28 Ekim 2006
Metal dinleyicisi değilim. Dolayısıyla, Ermeni kökenli Amerikan alternatif metal grubu System of a Down’ın müziği ile de ilgilenmem. Ancak grubun soykırıma odaklanmış siyasi uğraşı hepimizi ilgilendiriyor. ABD Yönetimi’nin soykırımı tanıması için Kongre’ye kadar uzanan topluluğun Türkiye karşıtı kampanyasını anlatan "Screamers" adlı belgesel, önümüzdeki aralık ayında Amerika’da vizyona giriyor. Film "Modern çağ soykırımlarının ve soykırım inkárının izini süren belgesel" diye tanıtılıyor.
Elif Şafak’ın 301’lik kitabı Baba ve Piç’te, roman kahramanını Türklüğe hakaret etmekle suçlamaya kalkışmadığınız takdirde şöyle bir tablo çıkar ortaya:
Türkler, Osmanlı geçmişiyle bağlarını koparmış, bir unutuş yolunu seçmiştir. Kitlesel bir hafıza kaybı içinde yaşamaktadırlar. Diaspora Ermenileri ise kuşaklar boyu Türklere karşı kin ve nefretle yoğrulmuş, beyinleri dogmatik bir şekilde soykırım fikriyle beslenmiştir. Türk düşmanlığı, onların kimliğini belirleyen bir motiftir. Onların ortak paydası ve var oluş nedenidir.
Kurmacanın kendi realitesi içinde roman kahramanları, soykırım iddiasını bütün bildik argümanlarla ortaya koyarlar.
Hepsi de İstanbul kökenli Ermeni ve Rum ailelerin torunları olan, iyi eğitim görmüş bir grup Amerikalı, internette Cafe Constantinopolis adlı sohbet odasında buluşup, kimliklerini belirleyen Türk düşmanlığı üzerinden görüşlerini paylaşırlar.
Sonra romanın başkahramanlarından Armanuş, köklerini aramak üzere (chat grubundakilerin savaş muhabiri olarak) İstanbul’a gider ve tahayyülündekinden çok farklı bir dünya ile karşılaşır. Aile ve arkadaş ortamında beslendiği fikirlerle oluşan dünya görüşü sarsılır. "Soykırım retçisi" diye damgaladığı Türkler ile benzerliklerini keşfeder.
Sonra chat grubundakilerden biri şu tespiti yapar: "Diasporada Türklerin soykırımı kabul etmesini asla istemeyecek olanlar var. Türkler soykırımı kabul edecek olurlarsa ayağımızın altındaki halıyı çekip, bizi bir arada tutan en güçlü ve belki de tek bağı ortadan kaldıracaklardır."
ROMANDAKİ FORUM GERÇEK OLDU
Son günlerde, aynı romandaki gibi bir internet forumunda Ermeni kökenli Amerikalıların yazdıklarını ve bunlara Türkiye’den verilen cevapları izliyorum. Forum, Ermeni kökenli dört Amerikalıdan oluşan metal grubu System of a Down’a (SOAD) ait. "Türkiye soykırımı kabul et" kampanyası yürütüp, konserlerinde Türkiye’ye küfreden grubun sitesindeki forumda yazışanlar, roman kahramanları gibi entelektüel değil, ancak beslendikleri kaynaklar aynı. Grubun söyleminden de etkilenen diaspora gençleri, artık klişeleşmiş suçlamaları savurduktan sonra "Türkiye özür dilesin" diyorlar.
Grubun müziğini gerçekten sevdiği anlaşılan Türk gençlerinden giden mesajlar ise alabildiğine hüzünlü. "Biz barbar değiliz, soykırım yapmadık, bizden nefret etmeyin" satırları dökülüyor. "Gelin Türkiye’ye, burası özgür bir ülke, yakından tanıyınca bizi seveceksiniz" diyorlar. "Bizden özür beklemeyin. Çünkü, sonra para ve toprak da isteyeceksiniz" diye yazanlar da var.
Derken sürpriz bir Estonyalı çıkıp şöyle yazıyor: "Türkleri de Ermenileri de (diasporadan olmayanlar) seviyorum. Bu konu inanın iki tarafın da umurunda değil. Biraz yoksul ama, mutlular. SOAD’ın Türkiye’de konser vermesini istiyorum. Türkiye’de çok SOAD hayranı var. Dostluk açısından iyi olur."
SOYKIRIM HÁLÁ DEVAM EDİYOR MU?
Web sitesinde dünyaya Ermeni davasına destek çağrısında bulunan grubun üyelerinden John Dolmayan ve Serj Tankian, geçen nisan ayında Washington’a giderek, Türkiye’nin Ermenilerden özür dilemesi için Kongre’de lobi de yaptılar. O Kongre ziyareti sırasında bir belgeselden parçalar da gösterildi.
Kongre üyelerinin parçalarını seyrettiği "Screamers" (Çığlık Atanlar) adlı belgeselin yönetmeni Carla Garapedian. Film 8 Aralık’ta, Ermenilerin yoğun bir şekilde yaşadığı Los Angeles’ta vizyona giriyor. Amerikan Film Enstitüsü’nün, 1-12 Kasım tarihleri arasındaki uluslararası film festivali AFI Fest’te de dünya prömiyeri yapılacak.
Film "modern çağ soykırımlarının ve soykırım inkárının izini süren belgesel" diye tanıtılıyor" Belgeselde SOAD’ın konser görüntüleri ve grup üyeleriyle yapılmış röportajlar var.
Bu röportajlarda grup üyeleri neler söylüyor bilmiyorum. Ancak Lübnan kökenli Dolmayan, ABD basınında çıkan söyleşilerde şu fikri işliyor: "Türkiye’nin o korkunç trajedide üstlendiği rolü kabul edip özür dilemesi gerekiyor. Bir düşünün, Almanlar Holokastı inkár etseydi neler olurdu. Biz doğrudan Türk insanını suçlamıyoruz. Çünkü onlar doğdukları günden itibaren, soykırım olmadığına inanıyorlar. Soykırım sırasında birçok Türk, kendilerini riske atarak Ermenilere yardım etmişti. Bizler komşuyduk, birbirimize yardım ederdik. Atalarımız birbirine çok yakındı."
Dolmayan, Amerikalı siyasetçileri Türkiye’ye soykırım baskısı yapmaya ikna edebilmek için önlerinde çok uzun bir maraton olduğunu da söylüyor.
"Screamers" adlı belgeselin o maratona ne kadar katkısı olabilir bilmiyorum ama, bu filmin diasporanın kafasındaki dogmaları daha da güçlendireceği kesin. Çünkü Amerika’daki diaspora, soykırım ve Türk düşmanlığı ile beslenirken zaman ve mekán kavramını da kaybetmiş durumda.
SOAD’ın sitesindeki foruma yazılanlardan belli. Çocuğun biri soruyor: "Bu soykırım hálá devam ediyor mu? Eğer devam ediyorsa, olayı takip edebileceğim sitelerin adreslerini verebilir misiniz?"
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2006
Newsweek dergisi "Cool İstanbul" diye kapak yaptığında, bizim gazeteler haberi kapak fotoğrafıyla birlikte birinci sayfalarından vermişti. İtiraf ediyorum biz (dış haberler) atlamıştık. Her neyse, İstanbul’un gece hayatıyla saçtığı seksapel pek bir övünç kaynağı olmuştu. Orhan Pamuk da 32 yıldır İstanbul’u yazıyor, 40 dilde okunuyor ama, Nobel’i kendimize zehir etme meşguliyetinden kafamızı kaldırıp bir türlü bu zevkin tadına varamıyoruz. Başka kaç kalem, bir şehrin labirentlerine bu kadar dalmıştır bilmiyorum. Nobel almış başka bir şehir var mı, onu da bilmiyorum. Bu şehri, renkli hayatları için değil, o yıkık dökük hüznüne rağmen sevmek için bir anahtardır Orhan Pamuk.
Kendisini "İstanbulluyum" diye ifade edenlerle ilgili bir araştırma yapılmıştı. Şehirdeki en kalabalık İstanbullu olmayanlar topluluğunu oluşturan Sivaslılar, "Sivaslıyız" demiş, Rizelisi Tokatlısı derken, İstanbullular azınlıkla kalmıştı. Her 10 kişiden biri de, kendisini kesinlikle İstanbullu hissetmek istemediğini beyan ederek meydan okumuştu.
Şimdi İstanbullu olanlar ve "İstanbul’da oturanlar" için yeni bir hayat başlıyor. Artık topluca, Nobel’li bir şehrin insanlarıyız.
Orhan Pamuk’un Hatıralar ve Şehir’de harikulade bir şekilde tanımladığı, başka dillerde benzersiz ve tarifsiz hüznün de bir Nobel’i var.
Şehirlere ve kelimelere Nobel verilir mi?
Verilir. Nobel Komitesi, ödülün gerekçesinde "şehrin melankolik ruhundaki arayışından" bahsetmedi mi? Aslında Pamuk literatüründe hüzün ile melankoli arasında, birincisi kolektif, diğeri bireysel olduğu için derin bir ayırım var ve dış basındaki Nobel yazılarının çoğunda "melankoli"nin İstanbulca’sının "hüzün" olduğu Pamuk tarifiyle belirtiliyor.
Hüzün artık enternasyonal bir kavram. İngilizce egemenliğine nüfuz edebilmiş, düşünce ve edebiyat hayatının Almanca kavramlarıyla kıyaslıyorum ben hüznü. Aynı Leitmotif, Doppelgaenger, Weltanschauung, Das Böse gibi. Bir gün dünyanın değişik köşelerindeki yazarlar, aynı İstanbul’daki gibi ortaklaşa yaşanan bir oluşu, iki kültür arasında kıstırılmışlığı tarif ederken, daha isabetlisini bulamadıkları için "hüzün" kelimesini kullanacaklar.
Bir roman, romancının elinden çıktıktan sonra her okunuşta yeni bir eser olur. İstanbul, Orhan Pamuk’un zihninden her okunuşunda, farklı bir algıyla daha zengin bir İstanbul olur. Cevdet Bey ve Oğulları’nda, Beyaz Kale’de, Kara Kitap’ta, Benim Adım Kırmızı’da. Ayrıca Hatıralar ve Şehir’de.
İstanbul’da, dünyanın başka şehirlerinde kolayca rastlayamayacağınız, "çöp dökmek yasaktır, çimlere basmayınız, çiçekleri koparmayınız" levhalarını görmemek imkansızdır. Peki şehre nasıl davrandığımıza, onun nesnelerinden üçüncü şahıs olarak nasıl bahsettiğimize hiç dikkat ettiniz mi? Burada olumsuz bir çağrışımla "davranmak" derken, çokça rastladığımız vandalizm ya da pervasız bir hoyratlıktan söz etmiyorum.
İSTANBUL’DA YOL TARİFİ
Orhan Pamuk, Hatıralar ve Şehir’de, Dostoyevski’nin Cenevre’deki bir gözlemini şöyle aktarır: "En basit şeylere, hatta sokaktaki direklere bile çok güzel ve şahane şeylermiş gibi bakıyorlar." Dostoyevski, Batı’ya olan hiddetini, Cenevrelilerin şehirlerini bu kadar sevmelerine öfkelenerek dile getirir. Yaşadığı çevreyle gururlanan Cenevreli, "O şahane ve çok zarif bronz çeşmeyi geçtikten sonra" diye yol tarif eder. Oysa bir İstanbullu için yol tarifi, "Şu kör çeşmeden dön, yangın yeri boyunca sokaktan yürü" ifadesinden ya da her sokakta nişan olarak bulabileceğiniz bir bakkal dükkanı veya kahvehaneden ibarettir.
Çünkü büyük bir imparatorluğun geçmiş zaferlerinin artığı, yıkık dökük, acıklı eserlerle doludur İstanbul. Batı’nın yıkılmış büyük imparatorluklarından geriye kalan şehirlerinde ise tarihi anıtlar birer övünç kaynağıdır.
Ama o şehirlerde de kenarda köşede kalmış, keşfedilmeyi bekleyen esrarlı işaretler yoktur. O şehirler hem Batı’yı, hem de Doğu’yu barındırmaz. O şehirlerde odun sobalarının dumanından ıslak sokaklara sinen o koku da yoktur. Orhan Pamuk, İstanbul’un keşfedemediğimiz köşelerini, romanlarında zengin hayal gücüyle kurgunun içinde ya da Hatıralar ve Şehir’de olduğu gibi şehre yazılmış bir aşk mektubu şeklinde bize sunar.
ŞEHRİN PERSPEKTİFLERİ
İstanbul bir arka plan değil, eserlerin ana karakterlerinden biridir.
Pamuk bir gezgin değildir, bu şehre kök salmıştır, bu şehri yazar. Hem de şehrin kuytu köşelerine takıntılı olanların bile asla bakmadığı açılardan yaklaşarak. Mesela açık denizden Ahırkapı yönüne yaklaşırken İstanbul nasıl görünür, bilir misiniz? Bu şehrin insanı olmak, bu şehri sevmek ve dolayısıyla güzelliğini, iyiliğini istemek, çirkin binalar ve anıtlar yapmamak için bir anahtardır Orhan Pamuk.
Orhan Pamuk’un hayatımızı zenginleştirmesi, kendisini İstanbullu hissetmeyenler için bir anlam ifade etmeyebilir. Özellikle de onun bir vatan haini olduğunu düşünenler için.
Peki, bir İsviçre gazetesine söylenmiş bir cümleye Nobel verip, bir yazarın hayatının eserini o cümleye indirgeyelim. Hatta romanlarında Ermeni ve Kürt sorunundan bahsettiğini zannedelim. Ama hayatı boyunca hiç çalışmak zorunda kalmadığını yazmak, yazdığının Türkçe olmadığını iddia etmek, şerefsizlikle suçlamak, Avrupa’daki ciddi edebiyat çevrelerine göre yerinin en altta olduğunu söylemek, haksızlıktır.
"Ben yazdıklarını anlamıyorum, demek ki o iyi bir yazar değil" demenin bilimsel tarifi ise safsatadır. Kaynağında da anlayış kıtlığı, zeka kumaşında defo, kıskançlık ya da doğrudan okuma üşengeçliği vardır.
PINTER’İN SİYASİ NOBEL’İ
Nobel Komitesi’ne kızanlara ben de katılıyorum. Ama, kararından ötürü değil, Pamuk’un eserlerinde "kültürler arası çatışmaya dair yeni semboller bulduğunu" iddia ettiği için. Çünkü o eserlerde çatışma değil, kültürleri birbirine yakınlaştırma çabası vardır. "Çatışma" kavramını kaldırırsak, gerekçenin "kültürler arası örgü" kısmı doğrudur.
İşte bu noktada, "ödüle siyaset karıştı" iddiasıyla ilgili bir gerçeklik payı bulunabilir. Doğu ve Batı, İslam ve modernlik arasında yaşanan gerilime gönderme ve teröre karşı savaş nedeniyle kutuplaşmış dünyayı uyuma davet niyetine bir siyasi karardan söz edilebilir.
Ve bu da bizi geçen yılın Nobel Edebiyat Ödülü’ne götürür. Irak işgalini şiddetle eleştiren Harold Pinter’e verilen ödül, Pamuk’un ödülünden çok daha siyasi, çok daha taraflıdır.
Ama şu doğrudur, Nobel Komitesi’nin de dediği gibi, roman bir Batı icadıdır ve Orhan Pamuk çok güzel anlattığı hikayeleri, yer değiştiren karakterleri ve gerilimi ile Batı’nın edebiyat geleneğine göre fevkalade kurgulayıp, şapkadan tavşan çıkarmıştır.
TÜRK VE HİNT FİLMLERİ
Şimdi şapkadan yeni bir tavşan bekliyoruz. Kritiklerde satır aralarında rastladığım bir-iki ipucu vereyim. Orhan Pamuk, Newsweek’e verdiği mülakatta, yazmakta olduğu yeni kitabın Türk filmleriyle ilgili olduğunu, film seyredip, okuduğunu ve düşündüğünü anlatıyor. Yazarı şahsen tanıyan bir Hintli kalem ise Orhan Pamuk’u yeni yeni keşfetmekte olan Hintli okuru sevindirecek haberleri olduğunu söyleyip, "Yeni romanında, kendi çocukluğu ve gençliğinde Türkiye’de pek tutulan Hint filmleriyle ilgili bir şeyler de olacak. Bu filmlerin, Türk tarihi ve Türk hayat tarzını belirleyen hüzün duygusunu yansıttığını söyledi bize" diyor ve "hüznü", iki kültürün yaşam tarzı ve değerleri arasında kıstırılmış insanların derin melankolisi diye tercüme ediyor. Alman basınındaki bir yorumda ise Pamuk’un şu sıra, masumiyetin yitirilmesiyle ilgili bir aşk romanı üzerinde çalıştığı yazılı.
Yabancı basında Ermeni meselesinden soyutlanmış, edebiyat eleştirmenlerince kaleme alınmış çok güzel Nobel yazıları yayınlandı. Ancak siyaset bulaştırılmış yazılarda yer yer kantarın topuzunu kaçıranlar oldu. Orhan Pamuk’un romanlarında Ermeni meselesini yazan bir dava adamı olduğunu zannedenler, daha da ileri gidip "rejim aleyhtarı" (dissident) diye bahsedenler, Nobel’in Türkiye’nin suratına tokat gibi indiğini düşünenler çıktı.
Hayır sille filan yemedik, çocuklar gibi sevindik.
Çünkü şunu çok iyi biliyoruz ki, o hak edilmiş bir ödüldü. Yaşar Kemal’in dediği gibi "O çocuğun romanını sevdiler."
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2006
Yeni komplo teorimiz hayırlı olsun. Tohumculuk Yasa Tasarısı Meclis’ten geçince genetik modifikasyona uğramış tohumlar yasallaşacak ya, işte gürültü orada kopuyor. GM ya da Türkçe’de GDO denilen bu gıdalara dünyanın her yanında şüpheyle bakılıyor. Hatta garabetinden ötürü "Frankenstein gıdaları" bile deniliyor. Çoğu bilim adamı da karşı çıkıyor. Ancak bizdekine benzer komplo teorilerine pek az rastlanıyor. İnternette dolaşan bir uyarı mesajına göre GDO’lar erkeklerin tohumlarını kurutacak, kadınlar Yahudi sperm bankalarından alınan numunelerle tüp bebek doğuracak.
Yanlış anlaşılmasın. Genleriyle oynanmış gıdaları katiyen savunmuyorum. Bunları yemeye de hiç hevesli değilim. Ama, bu gıdaların tohumları yüzünden Türk erkek neslinin tohumsuz kalacağına, kadınların Yahudi tohumlarıyla suni dölleneceğine inanmaya niyetli de değilim.
Fakat durum ciddi. Dedikodu almış yürümüş durumda. Tohumculuk Yasası Meclis’ten geçince, "İsrail tohumları" piyasayı ele geçirecek, erkeklerin tohumu kuruyacak, kızlar genleriyle oynanmış gıdalar yüzünden kısırlaşacak ve Türkler, Yahudi sperm bankalarından gelen bağışlarla üreyecekler. Sonrası bildik hikaye, GAP bölgesini ele geçirecekler... Aslında literatürde "İsrail tohumu" diye bir şey yok. GDO’lu üretim yapmaya yarayan tohumlar var. AB Uyum Paketi çerçevesinde hazırlanan Tohumculuk Yasası uyarınca GDO’lu (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) tohumlarla üretim mümkün olacak. Tasarı halen Meclis’te görüşülüyor.
TEMA Vakfı, Ziraat Mühendisleri Odası gibi kuruluşlar, GDO’ların insan sağlığına zararları ve yerli tohumların topraklarımızdan tamamen silineceği konusunda ciddi uyarılarda bulunuyor ve tasarının geri çekilmesini istiyorlar. Zaten her yıl iki milyona yakın GDO’lu mısır, soya, pamuk ve kolza kaçak olarak Türkiye’ye sokuluyor, bilmeden satın alınan ürünlerle evlere, sofralara geliyor.
Mail gruplarında dolaşan söylentiler ise insanı zıvanadan çıkaracak nitelikte: "Kızlar, bisküvilerde ve kolalı içeceklerde kullanılan GDO’lu mısır yüzünden yumurtlayamıyor. Kırsal kesimdekiler, başı kapalılar korkudan, adet göremediklerini ailelerine söylemiyorlar. Önce Amerikan beyaz buğday tohumu ve mısır geldi, her ilde art arda tüp bebek klinikleri açılmaya başladı. Tohumculuk yasası çıkınca bu kliniklere İsrail’den Yahudi tohumları gelecek. Şu anda dünyada İsrail tohumu kullanma yasası çıkartan ilk ülke işgal altındaki Irak, ikincisi de biz olacağız."
BİR ARADA OLAMAYIZ
Genetik modifiye gıdalara dünyanın her yerinde şiddetli bir direniş var. Bizim yasa tasarısının da öngördüğü üzere, esas prensip biyoteknolojiye dayalı tarım ile organik ve geleneksel tarımın yan yana bir arada var olması. Ancak genetik modifiye tohumlar bir kere toprakla buluştu mu izolasyonu mümkün olmuyor. Tohumlar doğaya savruluyor, genler bütün tarım alanlarına bulaşıyor.
Böylece civardaki flora, geniyle oynanmış bitkilerin içerdiği böcek ve ot ilaçlarına karşı dirençli hale geliyor. Kolera bakterisi geni taşıyan yonca, tavuk geni taşıyan patates, akrep genli pamuk, balık genli domates gibi ucubelerin verdiği zarar, yeni "Frankenstein’lar" yaratıyor. Daha ucuza mal olan GDO’lu tarım pahalı bir fatura çıkarıyor.
Çok ürkütücü örnekler var. Mesela İspanya’daki: Organik tarım yapan Enric Navarro, tam dört yıl süreyle yedi hektarlık toprağına büyük emek veriyor. Gübre ve zararlı ilacı kullanmamak için gerekli böcek dengesini yaratacak ağaçlar, çiçekler, otlar ekiyor. Sonra günün birinde mahsulünün yüzde 12 oranında genetik modifiye buğday içerdiğini öğreniyor. Sanki tarlasında nükleer atık bulmuş gibi travma geçiriyor. "Ya organik tarım yaparım ya da hiç yapmam. O hilkat garibelerini satarsam uyuyamam ben" diyerek, artık "kirlenmiş" bulunan tarlasını yakıyor.
İspanya son sekiz yıldır, GDO’lu tohum ekimine izin veren tek AB üyesi. Avrupa Komisyonu da yaklaşık iki yıldır aşamalı olarak aynı yolda ilerliyor. Bugüne kadar 11 ayrı GDO’lu tohumun ekimine izin verdi. Geçen yıl Fransa, Almanya, Portekiz ve Çek Cumhuriyeti küçük çaplı genetik modifiye tarıma geçtiler. ABD’nin de baskısıyla karma tarım politikası güden AB, farklı türde tarlalar arasına belirli mesafe konduğu takdirde kazaların önlenebileceğini düşünüyor. Ancak İspanya’daki örnek genlerin, rüzgar gücü ve arılarla sinsice bulaştığını gösteriyor.
AÇLIĞIN SEBEBİ BELLİ
ABD’deki uzmanlar da GDO’ların doğadan tecrit edilemeyeceği görüşünde. NAFTA çerçevesinde yapılan bir inceleme ABD’nin genetik modifiye ekim alanlarına yüzlerce kilometre ötedeki Meksika tarlalarının "kirlendiğini" ortaya çıkarıyor. Yerli tahılları bozulmasın diye GDO’lu üretime izin vermeyen Meksika’nın ekolojik dengesi böylece bir darbe yiyor.
Bir başka sakınca daha var. Devamlı üretim yapabilmek için tohuma sahip olmak gerekiyor. Çiftçi bir mevsimin hasadından belirli miktarda tohumu gelecek mevsim ekmek için ayırıyor. Oysa Monsanto ve Syngenta gibi patent sahibi şirketlerle yapılan anlaşma nedeniyle, hasattan sonra elde kalan tohumları yeniden kullanmak için bedel ödemek gerekiyor.
Peki Frankenstein gıdaların insan sağlığına zararı ne? Bir kere antibiyotiklere karşı direnç oluşuyor, toksik ya da alerjik etki yapıyor. Örneğin, Brezilya fındığının bir genine sahip olan transgenik soya fasulyesi, fındığa alerjisi olanlarda alerjiye neden oluyor.
Fareler üzerinde yapılan bir deney, genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin bağışıklık sistemini bozduğunu, viral enfeksiyonlara yol açtığını ortaya çıkardı. Besin yoluyla alınan yabancı DNA’nın hücrelere taşınabildiği de biliniyor.
Genetik modifiye tarımı savunanların bir numaralı argümanı ise şu: Açlığa karşı tek çare GDO’dur. Ancak çoğu çevrebilimciye göre açlık sorunu üretim eksikliğinden değil, üretim kapasitesinin plansız kullanımından ve dağılımın adil olmamasından kaynaklanıyor.
Aslında mevcut tarım kapasitesi dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli. FAO raporuna göre, tahıl üretimindeki artış, nüfus artışından yüzde 50 daha fazla. Yani evet, açlık var ama, sorun adaletsiz paylaşımda.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2006
Konu, mikrop bir konu. Cumartesi cumartesi nereden çıktı demeyin, haber değeri var bence. Gazeteci Bob Woodward’ın, Irak yalanlarını ortaya çıkardığı için Bush yönetimini fena halde sarsan "State of Denial" adlı son kitabına göre başkan, yellenme fıkralarına pek gülüyormuş. Hemen her kültürde sadece ergen oğlanları eğlendirebilecek bu fıkraları kabine toplantılarında bile anlatıyormuş. Başdanışmanı Karl Rove ile birbirlerine pırtlı fıkralar anlatıp, aynı içerikli şakalar yapıyorlarmış. Bu fıkraların kabine ortamında paylaşılması, Teksas usulü espri anlayışı gibi görünse de, aslında yellenmenin Anglosakson siyasetinde çok eski bir tarihçesi var. İngiltere Kraliçesi 1. Elizabeth’in, huzurunda yellenen Oxford Dükü’nü sürgüne gönderdiği ve ancak yedi yıl sonra dönebilen düke "Lordum, o yellenmeyi tamamen unuttuk" dediği rivayet edilir.
’Juntos Podemos" İspanyolca bir slogan. Birlikte yapabiliriz ya da başarabiliriz anlamına geliyor.
İngilizcesi de "Together We Can"... Bush’un 2000’de ikinci kez başkan seçilirken kullandığı slogan.
O seçim sonucu Amerika’yı nasıl kara bulutların kapladığını hatırlayacaksınız. Dünyadan özür dileriz diye web sitesi bile kurulmuştu.
İşte o felaket ortamında Houston Chronicle gazetesi bu sloganın İspanyolcası’nı kullanarak, ancak küçük bir harf değişikliğiyle hafif çarpıtarak başlık atmıştı: "Juntos Pedemos". Podemos’un yerini pedemos aldığında, sloganın İngilizcesi şu şekle bürünüyordu: "Together We Fart". Türkçesi, birlikte yelleniyoruz.
Bush’un adının yellenmeyle birlikte anılması büyük bir yenilik değil yani. Ancak Bob Woodward önemli bir gazeteci olduğu için ve her kitabı büyük patırtıya yol açtığından, konunun yeniden gündeme gelmesi ayrıcalıklı bir durum yaratıyor.
Woodward’ın "State of Denial" adlı yeni kitabında anlattığına göre Bush, seçimi ikinci kez kazanmasında büyük rol oynayan başdanışmanı Karl Rove ile yellenme içerikli espri atışmalarına pek bayılıyor. Hatta geçen yıl bir kabine toplantısında, Rove’un oturacağı koltuğa uzaktan kumandalı şaka yastığı koyup bir güzel eğlenmeyi planlıyor. Rove koltuğa oturunca okkalı bir yellenme sesi çıkacak ve hep birlikte gülecekler. Ancak tam da o gün, yani 7 Temmuz günü El Kaide terörü Londra’yı vurunca proje ileri bir tarihe erteleniyor. Bush büyük projesini iki hafta sonra gerçekleştirdiğinde, Rove’un koltuğa çökmesiyle birlikte toplantıda hazır bulunan kabine üyeleri gülmekten kırılıyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, taş çatlasa 12 yaşındaki oğlan çocuklarının komik bulacağı bu şakanın Beyaz Saray’da yarattığı etkiyi Woodward’ın kitabından öğreniyoruz. Ancak Bush’un yellenme fıkralarından ne kadar hazzettiğini, bu kadar ayrıntılı olmasa bile, US News and World Report dergisi de yazmıştı. Geçen yaz aylarında, sanırım "Washington Fısıltıları" köşesinde çıkmıştı: "Başkan çok neşeli ve pek incelmemiş bir insandır. Hele yellenme fıkralarına hiç dayanamaz."
BUSH, CAMUS OKUYORMUŞ
Bu fısıltı, başkanı pek de keskin zekalı gösterecek nitelikte olmadığından, Beyaz Saray "hemen kitap kurdu başkan" stratejisi uygulamaya başlamıştı. Bush’un Camus’nün "Yabancı" adlı eserini okuduğu medyaya sızdırılmış, ancak başkanın varoluşçu áleme dalması, yellenme fıkralarına gülüyor olmasından daha komik bir etki yaratmıştı. Amerikan basını geçen yaz boyunca, Camus ve Bush üzerine, en parlak parodi şaheserlerini yarattı.
Bush’un 2006 sezonu içinde 60 kitabı devirmekte olduğu bilgisi de köşe yazarlarının kalemini iyice biledi. Okuma aşkıyla aniden edebiyat sarhoşu olan başkanın Barnes & Noble koridorlarında dolaşırken Dick Cheney’nin ülkeyi yönettiğini, Bush’un geceleri 21.00 yerine 22.00’de uyuması halinde, ikinci başkanlık dönemi sona ermeden, son 50 yılda yayınlanmış bütün eserleri yalayıp yutabileceğini filan yazdılar.
Derken Bob Woodward’ın kitabı çıktı. Bitmedi, Woodward’dan esinlenen bazı yazarlar, Bush ailesindeki diğer yellenmeseverleri sayıp dökmeye başladılar.
Bu da eski bir hikaye:
Kitty Kelley’in kaleme aldığı "Bush Hanedanı’nın Gerçek Hikayesi" adlı kitaba göre, New York’lu yazar Brendan Gill, bir gece Baba George Bush ile anne Barbara Bush’un Kennebunkport’taki sayfiye evine konuk olur. Gece uyku tutmayınca okuyacak bir şey bulmak umuduyla evi taramaya başlar. Bulduğu tek eser şu başlığı taşımaktadır: "The Fart Book."
AİLECEK SEVİYORLAR
Ancak Bush ailesinde yellenmeyle en içli dışlı olan kişi, Baba Bush’un kardeşi, oğul Bush’un da amcası olan Jonathan J.Bush’tur. New York Daily News’un üç yıl önceki haberine göre Amca Bush, uzaktan kumandalı yellenme cihazları koleksiyonu yapmakta ve eşek şakası yapabilmeleri için de bunları eşe dosta dağıtmaktadır. Bush’un, kabine toplantısında Rove’a şaka yaptığı model de muhtemelen amcanın koleksiyonundan bir parçadır.
Yine New York Daily News’un yazdığına göre Amca Bush’un oğlu Billy Bush, muhabir olarak çalıştığı TV eğlence programı Access Hollywood’un ofisinde, babasının koleksiyonundan seçme parçalarla arkadaşlarına şakalar yapmaktadır. Kuzen Billy’nin gazeteye yaptığı açıklamalar önemli bilgiler içermektedir: "Bizim George (şimdiki başkanı kastediyor) içki içtiği şaklabanlık günlerinde çok sıkı yastık şakaları yapardı. Şu sıra aynı şakalara devam ediyorsa, doğrusu benim için sürpriz olur."
Kuzen Billy’nin ifşaatı 2003 yılındaki bu açıklamayla sınırlı kalmadı. Geçen yaz US News and World Report’ta çıkan fısıltının kaynağı da kuzendi.
Yazının Devamını Oku 30 Eylül 2006
Eğer denize dökülen o zavallıların anlattığı doğruysa, Yunanistan işin kolayını buldu. Kaçak göçmen akınını durdurmak için, adamları toplayıp Türk karasularına atıyorlar. Boğulan boğuluyor, kurtulan kurtuluyor. AB’nin diğer Akdenizli üyeleri de "Denizden ceset toplamaktan bıktık" diyor. Malta, İspanya, Portekiz ve İtalya, yüzlerce kaçak göçmenin boğularak kıyılarına vurduğunu ve ölü balık muamelesi gördüklerini söylüyorlar. Şimdi AB, kaçak göçmen akınını durdurmak için eylem planları üzerinde çalışıyor. Afrika kıyılarına devriye gemileri göndermek de plana dahil. Ancak Afrika kıyılarında başka bir şey daha oluyor. Yüzlerce kaçak külüstür tekneler içinde Avrupa’ya doğru umut yolculuğuna çıkarken, Avrupa’nın gemileri zehir saçan kimyasal atıklarını Afrika kıyılarına bırakıyor. Peki onları hangi devriye engelleyecek?
Geçen 19 Ağustos günü, bir Yunan şirketine ait Panama bandıralı bir tanker Fildişi Sahili’nin Abidjan limanına 600 ton zehirli petrokimya atığı getiriyor. Bu sinsi yük, şehrin çeşitli yerlerinde açık araziye atılıyor ve kanalizasyona karışıyor. Birkaç gün sonra şehir ahalisi, burun kanamasından ishale, kusma ve göz alerjisinden solunum güçlüğüne kadar varan çeşitli şikayetlerle hastanelere akın etmeye başlıyor. Tam 80 bin kişi hastanelik oluyor, 8’i ölüyor.
Zehirli atığın, bir zamanlar Batı Afrika’nın Paris’i diye anılan 5 milyonluk Abidjan’ın orta yerindeki lagüne yayıldığı, içme suyunu ve tarım arazilerini kirlettiği ortaya çıkıyor. Büyük bir siyasi kriz patlak veriyor, bazı bakanlar istifa ediyor. Uluslararası yardım örgütleri zehirli atıkları temizleme işine girişiyor.
Abidjan’a zehirli atığı getiren tanker Panama bandıralı ve bir Yunan şirketine ait. Gemiyi kiralayan firma ise Hollanda merkezli petrol şirketi Trafigura.
Doğal afetler, açlık ve iç savaşlar nedeniyle Afrika kıtasında zaten binlerce insan sürekli heba olup gittiğinden, Fildişi Sahili’nin sekiz vatandaşı öldü diye uluslararası kriz çıkmıyor. Ancak Greenpeace örgütü, zehirli atığı taşıyan Probo Koala adlı tankeri bir Estonya limanında kıstırıyor ve AB tarafından soruşturma açılması için bastırmaya başlıyor.
Bu arada Fildişi Sahili’nde olayla bağlantılı 10 kişi tutuklanıyor. Aralarında Trafigura’da çalışan iki Fransız da var. Bu nedenle Fransa devreye giriyor ve zehirli atıkları toplayıp götürme vaadinde bulunuyor. Ekim ayı ortalarında atıklar, Fransa’daki bir işleme merkezinde imha edilecek.
Fildişi Sahili sancılı bir ülke. Topraklarının yarısı gerillanın elinde. Hükümet pamuk ipliğine bağlı. Zehirli atık skandalında adaletin yerini bulacağı da pek şüpheli.
ZULÜM VARSA GERİ GÖNDERİLEMEZ
Bu tablo birçok Afrika ülkesi için geçerli. İşte bu yüzden Afrika hiç de barınılası değil. İşte bu yüzden binlerce insan kaçak göçmen tacirlerine binlerce dolar sayıp canı pahasına bir umut yolculuğuna çıkıyor. Avrupa’ya doğru. Binlercesi sahillere çıkmayı başarıyor ama, onlarcası da boğularak can veriyor.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) Ankara’daki Dış İlişkiler Sorumlusu Metin Çorabatır, "Kaçak göçmenler karışık gruplardan oluşuyor" diyor; "Doğudan batıya, güneyden kuzeye uzanan bu yolda kimi ekonomik nedenlerle, kimi de savaş ve zulümden kaçıyor. Kimi zaman da bu nedenler iç içe geçiyor. Ancak her ne olursa olsun insanca muamele görmeleri gerekiyor. Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 24. maddesi, sığınma hakkını bir insan hakkı olarak kabul ediyor. Sığınmacıların zulüm görme ihtimali bulunan menşe ülkelere geri gönderilmemesi gerekiyor."
1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi, mültecilerin vardıkları ülkede sadece fiziksel koruma altına alınmasını değil, sosyal hak ve temel özgürlüklere de kavuşturulmasını öngörüyor.
Batı Afrika’dan Avrupa’ya uzanan uzun ve tehlikeli kaçak yolunun bir numaralı istasyonu İspanya’nın Kanarya Adaları. Başta Senegal ve Moritanya, batı yakasındaki ülkelerden adaya gelen kaçak sayısı bu yılın ilk altı ayında 17 bini buldu. İspanya ve Moritanya bu insani krize çare olarak ortak devriye uygulamasına başladı.
DENİZLER TOPLU MEZARA DÖNDÜ
AB’ye giriş kapısı olarak diğer bir Akdeniz istasyonu da Malta adası. Malta’nın içişleri bakanı "Kıyıya vuran cesetleri toplamaktan bıktık. Bunlar insan, balık ölüsü değil. Akdeniz’de büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. Bu sadece bizim değil bütün AB’nin sorunudur" diyor. 2006’nın ilk altı ayında Malta’ya gelen kaçakların sayısı 1200. Rakam küçük görünüyor ama, Malta için büyük. Bakan diyor ki, "Bu Almanya’ya 100 bin kişinin gelmesi gibi bir şey."
İtalyanlar, "Denizlerimiz toplu mezara döndü" diyor. AB’nin orta ve kuzey kesim üyeleri, o göçmen akınından er geç etkileneceklerini biliyor. Bu nedenle eylem planı kapsamında, kaçak işçi çalıştıranlara daha ağır cezalar verilmesi, Afrika kıyılarında etkin bir devriye uygulaması ve daha sıkı sınır kontrolleri gündeme geliyor. BMMYK ise geçen temmuzda ilan ettiği 10 maddelik eylem planı ile mültecilerin uluslararası koruma hakkını daha sağlam güvenceler altına almaya çalışıyor.
Sonunda geçen 25 Eylül’de İtalya, Fransa, İspanya, Yunanistan, Güney Kıbrıs, Malta, Portekiz ve Slovenya, AB Komisyonu ve dönem başkanı Finlandiya’ya mektup yazarak 25’leri acilen ortak eyleme çağırıyorlar. Kuvvetli bir siyasi irade sergilenmesi ve kaçak göçmen veren ülkeler ile transit ülkelerin de işbirliğine ikna edilmesi isteniyor.
Kaçak göçmen sorunu siyaseti doğrudan etkiliyor. Metin Çorabatır şöyle anlatıyor: "Hedef ülkelerdeki aşığı sağ, bu sorunu kullanıp seçimlerde oya dönüştürüyor. Halk ’Ben vergimi veriyorum, kaçak göçmen kapıdan bacadan girip hakkımı yiyor’ diye düşünüyor. Aşırı sağ bu siyaset üzerinden oy kazandıkça sol sertleşiyor. Nitekim son derece insani uygulamalarıyla tanınan İsviçre’de yapılan referandumda halk, iltica koşullarını sertleştiren yasaya onay verdi. Bu artık genel bir eğilim."
Kaçak göçmenlerin tacirlere ne kadar para ödediğini soruyorum. Hedef ülkeye varış garantisi olan durumlarda ödenen meblağın adam başına 2-3 bin doları bulduğunu söylüyor Çorabatır. Kimileri ise denizde bırakılıyor. Sudan’dan, Somali’den, İtalya pazarlığı ile yola çıkanlar bir gece vakti sahil yakınında bırakılıyor, Avrupa kıyılarına çıktıklarını sanıp, Türk topraklarında ezan sesiyle karşılaşıyorlar.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
Siyasette son dönemlerde çok moda olan bir soru var. Amerika, kadın başkana hazır mı? Fransa kadın cumhurbaşkanına hazır mı? ABD’de Demokrat Parti içinde Hillary Clinton’ın 2008 seçimi için başkan adaylığı tartışılıyor. Fransa’daki 2007 seçiminin muhtemel Sosyalist adayı Segolene Royal de anketlerde yüzde 55’i bulduğu halde tartışmalı bir figür. Parti içindeki rakipleri, "Dört çocuğuna kim bakacak?" türünden zırva sataşmalarda bulunuyor. İktidar hep erkeklerin işi ya, Almanya da şimdi "Gay başbakana hazır mıyız?" tartışması içinde. Nedeni de, Berlin’in eşcinsel Başbakanı Wowereit’ın seçim başarılarıyla federal şansölye koltuğuna doğru hızlı bir ivme hareketi içinde olması.
Polonya Başbakanı Jaroslaw Kaczynski, geçenlerde Brüksel’deyken, "Sizi temin ederim ki, bizde üst düzey gay politikacılar var" diye yeminler ediyordu.
Polonya’nın adı AB içinde yobaza çıktığından, yabancı basını ülkesindeki gay kulüplerine takılmaya davet ediyor, "Polonya’nın homofobik olduğu söylentilerine inanmayın" diyordu.
AB’ye üye olalı iki sene geçtiği halde insan hakları konusunda komisyon ile hálá cebelleşiyor Polonya. Brüksel, gay hakları ve idam cezası alanında hálá sorunlar olduğunu düşünüyor.
Polonya’da Lech Kaczynski’nin cumhurbaşkanı; ikiz kardeşi Jaroslaw’ın da başbakan olmasından sonra, Varşova ile AB Komisyonu arasındaki ilişkiler limonileşti. Varşova Belediye Başkanlığı sırasında gay yürüyüşünü yasaklayan Lech Kaczynski, geçen yaz aylarında idam cezasının yeniden uygulamaya konulması için flörtlere başlayınca, Brüksel’de şafak attı.
Bunun üzerine ikiz kardeşi hemen Brüksel’e giderek, idam cezasının söz konusu olmadığını, ülkedeki gay kulüpleri ve gay yazarların gayet iyi muamele gördüğünü söyledi. "Üst düzey gay politikacılarımız var" diye de ekledi. Gerçi Polonya’da kimse onların varlığından haberdar değil; iktidardaki Hukuk ve Adalet Partisi’nden de "Sapık homoları toptan tedavi etmek lazım" diye sesler yükseliyor ama, olsun.
Kaczynski’yi Brüksel’e kadar götüren eşcinsellere hoşgörü meselesi, AB’nin insan hakları kriterleri arasında önemli yer tutuyor. Gay’lere ayrımcı davranış bir insan hakları ihlali olduğuna göre, uygun nitelikleri taşıdığı takdirde bir eşcinselin toplumun üst basamaklarına tırmanması önünde bir engel olmaması gerekiyor. Peki ya bir eşcinsel, devletin en tepesine tırmanmaya kalkarsa?
AVRUPA’DA ÜST DÜZEY GAY POLİTİKACI ÇOK
Avrupa’da üst düzey gay politikacı çok. Alman Hür Demokrat Parti (FDP) Lideri Guido Westerwelle, Hamburg Belediye Başkanı Ole von Beust, Paris Belediye Başkanı Bertrand Delanoe en ileri gelenleri. Gerçi üçü de açık bir eşcinsel hayat sürmekten kaçınıyor. Genelde partnerleriyle topluluk önüne çıkmıyorlar. Paris Belediye Başkanı Delanoe, icraatı ile alakalı olmadığı takdirde medyanın eşcinselliğinden bahsetmesini istemiyor.
Ve tabii bir de Berlin’in Sosyal Demokrat Partili (SPD) Eyalet Başbakanı Klaus Wowereit var. 17 Eylül’de eyalet seçimlerini yeniden kazandı ve Alman basını, Wowi’nin 2009’daki seçimlerde Federal Şansölye adayı olup olmayacağını tartışmaya başladı. Almanya’da eyalet düzeyinde art arda seçim başarıları gösteren her lider, medya ve partili arkadaşlarının gazıyla bu tartışmanın içine sürüklenir.
Bild’in geçen salı günkü manşeti şöyleydi: "Wowi, Almanya’nın ilk eşcinsel başbakanı mı olacak?"
Aslında Wowereit, kampanya sırasında federal ihtirasları konusunda hayli nazlandı. Ancak zafer kutlaması sırasında partneri Jörn Kubicki’ye sevgiyle sarıldığını gösteren o kare her şeyi değiştirdi. O gün Bild’in başka bir manşet fotoğrafıyla çıkması düşünülemezdi. Muhafazakar eğilimli Die Zeit gazetesi, Bild’in manşetindeki soruya hemen şu yanıtı verdi: "Bu konu siyaset kulislerinde de çok tartışılıyor. Almanya henüz eşcinsel bir başbakana hazır değil."
Wowereit, 2001’de henüz pek tanınmamış bir politikacıyken eyalet başbakanlığına (aslında Berlin’in hükümet eden belediye başkanı) adaylığını koyduğunda kestirmeden açıkladı: "Ben eşcinselim ve böyle gayet iyiyim." Almanya’da ilk kez bir politikacı gay olduğunu açıklıyordu ve Berlin halkı buna itiraz etmemiş, oyunu Wowi’ye vermişti. Hoşgörülü ve liberal olmaktan hoşnuttular.
Böylece basındaki her türlü spekülasyonun önüne geçen Wowereit, beş yıllık icraatı boyunca gay çıkarlarını gözeten bir politikacı gibi görünmemeye de çok dikkat etti. "Ben gay politikası yapan bir siyasetçi değilim" diye açık açık vurguladı.
Diğer partiler de Wowi’nin eşcinselliği üzerinden siyaset yapmadılar. Son seçim kampanyasında rakipleri, Wowi’nin eşcinselliğine gönderme niteliğinde propagandadan kaçındılar. Yalnız bir kez CDU’lu rakibi Friedbert Pflüger, "En nihayet Berlin de bir first lady kazandı" diye laf atınca Wowi cevabını yapıştırdı. Pflüger’in boşanma aşamasında olduğunu kastederek, "Hálá evli olduğu hanımefendiden mi, yoksa yenisinden mi bahsediyor..." dedi.
YAŞLILAR VE KATOLİKLER GAY SEVMEZ
Zeit gazetesine göre Bild’in manşetindeki fotoğraf, Almanya genelinde herkesin hoşnut kalacağı bir görüntü değil. Wowi’nin SPD’si dahil, siyasi partiler genelde gay’leri temsil yeteneği yüksek siyasetçiler olarak görmüyor. SPD’liler, daha gelenekçi sosyal demokrat çevrelerin gay bir başbakan adayına hangi gözle bakacağı üzerine kafa yoruyorlar. Mesela Ruhr bölgesindeki tutucu seçmenin, sendika kanadındaki ya da kırsal kesimdekilerin. "Acaba oradaki seçmen de Berlin’deki kadar hoşgörülü olabilir mi?" diye soruyor Zeit.
Yanıtı da veriyor: "Büyük şehirler haricindeki yerlerde, özellikle de yaşlı seçmen için eşcinsellik bir eksi puan. Ayrıca bir eşcinsel adayın güneydeki Katolik bölgelerde ne kadar şansı olacağı da çok tartışmalı."
İşte bu nedenle de Almanya’nın diğer gay politikacıları asla Wowi’nin izinden gitmedi. FDP Lideri Westerwelle, partneriyle birkaç kez göründü ve gay iması taşıyan bir sataşmaya da hedef oldu. Muhafazakar Bavyera’nın Başbakanı Edmund Stoiber, geçen yılki seçimden sonra koalisyon ortaklığından kaçan Westerwelle’ye "miço" dedi. Sözde dümenden kaçtığını ima ediyordu.
Ama bu lafın eşcinselliğe saldırı olduğunu herkes anladı.
Almanya, daha önce de Angela Merkel’in adaylığı sırasında "Almanya kadın başbakana hazır mı?" diye tartışmıştı. Sonunda hazır olduğu anlaşıldı.
Bakalım 2009’a kadar, gay başbakana hazır olup olmadıklarını çözebilecekler mi? Ancak bu seferki aday, Merkel’e göre biraz daha keskin.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
Ansiklopedi savaşından haberiniz var mı? Gazeteler şu sıra ansiklopedi vermiyor, savaş nereden çıktı diyeceksiniz. Doğru basında yok ama, online alemde, Wikipedia’da var. Şu anda bilmem hangi dilde, birileri mutlaka editing’le meşgul olduğundan oraya maddeler ekleniyor, değiştiriliyor ya da bilgiler vandalların saldırısına uğruyor. Büyük şirketler hakkında dedikodular üretiliyor. Siyasi rakipler, birbirlerine leke sürmek için Wikipedia’nın kuytu köşelerinde karanlık faaliyetlerde bulunuyor. İşte bu yüzden ABD Kongresi’ndeki bilgisayarların IP adresleri Wikipedia tarafından bloke edilmiş durumda.
Bir ara Britney Spears’in bekareti bozulup duruyordu. Hayır, bunda yanlış anlayacak bir şey yok. Wikipedia’daki Britney maddesinden bahsediyorum. Maddeye bir bakıyordunuz "bakire" yazıyordu, bir bakıyorsunuz "hayır bakire değil."
Neyse ki ara vermeden doğurmaya başladı da, madde huzura kavuştu.
İngilizce Wikipedia’da toplam madde sayısı, geçen hafta ortası 1.380.575’i bulduğundan şu anda kimler hangi maddeleri düzeltmek ya da bozmakla meşgul, onu bulup çıkarmak mümkün değil. Ancak bazı maddeler üzerinde kopan fırtına öylesine şiddetli oluyor ki, mutlaka duyuluyor.
Mesela meşhur yaz-boz konularından biri de İngilizce Wikipedia’da İstanbul’un yazımıyla ilgiliydi. Türklerin, Yunanca’da "şehire" veya "şehirde" anlamına gelen "stimboli" sözcüğünü yanlış anlayıp "İstanbul" dedikleri ileri sürülüyordu ki, etimoloji maddesi şu anda o haliyle duruyor.
Sonra Alman yönetmen Werner Herzog maddesi de mütemadiyen değişiyor. Alman bir anne ile Yugoslav babadan dünyaya gelen Herzog acaba Sırp mı, yoksa Hırvat mı? Gününe göre değişiyordu. Şu sıra "Hırvat." Bu yaz-boz arbedesi bazen o kadar ileri gidiyor ki, Avrupa’nın gerçekten bir kıta olup olmadığı bile tartışma konusu haline gelebiliyor.
Malum Wikipedia, ya da bizim yerli Vikipedi herkese açık. Dileyen bir başlık açıp madde yazıyor, dileyen mevcut maddelere ilaveler yapıyor ya da yanlışları düzeltiyor. Vandallar da doğruları bozuyor. Bazı maddeler ise unutuluyor.
Mesela online ansiklopedinin henüz gencecik olduğu 2001’in 23 Kasım günü İngilizce versiyona girişi yapılan "George Washington" maddesi bir köşede sahipsiz kalıyor. ABD’nin ilk başkanı 10 satırlık bir madde halinde, sadece doğum tarihiyle uykuya yatıyor. Sonra birileri, 2002’nin ocak başlarında eklemelere başlıyor. Nihayet temmuz ayında birinin aklına ölüm tarihini yazmak geliyor.
KAÇ ÇEŞİT KRİPTONİT VAR?
Wikipedia’da son sözü söyleyen yok, filtre yok, konunun ehli uzmanlar yok. Büro ortamı, disiplinli çalışma saatleri ve ücret de yok. İşte bu yüzden Washington maddesi 10 satır tutarındayken, Süperman’i öldürebilen yegane element olan kriptonit taşlarının türleriyle ilgili upuzun bir madde bulunabiliyor.
Taşların 14 türü varmış. Wikipedia, biraz da kaçıkların ortamı yani.
Bu yüzden büyük şirketler, haklarında ne yazılıyor diye Wikipedia’yı çok sıkı takip ediyorlar. Mesela Siemens, ansiklopedinin Almanca versiyonunda, şirketin CEO’su Klaus Kleinfeld ile ilgili olumsuz ifadeleri düzeltiyor. Kleinfeld’in rötuşlu resmine verilen link kaldırılıyor. Malum, Kleinfeld’in şirket fotoğrafında kolundaki Rolex saat "çok pahalı göründüğü için" rötuşlanmıştı.
Bu tuhaf hareketlilik biraz anarşik bir ortam yaratıyor tabii. Ancak klasik ansiklopediler gibi kibirli ve soğuk değil. Herkese ve her türlü hakikate açık olduğu için demokratik de. Peki kolektif bilginin getirdiği bu kaotik ortamdan ciddi bir ansiklopedi çıkar mı?
Yine George Washington maddesine dönelim. Son beş yıl içinde bu madde giderek gelişiyor. Bir ara, 11 günlüğüne "ABD’nin ilk pengueni" olarak ansiklopedik varlığını sürdürüyor Washington. 2006’nın temmuz ayına gelindiğinde 16 sayfa, 19 resim, 39 dipnotu ve 39 kaynakla olağanüstü bir madde haline geliyor. Gerçi belli bir düşünce sistematiği içinde yazılmış değil, kolektif bilgi akışı nedeniyle daha çok yamalı bohçayı andırıyor.
Bir kışkırtma sonucu vandalların saldırısına uğrayınca, giriş bloke ediliyor. Kanada TV’sinde siyasi mizah şovu yapan Stephen Colbert, program sırasında Washington maddesine girip "Köleleri vardı" ifadesini "yoktu" diye değiştiriyor. Seyircileri de diğer maddeleri değiştirmeye davet ediyor ve böylece vandalizm başlıyor. Saldırı altındaki maddelere girişler kapatılıyor.
Sonra geçen aralık ayında ABD’li gazeteci John Seigenthaler ile ilgili maddede bir ay boyunca "JFK ve kardeşinin suikastçısı" yazdığı ortaya çıkınca büyük skandal kopuyor ve hemen düzeltme yapılıyor. Şu anda değişikliğe kapalı.
Bloke edilen diğer bir alan da ABD Kongresi’nin bilgisayarları. Kasım ayında seçim olduğundan Kongre üyeleri ile ilgili maddelerde, seçmenin hoşuna gitmeyecek unsurların aniden buharlaştığı fark edilince, Kongre bilgisayarlarının IP adresleri bloke ediliyor.
ARI KOVANI PRENSİBİ
Wikipedia’nın yaratıcıları Amerikalı Jimmy Wales (40) ve Larry Sanger (38).
Wales üniversitede maliye okuyor ve 1992 yılında nette felsefe üzerine bir sohbet forumu oluşturup moderatörlüğe başlıyor.
1990’lı yıllarda internet, bilginin rastgele saçıldığı bir trafik keşmekeşi içinde olduğundan, Wales bilgilerin nasıl bir endekse oturtulabileceğini düşünüyor ve iktisatçı Friedrich Hayek’in 1945’ten kalma teorisi üzerinde egzersize başlıyor. Hayek, merkezileştirilmiş toplumların verimlilikte asla optimal seviyeye ulaşamayacağını, hakikatin ancak kolektif bilginin bir araya gelmesiyle oluşacağını ileri sürüyor. Wales de, internetin ancak ademi merkeziyetçi bir sistem içinde düzenlenebileceği sonucuna varıyor. Yani arı kovanı prensibi içinde.
1996’da Bomis adlı portalı kuruyor ve forumlardan birinde Larry Sanger ile karşılaşıyor. İkisinde de "bilgi" ve "hakikat" takıntısı var ama, Sanger bunların göreceli olmadığını, Wales ise tersini düşünüyor. Hiç anlaşamadıkları halde 2001 yılının ocak ayında Wikipedia’yı kuruyorlar. "Wiki" Hawaii dilinde "çabuk" anlamına geliyor.
Anarşizm ve vandalizm bir yıl içinde Sanger’i bezdiriyor. Merkezi denetimin dozu konusunda görüş ayrılığına düştükleri için yollarını ayırıyorlar. Merkeziyetçi bir disiplin taraftarı olan Sanger, anarşist madde yazarları ile uzun süre cenk ettikten sonra ortaklığı bırakıyor.
Sonra ortama çekidüzen vermek amacıyla her meslekten temsilcilerin bulunduğu bir tahkim kurulu oluşturuluyor. Bu kurul şu ana kadar 200 maddeyi elden geçirmiş bulunuyor. Ayrıca 783 editör, çöp mahiyetindeki malumatı temizliyor.
Madde yazarları sıkıca izleniyor, vandalizmde ısrarlı bir şekilde aşırıya kaçanlara müdahale ediliyor.
Wikipedia ciddi bir ansiklopedi olabilir mi? Nature dergisinin araştırması bu konuda biraz ipucu veriyor. Dergi, 42 bilim maddesinde Wikipedia ile Britannica Ansiklopedisi’ni karşılaştırıyor ve Britannica’da üç, Wikipedia’da ise dört hata çıkıyor.
Wikipedia notları
15 Ocak 2001’de kuruldu. 2003’te kurulan Wikimedia Vakfı tarafından finanse ediliyor. Reklamdan büyük gelir elde ediyor. Geçen ay, wiki.com domain ismi 2.86 milyon dolara satıldı.
Wikipedia 230 dilde mevcut. Geçen hafta ortası itibariyle Türkçe Vikipedi’de 31.758 madde vardı. İngilizce versiyonda ise 1.380.575 madde. Almanca versiyonu 464.606 maddeyle İngilizce Wikipedia’dan sonra ikinci büyük online ansiklopedi konumunda.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
Geçen ağustos ayında, Bush Yönetimi’ne yakınlığı ile bilinen Amerikan Fox televizyonunun muhabiri ve kameramanı Gazze’de kaçırıldı. 13 gün alıkonulduktan sonra serbest bırakıldılar. Özellikle Irak’ta artık çok alıştığımız sıradan kaçırma vakalarından biriydi. Tek bir farkla: Bu seferkiler, silah tehdidi altında kelime-i şahadet getirip Müslüman oldular. Olayın video görüntüsünde silah yoktu tabii. Ayrıca İslam’ı kendi rızalarıyla seçtiklerini de beyan ediyorlardı. Ancak kaçırılan muhabir Steve Centanni, ABD’ye dönüşünde şöyle bir açıklama yaptı: "Yemini silah tehdidi altında ettim. Bu yüzden, şu anda resmen Müslüman olup olmadığımdan pek emin değilim." İşte o gün bugündür Amerikan medyası, Centanni Müslüman mı değil mi, onu tartışıyor. İlahiyatçılar türlü çeşitli fikir beyan ediyor. Bazı köşe yazarları, "Bunlar yeniden eski inançlarına dönerlerse, şeriata göre haklarında ölüm fetvası verilir mi?" diye soracak kadar ileri gidiyor.
Aslında durum çok açık: "Dinde zorlama olmaz." Kuran’da böyle yazıyor. Dolayısıyla Filistinlilerin kaçırdığı Fox muhabirlerinin, silah tehdidi altında getirdiği kelime-i şahadetin bir hükmü yok. Yani Müslüman olmuş değiller.
Ama Amerikan medyası meselenin bu yönüyle pek ilgilenmiyor. Gazete ve televizyonlar, haber siteleri ve bloglar günlerdir absürd bir şekilde dönüp dolaşıp aynı soruyu yöneltiyor: "Fox muhabirlerinin zorla kelime-i şahadeti geçerli midir, değil midir?"
Teröre karşı açılan savaşla birlikte İslam’a karşı tuhaf, çocuksu bir merak beslemeye başlayan Amerikan medyasını bu seferki tartışmada ateşleyen iki şey var. Birincisi, Fox muhabiri Steve Centanni ile Yeni Zelandalı kameraman Olaf Wiig’in Müslüman olduklarını gösteren video kaydı. Bu kayıtta rehineler, doğal olarak baskı altında olmadıklarını söylüyorlar.
İkincisi, Centanni’nin serbest kalıp ABD’ye döndükten sonra "Silah tehdidi altında yemin ettim. İslam hakkında fazla bilgim yok. Şu anda resmen Müslüman olup olmadığımdan pek emin değilim" şeklindeki sözleri.
İşte o video ve bu sözler, sonsuz bir tartışmayı tetikliyor.
İlahiyatçılara danışan bazı gazeteciler, ulema arasında kelime-i şehadetin geçerliliğiyle ilgili fikir ayrılıkları olduğunu, mesela Şiilere göre Hz. Ali’ye de atıfta bulunulması gerektiğini yazıyor. Kimileri, bir başka görüşe göre "Kelime-i şehadet üç kez tekrarlanmalıydı" diyor. Bir başkası "Bu üç tekrar arasındaki zaman dilimi bile önemli" diyerek yine çok hassas bir noktaya temas ediyor. Kelime-i şehadet esnasında bir erkek ya da iki kadın tanık bulunması gerektiği şeklindeki kuralı hatırlatanlar olduğu gibi, "Aslında sadece Allah’ın şahitliği yeterlidir, çünkü önemli olan insanın içindeki niyet" diye daha isabetli akıl yürütenler de bulunuyor.
İslamcı web sitelerini iyice inceleyen bazıları "Beş saniye içinde İslam’a geçmek mümkün. Hatta bazı gruplar, telefonla şehadeti de kabul ediyor" diye yazıyor.
BUSH, İSLAMCI FAŞİST DEMESİN
Centanni ile Wiig’i kaçıranlar, adı pek duyulmamış Kutsal Cihad Tugayları diye bir grubun üyeleri. HAMAS yetkilileri grup ile görüşüp iki rehinenin Gazze’deki bir otele getirilmesini sağlıyor. HAMAS’lı Başbakan İsmail Haniye karşılıyor onları. Beraber samimi fotoğraflar çektiriliyor. İşte orada Centanni ve Wiig, "Filistin’in güzel insanları" gibi laflar ediyor, ne kadar büyük yardım ve dayanışma gördüklerini söylüyorlar.
Wiig, "Filistin davasına büyük sempati besliyorum. Yaptıklarından ötürü onları kınayamam" diyor. Filistin’de herhangi bir grubun HAMAS’tan habersiz adam kaçırması mümkün görünmediğinden, bu tablo ABD’li muhafazakar web sitelerini deli ediyor.
Sonra Centanni ABD’ye dönüyor ve anlatmaya devam ediyor:
"Biz kaçırıldıktan sonra medya kuruluşları muhabirlerini çekti. Bu durum Filistinliler için bir trajedi, çünkü onların sorununu Batı kamuoyuna aktaracak kimse kalmadı ve orada olaylar kontrolden çıkmış durumda. Bizi kaçıranlar, bize İslam’ı anlatmak için çok çabaladılar. Kitaplar verdiler. Iraklılar gibi kafa kesmediklerini söylediler. Bush’un (onlara göre) İslam’a savaş açmakla yanlış iş yaptığını ve kendilerine ’İslamcı faşist’ dememesi için Başkan’a mektup yazmamı istediler. Ben de, mektup yazarım ama beni dinler mi bilmem, dedim."
ABD’nin Irak ve Guantanamo’daki bütün Müslüman tutukluların salıverilmesini isteyen Filistinli grubun Bush’la ilgili talebi, "İslamcı faşist" kavramının artık terör için yeni bir bahane oluşturduğunu açıkça gösteriyor. Ve terör bu kavramın iyice yerleşmesine yol açıyor. Zorla din değiştirme vakasıyla ilgili haberlerin satır aralarında "İslamcı faşistler" sözcükleri seçiliyor.
Bu kavramı ilk kez ortaya atan Washington Times’da yeni bir iddiaya rastlıyoruz. Köşe yazarı Diana West bir internet sitesine dayanarak, İslam’da zorla din değiştirmenin, Asya, Afrika ve Avrupa’da 13. yüzyıldan beri devam ettiğini, güncel örnekler de bulunduğunu ileri sürüyor. Fox TV’den iki habercinin eski inançlarına dönmeleri halinde, şeriat hükümlerine göre ölüm cezası alıp almayacaklarını merak ediyor. İşte bu ihtimali ortadan kaldırmak için de "Filistin uleması zorla din değiştirmeyi kınamalıydı" diyor.
PipeLineNews.org sitesinden Beila Rabinowitz de, "Zorla din değiştirme cihadın kılıcı oldu" diyerek bir şeriat mahkemesinin iki habercinin din değişikliğini iptal etmesi gerektiğini iddia ediyor.
ABD’li ünlü muhafazakar blog yazarı Ed Morrissey, iki habercinin hayatta kalabilmek uğruna kamera önünde din değiştirmelerini savunurken diğer birçok blogger, bu tutumu "korkaklık" olarak niteliyor. Çünkü "yüreksiz" Batılıların İslam karşısında var olabilmek için yalvarmaktan başka çaresi olmadığı izlenimi vermiş bulunuyorlar.
Washington Post yazarı Kathleen Parker ise iki haberciyi korkak olarak görmemekle birlikte, yaşamak için yalvaran Batılı görüntülerinin, İslam dünyasında kafa kesmekten daha güçlü bir imaj yarattığına dikkat çekiyor.
HALİD İLE YAKUP HACCA GİDER Mİ
Sonra isim meselesi de var. Video kaydında Centanni "Halid" adını aldığını ilan ediyor; kameramanı Wiig ise aniden "Yakup" oluveriyor. Başta Washington Times olmak üzere sağ eğilimli basın, Fox’un iki elemanından artık bu isimlerle söz etmeye başlıyor; Steve Halid Centanni ve Olaf Yakup Wiig şeklinde.
Cassius Clay (Muhammed Ali) ve Cat Stevens (Yusuf İslam) hariç, Müslümanlığa geçen herkesin ille de Arap ismi almak zorunda olmadığını hatırlatıyorlar. Hatta İslami öğretinin bir ekolüne göre, babanın reddi anlamına geldiği için isim değiştirmenin günah olduğunu da ileri sürüyorlar.
Tartışma bu kadarla kalmıyor, Halid ile Yakup’un muhtemel hac farizası da masaya yatırılıyor. Çünkü Mekke’ye sadece Müslümanlar girebiliyor ve Suudi Yönetimi, hacı adaylarının din değiştirdiğine dair senet istiyor. Bu durumda Halid ile Yakup’un diledikleri takdirde bir camiden din değiştirme sertifikası alıp hacca gidebilecekleri vurgulanıyor.
Bitmedi, bir sorun daha var: Müslümanlığa geçen sünnetsiz yetişkinler, tıbbi işlemden geçmeden din değiştirebilir mi? Bazıları da işte bu noktaya dikkat çekiyor.
Yine bitmedi, son bir sorun daha: Acaba kelime-i şehadet getirirken gusül abdesti aldılar mı, almadılar mı?
Amerikan medyası işte bunları merak ediyor, ancak Steve Centanni Amerikalı meslektaşlarını kızdırmak pahasına, dini durumuyla ilgili sorulara cevap vermiyor.
Feminist açı: Doğa, Timsah Avcısı’ndan intikam aldı
Ölünün arkasından konuşulmaz. Konuşursan yanarsın. Bu kural dünyanın her yerinde aynı. Avustralya’nın "Timsah Avcısı" lakaplı sevgilisi Steve Irwin’in arkasından ağzına geleni söyleyen ünlü feminist Germaine Greer de aynı akıbete uğradı. Avustralyalı olan ve İngiltere’de yaşayan Greer, Irwin’in bir vatoz tarafından öldürülmesinin ardından The Guardian’a şöyle yazdı: "Doğa sonunda Irwin’den intikamını aldı. Kendisini öldüren vatozu provoke ettiyse Irwin’e sempati beslemem mümkün değil." Greer bu yazıyla kalmadı, başka açıklamalar da yaptı. Irwin’in ölümü sayesinde kim bilir belki de hayvanat bahçelerindeki aptal şovlarla hayvanlara yönelik sömürüye son verilebileceğini söyledi; "O adamın gösterileri utanç vericiydi" dedi.
Bütün Avustralya matemdeyken Greer’in bu sözleri sarf etmesi büyük öfke uyandırdı. Siyasilerden "Kes sesini. Adamın ailesi yasta", "Saçma sapan konuşma, o iyi bir çevreciydi" gibi sesler yükseldi. Queensland eyaletinin Başbakanı Peter Beattie de Greer için "Süprüntü, deli, duygusuz kadın" dedi. Bazı yazarlar da Greer’in ünlü Hadım Edilmiş Kadın romanına gönderme yaparak, "Senin yüzünden kadınlar yıllarca evlenip çocuk doğurmaktan korktu. Sus artık" diye karşılık verdiler.
Yazının Devamını Oku