Ayşe Özek Karasu

İnsan işlemediği cinayeti neden üstlenir?

2 Eylül 2006
John Mark Karr’ın pek sapık görünümlü portresi çocuk kraliçe cinayetine çok iyi oturuyordu. Kendisi katil zanlısı çıkmadı, ancak cinayeti şöhret olmak için üstlendiyse, bunda kısmen başarılı oldu. Çünkü 10 yıl çözülemeyen vakayı bugüne kadar üstlenen olmamıştı. Oysa Amerikan suç tarihi, işlemediği cinayetleri üstlenip, bugün adı anılmayan yüzlerce psikopatla dolu. Mesela ABD’nin ulusal kahramanı Charles Lindbergh’in çocuğunu öldürdüğü iddiasıyla yüzlerce katil zanlısı peydah olmuştu. Ve bunların hiçbiri, yüzyılın cinayeti diye anılan vakanın faili çıkmamıştı. Sonra 1940’ların ünlü "Kara Dalya" cinayeti var. Yıldız olmak hayaliyle Hollywood’a giden Elizabeth Short’u öldürdüğünü iddia edenlerin sayısı 30’u bulmuştu. Daha geçenlerde "Ben Yeşil Nehir canavarıyım" diye ortaya çıkan R.C.Brown 48 cinayeti birden üstlendi, ancak polis buna da şüpheyle bakıyor.
Şöyle bir laboratuvar testi yapılıyor: Bir grup üniversite öğrencisi bilgisayarda hızlı yazım deneyi bahanesiyle klavye başına oturtuluyor ve dikte edilen harflere basmaları isteniyor. Ancak ALT tuşuna basmayın diye uyarılıyorlar. Bu tuşa basıldığı takdirde test programındaki virüsün sistemi çökerteceği söyleniyor.

Deney başladıktan bir dakika sonra sistem manüel olarak çökertiliyor ve deneyi yöneten araştırmacılar, bazı deneklerin ALT tuşuna bastığını gördüklerini iddia ediyorlar. Önce öğrencilerin tamamı, suçlamayı reddediyor. Ancak yazılı birer itirafname hazırlanınca, tamamı belgeyi imzalıyor. Deneklerin yüzde 65’i suçlu olduğuna kesinlikle inanıyor; yüzde 35’i ise işlemediği suçla ilgili hayali detaylar uydurup itirafı iyice inanılır hale getiriyor.

ABD’de bir üniversitede yapılan bu deney insanların işlemedikleri bir suçu ne kadar kolay itiraf edebildiklerini gösteriyor.

Psikologlar hayali itirafçıları üç gruba ayırıyor: 1- Ceza indiriminden yararlanacağı için polis baskısı altında, işlemediği suçu mecburen itiraf edenler. 2- Polis baskısı altında, suçu gerçekten işlediğine kanaat getirerek itiraf edenler. 3- Hiçbir baskı altında olmadığı halde, gönüllü itirafçı olanlar.

İşte JonBenet Ramsey’i öldürdüğünü iddia eden John Mark Karr büyük ihtimalle bu son gruba giriyor. Yani, bir cinayeti saplantı haline getirip, vakayla iyice bütünleşmek veya şöhret olmak isteyenlerin grubuna.

Çocuk pornografisi suçundan ABD’de öğretmenlik yaptığı okulundan atılan Karr’ın foyası çok çabuk çıkıyor ortaya. Önce eski karısı, cinayet günü Karr’ın başka bir eyalette kendisiyle birlikte olduğunu söylüyor. Sonra kardeşi, cinayetin işlendiği yer olan Boulder kentine hiç gitmediğini anlatıyor. Ve cinayet mahallinde bulunan saç ve tükürükle yapılan DNA testi sonucu Karr’ın katil olmadığı anlaşılıyor.

Karr’ın JonBenet Ramsey cinayetini bir saplantı haline getirdiği, vakayla ilgili bir kitap üzerinde çalıştığı biliniyor. İşte bu noktadan hareketle psikologlar, Karr’ın çocuk kraliçeyi öldürdüğüne gerçekten inandığını düşünüyorlar.



LINDBERGH CİNAYETİ

ESRARINI KORUYOR




1996’da işlenen JonBenet Ramsey cinayeti, Amerikan suç tarihinin en sansasyonel vakalarından biri. Ancak geçen yüzyılın ilk yarısından kalma öyle trajik ve esrarlı cinayetler var ki, bunların yüzlerce gönüllü itirafçısı çıkıyor.

En yüksek profilli vaka, 1930 yılında Charles Lindbergh’in bebeğinin kurban gittiği cinayet. Henüz 25 yaşındayken Atlas Okyanusu’nu uçakla tek başına geçen ilk insan olduğu için ABD’nin ulusal kahramanı olan Lindbergh’in çocuğu kaçırıldıktan 73 gün sonra ormanlık alanda neredeyse iskelete dönüşmüş halde bulunuyor. Her tarafı çürümüş, yaprak ve böceklerle kaplı. Sol bacağının dizden aşağısı yok. Ceset öyle bir halde ki, maktul kız mı oğlan mı belli değil. Çocuğun kimliği ve başına sert bir cisimle vurularak öldürüldüğü kısa sürede tespit ediliyor.

Amerika’nın heyecan içinde takip ettiği vakayı soruşturan adli makamlar giderek daha büyük bir esrarın içine gömülüyorlar. Çünkü yüzlerce kişi, "çocuğun katili benim" diye ortaya çıkıyor. Amerika’da yüzyılın suçu olarak nitelenen cinayet sonunda, Bruno Hauptmann adlı Alman göçmenin üzerine kalıyor. Mahkeme, 29 oturumda 162 tanığı dinledikten sonra 13 Şubat 1935 günü kararını veriyor; Hauptmann idam cezasına çarptırılıyor. Bir süre sonra ceza infaz ediliyor, ancak Hauptmann’ın gerçekten katil olup olmadığı, eğer katil ise cinayeti neden işlediği bugün hálá tartışma konusu.



KARA DALYA’NIN

FİLMİ GELİYOR




Gönüllü itirafçısı bol diğer bir vaka ise ünlü "Kara Dalya" cinayeti. Amerikan suç tarihinin efsanelerinden olan 1947 tarihli bu cinayetin kurbanı 22 yaşındaki bir yıldızcık; Elizabeth Short. Kızın esas adı ise Mia Kirshner. Şöhret olmak için Hollywood’un labirentlerinde epeyce dolaşıp, bir rivayete göre aralarında Marilyn Monroe’nun da bulunduğu çok sayıda kadın ve erkekle beraber olduktan sonra 15 Ocak 1947’de dayaktan paralanıp ikiye bölünmüş, vajinasına ot tıkılmış çıplak bedeni boş bir arazide bulunuyor.

Medyaya "Kara Dalya" cinayeti diye yansıyan olay büyük sansasyon yaratıyor. Kimilerine göre genç kız ölümünden önce de kuzguni saçlarından ötürü "Kara Dalya (yıldızçiçeği)" diye anılıyor. Kimileri ise medyanın cinayeti salçalamak için kıza bu ismi taktığını iddia ediyor. Bu arada kara saçlarına kına yakıldığı dedikodusu da dolaşıyor ortalıkta.

Her neyse, cinayet öyle sansasyonel ki, yaklaşık 30 kişi katil zanlısı olarak ortaya çıkıyor. Ancak polis cinayeti üstlenenlerin hiçbirinin ifadesini inandırıcı bulmuyor. Bu vakada sadece hayali itirafçılar yok, kahinler de var. Kimisi, "Kızın sağ gözünü getirin, son gördüğü kişiyi söyleyeyim" diyor. Bir başkası, "Eğer kız elinde bir yumurta ile gömüldüyse, katili bir hafta içinde yakayı ele verecektir" diye kehanette bulunuyor.

Ancak esrar bir türlü çözülemiyor. Olayla ilgili kitaplar yazılıyor. Hatta bunlardan birinde kızın babası katil olarak gösteriliyor. Ancak polis bu iddiaya itibar etmiyor ve James Ellroy’un kaleme aldığı "Kara Dalya" adlı roman 1987’de piyasaya çıkıyor. Aynı yıl filmi çekiliyor. Ve Brian de Palma’nın çektiği yeni "Kara Dalya" önümüzdeki 15 Eylül’de vizyona giriyor. Başrollerde Josh Hartnett ve Scarlett Johansson var.

Amerika’nın suç coğrafyasında başka hayali itirafçı tipleri de var: Mesela polisiye roman müptelası olup, bir cinayeti üstlenerek kendilerini içeri tıktıranlar. Bu tipin en meşhur örneği, Laverne Pavlinac. 1990’da Oregon’da cinayete kurban giden Taunja Bennett’i, sevgilisi John Sosnovske ile birlikte öldürdüğünü itiraf ediyor, böylece ikisi de hapsi boyluyor. Ancak kendi cinayetini başkalarının üstlenmesine dayanamayan "Happy Face Killer" lakaplı Keith Jesperson beş yıl sonra ortaya çıkıp suçunu itiraf ediyor. Diğer iki itirafçı serbest kalıyor. Pavlinac, çok eziyetli bir ilişki yaşadığı ve kodesi tek kurtuluş yolu olarak gördüğü için cinayeti üstlendiğini söylüyor. Sevgilisi Sosnovske ise çok baskı altında kaldığını, daha hafif bir cezayla kurtulmak için itirafta bulunduğunu anlatıyor. Olay bu kadarla kalmıyor, esas katil benim, diye ortaya çıkan Jesperson fikrini değiştiriyor, hapisten çıkan diğer ikisinin katil olduğunu iddia etmeye başlıyor ama, geçmiş olsun. Maktulün çantası ile kimlik kartının nerede olduğunu doğru söylemiş bir kere.

Diğer bir tip de cinayetten zaten hüküm giymiş olup, iyice azılı bir şöhret edinmek için daha fazla sayıda cinayeti üstlenmeye kalkışanlar. Bu tipin son örneği Coloradolu katil Robert Charles Browne. İki kişiyi öldürmek suçundan iki kez müebbet hapis cezası alan Browne, 30 yıl önce işlenmiş 48 cinayeti daha üstleniyor. Bu suçlar kanıtlansa, kendisi seri katil mertebesine yükselecek. Seri katillerle ilgili altı kitap yazan kriminoloji uzmanı James Alan Fox, Browne’ın büyük ihtimalle yalan söylediği düşüncesinde. Seri katillerin itiraflarını abarttığına pek çok kez rastlamış. Mesela 1990’larda Mississippi’de ortaya çıkan Donald Leroy Evans adlı cinayet hükümlüsünün, 70 cinayet vakasını daha üstlendiğini, polis ve FBI’ın sırf onun itirafları uğruna Teksas ve Arizona’da ceset avına çıkıp aradığı her mekandan eli boş döndüğünü anlatıyor Fox.

Şimdi de Robert Charles Browne şu detaylı suç tablosunu çiziyor: Louisiana’da 17, Colorado’da dokuz, Teksas’ta yedi, Arkansas’ta beş, Mississippi’de üç, New Mexico, Oklahoma ve California’da ikişer ve Washington’da bir kurban. Kimisini boğarak, kimisini tabancayla, bazılarını da bıçak, tornavida ve buz kıracağı ile öldürmüş. Cesetleri göllere, nehirlere, çöpe ya da hendeklere atmış.

Şimdi FBI ve polis, dokuz eyalette ceset arıyor.
Yazının Devamını Oku

İnternetin saf profesörleri

26 Ağustos 2006
İnternet tanışıklığını evliliğe dönüştürmek uğruna 135 bin lirasını kaptıran profesörün haline üzüldük tabii. Hem Kayseri’deki işinden oldu, hem de itibarı zedelendi. Deşifre olmak pahasına sahtekarlığı açık etmesi çok cesur bir hareketti. Ancak daha beter duruma düşen profesörler de var. Mesela Amerikalı bir Prof., "Nigerian scam" denilen dolandırıcılık tuzağına düşüp 1.5 milyon dolarını kaybetti. Çünkü milyoner profesör daha fazla para peşindeydi. Bir İngiliz profesörün de benzer bir hile çarkında 15 bin 500 Euro’su gitti. Bizimki ise chat’te aşık olduğu kadını kanserin pençesinden kurtarmak gibi yüce bir amaç taşıyordu ve ayrıca manken Yüksel Ak’ın resmiyle kandırıldı ya, onun da daha beteri var. İngiltere’de daha geçenlerde, kadınları erkek top model resmiyle ağına düşüren bir sahtekar yakayı ele verdi. Hem de iki karısı olduğu halde üçüncüsüyle evlenmeye hazırlanırken.

İnternette chat yaptığınız adam size kendi resmi diye Marcus Schenkenberg’inkini gönderirse ne yaparsınız?

Marcus Schenkenberg’i tanıyorsanız sorun yok. Ancak eğer tanımıyorsanız önce şiddetli bir tutulma, ardından da düş kırıklığı kaçınılmaz.

İşte böyle bir olay geçen hafta İngiltere’de ortaya çıkarıldı. Kenneth Robertson adlı İskoç zat, bir çöpçatan sitesinde tanıştığı kadınlara seri şekilde Marcus resimleri göndererek ortalığı kavuruyordu. Calvin Klein külotlarının dayanılmaz erkeği Marcus’un görüntüsüne ilaveten, Uzakdoğu dövüş sanatları üstadı olduğunu da iddia ediyordu ki, bu da yalandı.

Gazete haberlerine göre, 39 yaşındaki üç çocuk babası Robertson, ağzında diş kalmamış, işsiz güçsüz bir internet bağımlısıydı. Evli olmasına karşın, Marcus resmiyle ağına düşürdüğü Amerikalı bir kadınla ta Seattle’a gidip evlenmişti ve diğer bir kurbanı olan Norveçli kadınla da net üzerinden nişanlanmıştı.

Amerikalı kadın, adamın tatlı diline tav olup Marcus sahtekarlığını affetmişti. Norveçli ise bir arkadaşına internetteki resmi gösterip "Vay canına bu Marcus Schenkenberg" çığlığıyla karşılaşınca sahtekarlık ortaya çıkmıştı.

Umudunu çöpçatan sitelerine bağlayan kadınlar hayli çaresiz olmalı ki, Norveçli de Kenneth Robertson’u affetmiş, üstelik yanına gelsin diye uçak bileti de göndermişti. Sonra da iki çocuğunu alıp İngiltere’ye gitmiş ve adamın diğer iki karısı ortaya çıkınca darmadağın olmuş, ülkesine geri dönmüştü.

EVRENSEL DOLANDIRICILIK

Kenneth Robinson, internette sahte resimle ava çıkan ne ilk, ne de son kişi. Mesela Singapur’da da geçen yılın Çinli güzellik kraliçesi Amanda Low’un resmini kullanıp, yürek paralayıcı hikayelerle erkeklerden para sızdıran "Kalene" kod adlı bir kadın aranıyor şu sıralar.

İnternet insanı tuhaf bir şekilde saflaştırıyor. Erciyes Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Erdoğan Berçin’in, 22 yaşındaki Zühre Özdemirci’nin evlenme vaadine kanıp 135 bin lirasını kaptırması da internetin gündelik hüsranlarından biri. Chat avcısı Zühre’nin kendi yüzünü monte ettiği Yüksel Ak endamına aşık olan Berçin, geçici görevle atandığı üniversiteden geçenlerde istifa etti. Gazi Üniversitesi’ndeki işine geri döneceği söyleniyor.

Erciyes Üniversitesi’ni arayan veliler "Bu dekana mı çocuklarımızı emanet edeceğiz?" diye şikayetçi olmuşlardı.

Kibarca söylemek gerekirse, "Bir profesör bu kadar da saf olur mu?" diye geçti herkesin içinden. Ancak internet dolandırıcılığına kurban gitmek çok evrensel bir durum ve profesörler de bundan muaf değil.

Mesela Amerika’da adı sanı gayet iyi bilinen bir psikiyatr çok daha büyük bir tuzağa düştü. Gerçi onun yaşı kritik eşikte. Prof. Berçin 53 yaşında. Amerikalı Prof. Louis Gottschalk ise 89’unda. Ancak dolandırıcılığın başlangıç tarihi 1994 yılına kadar dayanıyor.

Louis Gottschalk, o tarihte bir e-mail alıyor. Hani şu klasik "Ben Nijeryalı bir hükümet üyesiydim, generaller darbe yaptı, milyonlarca dolarım da ülkede kaldı" mail’lerinden. Malum, Nijeryalı’nın parasını yurt dışındaki bir bankaya transfer etmek için bazı harcamalar yapmak gerekiyor ve tuzağa düşen kurban yüklü miktarda komisyon alacağım diye, dolandırıcının hesabına para akıtıp duruyor.

ETME BULMA DÜNYASI

İşte Louis Gottschalk da aynen bunu yapıyor ve 1.3 milyon doları gidiyor. Bu profesör, California Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin psikiyatri ve davranış bilimi kürsüsünün kurucu başkanı ve çok değerli çalışmaları var. 1988 yılında, eski ABD Başkanı Ronald Reagan’ın zihinsel kapasitesinin, başkanlığının ilk yıllarına göre gerilediğine ilişkin bir makale yayınlıyor. Nitekim 1994 yılında Reagan’a Alzheimer teşhisi konuluyor.

Ancak kendi zihinsel kapasitesi de profesöre ihanet ediyor ve para transferi operasyonundan payına düşen komisyonu almak üzere 1996 yılında Afrika’ya gidiyor. Ancak elleri boş dönüyor. Nihayet 1999 yılında FBI’ya başvuruyor.

Aradan yıllar geçiyor ve geçen mart ayında profesörün oğlu Guy Gottschalk, aileye ait olan 8 milyon dolarlık fonun yönetimini babasının elinden almak üzere dava açıyor. Oğul Gottschalk’ın avukatına göre profesör, FBI ile temasa geçtikten sonra bile dolandırıcılara para transfer etmeye devam edecek kadar "saf" biri olduğundan parayı idare ehliyetinin elinden alınması gerekiyor. Hatta kaptırılan paranın 3 milyon doları bulduğunu iddia ediyor. Amerikan Gizli Servisi’ne göre ABD vatandaşları, bu Nijerya e-mailleri vasıtasıyla yüz milyonlarca dolar dolandırıldı. Kaptırdıkları paralar ise bireysel bazda 500-1000 dolar arasında. Tek başına 1.3 milyon dolar kaybeden ikinci bir kişi yok.

İngiltere’deki bir profesör ise sözde Bank of Ireland’dan gelen e-mail’e kanıp 15 bin 500 Euro’sunu kaptırdı. Bu mailler’in her gün binlercesi dolaşıyor ortalıkta ve çoğu doğruca çöpe atılıyor. Ama İngiliz profesör öyle yapmıyor. Bilgi güncelleme ve artı hesap masalına inanıyor, mail’e karşılık verip hesap numarasıyla şifresini bildiriyor. Bildirmesiyle birlikte hesabı boşalıyor.

Bank of Ireland ise kişisel bilgileri kendi eliyle verdiği için profesörün zararını tazmin etmeyi kesinlikle reddediyor. Aslında bu volinin tek kurbanı profesör değil, altı kişi daha var. Hep birlikte grup oluşturmuş, haklarını arıyorlar.

Sadece profesörler kandırılıyor sanılmasın. Diğer kurbanların mesleki dağılımı şöyle: Profesyonel golfçü, çevre danışmanı, işkadını, satış müdürü, çiftçi ve resepsiyonist.
Yazının Devamını Oku

Sahi, Yılmaz Erdoğan kara mayınlarını yazmamış mıydı

19 Ağustos 2006
Literatürde "şöhretlere tapınma sendromu" diye bir vaka var. Sıradan insanların şöhretlere olan takıntısı giderek artarken, bu ilgi sayesinde şöhretler daha da güçleniyor ve siyasetçiler de bu kişilerle görünmenin kendi çıkarlarına olduğunu bildiğinden bir çark oluşuveriyor. Bono’dan Angelina Jolie’ye dünyada yığınla örneği var. Bana göre Yılmaz Erdoğan’ın "Yalvarıyorum" seslenişi de bir aydın mektubu olmaktan çok, bir şöhret inisiyatifiydi. Çünkü o, aşkları ve evliliği ile magazin konusu olan bir şöhret. O, halkın Mükremin Abi’si. Peki bu şöhret inisiyatifi layığını buldu mu?

Yılmaz Erdoğan’ın Hürriyet’in manşetindeki "Yalvarıyorum" mektubunda kara mayınlarının kahpeliğini okurken, gözyaşlarımın arasında bir hayal belirdi.

Prenses Diana’nın Angola’daki bir mayın tarlasında çekilmiş fotoğrafı. 1997 yılının ocak ayıydı. Başında bir miğfer, sırtında uçaksavar topçularının giydiği çelik yeleklerden vardı.

Ve sekiz ay sonra ölecekti. Çünkü dünyanın en çok fotoğrafı çekilen kadınıydı ve bir fotoğraf takibinde ölecekti.

Kameralarla flört etmeyi, şöhreti sayesinde medyayı istediği davaya sürükleyebileceğini öyle iyi bilirdi ki. Kimsenin umursamadığı kara mayınları Diana dokunuşu sayesinde bir anda dünya basınının birinci sayfalarına taşınmıştı. Diana’nın bu hareketi İngiliz Hükümeti’ni ağır baskı altında bırakmış ve aynı yıl Ottawa’da antipersonel mayınlarını yasaklayan konvansiyon imzalanmıştı.

Diana’nın ölümünden bu yana 151 ülke Ottawa Konvansiyonu’nu onayladı. Tam 30 milyon kara mayını imha edildi, ticareti de büyük ölçüde kaçakçılara kaldı.

Türkiye, 25 Eylül 2003’te Yunanistan ile eşzamanlı olarak konvansiyona katıldı. Ve kimler onaylamadı o anlaşmayı hálá biliyor musunuz? Irak, İran, Suriye, Ermenistan. Yani diğer komşularımızın tamamı. Rusya, Çin, ABD, Mısır, İsrail, Hindistan, Pakistan ve her iki Kore de henüz anlaşmaya taraf olmayan 40 kadar ülke arasında. Şimdi önümüzdeki takvime göre 1 Mart 2008’e kadar stokları imha etmemiz ve 1 Mart 2014 tarihine kadar da araziye döşenmiş mayınları temizlememiz gerekiyor.

İşte bu ortamda Yılmaz Erdoğan çıktı, öyle bir yürek acısıyla anlattı ki mayınların kahpeliğini, bana göre mayın tarlasındaki Diana neyse, satırlardaki Erdoğan da oydu. Peki sonra ne oldu? Siyasetçiler "aferin" ya da "Allah razı olsun" dedi. Kimileri PKK propagandası yapmakla suçladı ve bitti. Şöhret dokunuşu Türkiye’de sökmedi. Evet, yollara o hain mayınları döşeyen PKK’ydı. Ama, Türkiye’nin sınırları boyunca toprağa döşeli 1 milyon mayın bulunduğu gerçeğini değiştirmezdi bu. Türk kamuoyu sorunun bu boyutunu tartışmaya yanaşmadı.

Tahminlere göre dünyada her yıl 15-20 bin insan kara mayınlarının ve açık arazide kalan patlamamış bombaların kurbanı oluyor. Yani saat başı iki kişi mayınlar yüzünden ölüyor. Kurbanların yüzde 80’den fazlası siviller. UNICEF’in hesaplarına göre yüzde 30-40’ı da çocuklar.

Lübnan’da İsrail bombaları altında ölen çocuklar gibi çocuklar... Ama mayın kurbanı çocuklar, uzak coğrafyaların

-aslında aynı zamanda çok yakın coğrafyaların- çocukları. Ve kameralar karşısında, aynı enkaz altından boyunlarında emzikle çıkarılmıyorlar. Kim bilir belki de bu yüzden, kimsenin sesi yükselmiyor.

Kara mayınları sadece öldürmek ve sakat bırakmakla kalmıyor. Mültecilerin yurtlarına dönüşünü, yerinden yurdundan olmuşlara yardım götürülmesini de engelliyor. Sonra büyükbaş-küçükbaş hayvanları da öldürüyor, çevre felaketleri yaratıyor. Ve o kalleşlerin her birinin imalatı topu topu üç dolara mal oluyor. Sökmesi ise 1000 doları buluyor.

DIANA MODASI

Prenses Diana, kara mayınlarına karşı pırıltılı şöhretini kullanmakla kalmadı, şöhretlerin aynı zamanda birer dava adamı olmasını da moda haline getirdi. Tabii yaşı müsait olanlar Vietnam’da savaş karşıtı gösterilerde Hanoi Jane’i (Fonda) unutmadı. Çok sonraları Bob Geldof’un Afrika’daki açlar için düzenlediği Live Aid konserleri de asla unutulmadı -1985 yılıydı ve tam 140 milyon dolar yardım toplanmıştı. Ancak şöhretlerin bir davaya dikkat çekmek için kameraları peşinden sürüklemesi hep Diana sonrasına rastladı.

Mesela hayranlıkla bakılası Angelina Jolie, dolgun dudaklarıyla dövmelerinin arkasından koşan basını nerelere sürüklemedi ki. Üçüncü Dünya’nın yoksulluk ve AIDS sorunu onun sayesinde gazete sütunlarına taşınırken, 2001 yılında BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin iyi niyet elçisi oldu. Namibya’dan Kosova’ya mülteci kamplarını ziyaret ederken, foto muhabirleri de hep ensesindeydi. Cazibesi hayır işlerini gölgede bıraksa da, nüfuzu sayesinde dünya liderleriyle görüştü, yoksullara yardım toplanmasını sağladı.

Bu açıdan bakıldığında hiç kimse şöhretini Bono kadar etkin bir şekilde kullanamıyor. U2 solisti, yoksul ülkelerin borçlarını sildirmek için her yerde liderlerin karşısına dikildi. Amerikan Kongresi’ni borç batağındaki 33 ülkeye 500 milyon dolar yardıma zorladı. Time dergisinin kapağında "Dünyayı kurtarabilecek adam" ilan edildi.

ÇİN DUYARSIZ

Bir zamanların playboyu olan George Clooney aniden Hollywood’lu liberallerin elebaşı olup her siyasi davanın üzerine gitmeye başladı. Bono ile birlikte Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz’in ofisine kadar gidip Afrika’ya yardım için bastırdılar. Leonardo di Caprio, çevre eylemcisi oldu. Tibet davası için yıllardır didinen Richard Gere, en son Kanada’da toplanan AIDS konferansında, hastalığı yeryüzünden kazımak için de devreye girdi.

Şöhreti bir amaç uğruna kullanırken, ille de bütün insanlığın kurtarıcısı olmak gerekmiyor. Mesela NBA’in ünlü Çinlisi Yao Ming geçenlerde Pekin’de "Yeter, artık köpekbalığı yüzgeci çorbası içmeyelim" dedi. Ekosistemin korunması için köpekbalığı katliamının durması gerekiyordu. Çin, şöhretlerin kurulu düzene başkaldırmasına alışık bir memleket değil, yüzgeç çorbası ise pahalı sofraların bir numarası. Kasesi 100 dolar. İmparatorluk döneminden beri krema tabakanın, parti yöneticilerinin, Hong Kong’lu, Şanghay’lı işadamlarının gözdesi.

İşte bu yüzden Çin basını bu şöhret inisiyatifini görmezden geldi.

TÜRKİYE’NİN MAYIN GERÇEKLERİ

Kara Mayınları İzleme Örgütü 2005 Raporu’na göre, Türkiye’de 2 milyon 973 bin 481 antipersonel mayın bulunuyor. Bir milyon mayın da toprağa döşeli. Sadece 2004-2005 yıllarında mayın nedeniyle 24 sivil öldü, 111 sivil yaralandı; 52 asker şehit olurken 229 asker yaralandı. Mayınlar 364 bin dekarlık alana yayılmış durumda. Sadece Hatay’ın Samandağ İlçesi ile Şırnak arasındaki 877 kilometrelik Suriye sınırına, 300 ila 700 metre genişliğinde döşenen mayınlar nedeniyle araziler 46 yıldır kullanılamıyor.
Yazının Devamını Oku

Bir çevre yolu kazası

12 Ağustos 2006
Geçen hafta Starbucks’ın başına tuhaf bir iş geldi. Şirket, geçen temmuzda yüzde 4 kár ettiğini açıkladı ve aniden borsada hisseleri düştü.  Çünkü yatırımcılar daha yüksek kár bekliyordu. Peki neden düşük çıkmıştı? Çünkü Amerika’nın geniş bölümünde havalar çok sıcaktı ve frappuccino’lara talep artmıştı. Soğuk içecekleri hazırlaması uzun sürdüğü için de sabah işe gidenler mağazalar önünde uzun kuyruklar oluşturuyor, kahve almaktan vazgeçenler oluyordu. Bu Seattle’daki merkezin açıklaması. Bir de analizcilerin yorumları var. Onlara göre kárdaki düşüşün esas nedeni, şirketin alt gelir gruplarının yaşadığı semtlere, çevre yollarına yayılması, benzin fiyatları arttı diye de o grupların kahve lüksünden vazgeçmesi.

Bizim Starbucks’lar, "gidip etrafa görüneyim/sevgilimle buluşayım" mekanları gibi geliyordu bana. Alışveriş merkezleriyle Bebek ve Etiler’deki, Bağdat Caddesi üzerindeki Starbucks’larda oturup saatlerce kalkmayanlar var. Bir valet parking eksik.

Yani Amerika’daki al-götür konseptinin tam tersi.

Ancak firmayı yakından bilen bir arkadaşım, "Öyle değil" dedi. Alışveriş merkezlerindeki mağazalar haricinde, Amerika’daki gibi bir kültür oluşmaya başlamış. Her gittikleri yerde Starbucks arayan cinsten al-götürcü fanatikler beliriyormuş. Hatta Metrocity’de bile öğle saatlerinde böyle bir talep varmış.

Arkadaşım, şimdi firmanın Türkiye’de "dikkatli bir şekilde" farklı bir yayılma politikası izlemeye başladığını söyledi. Yavaşlamadan yeni pazarlar yaratmak.

Mesela önemli yol kavşaklarında Starbucks’lar açmak.

İlk örneği de Balıkesir’de. Adresi, Susurluk Outlet Center.

Yollara yayılma politikasında "dikkatli-bir-şekilde" sözcüklerine dikkat!

Çünkü Amerika’da yeterli dikkat gösterilmediği için, çevre yollarına yayılma kazası yaşandığı şeklinde yorumlar mevcut.

BÜTÇEYİ ZORLAMAYAN LÜKS

Aslında geçen haftaya kadar Starbucks, ABD’nin en sağlam şirketlerinden biriydi. Ekonomik gidiş ne olursa olsun hiç etkilenmiyordu. Üst orta sınıf için lüks, ancak bütçeyi çok da zorlamayan bir ürünü pazarlıyordu.

Seattle’da küçük bir kahve dükkanıyken dünya çapında 11 bin mağazaya kadar genişleyip global bir şirket haline gelen Starbucks şimdi ilk kez tüketicilerin tasarruf eğiliminden etkileniyor. The Wall Street Journal’ın analizi böyle.

Nedeni de, şirketin geçen hafta yaptığı kárlılık açıklaması. 30 Eylül’de sona erecek mali yılın üçüncü çeyreğindeki kár ile birlikte temmuz ayı rakamları da ilan edildi ve temmuzun net kárı yüzde dört çıktı.

Yılın üçüncü çeyreğindeki kár yüzde 16 olduğu halde, şirketin hisseleri aynı gün Nasdaq Endeksi’nde yüzde sekiz değer kaybetti. Çünkü yatırımcı daha yüksek beklenti içindeydi.

The Wall Street Journal’daki analiz şöyle: Son genişleme dalgasıyla birlikte kasabalara, kuytu semtlere ve çevre yollarına yayılan Starbucks tüketici profilini genişletti. Ancak, yeni müşteriler benzin fiyatları arttığında ya da kredi kartı borcu biriktiğinde masraftan kısan bir kitleydi. Nitekim KFC, Burger King gibi zincirler de bu tür ekonomik gelişmelerin müşterileri etkilemesinden şikayetçiydi. Starbucks’ın net kárındaki yavaşlama da muhtemelen aynı eğilimin sonucuydu.

EKONOMİK TREND KURBANI MI?

Yüksek fiyat politikasına rağmen hızla genişlemeyi başardığı için yatırımcıların sevgilisi olan Starbucks da tüketici hapşırınca nezle olan tipik bir şirket olgunluğuna erişmiş olabilirdi.

Bir başka tahmine göre de McDonald’s zincirinin geçen baharda yüksek kaliteli kahve servisine başlamış olması Starbucks’ın satışlarını etkilemişti.

Starbucks’ın CEO’su Jim McDonald ise satışların hız kesmesiyle makro-ekonomik trendler arasında bağlantı olduğu iddiasını reddediyordu. Sattıkları kahvenin "bütçeyi zorlamayan bir lüks" olmaya devam ettiği konusunda ısrarlıydı.

Borsadaki düşüş, yönetim kadrosunda büyük şaşkınlık yaratmıştı, çünkü bu mali yıl sona ermeden 2 bin yeni mağaza daha açacaklarını, Hindistan ve Rusya’ya yayılacaklarını henüz ilan etmişlerdi.

Bu haberler de işe ne kadar hakim olduklarını gösteriyordu.

BİZİ SICAK HAVALAR MAHVETTİ

Temmuz kazasının tek sorumlusu olabilirdi; aşırı sıcak havalar. Yoğun tempolu sabah saatlerinde, soğuk servis edilen frappuccino’lara olan talep artmıştı.

Blenderdan geçirilen üzeri kremalı soğuk içecekleri hazırlamak zaman aldığından, mağazaların önündeki zaten mevcut kuyruklar daha da uzamaya başlamış, tüketici de ürküp kaçmıştı.

Amerikan ekonomi basını, bu izah tarzını pek akla yatkın bulmadı. Farklı analizler çıktı.

Hatta şu ilginç istatistik de satır aralarında yer aldı: Şu günlerde latte’nin yaygın popülaritesine karşın, Amerikalıların kahvaltı sofralarında kahveye olan aşkı son 15 yıldır azalma eğilimi gösteriyormuş.

Piyasa araştırma kuruluşu NPD’ye göre tüketicilerin sadece yüzde 37,7’si sabah kahvaltısında kahve içtiğini söylüyormuş.

Oysa bu oran 1990 yılında yüzde 48,7 düzeyindeymiş.

Bizim Starbucks’lar, "gidip etrafa görüneyim/sevgilimle buluşayım" mekanları gibi geliyordu bana. Alışveriş merkezleriyle Bebek ve Etiler’deki, Bağdat Caddesi üzerindeki Starbucks’larda oturup saatlerce kalkmayanlar var. Bir valet parking eksik.

Yani Amerika’daki al-götür konseptinin tam tersi.

Ancak firmayı yakından bilen bir arkadaşım, "Öyle değil" dedi. Alışveriş merkezlerindeki mağazalar haricinde, Amerika’daki gibi bir kültür oluşmaya başlamış. Her gittikleri yerde Starbucks arayan cinsten al-götürcü fanatikler beliriyormuş. Hatta Metrocity’de bile öğle saatlerinde böyle bir talep varmış.

Arkadaşım, şimdi firmanın Türkiye’de "dikkatli bir şekilde" farklı bir yayılma politikası izlemeye başladığını söyledi. Yavaşlamadan yeni pazarlar yaratmak.

Mesela önemli yol kavşaklarında Starbucks’lar açmak.

İlk örneği de Balıkesir’de. Adresi, Susurluk Outlet Center.

Yollara yayılma politikasında "dikkatli-bir-şekilde" sözcüklerine dikkat!

Çünkü Amerika’da yeterli dikkat gösterilmediği için, çevre yollarına yayılma kazası yaşandığı şeklinde yorumlar mevcut.

BÜTÇEYİ ZORLAMAYAN LÜKS

Aslında geçen haftaya kadar Starbucks, ABD’nin en sağlam şirketlerinden biriydi. Ekonomik gidiş ne olursa olsun hiç etkilenmiyordu. Üst orta sınıf için lüks, ancak bütçeyi çok da zorlamayan bir ürünü pazarlıyordu.

Seattle’da küçük bir kahve dükkanıyken dünya çapında 11 bin mağazaya kadar genişleyip global bir şirket haline gelen Starbucks şimdi ilk kez tüketicilerin tasarruf eğiliminden etkileniyor. The Wall Street Journal’ın analizi böyle.

Nedeni de, şirketin geçen hafta yaptığı kárlılık açıklaması. 30 Eylül’de sona erecek mali yılın üçüncü çeyreğindeki kár ile birlikte temmuz ayı rakamları da ilan edildi ve temmuzun net kárı yüzde dört çıktı.

Yılın üçüncü çeyreğindeki kár yüzde 16 olduğu halde, şirketin hisseleri aynı gün Nasdaq Endeksi’nde yüzde sekiz değer kaybetti. Çünkü yatırımcı daha yüksek beklenti içindeydi.

The Wall Street Journal’daki analiz şöyle: Son genişleme dalgasıyla birlikte kasabalara, kuytu semtlere ve çevre yollarına yayılan Starbucks tüketici profilini genişletti. Ancak, yeni müşteriler benzin fiyatları arttığında ya da kredi kartı borcu biriktiğinde masraftan kısan bir kitleydi. Nitekim KFC, Burger King gibi zincirler de bu tür ekonomik gelişmelerin müşterileri etkilemesinden şikayetçiydi. Starbucks’ın net kárındaki yavaşlama da muhtemelen aynı eğilimin sonucuydu.

EKONOMİK TREND KURBANI MI?

Yüksek fiyat politikasına rağmen hızla genişlemeyi başardığı için yatırımcıların sevgilisi olan Starbucks da tüketici hapşırınca nezle olan tipik bir şirket olgunluğuna erişmiş olabilirdi.

Bir başka tahmine göre de McDonald’s zincirinin geçen baharda yüksek kaliteli kahve servisine başlamış olması Starbucks’ın satışlarını etkilemişti.

Starbucks’ın CEO’su Jim McDonald ise satışların hız kesmesiyle makro-ekonomik trendler arasında bağlantı olduğu iddiasını reddediyordu. Sattıkları kahvenin "bütçeyi zorlamayan bir lüks" olmaya devam ettiği konusunda ısrarlıydı.

Borsadaki düşüş, yönetim kadrosunda büyük şaşkınlık yaratmıştı, çünkü bu mali yıl sona ermeden 2 bin yeni mağaza daha açacaklarını, Hindistan ve Rusya’ya yayılacaklarını henüz ilan etmişlerdi.

Bu haberler de işe ne kadar hakim olduklarını gösteriyordu.

BİZİ SICAK HAVALAR MAHVETTİ

Temmuz kazasının tek sorumlusu olabilirdi; aşırı sıcak havalar. Yoğun tempolu sabah saatlerinde, soğuk servis edilen frappuccino’lara olan talep artmıştı.

Blenderdan geçirilen üzeri kremalı soğuk içecekleri hazırlamak zaman aldığından, mağazaların önündeki zaten mevcut kuyruklar daha da uzamaya başlamış, tüketici de ürküp kaçmıştı.

Amerikan ekonomi basını, bu izah tarzını pek akla yatkın bulmadı. Farklı analizler çıktı.

Hatta şu ilginç istatistik de satır aralarında yer aldı: Şu günlerde latte’nin yaygın popülaritesine karşın, Amerikalıların kahvaltı sofralarında kahveye olan aşkı son 15 yıldır azalma eğilimi gösteriyormuş.

Piyasa araştırma kuruluşu NPD’ye göre tüketicilerin sadece yüzde 37,7’si sabah kahvaltısında kahve içtiğini söylüyormuş.

Oysa bu oran 1990 yılında yüzde 48,7 düzeyindeymiş.
Yazının Devamını Oku

Parmak arası terlik jandarmaları

5 Ağustos 2006
Şurada global bir hakikati ilan etmek istiyorum. Bizim parmak arası terliklerin çıkardığı şıpıdık sesi bazılarının sinirini bozuyor. Son bir aydır dünya basınında çıkan parmak arası eleştirilerini sıkı sıkıya takip ediyorum ve bu sonuç çıkıyor. Washington Post, "Parmak arası terlik rahatsa, pijama ve bornoz da rahat. Bari ofise pijama ve bornozla gelin" diye yazıyor. Bazıları da şıpıdık asabiyetini meşru kılmak için "Parmak arası terlik giyerseniz kariyeriniz zarar görür" bahanesine sığınıyor. Kimi gazetelerin danıştığı trend uzmanları ise "Zirveye dayandık, artık daha fazla yayılamaz. Seneye geçer" diye tesellide bulunuyor. Bu tartışmalar arasında şöyle bir ekonomik gerçeklik de ortaya çıkıyor: Parmak arası terliklerin bir numaralı imalatçısı Brezilyalı Havaianas’ın geçen yılki global satışı 158 milyon çift. Paraiba’daki fabrikada saniyede 5 çift, yani günde 450 bin çift parmak arası terlik üretiliyor.

Geçen 2 Temmuz’da Reuters şöyle bir haber verdi: Amerikan stil guruları, parmak arası terliklerin kadınların kariyerine zarar vereceği konusunda uyarıyor. Ve aynı zamanda ayaklarına da. Çünkü hekimlere göre bunlar topuk ve baldırlara destek sağlamadığı için ağrılara, ayrıca mantara ve bakteriyel enfeksiyonlara yol açabiliyor. Ayağı çarpmalara karşı korumuyor ve insanın dengesini de bozuyor.

Reuters’in New York Bürosu bu haberi, Old Navy ve Gap’in yaptığı online anketin sonucuna dayanarak hazırlamıştı. Anketten çıkan sonuca göre kadınların yüzde 31’i parmak arası terlikleri yazlık gardırobunun vazgeçilmez bir parçası olarak görüyordu.

Ajansın stil gurusu diye tanımladığı, ayağa ne giyilir ne giyilmez türünden kitap yazmış bütün bilirkişiler de "Sakın iş yerine terlikle gitmeyin. Terlik plajda giyilir, ofiste değil. Sonra size iyi gözle bakmazlar" diye parmak sallıyordu.

Reuters’in bu haberi Çin’den Nijerya’ya, Yeni Zelanda’dan Dubai’ye birçok ülkede, adı sanı duyulmuş duyulmamış, onlarca gazetede yayınlandı. Sonra baktım Washington Post’ta da aynı sert uyarıları içeren, benzer bir yazı çıktı. Derken The Independent ve The Guardian da aynı "probleme" parmak basan geniş yazılar yayınladılar.

RAHAT KIYAFET VERİMİ ARTIRIR

Tanrım o ne panikti öyle. Hepsi de genç kadınların kariyeri mahvolacak diye endişeleniyordu. Uyarıları haklı çıktığı takdirde, gizli bir zevk duyacakları hissine kapılmadım değil.

Reuters’e konuşan, ayakkabınız sizi nasıl ele veriyor gibi bir başlık taşıyan kitabın yazarı Meghan Cleary, "Ayakkabı kadının ruh halini yansıtır. Parmak arası terlikler ise gevşediğiniz ve tatilde olduğunuz izlenimi verir. Bu ofis ortamında iyi bir mesaj değildir" diyordu.

Bence gayet iyi bir mesaj. İnsanın gevşeyip rahat rahat çalışmasında ne sakınca var. Hem İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, iş yerinde rahat giysilerle dolaşmak verimi artırıyormuş. Her beş firmadan dördü, aşırı sıcakları da dikkate alarak hafif giyim politikası izliyormuş. Ayaklara hiç ilişmeyen parmak arası terlikler de rahat olduğuna göre, demek ki onlar da verimi artıran nesneler kategorisine giriyor.

Ancak herkes meseleye bu gözle bakmıyor işte. Washington Post’ta "Bu terliklerin trak trak sesi beni deli ediyor" diye yazan Mary Ellen Slayter, "Parmak arası terlik rahatsa, pijama ve bornoz da rahat. Bari ofise pijama ve bornozla gelin" diyor. Modadan anlamayan bir haminne olmadığını kanıtlamak için henüz 28 yaşında olduğunu ve iş çıkışı gayet deli dolu giyindiğini belirttikten sonra sınıf mümessili edasıyla şu satırları döşeniyor:

"Ne giydiğimiz seni ilgilendirmez demeyin. Bu konuda itirazı olan daha önemli insanlar var: Amirleriniz. Onların hepsi de yetişkin; iş ortamında ya da mülakat sırasında ne giydiğinize dikkat ederler. Eğer iyi bir işte çalışmak istiyorsanız, doğru dürüst ayakkabılar giyin. Parmak arası terlikler sizin henüz olgunlaşmadığınızı, profesyonel olmadığınızı gösterir. Ayrıca parmak arası terliğe kaç para harcadığınız da önemli değildir. İster tasarım olsun, isterse Wal-Mart’tan almış olun, fark etmez."

ŞÖHRETLER GİYDİ ŞÖHRET OLDU

Ayakkabı ve aksesuvarda trend tahminlerinde bulunan New York merkezli Committee of Colour and Trends adlı kuruluşun başkanı Ellen Campuzano’ya göre parmak arası terliklerin ömrü tükenmek üzere. Bu tür trendlerin beş senede geçtiğini, parmak arası terliklerin de artık daha fazla yayılamayacağını ve gelecek yaz başka bir trendle karşılaşacağımızı söylüyor.

Parmak arası terliklerin tahta olanları Japonya ve Hindistan’da yüzyıllardır giyiliyor, lastik versiyonları ise ilk kez İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yeni Zelanda’da seri olarak üretiliyor. Skellerup adlı firma, bizim 60’lı yıllardan itibaren "tokyo" dediğimiz bu terlikleri "Japon sandaleti" adı altında pazarlıyor.

MODANIN MCDONALD’S’I

Bugün moda olan terliklerin yükselişi ise 2000 yılında başlıyor ve sektörün global liderliğini de Brezilya firması Sao Paulo Alpargatas SA elinde tutuyor. Brezilyalı köylülerin bile giymeden önce iki kez düşündüğü, bu ülkede taş çatlasa dört dolara satılan parmak arası terlikler, beş yıl içinde bir global başarıya dönüşüyor. Portekiz dilinde "Hawaili" anlamına gelen "Havaianas" terliklerin şöhrete kavuşmasında Jennifer Aniston, David Beckham, Kate Winslet, Beyonce Knowles ve Gisele Bundchen gibi şöhretlerin ayaklarında görünmesi de rol oynuyor. Yavaş yavaş plajlardan caddelere doğru taşınıyor, yeryüzüne inanılmaz bir şekilde yayılıyorlar. Brezilya’da ilk kez 1960’larda piyasaya çıkan terliklerin çifti, ucuz iş gücüyle 50 cente mal edilip, Londra ve New York’taki butiklerde fiyatı 30-40 dolara kadar çıkabiliyor. Şirketin global satışları geçen yıl 158 milyon çifti buluyor ve bir zamanlar pek moda olan Birkenstock takunyaların yerini alıyor.

Ancak parmak arası terliklerin baş döndürücü başarısı herkesi etkilemiyor. İngiliz moda eleştirmeni James Sherwood, "Hangi şöhret giyerse giysin, bunlar çirkin, kullan-at cinsi nesneler. McDonald’s’ın moda alanındaki versiyonu" diyor. Züppe Brezilyalılar da "köylü terliği" diye bunları küçümsüyor ve daha beş yıl öncesine kadar kendini bilen bir kentlinin parmak arası terlikle işe gitmediğini söylüyorlar.

Terliklerin ucuz emekle üretilip pahalıya satılması da bir başka sorun. Uluslararası Tekstil ve Deri İşçileri Sendikaları Federasyonu Başkanı Neil Kearney’e göre, Brezilya ayakkabı endüstrisi iş sağlığı ve güvenliği alanında yetersiz olduğu gibi perakendecileri ve ikmal zincirini de denetlemiyor. Brezilyalı işçilerin, ayda 150 dolar asgari ücretle haftada 44 saat çalışarak ürettiği terlikler piyasada azami fiyatla satılıyor. Ne kariyer bahanesi, ne sağlık tehlikesi, bence parmak arası terlikte tek sorunu, bu uçurum oluşturuyor işte.
Yazının Devamını Oku

Meğerse kenelerin hepsi sekiz bacaklıymış

29 Temmuz 2006
Türk’ün hayal gücü, siyonist komplo teorileri üretmekte Ortadoğulular ile yarışmaya başladı. Kırım Kongo Kanamalı Ateşi’ne yol açan "sekiz" bacaklı kenelerin Gerede’ye İsrailli kadın ajanlar tarafından getirildiği iddiası, Arap kökenli komplo teorileri kadar sofistike. İsrail’in, Mısırlı erkekleri kısırlaştırmak için radyasyon yayan nükleer kemerler sattığı; ya da Filistinli kadınları azdırmak için afrodizyaklı çikletleri piyasaya yaydığı söylentileriyle rahatlıkla yarışabilir.

Geçen yıl hayata veda eden mizah yazarı Efraim Kişon’un meşhur listesinden birkaç alıntı; "İsrail, Irak’tan füze, Lübnan’dan bomba, Gazze’den intihar saldırıları ve Suriye’den roketler yemesine rağmen, üç odalı bir dairenin, Paris’teki bir daireden daha pahalı olduğu tek ülke...

O, saygıdeğer bakanın gömleğinin üst düğmelerini açarak dolaştığı ama yanında takım elbise giyen kişinin şoför olduğu tek ülke...

O, uçan roketler için yazılımı kolayca bulabileceğiniz, ama çamaşır makineniz bozulduğunda 1 hafta tamiri için beklediğiniz tek ülke...

O, yeni bir kızla tanıştığınızda ilk olarak orduda nerede görev yaptığını sorduğunuz ve buna göre sizden daha mı savaşçı olup olmadığını değerlendirdiğiniz tek ülke...

Bu listeye şunu da eklemek gerekiyor:

O, hakkında en fazla komplo teorisi yazılan ülke...

Ortadoğu, İsrail’e dair şer söylenceleri bakımından çok zengin. İsrail’in Araplara karşı gizli tezgahları saymakla bitmez. Mısırlı’nın soyu kurusun diye, erkeklerin belden aşağısına radyasyon yayan nükleer kemerlerden tutun da, Gazze’deki Filistinli gençlere AIDS virüsü bulaştırmaya kadar her dedikodu mevcut.

ŞER DEDİKODULARINDA TÜRKİYE DE İDDİALI

Şimdi Türkiye’de de, İsrail kökenli komplo teorileri üretmekte Ortadoğu ülkeleriyle bir yarış hali hakim.

Sözü şu sekiz bacaklı kene meselesine getirmeye çalışıyorum. Türkiye’de 21 kişinin ölümüne yol açan Kırım Kongo Kanamalı Ateşi hastalığının kaynağını oluşturan sekiz bacaklı kenelere.

İddiaya göre, bu sekiz bacaklı keneler, turist kisvesi altındaki İsrailli kadınlar tarafından Bolu’nun Gerede ilçesine getirilmiş bulunuyor.

Saadet Partisi Bolu İl Başkanı Abdullah Uzun, her hafta salı geceleri 15-20 araçla Esentepe bölgesine gelen, tek tip elbise giymiş 40-50 kişilik İsrailli kadın gruplarının, kene vakalarıyla yakın bağı olabileceğini ileri sürüyor. Biyolojik saldırı ihtimali nedeniyle Sağlık Bakanlığı’ndan araştırma yapılmasını istiyor. Partinin yayın organı Milli Gazete de "Bunlar Mossad ajanı mı?" diye sür manşet atıyor.

GEREDE’DE İŞGAL İÇİN İNTİBAK EĞİTİMİ Mİ

Bölgede kamp kuran kadın gruplarının "esrarengiz" ziyaretleri, İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Türkiye’ye gelmesinden sonra başlıyor. Saadet Partili Uzun, bu grupların bölgeye hangi amaçla geldiklerini ve yetkililerin bu kişilere neye dayanarak izin verdiğini de öğrenmek istiyor ve şu soruları yöneltiyor:

"İsrail’deki çöl şartlarına uyumlu olan kişiler Büyük Ortadoğu Planı gereği işgal ettikleri ve edecekleri diğer İslam ülkelerindeki dağlık ve yeşillik arazi şartlarına intibak eğitimi mi yapıyorlar? Bu kafileler neden şehir merkezlerini ziyaret edip camilerin fotoğraflarını çekmiyor ve Esentepe’de yıldızlı otel olduğu halde, neden çadırlarda kalıyorlar?"

Saadet Partililer bu soruyu çok mantıklı buluyor olabilir ama, İsrail’e çöl şartlarının hakim olduğunu söylemek zor. İşgal için intibak eğitimi yapabilecekleri dere kenarlı, yeşillikli araziler kendi memleketlerinde de mevcut. Bunun için Türkiye’ye gelmelerine gerek yok.

Abdullah Uzun, Esentepe’de kene ısırığı kaynaklı bir ölüm vakası meydana geldiğini belirtip şu meseleye dikkat çekiyor: "Gerede ilçemizde bulunan keneler altı ayaklı ve zehirsizdir. Fakat bu kene sekiz ayaklı ve zehirlidir. Acaba ilimizde türü olmayan sekiz ayaklı zehirli keneler havadan mı Gerede’ye gelmiştir?"

URFA’DA DOĞURUYORLAR NASIL DA FOS ÇIKMIŞTI

Uzun, çok esrarlı bir noktaya parmak basıyor gibi görünse de, kene literatürünü araştırınca, bu hayvanların zaten sekiz bacaklı olduğunu öğreniyorsunuz. Örümcek (arachnida) familyasına ait eklembacaklı bu canlıların larvası altı bacaklı, nimfe ve ergin hali de sekiz bacaklı oluyor. Yani her kene eninde sonunda sekiz bacağa kavuşuyor. Ve kenelerin, altı bacaklı böcek familyasıyla bir ilişkisi bulunmuyor.

İki yıl önceki Şanlıurfa hikayesini hatırlarsınız; İsrailli kadınların kitleler halinde Şanlıurfa’ya gelip İtalyan Hastanesi’nde doğum yaptıklarına dair haberler yayılmıştı. Bu haberlerin kaynağı ise Büyük Birlik Partisi’ydi. GAP topraklarını ele geçirme planı çerçevesinde İsrailliler hem buralardan toprak alıyordu, hem de kadınlar gelip çocuklarını doğuruyordu. Doğum belgelerinde "Türkiye-Şanlıurfa" yazan bu çocuklar ileride gelip arazilerine konacaklardı. Ancak sonra ortaya çıktı ki, ortada ne İtalyan hastanesi vardı, ne yabancılar tarafından satın alınmış topraklar, ne de İsrailli bebeklere verilmiş doğum belgeleri.

Şanlıurfa’da bir İtalyan hastanesi bulunmadığı gibi İsrail tarafından biyolojik silah olarak geliştirilmiş özel bir sekiz bacaklı kene türü de bulunmuyor.

Saadet Partili Uzun’un şüphelendiği kadın turistler de İsrail firması Geographical Tours ve Türkiye’den Pastoral Turizm Equinox Travel şirketinin, Gerede-Safranbolu-Amasra-Cide-Pınarbaşı-Ilgaz güzergahında arazi araçlarıyla düzenlediği "Queen Of The Black Sea" isimli yarışmanın katılımcıları. Araç kullanma, takım oyunu ve yön bulma becerilerine yönelik bir macera yani.

HORMONLU ÇİKLET FUHUŞ VE SATANİZM

Ortadoğu’ya hakim olan siyonist komplo teorilerinin çoğu, bağımsız araştırmalarda sahte bir belge olduğu kanıtlanan "Sion Bilgeleri Protokolleri"ne dayanıyor. Yahudilerin, Darwinizm’den Marksizm’e, pornografiden beyin yıkamaya, savaş ve ekonomik kriz çıkarmaya kadar her türlü aracı kullanarak dünyayı ele geçirme planının kanıtı olarak 20. yüzyılın başlarında yayılmaya başlayan bu belge aslında Çarlık Rusyası gizli polisinin komplosuydu ve Bolşevik hareketi içindeki faaliyetlerinden ötürü Yahudilerin katline zemin hazırlamayı amaçlıyordu. Ancak zaman içinde Sion Protokolleri birçok dile çevrildi, Hitler tarafından Yahudi soykırımını meşrulaştırmak için kullanıldı, bizzat bir komplo ürünü olan Protokoller, siyonist komplo için referans oldu.

Sion Protokolleri halen birçok ülkede satılıyor ama, Ortadoğu’da bestseller listelerinde. Filistin’de iktidara gelen HAMAS örgütünün kuruluş bildirgesinin 32 maddesi de "Siyonistler, Protokollere göre masonik örgütlenmeler aracılığıyla Nil’den Fırat Nehri’ne kadar yayılmayı amaçlıyorlar" diyor.

Sion Protokolleri birçok Arap ülkesinde ders olarak okutuluyor ve İsrail’in dünyayı ele geçirme planının parçaları olan komplo teorileri üredikçe ürüyor. Bu komplo teorileri özellikle, Arap-Yahudi uzlaşmasının temellerini atan Mısır’da yoğunlaşıyor. Arap dünyasındaki her türlü müsibetten sorumlu olan İsrail, AIDS virüsü dahil çeşitli ölümcül hastalıkları ve fuhuşu yayıyor, Arap gençlerini uyuşturucuya ve satanizme sürüklüyor.

Geçtiğimiz yıllarda Mısır’da yayınlanan gazetelerin tamamı İsrail’in zehirli sebze-meyve ihraç ettiğini, kanserojen gıdalar yüzünden lösemi vakalarının arttığını; Filistinli kadınları baştan çıkarmak için hormon enjekte edilmiş çikletleri piyasaya yaydığını, Müslüman ve Hıristiyan çocukları kaçırıp bunların kanlarını ayinlerde kullandığını yazdılar. İran’ın Seher 1 Televizyonu "Zehra’nın Mavi Gözleri" adlı belgesel dizisinde İsrail’in Filistinli çocukların gözlerini ameliyatla aldığını da iddia etti.

Mısır kaynaklı söylentilere göre Filistin’de ele geçirilen afrodizyaklı çikletlere Kahire’deki bir laboravutarda yapılan testler sonucunda yoğun miktarda projesteron hormonu tespit edildi. Bu hormon kadınları azdırıyor ve hamileliği önlüyordu. Filistin yönetimi sadece El Halil’de 200 ton çiklete el koydu. Washington Post’un haberine göre İsrail’deki İbrani Üniversitesi’nden bir uzman da bu çikletleri analiz etmiş ve negatif sonuç almıştı. Ancak Filistinliler hormonlu çikletlerin varlığına inanmaya devam ediyordu. Gazete bir Filistinli’nin şu görüşünü de aktarıyordu:

"Mars’a uzay aracı göndermek mümkün olduğuna göre cinsel hormonlu çiklet imal etmek de mümkündür. Ne de olsa savaştayız..."

İran ve Arap dünyasında komplo teorilerinin top 5’i

1- Amerikalı askerler Iraklıların organlarını çalıyor. Suudi, Suriye ve İran basınında yer alan haberlere göre çeşitli organları alınmış on binlerce ceset bulundu. ABD, böbrek başına 40 dolar alıyor, tek gözün fiyatı da 25 dolar. (Aynı tema, Kurtlar Vadisi Irak filminde de vardı.)

2- Filistin lideri Yaser Arafat’ı İsrail öldürdü. Ariel Şaron, aşçılarını satın alarak Arafat’ı zehirledi.

3- Yahudiler, Kuran’ı değiştiriyor. Kuveyt’te yayınlanan Arab Times gazetesine göre Yahudiler, gerçekleri gizlemek için Kuran’daki bazı ayetleri değiştirip, bazılarını tamamen çıkararak piyasaya sürüyor.

4- Beslan katliamını Yahudiler yaptı. Ortadoğu’daki birçok yayın organı, Beslan okul katliamının ardında Çeçenlerin değil, İsrail’in bulunduğunu iddia ediyor.

5- İsrailli astronot İlan Ramon, Irak’la ilgili uzaydan bilgi toplamak ve Saddam’ın biyolojik silahlarına karşı yeni yöntemler geliştirmek üzere Columbia ekibine katılmıştı. Sonra İsrail ve Amerika, dikkatleri Ortadoğu’dan uzaklaştırmak için uzay mekiğini patlattılar.
Yazının Devamını Oku

Hayatın, savaşların ve felaketlerin Leitmotif’i beyaz plastik sandalyeler

22 Temmuz 2006
Şu anda belki dünyada milyonlarca insanın altında aynı sandalye var. O çok aşina beyaz plastik sandalye. Ben onlara "Papatya" diyorum. Çünkü hatırladığım kadarıyla Türkiye’de ilk çıkış markaları oydu. Her gün, dünyanın dört bir yanından onlarca haber fotoğrafı geçiyor önümden. Ve kimbilir kaç tanesinde o beyaz plastik sandalyelere rastladım. Karelere gizlice sızmış gibi, hiç çaktırmadan bir köşede duruyorlar. Ağır silahlarıyla gövde gösterisi yapan HAMAS militanlarının hemen yanı başında; Katrina’yı atlatmış bir felaketzedenin; Irak’ta az sonra ensesine kurşun sıkılacak tir tir titreyen bir rehinenin ve Nijerya’da Azra Akın’ın Dünya Güzeli seçildiği yarışma öncesinde güzellerin altında. Sanki bütün felaket sahnelerinin Leitmotif’i onlar. Güzellik yarışması felaket mi demeyin. O yarışma uğruna 200 kişi ölmüştü.

Paul Bremer’i hatırlar mısınız? Bir zamanlar Irak’ın kralı gibiydi.

Hele o meşhur fotoğraftaki hali.

Taze askerlerin Irak ordusuna kabul töreninde, kıtanın birkaç adım önündeki hükümdar edalı Bremer.

Ama o kral pozunu tamamlayan taht figürü, bir plastik sandalyeden ibaretti.

O beyaz plastik sandalye.

Çay bahçelerinde çıplak, sayfiye balkonlarında yastıklı, sünnet düğünlerinde kurdeleli elbise giydirilmiş, şehirlerarası otobüslerin çay molası verdiği "dinlenme tesislerinde" kirlice halleriyle, sanki amip gibi bölüne bölüne çoğalarak yayılan o beyaz plastik sandalyeler.

Yekpare, markası ne olursa olsun tıpatıp aynı beyaz plastik sandalyeler.

Sert plastik tabiatında olmadıklarında bacakları yanlara kaykılan beyaz plastik sandalyeler.

Ucuz ve kullanışlı oldukları için ebediyen onlarla birlikte yaşayacağımızı kafamıza dank ettiren beyaz plastik sandalyeler.

Sosyal sınıf farkı gözetmeksizin köy kıraathanesinden tatil köylerinin şık havuz başlarına, her muhite giren, Türklerin birleştirici unsuru Türk sandalyeleri.

ACILARIN SANDALYESİ

Ama sonra o fotoğraflar çıktı. Belki de hep var olmuşlardı da zorla gözüme gözüme girmeye başladılar.

Çözmeniz gerektiğini bilmediğiniz, ancak kendilerini göstermek için çırpınan bir esrarın parçaları gibi dağınık dağınık.

Trajedilerin yaşandığı her bölgeden gelen haber fotoğraflarında o beyaz şekil vardı. Zaman geçtikçe şeklin kontürleri netleşti ve beyaz plastik sandalyeye dönüştü. Evet, o bizim aşina olduğumuz sandalyeydi.

Uyarının netleşmesinden sonra zincirleme algı reaksiyonu başladı.

FKÖ’nün müteveffa lideri Yaser Arafat, bir Batı Şeria kasabasında İsrail operasyonu sonucu tarumar olmuş beyaz plastik sandalyeyi tutarken.

HAMAS’ın İsrail füzeleriyle öldürülen ruhani lideri Şeyh Ahmed Yasin, engelli olduğu için bir beyaz plastik sandalyede oturmuş namaz kılarken.

Nijerya’da, İslamcı radikallerin protesto eylemleri nedeniyle 200 kişinin canına mal olacak Dünya Güzellik Yarışması’nda adaylar beyaz plastik sandalyeler üzerinde otururken. (Yarışma finali sonra Londra’ya alındı).

ABD’nin Bağdat’taki sivil yöneticisi Paul Bremer, Iraklı askerlerin yemin töreninde, platform üzerindeki beyaz plastik sandalyeye kurulmuşken.

Yine Irak’ta bir intihar saldırısı sonrasında ceset parçaları toplanırken, inadına sapasağlam kalmış bir beyaz plastik sandalye kenarda dururken.

Amerikalı rehine Ronald Schulz, Irak’ta teröristler tarafından ensesine kurşun sıkılmadan önceki video görüntüsünde, beyaz plastik sandalye üzerinde korkudan tir tir titrerken.

Enstantaneleri biraz yakın zamana, Ortadoğu’da patlak veren savaşa çekelim.

HAMAS tarafından kaçırılan İsrail askeri Gilad Şalit’in babası, beyaz plastik sandalye üzerinde şaşkın vaziyette otururken.

Sokakta gövde gösterisi yapan HAMAS militanlarının arkasında beyaz plastik sandalye görünürken.

EN YAYGIN, EN UCUZ

Hizbullah füzelerinden kaçtıkları için sığınakta yaşayan İsrailliler, çoluk çocuk beyaz plastik sandalyeler etrafında toplaşmışken.

Ama aynı zamanda Bora-Bora’daki turistler, sığ suyun içine kurulmuş masada beyaz plastik sandalyelere oturmuş ızgara ıstakoz yerken...

Çünkü onlar her sınıfsal ortama sızan sandalyeler.

Biraz araştırdım; bu beyaz plastik sandalyeler, gizli bir kardeşlik cemiyetinin üyeleri gibi dünyanın her tarafını sarmış durumdalar.

Amerika ve Meksika’dan, Vietnam, Malezya, Afganistan ve Pakistan’a, Afrika ülkelerine, haber karelerine girmeyen yerlerde de hayatın doğal parçası haline gelmişler.

Sadece fotoğraflarda değil, canlılarına da tanık oldum. Chicago’da Navy Peer’de, İsrail’de kır lokantalarında, Malaga’daki kafelerde...

Onlar yerkürenin en yaygın, en ucuz oturma araçları. Belli bir markayla anılmadıkları için çok göze batmayan, rengi solmayan, kolay kırılmayan, tuzlu sudan, klordan zarar görmeyen, hafif olduğu için pek portatif evrensel sandalyelerimizin fiyatı bazı ülkelerde topu topu 1 dolar.

İmal edildikleri ülkeler; Rusya, Avustralya, Tayvan, Meksika, ABD, Fransa, Avusturya, Fas, İsrail, Çin, tabii ki Türkiye ve diğerleri.

ZEVKSİZ VE SAKİL

Ucuz ve kullanışlı ama, kimilerine göre de umutsuz derecede zevksiz ve sakil. Peki ilk kim, ne zaman yapmış bunları? Tam olarak bilinmiyor, ancak 1970’lerin başındaki bir zaman diliminde Amerika’nın bir yerlerinde görünmüş ilk kez piyasada.

Sandalyeler ucuz olmasına ucuz ama, polipropilen sınıfı plastikten monoblok gövdeleri imal eden enjeksiyon kalıplama makineleri pahalı. Fiyatı 1 milyon dolar civarında.

Amerikalı imalatçılar bir makineyle bir milyon sandalye yaptıktan sonra bunu Afrikalı bir üreticiye 50 bin dolara elden çıkarıyorlar. O da bir milyon kadar sandalye yapıyor. İşte böyle çoğalıyorlar.

Peki dünyada bunlardan kaç adet satılıyor? Bilmiyorum. Ama, Coca-Cola ile gizli bir rekabet içine girdiklerinden şüpheleniyorum.
Yazının Devamını Oku

Bireysel silahsızlanamıyorsanız en azından balık yiyin

1 Temmuz 2006
Türkiye’de yılda kişi başına düşen balık miktarı 9.7 kilo, yani çok düşük. Bir yılda ateşli silahlarla öldürülen insan sayısı ise 3 bine yakın. Bu iki istatistiğin birbiriyle ne alakası var? Bir teoriye göre balığın içerdiği Omega 3 yağ asidi, insanda şiddet dürtüsünü bastırıyor. Aklını güzelleştiriyor. Teori doğru olmasa bile biraz daha fazla balık yemekten bir zarar gelmez.

Bir ülkenin kıyıları Baltık Denizi boyunca uzanıyorsa, o memleketin insanları bol bol balık yer diye düşünüyor insan doğal olarak. Mesela Letonya, Litvanya ve Estonya’da... Ya da bir ülkenin hem Akdeniz ve Karadeniz’i, hem de Marmara ve Ege’si varsa, teorik olarak o memlekette balık tüketiminin de yüksek olması gerekiyor. Mesela Türkiye’de.

Fakat öyle değil. Gerek Baltık cenahı, gerekse Türkiye’de balık tüketimi yerlerde sürünüyor. Türkiye’de kişi başına yılda 9.7 kilo balık düşüyor. İlginç rastlantı; Letonya’da da 9.7 kilo. Litvanya’da 12 kilo, Estonya’da ise 15.6 kilo. Bu üç ülkede tüketimin düşük olmasının nedeni, fiyatların pahalılığı ve ucuz balıkların yerini somon gibi daha pahalı cinslerin alması. Türkiye’de ise pahalılık bahane, tüketim düşüklüğünün esas nedeni kırmızı et düşkünlüğü.

ÇOK BALIK, AZ CİNAYET

Onca denize nazır memleket varken, neden fındık kadar üç ülkeyi örnek gösteriyorum? O küçümen, kendi halinde Baltık ülkelerinde cinayet rakamları çok yüksek de ondan. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2002 raporuna göre bu ülkelerde her 100 bin kişide ortalama 10 kişi cinayete kurban gidiyor. Türkiye’deki oran ise her yüz bin kişide 2.3 kişi. Yani Baltık kıyılarına göre çok daha güvenli yaşıyoruz.

Acaba Türkiye ve Baltık ülkelerinde daha fazla balık yenseydi, daha az cinayet işlenir miydi? Bir İngiliz araştırmasına göre bu mümkün. Şiddet eğilimi ve saldırganlığın yetersiz beslenmeden kaynaklandığı hipotezinden hareket eden araştırmacılar, 2002’de bir cezaevinde deneme yapıyorlar. Burada beynin terbiyesi biraz Otomatik Portakal bir durum yaratıyor ama denekler gönüllü. Kimseye zorla balık yedirilmiyor. Omega 3’le saldırgan davranışlar törpülenir mi, ona bakıyorlar. Oxford Üniversitesi’nden Bernard Gesch, 231 gönüllü seçiyor ve grubun yarısına placebo, diğer yarısına Omega 3 yağ asidi ve takviye vitaminler veriliyor. Bir süre sonra takviye alan mahkûmlarda anti sosyal davranışların üçte bir oranında azaldığı gözleniyor. Placebo verilen grubun davranışlarında ise değişiklik olmuyor.

Bir başka araştırma da Finlandiya’da yapılıyor. Şiddet içeren suçlardan hüküm giymiş mahkûmlarda Omega 3 seviyesinin, sağlıklı insanlara göre daha düşük olduğu tespit ediliyor. Çünkü Omega 3 beynin ön kısmındaki nöronların büyümesini sağlıyor ki, beynin bu bölümü, ani davranışları kontrol ediyor. Yeterli miktarda yağ asidi varsa davranışlar dengeleniyor.

Ancak Omega 3’lü beslenmeden ille de şiddeti düşürmesini beklememek gerekiyor. Başka gıda kaynakları da burada etmen olabileceği gibi, aklı sadece yemekle değil, eğitimle de güzelleştirmek gerekiyor. İngiltere’deki araştırmayı yürüten Gesch’e göre, azılı suçluların önüne balık ve sebze atarak ehlileşmelerini beklemek yeterli değil.

TEORİYİ DOĞRULAYANLAR

Ayrıca bilimin suçluların eline savunma silahı vermesi gibi bir tehlike de mevcut. "Twinkie savunması" diye meşhur bir vaka var. 1979’da ABD’de görülen davada katil zanlısı Dan White’ın avukatı, içi kremalı twinkie çörekleri ve kolanın, müvekkilinin akli dengesini bozduğunu iddia ediyor. Sonunda White cinayetten değil, adam öldürmekten hüküm giyiyor. Sonra da intihar ediyor.

Omega 6 yağ asitlerinin insanı saldırgan yapabileceği yönünde bir teori de var. ABD’de, 1961-2000 yılları arasındaki cinayet istatistikleri ile Omega 6 içeren bitkisel yağların tüketim oranı karşılaştırılıyor. Omega 6 tüketimindeki artışla cinayetlerdeki artışın başa baş gittiği tespit ediliyor. Tabii bundan "Omega 6 insanı katil yapar" sonucu çıkmıyor. Ancak dikkat çekici bir paralellik var.

ABD’nin Omega 3 profiline gelince; kişi başına düşen balık miktarı yılda 20 kilo. Bir yılda cinayete kurban giden insan sayısı ise 100 binde 5.64. Dünyanın cinayet şampiyonu Kolombiya. Her 100 binde 63 kişi cinayete kurban gidiyor. Kişi başına düşen yıllık balık tüketimi ise çok düşük; 3.3 kilo. Teoriyi doğrulayan bir örnek.

Japonya örneği ise teoriyi darmadağın ediyor. Orası, dünyanın en fazla balık tüketilen ülkesi. Adam başına yılda 60 kilo düşüyor. Cinayet rakamları da fena değil. Her 100 bin kişiye düşen maktul sayısı 0.6. Bu iki istatistik teoriyi destekler gibi görünse de öyle değil. Japonya aynı zamanda dünyada intihar yüzdesinin en yüksek olduğu ülke. Her 100 bin kişide 14 kişi intihar ediyor. Yani Japonlar başkalarını değil, kendini öldürüyor. Ve intihar da bir şiddet biçimi.
Yazının Devamını Oku