdi.

Ancak Maradona’daki uyuşturucu illeti emekliye ayrıldıktan sonra başlamıştı.

Yani o başka bir hikaye.
Yazının Devamını Oku

Bir gün herkes menopoza girecek ama işyerleri uygun değil

3 Haziran 2006
Nedense menopoz semptomlarının çiçek sularken ya da soğan doğrarken sökün edeceği düşünülür. İşyeri güvenliği ve sağlığı ile menopoz arasında hiç ilişki kurulmaz. Oysa yetersiz havalandırma ve aşırı oda sıcaklığı gibi faktörler menopozdaki kadını fena etkiliyor. Aslında bu olumsuzluklar olmasa bile sıkıntılar haddinden fazla. ABD’de menopoza girmiş 662 kadın yönetici arasında yapılan araştırmaya göre bu kadınlar gündelik yaşamlarını ve işlerini sürdürmekte çok zorlanıyor. Yüzde 84’üne sıcak basıyor, yüzde 77’si geceleri terliyor, yüzde 72’si de uykusuzluk çekiyor. Bunlara akıllı olmayan ofis ortamları eklenince hayat çekilmez hale geliyor. Hesaplara göre ABD’de 52 milyon kadın menopoza doğru ilerliyor. İngiltere’de ise çalışan kadınların üçte ikisi 50-59 yaş arasında. Yani durum çok menopoz!

Yaş 50 civarı. Çok önemli bir sunumunuz ve bir de taptaze menopozunuz var. Bu şartlar altında tedbir almadan topluluğun karşısına çıkmak idam hükmü gibi bir şey. Yapılması gerekenler şöyle sıralanıyor:

Sunum yapacağınız mekanı önceden kolaçan ediyor, havalandırma yeterli mi değil mi ona bakıyorsunuz. Öyle sürahide miskin miskin duran su sizi kesmez. Ateş basması anına hazırlık olarak buz gibi su temin ediyorsunuz. Sonra kürsüye direkt vuran projektör gibi bir ısı kaynağı varsa, sunum noktasını az ileri taşıyor, böylelikle dinleyici topluluğu ile daha yakın iletişim imkanı tesis etmiş oluyorsunuz.

Bu arada uzun vadeli önlem olarak gardırobun zaten yenilenmiş olması gerekiyor. Sentetik ve ipekli kumaşlar yerine daha rahat nefes alan pamuklular, külotlu çorap yerine de jartiyerli-lastikli çoraplar tavsiye ediliyor.

Menopoz genel olarak 51 yaşlarında çıkageliyor. Adetten kesildikten sonra geçen bir yılı kimi hafif semptomlarla atlatırken kimisi doğduğuna pişman oluyor. Österojen azalmasına bağlı ateş basmaları, gece terlemeleri, uykusuzluk, yorgunluk, anksiyete, stres ve hatta bazen anlık hafıza problemleri. Ayrıca her yüz kadından biri, 40’ından önce buluşuyor menopozla.

Menopoz bir hastalık değil, yaşlanmanın doğal parçası. Semptomlarını hormon takviyesiyle tamamen ya da kısmen ortadan kaldırmak da mümkün. Ancak bu karmaşık bir mesele. Çünkü uzun vadeli kullanımın meme kanserine yol açabildiği gibi raporlar mevcut.

Ne olursa olsun, dünyada milyonlarca kadın menopozun olanca ağırlığı altında çalışmak zorunda kalıyor. Bununla birlikte dünyanın herhangi bir köşesinde menopozlu kadınlara elverişli iş ortamı yaratıldığı da vaki değil. Oysa araştırma sonuçları "işyerinde menopoz sorunu" olduğunu gösteriyor. Yetersiz havalandırma, aşırı oda sıcaklığı, menopoz durumuna uygun olmayan üniformalar ve koruyucu kıyafetler, ateş basmasına tuz-biber ekiyor.

KADIN YÖNETİCİNİN OYUN PROBLEMİ

Ateş basması anında kadının vücut ısısı beş derece kadar artıyor. Meslektaşlar ya da müşteriler karşısında ansızın bastırıp insanı perişan eden bu durum bir dakikadan bir saate kadar uzayabiliyor.

İngiltere’de 45-65 yaş grubu çalışan kadınların dörtte üçü, işyerinde ateş basmasından mustarip olduğunu söylüyor. Onca insan kalabalığı arasında ne sıkıntı verici bir durum. Özellikle de yaşı ilerlemiş kadınlara karşı önyargıların bulunduğu bir dünyada. Oysa o kadınlar ekonomi çarkının önemli birer dişlisi. İngiltere’de, çalışan kadınların üçte ikisi 50-59 yaş arasında. Kadınlar işgücünün hemen hemen yarısını oluşturuyor ve 16-44 yaş grubuna göre çalışma saatleri daha uzun olan bu kadınların sayısı giderek artıyor.

ABD’de ise "baby boomer" kuşağı menopoza girdi ya da giriyor. Her yıl iki milyon kadın bu eşiğe geliyor; işgücünün yarısını (16 milyondan fazlasını) kadınlar oluşturuyor ve işveren açısından bakıldığında verimliliği bile etkileyebilecek bir geleceğe doğru yol alınıyor.

ABD’de yapılan bir araştırmaya göre kadın yöneticiler de menopoz semptomlarından şikayet ediyor. Ulusal Kadın Yöneticiler Derneği’nin, Harris Interactive şirketine yaptırdığı "İşyerinde Menopoz" araştırması şu sonuçları vermiş: 662 kadın yöneticinin yüzde 84’üne ateş basıyor, yüzde 77’si gece terlemesi, yüzde 72’si de uykusuzluk çekiyor. Yüzde 52’si geceleri hem terliyor, hem de uyuyamıyor; "Menopoz beklediğimden de kötü çıktı" diyor. Uykusuzluk çekenler işyerindeki saatlerini yorgun geçirdiğini, maksimum randıman gösteremediğini, oyunu kurallarına göre oynayamadığını söylüyor.

SADECE HAMİLELER BULANMAZ

Deri ve gözde meydana gelen kuruluk da menopoz semptomları arasında. İşyerindeki yetersiz havalandırma deri ve gözde tahrişe, enfeksiyonlara yol açabiliyor. Bu nedenlerde ofislerde oda sıcaklığının normal, ortamın nemli ve havalandırmanın da yeterli olması gerekiyor. Menopozdan kaynaklanan stres ve yorgunluk uygunsuz atmosferle bir araya geldiğinde kadında panik atak da meydana gelebiliyor. Hele iş yükü de ağırsa yorgunluk, stres ve uykusuzluk kat kat artıyor.

İşyerlerinde doğal olmayan aydınlatma, insanın ruhsal dengesini bozduğu gibi vücudun kalsiyumu özümseme yeteneğini de azaltıyor. Yaşlanırken kemik sağlığını korumak için kalsiyuma ihtiyacımız olduğu malum.

Bu arada hormon takviyesi alan kadınların kokulara karşı duyarlılığı arttığından bu sefer de gelsin mide bulantıları ve kusmalar. Çalışan hamilelere ya da yeni doğum yapmışlara gösterilen şefkat ve sevecen davranışları gözünüzün önüne getirin. Aynı anlayışın, her yanını al basmış, midesi bulanan, ya da panik atak halindeki bir menopozlu kadına gösterildiğini düşünebiliyor musunuz? İş ortamında "Çok fena menopozdayım" diye yelpazelenen bir kadın tahayyül edebiliyor musunuz?

Çevrenin negatif yaklaşımı ve kadının kendisinden de kaynaklanan yanlış koşullanmalar nedeniyle menopoz, kadın için utanç verici bir hal alabiliyor. Menopoz sorunları kamuoyunda apaçık tartışıldığı halde, nedense ofis duvarlarından içeri giremiyor. İş ortamında bir tabu sanki. Kadınlar semptomlarını gizlemeye çalışıyor, çünkü zayıf ve kontrolünü kaybetmiş görünmek istemiyor. Ayrıca menopozda olduğu için alaya alınma ve ayrımcılığa uğrama tehlikesi de var.

İşte bu nedenle, işyerlerinde hamilelik gibi menopoz bilinci ve kültürünün de oluşması gerekiyor. Çünkü kadının gelecek yıllardaki sağlığı menopozu ne kadar sağlıklı bir ortamda atlattığına bağlı.

Ama insan şunu söylemeden de edemiyor: Erkekler menopoza giriyor olsaydı, işyerlerinin atmosferi de başka türlü olurdu kuşkusuz.
Yazının Devamını Oku

Bir Amerikan ihtirası

27 Mayıs 2006
Akdeniz’in havai fişek ve fiesta şehri Valencia olayın henüz pek farkında değil. La Copa America’yı (America’s Cup) futbol turnuvası zannediyorlar. Gelecek yılki finalde milyarderler ve kraliyet aileleri kente akın ettiğinde herhalde farkına varacaklar. Ama biz şimdiden olayın iyice bilincine varıyoruz. Valencia açıklarında, BMW Oracle Racing ekibinin davetlilerini taşıyan Zurga teknesinden müthiş bir yarış izliyoruz. Dünyanın en iyi 12 yelken ekibi, dünyanın en eski uluslararası yarışında toplam yüzlerce tonluk gövdeleriyle şiddetli rüzgara, kabaran denize karşı birincilik mücadelesi veriyor. Tam üç yıl süren bu uzun soluklu mücadelenin içinde çok büyük bir ihtiras yatıyor. Yazılım devi Oracle’ın yelkenci patronu Larry Ellison’un, şu anda İsviçrelilerin elinde bulunan kupayı yeniden Amerika’ya götürme ihtirası.
/images/100/0x0/55eb51bdf018fbb8f8b99cf1
Adamların denizi bile yok ama, Amerika Kupası’nın sahibi onlar. İsviçreli Alinghi ekibinden söz ediyorum. 31’inci Amerika Kupası’nın 2003 yılında Yeni Zelanda’da yapılan finalini BMW Oracle Racing karşısında kazanıyor ve dünyanın en prestijli yelken kupasını 152 yıllık tarihinde ilk kez Avrupa’ya götürüyorlar.

Eh denizleri olmadığı için de Avrupa’da birilerinin kupaya ev sahipliği yapması gerekiyor. Valencia Belediye Başkanı Rita Barbera, İsviçreli Alinghi ekibinin 31’inci kupayı kazandığı gün başlıyor lobi çalışmalarına. Marsilya, Lizbon ve Napoli ekarte ediliyor ve ev sahipliği Valencia’ya düşüyor.

Şimdi Barbera’nın başarısı sayesinde 23 Haziran - 7 Temmuz 2007 tarihleri arasındaki Amerika Kupası sırasında kente 1.3 milyar Euro akması ve 10 bin kişiye de iş imkanı yaratılması bekleniyor.

Gelecek yıl 32’nci Kupa finalinde Alinghi unvanını korumaya çalışacak. Peki bu unvan maçında Alinghi’nin rakibi kim olacak? İşte 2004 yılından beri önce Marsilya, ardından Valencia’da, sonra Malmö, Trapani ve yine Valencia’da devam eden Louis Vuitton Kupası yarışlarının amacı bu. Alinghi’yle düello yapacak ekibi belirlemek.

Valencia marinasında devasa karargahlar kuran 12 ekip arasında İtalyanı, Fransızı, Güney Afrikalısı, Almanı, Çinlisi, İsveçlisi, Yeni Zelandalısı var. Kupa’nın mucidi olan Amerikalılar ise tek bir ekiple temsil ediliyor; BMW Oracle Racing Team. Ekibin patronu Larry Ellison, BMW ve takımın ana sponsoru Allianz ile birlikte üç yıllık maceraya 180 milyon dolar yatırmış. Maksi sınıfında dünya şampiyonlukları bulunan Ellison, 2000 yılında Amerika Kupası’na katılmaya karar veriyor ve Oracle ekibini kuruyor. 2002’de BMW ile güçlerin birleştirilmesi sonucu takım önce Oracle BMW, ardından BMW Oracle Racing Team (2004) adını alıyor.

BİLGİLER, GÜNEŞ GÖZLÜĞÜNDE

Takım yüzüyor yüzüyor ve 2003’teki Auckland finalini Alinghi karşısında kaybediyor. 1851 yılından beri yapılan şampiyonada kupa ilk kez Avrupa’ya gidiyor. Ellison’un içine oturuyor ve kupayı yeniden Amerika’ya, üyesi bulunduğu San Francisco Golden Gate Yat Kulübü’ne götürmek için büyük bir mücadeleye girişiyor.

BMW teknolojisiyle alüminyum, çelik ve fiberkarbondan hafif, dinamik kuvvetlere karşı asla kırılmaz gövdeli, 30 milyon dolarlık bir tekne yapılıyor; adı USA 87. Yapımı 30 bin saat süren 27 tonluk tekne geçen mart ayında Valencia’da denize indiriliyor. Oracle yazılımı ve BMW’nin sofistike mühendislik tasarımıyla yaratılan teknedeki teknolojinin incelikleri rekabet açısından sakıncalı olduğu için gizli tutuluyor.

BMW Oracle’daki teknolojik yeniliklerden biri de ekibin kullandığı BMW üretimi dijital güneş gözlükleri. Normalde ekiplerin bilgisayar panelinden izlediği, ancak parlak güneş ışıkları yüzünden seçmekte zorlandığı, rüzgar hızı gibi hayati veriler merceğe yansıyor. BMW aslında dijital gözlükleri, motor gürültüsü yüzünden kulaklıktan gelen bilgileri duymakta zorlanan Formula 1 pilotları için geliştirmiş. Ancak Formula 1 bu teknolojiyi yasakladığı için, yelkene transfer edilmiş.

Ve geçen 19 Mayıs’ta Valencia’da Louis Vuitton Act 11’in iki filo yarışını izliyoruz. Yelken sporuna fena halde yabancıyım ama, bir Formula 1 meraklısı olarak denizdeki bu mücadelenin pistlerdekinden beter olduğunu fark ediyorum. Teknoloji, taktik ve stratejinin yanı sıra müthiş bir kas gücü gerekiyor. Doğaya karşı verilen mücadele de son derece yıldırıcı. İnsan seyrederken bile yoruluyor.

Yarışı izleyen 300 kadar tekne -o günkü kadar kalabalığın hiç olmadığı söyleniyor- arasında bulaşıcı bir heyecan dalgası yaşanıyor. İlk yarışı İsveçli Victory Challenge ekibi, ikinciyi de Alinghi kazanıyor.

Ve bunların tamamı Valencia’nın kent içi dinamiğinden hayli uzakta yaşanıyor. Yarış bitiminde yelkenlilerle birlikte marinaya dönerken, girişte yeni yapılan tesiste birkaç yüz kişilik izleyici kalabalığı dikkat çekiyor, ancak şehir ile denizdeki bu heyecan arasında bir kopukluk var.

DENİZE NAZIR BALKON

Öyle beyaz badanalı şirin bir Akdeniz kenti değil Valencia. Şimdiden bastırmış Akdeniz rutubeti de olmasa daha çok şık bir Orta Avrupa kenti görünümünde. İspanya’nın üçüncü büyük kenti Valencia, şimdi final için yeniden elden geçiriliyor. İspanya Yelken Federasyonu Başkanı Gererdo Pompo’nun deyişine göre, Valencia’nın geçireceği değişim, 1992 Olimpiyatları öncesinde Barcelona’ya yapılan makyajdan daha köklü.

Çünkü gelecek yıl nisan ayından itibaren zenginler, kraliyet aileleri ve sinema yıldızları dahil ne kadar şöhret varsa kente akın edecek. Bu nedenle "Denize Nazır Balkon" (Balcon al Mar) adı verilen 500 milyon Euro’luk bir proje çerçevesinde şehir merkezi yeni bir çehre ediniyor.

Zenginler helikopterleriyle inebilsinler diye limanın ortasına özel bir ada ve bu adayı çevreleyen yeni bir mega marina inşa ediliyor. Ayrıca limanı denize bağlayan 800 metrelik tünel sayesinde yelken ekipleri yarış parkuruna 15 dakika içinde ulaşabilecekler.

Şu anda pek etkileyici bir görünümü olmayan havalimanı da yeni bir metro hattıyla doğrudan limana bağlanacak. Kente gelmesi beklenen 10 milyon turisti ağırlayacak yeni oteller de kentin siluetine eklenecek.

Microsoft’u da geçmeye çalışıyor

Oracle’ın kurucusu ve CEO’su Larry Ellison net 16 milyar dolarlık servetiyle bu yıl Forbes zenginler listesinde 15’inci oldu. Oracle, perakende sektöründeki müşteri odaklı yazılımlarda lider durumunda. Veri tabanı, danışmanlık, eğitim ve destek hizmetlerinden yılda elde ettiği ciro 11.8 milyar doları buluyor. Tesco’dan Carrefour’a, Armani’den Benetton’a, Dubai Duty Free’den Galeries Lafayette’e dev müşterileri var. Ancak yazılım sektöründe Microsoft’un ardından ikinci durumda. Şöyle diyor Ellison: "Ben çok rekabetçi biriyim. Kazanmayı severim. İşim bu. Eğer Oracle hissedarıysanız benden bunu beklersiniz. Oracle’ı ikincilikten birinciliğe taşımaya çalışıyorum. Bu, Amerika Kupası’nı kazanmaya çalışmakla aynı şey."
Yazının Devamını Oku

Çünkü feomidyum diye bir element yok

20 Mayıs 2006
"Türkiye-evrenin-en-müthiş-elementine-sahip-ancak-şer-odakları-kalkınmamızı-engellemek-için-bunları-kullandırmıyor" teorisyenleri yeni bir element daha buldu: Feomidyum. Türkiye’nin borçlarını çevirmesi için birebir bor, toryum ve neptünyumdan umut kesildi, aniden feomidyum icat edildi. ABD ve bilim çevreleri tarafından gizli tutulan bu madenin yüzde 74’ü Türkiye’deymiş. NASA uyduları öyle tespit etmiş. Son derece basit ve ucuz metaller kullanılarak süper mıknatıs üretilmesini sağlayan bu feomidyum sayesinde petrol bağımlılığı ortadan kalkacak ve uluslararası petrol kartelleri çökecekmiş. Sürtünmesiz havada giden trenler filan yapılabilecekmiş. Komplo teorisyenleri bu sefer fazla ileri gitti. Bor ve toryum en azından doğada bulunuyor. Ama mendelyef tablosunda feomidyum diye bir element yok.

Sanırım dış güçler sırf Türkiye uyanmasın diye, feomidyumun element tablosuna girişini de engelliyor. Çünkü 1 atom numaralı elementten 92’ncisine, yani hidrojenden uranyuma kadar bakıyorsunuz, o da ne feomidyum yok. Yapay elementler arasında da feomidyum yok.

Oysa internetteki milliyetçi ve maneviyatçı forumların gözde tartışma konusu bu; feomidyum. Feomidyumu ayrıştırabilen ve elinde tutan her kimse, dünyanın geleceğini belirleyecek olan da oymuş. Ama Türkiye’ye karşı öyle bir komplo kurulmuş ki, kumpas içinde kumpas var. İstanbul’a Dubai kuleleri dikilmek istenmesinin nedeni de, yeraltında feomidyum araştırmaları yapmakmış. Çünkü tam o noktadaki tektonik yapı, feomidyumu barındırması açısından mükemmel bir ortammış.

İnternette dolaşan e-mail’den anladığım kadarıyla, bu Dubai kulelerinin arkasında Amerika var. Kule dikmek bahanesiyle yeraltında 30 futbol sahası büyüklüğünde 4 milyar dolarlık bir tesis kurup feomidyumu ayrıştıracakmış.

Hatta Milli Gazete’deki habere göre Saadet Partisi Bahar ve Gençlik Şöleni’nde İstanbul İl Başkanı Osman Yumakoğulları, ballandıra ballandıra feomidyumun nimetlerini anlatıyor. Aslında anlatmıyor, aylardır internette dolaşan metni okuyor. Şöyle ki:

"NASA Askeri Topografik Araştırma Uyduları tarafından tespit edilen toplam rezervin yüzde 74’ü Türkiye’de, yüzde 4,8’i Nepal’de, diğer rezerv en fazla yüzde 0,4 olmak kaydıyla birçok ülkeye dağılmış durumda. Tahmini mali değeri o kadar yüksek ki, telaffuz bile edilemiyor. Ayrıştırılması büyük maliyetler getiren ve varlığı bilim çevrelerine deklare edilmeyen yeni bir element olan feomidyum ne işe yarıyor peki? Son derece basit ve ucuz metaller kullanılarak süper mıknatıs üretilmesini sağlıyor. Eğer ayrıştırılmış feomidyum varsa bu süper mıknatısların üretimi çok kolay ve zahmetsizdir. Süper mıknatıs ne işe yarar peki? En basit anlatımla petrolü çöpe atar. Mevcut elektrik motorlarından yüzde 730 defa daha verimli yeni nesil elektrik motorları üretilebilir. Yani benzinli motorlar büyük ölçüde tarihe karışır. Peki, bu neden gizli tutuluyor? Başta ABD olmak üzere tüm petrol üreten ülkeler, varili en kötü dönemde bile 30 dolar eden petrollerini bunun onda biri fiyatına satabilmek için ter dökerler. Uluslararası petrol kartelleri iflas eder. Memleketimiz altıyla, üstüyle çok değerli. Lütfen ülkemize sahip çıkınız. Sessiz kalmayınız."

Milli Gazete’deki haberde Dubai kuleleri bahsine girilmiyor. Ancak komplo esas olarak kulelere dayanıyor.

BİR KURTARICIMIZ DA NEPTÜNYUM!

Bor madenlerinin özelleştirilmesi gündemde olduğu dönemde de ileri safhada bir komplo teorisi üretilmiş ve hayli yaygınlaşmıştı. İddiaya göre otomobilleri bor madeniyle çalıştıracak 600 patentli proje bulunuyor, ancak bu Türkiye’den gizli tutuluyordu. Çünkü Türkiye, dünya rezervlerinin yüzde 70’ine sahipti ve uluslararası tröstler Türkiye uyanmadan bu kaynağı ele geçirmeyi planlıyordu. Oysa bor rezervlerinin değeri 800 milyar doları bulan Türkiye, elindeki bu değerle IMF’ye olan borçlarını çevirebilirdi.

Bir diğer teoriye göre, neptünyum da Türkiye’yi borçlarından kurtarabilirdi. Çünkü elimizdeki rezervin değeri 9 trilyon doları buluyordu. Ancak ne yazık ki dünyada öyle müthiş bir neptünyum ihtiyacı yok. Uranyum ile karışık yapay bir element olan neptünyum sadece nötron dedektörü yapımında kullanılıyor ve dünyadaki yıllık üretimi de bir kiloyu bile bulmuyor.

Feomidyumlu e-mail’e göre iş sadece elektrik motorlarıyla da bitmiyor. Süper mıknatıs, uzay araştırmalarından tıbba, elektronikten ulaşıma kadar her alanda devrim yaratıyor. Mesela, feomidyum alaşımlı süper mıknatıs kullanılarak havada giden sürtünmesiz hızlı tren şebekesi yapmanın maliyeti neredeyse banliyö treni seviyelerine iniyor.

İniyor da, ah bir de feomidyum diye bir element olsaydı. Atom numarası 92’nin üzerinde olan, yani periyodik tabloda bulunmayan elementler var gerçi. Ancak trans-uran denilen bu elementler sadece nükleer reaktörlerde sentezlenerek yapay olarak ve çok küçük miktarlarda elde edilebiliyor. Bunların çekirdekleri kararsız, hızla bozularak atom numarası 92’nin altındaki kararlı elementlere dönüşüyorlar. Dolayısıyla mevcudiyeti bilinmeyen bir element yok.

PSİKOLOJİK HARP GİRİŞİMİ Mİ?

Ayrıca, son derece ileri bir teknoloji kullanarak bu elementi tespit ettiği ileri sürülen Amerikan Askeri Bilim Araştırmaları Grubu (MSRA) diye bir kuruluş da yok.

Peki bu tür sahte bilgileri kim hazırlıyor ve insanları komplo teorileriyle meşgul ediyor? Element tablosuyla ilgili bilgileri edindiğim kimyagerin bir analizi var. Ama hemen uyarayım, o da bir komplo teorisi:

"Bu tür sahte bilgileri hazırlayan mihrakların amacı, insanları gerçeklerden uzaklaştırıp, ABD’nin kimsede olmayan teknolojilere sahip olduğuna inandırarak, bu kadar büyük bir güce karşı durulamayacağı, ABD’ye biat edilmesi gerektiğini yayan bir psikolojik harp girişiminde bulunmak."
Yazının Devamını Oku

Boşuna uğraşmayın, siz zaten Gisele’e benzeyemezsiniz

13 Mayıs 2006
Tokat gibi değil mi? Boşuna uğraşmayın, siz zaten Gisele Bundchen’e asla benzeyemezsiniz. İspanyol Hükümeti, moda endüstrisinin kullandığı modelleri, kadınların gerçek ölçülerine yaklaştırmak için "36 beden diktatoryasına son" kampanyası başlattı. Hedef, kadınların beynine bu fikri kazımak: Siz Gisele Bundchen değilsiniz, asla da ona benzeyemezsiniz. Zapatero Hükümeti’ne göre Mango ve Zara gibi dev firmaların, bedenleri daracık çalışması genç kızlarda yeme bozukluklarına yol açıyor. Model ajanslarına göre ise dar bedenler kadınlarda yeme bozukluğuna değil, sadece özgüven kaybına yol açıyor!

Geçenlerde biri, üzerimdeki kıyafeti Mango’dan mı aldığımı sordu.

Dik dik bakıp, "Bende Mango’dan içeri girecek tip var mı?" diye tersledim. Sorduğuna soracağına pişman oldu.

Tüy sıklet çalışan Mango’da 42 beden olmadığını, olsa bile o 42 bedenin, benim 42 bedenim olmayacağını bilmesi gerekirdi.

Malum Mango İspanyol markası ve İspanyol Hükümeti o markanın dar kalıplarına takmış durumda. Ayrıca Zara’nın sahibi Inditex grubu da mimlenmiş. Kendisi incecik bir hanımefendi olmakla birlikte Sağlık Bakanı Elena Salgado, bu iki firmanın 36 bedenden yukarısına yüz vermeyen "Anoreksiya şıklığı"nı sona erdirmeye karar vermiş. Tabii başka markalar da var, ancak bu ikisi en büyükleri olduğundan, okka altına gidenler ilk onlar olmuş,

Sağlık Bakanı Salgado’ya göre, özellikle genç kızlarda görülen yeme bozukluklarında, çiroz modelli reklamlar ve mağazalardaki ürünlerde 36 bedenin dayatılması önemli rol oynuyor. İspanya’da 40 milyonluk nüfusun 1 milyonu yeme bozukluğundan mustarip.

Kadınların mayo dergilerinin kapağındaki Gisele Bundchen’e benzemek gibi olmayacak bir hayal ve ebedi gençlik peşinde koşmaktan helak olduklarını, hatta vitrin mankenlerinin bile suç ortağı olduğunu söylüyor bakan.

Bu nedenle de ulusal çapta bir çalışma başlatılıp, firmaların kullandığı modellerle kadınların gerçek ölçüsünün ne kadar uyuştuğu bulunsun istiyor.

Gerçi model ajansları, "Kadınlar ince model görüp onunla özdeşleşmek ister. Yoksa malı almaz" diyor ama, hükümetin baskısı sonucu Zara ve Mango, işbirliğini kabul ediyorlar. Çalışmadan çıkacak sonuca göre, güzellik kalıplarını, her biçim ve ölçüdeki kadını kapsayacak şekilde genişletmeye yanaşıyorlar. Araştırmanın sonuçları üç ay içinde belli olacak.

Ancak her ikisi de global çalışan bu iki markanın, genişlettikleri bedenleri İspanya sınırları dışına taşıyıp taşımayacakları henüz belli değil.

Yani Türkiye sınırları içinde, "Eyvah Mango’da bedenler büyüyecek" diye şimdiden paniğe kapılmanın lüzumu yok.

Dove kozmetik firması, geçen yıl 10 ülkede yapılan araştırmadan çıkan rapora dayanarak, kadınlara standart tip /images/100/0x0/55eaca6ef018fbb8f896ee51güzelliğin dayatılmasına karşı "gerçek güzellik" kampanyası başlattı. Reklamlarda artık profesyonel modeller kullanılmıyor. Harvard Üniversitesi ve London School of Economics’ten akademisyenlerin rehberliğinde, ABD, S.Arabistan, İngiltere ve Çin dahil 10 ülkede yapılan bir araştırmaya göre kadınların en büyük sorunu, özgüven eksikliği. Kadınların yüzde 90’ı tipinden memnun değil; yüzde 67’si görüntüsü yüzünden gündelik faaliyetlerden kaçıyor.
Yazının Devamını Oku

Patagonya’yı sevelim sayalım

6 Mayıs 2006
Türkçe’nin gündelik jargonundaki Patagonya atışlarına artık bir son vermek gerekiyor. Neticede orası düşsel bir ülke değil. Arjantin ile Şili topraklarına yayılmış, nefis doğa güzellikleriyle ünlü bu bölge geçen hafta yine bir sataşmaya alet edildi. Demirel ile Erdoğan arasındaki "Türban takan Suudi Arabistan’a gitsin-gitmesin" tartışmasında AKP’li vekiller, Demirel’i kastederek "Sen Patagonya’ya git, bunamış" diye bağırdılar. Demirel’in parlak zihnini savunmak bana düşmez ama, Patagonya’yı savunmak istiyorum. Çünkü gerçekten var olan bir "ülke" (toprak parçası anlamında) bu şekilde aşağılanmayı hak etmiyor. Aynı Uganda gibi...

Yıllar önce Hürriyet’in İstanbul ilavesinde kentin susuzluk sorunuyla ilgili haberin başlığı manşete şöyle yansımıştı: "Uganda’ya döndük."

Küçümseme içerikli benzetmelerimizin bir numaralı ülkesi Uganda’ya hakaretin dışında, haberde bir problem yoktu.

Yani, bize göre yoktu.

O dönemde Dış Haberler Müdürümüz Ferai Tınç’tı. Ugandalılar Ferai’yi telefonla arayıp haberi esefle karşıladıklarını belirtmişlerdi. Ama hakaret yüzünden değil, yapılan talihsiz hata yüzünden.

Meğerse Uganda, kurak Afrika’nın görece sulak ülkelerinden biriymiş.

Biz de Uganda’nın sulak olduğunun pek farkında değildik ama, bunu bilmek için ilkokul düzeyinde coğrafya kültürü yeterliydi. Dünyanın ikinci büyük tatlı su kaynağı olan Victoria Gölü, Uganda’da. Daha doğrusu, Uganda, Tanzanya ve Kenya, 68 bin kilometrekarelik gölün çevresinde kümelenmişler.

Victoria, Nil Nehri’nin en önemli kaynağı. Nil Nehri, bizim de bir yamacında bulunduğumuz Akdeniz’e Victoria’nın sularını taşıyor.

Hani böyle bir ilişkimiz de var.

Benzetme yaparken destekli atmak gerekiyor. "Sahra’ya döndük" ya da "Ha Gobi, ha İstanbul" desen, kimse telefon edip hatanı suratına vurmayacak.

MUZ CUMHURİYETİ DESEK

Kültürümüzde, muz cumhuriyeti kavramıyla eş anlam taşıyan Patagonya’ya da benzer muamele yapıyoruz. Evrensel nitelik kazanmış "muz cumhuriyeti" deyişi dururken...

Geçen hafta Süleyman Demirel ile Tayyip Erdoğan arasındaki polemikte AKP sıralarından "Demirel, Patagonya’ya gitsin" diye sesler yükseldi. Bunak diye de bağırmışlar ama, Demirel’in parlak zihnini savunmak bana düşmez.

Bununla birlikte Patagonya’yı savunmak istiyorum.

Arjantin ve Şili diplomatik misyonları, yıllardır neden hiç sesini çıkarmaz anlamıyorum. "Patagonya sizin sandığınız gibi, sapık diktatörlerin yönettiği düşsel bir ülke değil. Orası Güney Amerika’da genişçe bir alanı kaplayan bir doğa cenneti" demiyorlar bir türlü.

Demişlerse bile, yerine ulaşmadığı kesin.

Patagonya’nın, Victoria Gölü gibi ilkokul coğrafya kitaplarında yer aldığını pek hatırlamıyorum. Ancak doğa-macera-seyahat literatürünün en sevdiği yerlerden biri olan Patagonya’nın, Arjantin ve Şili’nin güneyinde Antarktika’ya doğru uzanan, bir tarafı bozkır, diğer tarafı buzullarla kaplı harikulade vahşi bir yer olduğunu biliyorum.

KOCA AYAKLILARIN ÜLKESİ

Rivayete göre ünlü kaşif Ferdinand Magellan, 1520 yılında ismini verdiği Magellan Boğazı’ndan geçerken bu topraklarda gördüğü lama postlarına bürünmüş, battal boylu koca ayaklı yerlilere, İspanyolca’da ayak anlamına gelen "pata" sözcüğünden türetme yaparak "Patagoni" adını vermiş. "-gon" takısı hiçbir anlam taşımadığından bu etimolojik yorum biraz tartışmalı, ancak 16. yüzyılda Avrupalılar bu uzak ülkenin adını "Koca ayaklıların ülkesi" olarak bilmişler.

Genel adları Tehuelche olan bölge yerlilerinin soyu, Avrupalılar ile ilk temasların ardından tükenmeye başlamış.

Keşiflerle birlikte kulaktan kulağa yayılan söylence, Patagonya’da "Patagon" adlı insan boyunun iki misli cüsseye sahip devlerin yaşadığı inancına yol açmış. Ancak 18. yüzyıldan itibaren bu mitos silikleşip, sonunda yok olmuş.

Yani Patagonya ile ilgili ilkel kavrayışlar iki yüzyıl önce terk edilmiş. Şimdi on binlerce turist akın ediyor bölgeye. Guanako denilen lama türleri, nandu adlı devekuşları, akbabaları ve flamingolarıyla yabani hayat harikası olan Patagonya’nın Şili tarafında tabiat parkları, Arjantin kesiminde ise ürkütücü güzellikte buzullar yer alıyor.

Sanırım, AKP’lilerin de bu coğrafya bilgilerini edinmesi gerekiyor. Özellikle de Başbakan Erdoğan’ın, "Türban takmak isteyen Arabistan’a gitsin" diyen Demirel’e "Bu ülkenin evlatlarına başka coğrafyada adres vermek isteyenler önce kendileri oralara gitsin" diye çıkışmasının ardından.
Yazının Devamını Oku