Ayşe Özek Karasu

İklim değişikliği ve hayali Çin donanmasının şahitliği

24 Şubat 2007
Global ısınma tartışmasında sağ-sol kavgası abes boyutlara varmaya başladı. Paris’teki iklim değişikliği zirvesinden çıkan rapor, global ısınmanın insan eliyle meydana geldiğini ve önümüzdeki 50 yılda yeryüzünün iki-üç derece daha ısınacağını açıkça ortaya koyuyor. Ancak 40 ülkeden 600 uzmanın yazdığı bu raporu "sol söylem" olarak değerlendiren bir kısım medya, iddiaları çürütmek için büyük çaba harcıyor. Ve biraz gülünç duruma düşüyor. Mesela Wall Street Journal’ın "Siz o palavralara inanmayın" içerikli başyazısı. WSJ o makalede, global ısınma sonucu meydana gelen buzul erimelerinin bir efsaneden ibaret olduğu iddialarına yer veriyordu. İddianın temelinde ise şu argüman yatıyordu: "1421 yılında bile Kuzey Kutbu’nda çok ince bir buz tabakası vardı. O tarihte kutba giden Çin donanması buna şahit oldu." Oysa büyük ihtimalle, Çin donanmasının oralara gittiği bir palavraydı. Çinli tarihçiler bile, bir İngiliz denizcinin ortaya attığı bu iddiaya karşı çıkıyordu.

Uzun zamandır bekliyorum, Kristof Kolomb’dan önce Amerika’yı keşfeden Müslüman Çinli kaptan Zheng He’ye İslam álemi sahip çıkacak mı diye. Ama hayır, çıkmadı.

Müslümanlar yerine, İngilizler sahiplendi Hacı Mahmud’u. Arapça adı böyleymiş Zheng He’nin.

Gavin Menzies adlı İngiliz denizci, "1421: Çin’in Dünyayı Keşfettiği Yıl" başlıklı kitabını dört yıl önce yayınladığında Çinli Müslüman kaptan efsanesi hayli konuşulmuş, sonra da mesele kapanmıştı. Menzies, Zheng He’nin dünyayı Kolomb, Magellan ve Vasco de Gama’dan önce dolaşıp Amerika’yı keşfettiğini, ancak bu hakikati kanıtlayacak belgelerin imha edilmiş olduğunu iddia ediyordu.

Peki şimdi nasıl oldu da konu yeniden açıldı? Nasıl oldu da Çinli kaptan global ısınma tartışmasının da kahramanı oluverdi?

Herşey Christopher Monckton adlı İngiliz lordunun, sağ eğilimli The Daily Telegraph’a yazdığı uzun makaleyle başladı. Bir zamanlar İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher’ın siyasi danışmanı olan Lord Monckton, "İklim kaosu mu, sakın inanmayın" başlıklı yazısında, global ısınmanın kanıtlanmamış bir iddia olduğunu savunuyordu.

Dünya Bankası ekonomistlerinden Sir Nicholas Stern’in İngiliz Hükümeti için hazırladığı ve iklim değişikliğinin olası ekonomik ve sosyal etkilerini anlattığı raporuna karşı cephe alan lord, BM uzmanlarını da gerçekleri çarpıtarak felaket tellallığı yapmakla suçluyordu. Kuraklık, sel, kasırgalar, buzul erimeleri ve kitlesel hayvan ölümlerinden ibaret bir kıyamet tablosu çiziyorlar diye.

Monckton’un hesaplarına göre atmosfere salınan karbondioksit kesinlikle global ısınmanın müsebbibi olamazdı. Bu arada "Exxon’dan filan tek cent almışlığım yoktur" diye ekliyordu.

TAHMİNLER YANLIŞ SUÇLU BİLGİSAYAR!

Ortaçağ’da da yeryüzünün bir ısınma dönemi yaşadığını, o zamanlar And Dağları’nda ve Grönland’da buzullar olmadığı (şimdi var) gibi, Kuzey Kutbu’nun bile çok ince bir buz tabakasıyla kaplı olduğunu söylüyordu. Çünkü Çin donanması 1421 yılında oraya kadar gidip bu duruma şahit olmuştu.

Geçen kasım ayında yayınlanan bu makaledeki 1421 teorisi çok fazla dikkat çekmedi. Ancak Amerikan Wall Street Journal gazetesi, geçen 6 Şubat’ta, "Fikir İklimi" diye bir başyazı yayınlayınca iddia yeniden gündeme geldi.

İklim değişikliğiyle ilgili hükümetler arası panelin (IPCC) Paris’teki zirvesinden çıkan raporu ele alan WSJ, global ısınmanın sanıldığı kadar ciddi bir durum olmadığını, hatta IPCC’nin bile bu durumu fark edip, görüşlerini sulandırmaya başladığını ileri sürüyordu. Deniz seviyesindeki yükselmeyle ilgili projeksiyonların eski raporlara göre aşağı çekildiğini, global ısınmaya insan katkısına ilişkin tahminlerde de üçte bir oranında çark edildiğini yazıyordu WSJ. Çünkü BM uzmanlarının tahminlerini dayandırdığı bilgisayar modellerinde yanılma payı çok yüksekti. Bu nedenle bilimsel verilere dayanarak enerji kullanımında devrim yapmak çok akılcı olmayabilirdi. Karbon emisyonlarının oynadığı rolün iyice kanıtlanması gerekiyordu.

Ancak bu bilgilerin, raporun içeriğiyle hiç ilgisi yoktu. Rapor, global ısınmanın insan elinden çıktığını açıkça vurguluyordu. 1950’lerden bu yana meydana gelen ısınma ve deniz seviyesindeki yükselmenin tamamen insanın eseri olduğu, karbon gazları emisyonunun azaltılmasından başka çare olmadığı yazılıydı raporda.

İKLİM UZMANLARI BUSH’A KIZGIN

Peki Wall Street Journal bu çarpık bilgileri nereden almıştı?

Thatcher’ın danışmanı Lord Monckton’dan. Global ısınmada sağduyunun sesi diye tanıttığı Monckton’un bu konuda çok parlak bir analiz kaleme aldığını yazan gazete, deniz seviyesindeki yükselmeden global ısınmaya insan katkısına kadar bütün verileri Monckton’dan almıştı.

Ve o Monckton, buzullarda incelme, kopma olmadığını kanıtlamak için Çin donanmasını şahit gösteriyordu. Monckton’un bu bilgiye nereden ulaştığını öğrenmek için iz süren çevreci bloglar, esrarı kısa sürede çözdüler. İngiliz lordun dayandığı kaynak, bundan dört yıl önce dünya çapında alay konusu olan bir kitaptı. İngiliz denizci Gavin Menzies’in, Çinli Müslüman kaptan Zheng He’nin serüvenlerini anlattığı "1421: Çin’in Dünyayı Keşfettiği Yıl" başlıklı kitap.

Monckton, Çinli olanlar da dahil bütün tarihçileri çıldırtan o kitaba dayanarak, 1421 yılında Kuzey Kutbu’nda ince bir buz tabakası olduğunu ileri sürüyor, Wall Street Journal ise bu kişiyi "global ısınmada sağduyunun sesi" diye tanıtıp, parlak analizlerini övüyordu.

İklim uzmanları, global ısınmayla ilgili raporları tahrif eden Bush Yönetimi’ne ve yönetimi destekleyen medyaya zaten kızgın. Bakalım tarihçiler, elle tutulur tek bir belge olmadan Amerika’yı bir Çinli’nin keşfettiğini öne süren kitabın global ısınmaya karşı ciddi bir argüman olarak değerlendirilmesine ne diyecek!
Yazının Devamını Oku

Benim elektronum senin protonunu döver

17 Şubat 2007
Dan Brown iyi ki Melekler ve Şeytanlar’ı yazmış. Onun sayesinde parçacık fiziği áleminde olup bitene dikkat kesilebiliyoruz. Malum, din-bilim çatışmasına odaklanan roman, gizli Illuminati cemiyetinin, İsviçre’de yeraltındaki uçsuz bucaksız CERN laboratuvarında işlediği bir cinayetle başlar. CERN’de dev bir parçacık hızlandırıcı (LHC) vardır ki, romanda öldürülen fizikçinin tanrının varlığını bilimsel olarak kanıtladığı 27 kilometrelik bu acayip alet gerçekten var. CERN fizikçileri bu yıl o devasa makineyle protonları çarpıştırıp káinatın başlangıcındaki Büyük Patlama’yı elde edecekler. Maksat káinatın oluşumunu daha iyi anlamak ve başlangıçta var olduğu varsayılan tanrının zerreciklerini ortaya çıkarmak. CERN’de protonlar ışık hızıyla çarpıştırılırken, bir başka projede de elektronlar çarpıştırılacak. Çünkü protonlardan daha hafif olan elektronlar daha bir kaliteli çarpışıyormuş.

Fizikçiler meslekleri gereği çok meraklı insanlar. Ancak bazen en basit problemleri bile çözemiyorlar. Mesela evreni kavramaya çalışırken, nesnelerin neden ağırlığı vardır, gerçekten sadece üç boyut mu bulunmaktadır diye kafa yoruyorlar ki, biz normal insanlar bu soruları asla sormuyoruz. Çünkü cisimlerin, ağırlıkları olan üç boyutlu nesneler olduğunu biliyor ve gerisine karışmıyoruz.

Ayrıca aşırı merak pahalıya da mal olabiliyor. Mesela, evrenin yüzde 80’ini oluşturduğu söylenen, ancak bugüne kadar kimsenin görmediği "kara madde"nin sırrını çözmek ve zannedilenden iki kat daha fazla atom parçacığı bulunup bulunmadığını anlamak için öyle deneylere hazırlanıyorlar ki ateş pahası.

Parçacık fizikçilerinin geçenlerde Pekin’de yaptığı toplantıda kararlaştırılan projenin maliyeti 6,7 milyar dolar. Uluslararası Lineer Çarpıştırıcı (ILC) denilen 31 kilometre uzunluğundaki devasa bir cihaz planlanıyor. Yapımında 13 bin kişi çalışacak ve tamamlanması yıllar sürecek. Yeraltındaki bu makinede elektronlarla kötücül ruhlu karşıtları olan pozitronlar 500 milyar elektron voltluk bir enerjiyle çarpıştırılacak. Böylece evrenin ilk salisesindeki koşulları andıran alevden enerji topları yaratılacak.

Biz "dünyadan habersiz" yeryüzünde gezerken, yeraltındaki bir laboratuvarda Büyük Patlama olacak.

Daha sonra makinenin uzunluğu 50 kilometreye, çarpıştırma enerjisi ise 1 trilyon elektron volta çıkarılacak.

California Teknoloji Enstitüsü fizikçilerinden Prof. Barry Barish liderliğindeki 60 kişilik çok uluslu ekip makinenin tasarımını tamamlamış durumda ama, o 31 kilometrelik azmanın hangi coğrafyada, nereden nereye uzanacağı henüz belli değil. Üç muhtemel mekan var. Biri İsviçre’nin Cenevre kenti yakınlarında, ünlü CERN (Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi) laboratuvarına komşu bir mahal. İkincisi, ABD’nin Illinois eyaletindeki Fermi Ulusal Hızlandırıcı Laboratuvarı ve üçüncü muhtemel mekan da Japon dağlarında bir yer.

Dolayısıyla elektron-pozitron çarpışmasına daha çok zaman var. Ancak CERN yeraltı laboratuvarındaki 27 kilometrelik "Geniş Hadron Çarpıştırıcısı"nda vuku bulacak proton çarpışması pek yakında.

SONBAHARDA PATLAMA

Dan Brown, Melekler ve Şeytanlar’da, CERN laboratuvarı ve LHC’yi etkileyici bir entrika örgüsüyle anlatır. Rahip-fizikçi Leonardo Vetra bir gözü çıkarılıp göğsüne de Illuminati sembolü dağlanarak öldürülür. Çünkü Vetra, hızlandırıcı tüpte küçük çaplı bir Büyük Patlama yaratarak, maddeyi yoktan var etmiş ve evrenin başlangıcına tanrının müdahale ettiği yönündeki teorisini destekleyen bir sonuca varmıştır. Bilimi yücelten Illuminati cemiyetinin tetikçisi olan Haşhaşin, Vetra’nın gözüyle retina taramasından geçip laboratuvara girerek deneyde ortaya çıkan "karşı madde"yi çalar ve gidip Vatikan’ın altına yerleştirir. Vatikan’da papa seçimi vardır ve karşı madde 24 saat sonra nükleer enerjiden bin kat daha güçlü bir şekilde patlayacaktır...

Romanda da tasvir edilen LHC dünyanın en büyük makinesi. Cihaz gelecek sonbaharda çalıştırıldığı zaman mıknatısla tünelde hızlandırılarak yaklaşık ışık hızına ulaşacak protonlar, karşı yönden gelen protonlarla çarpışacak. İşte bu çarpışma sonunda, "Higgs boson" denilen tanrının zerrecikleri ortaya çıkacak. Peter Higgs adlı fizikçi, Büyük Patlama sırasında maddeye kütle kazandıran tanrının zerrecikleri teorisini ortaya atan kişi olduğu için zerrecikler onun adıyla anılıyor. Fizikçiler bu deneyle birlikte yeni tabiat yasaları ve maddenin yeni biçimlerini de keşfedeceklerini düşünüyorlar.

Peki evrenin sırlarını keşfetmek için madem ki protonlar çarpıştırılacak, elektron deneyine neden gerek duyuluyor?

Aslında iki deney birbirini tamamlayıcı nitelikte. Protonlar, daha küçük parçacıklar olan kuarklardan oluşuyor ve bunların çarpışması sonucu dağınık, kaotik bir ortam oluşuyor. Elektron ve pozitronlar ise boş olduklarından daha temiz çarpışıyorlar. Böylelikle CERN deneyinde ortaya çıkacak yeni parçacıkların niteliği daha hassas bir şekilde etüt edilebilecek.

Káinatın başlangıcındaki sırları çözmek, maddenin yeni biçimlerini keşfetmek isteyen fizikçiler, deneylerle ilgili bu izah tarzını çok makul bulabilir. Ancak hükümetleri aynı fikirde olur mu, elektron deneyinin fuzuli olmadığına inanır mı? Fizikçiler enerjiyi büyüte büyüte zamanda geriye doğru yolculuğa çıksınlar diye milyarlarca doları gözden çıkarırlar mı acaba?

ABD bir zamanlar, süper iletken çarpıştırıcının yapımını planlarken, maliyet 10.3 milyar doları bulduğu için Kongre projeyi iptal etmişti.

Uluslararası Lineer Çarpıştırıcı (ILC) projesinin maliyeti ise o kadar yüksek değil. Yaklaşık 100 katılımcı ülke olduğu için yük hafifliyor. Yeraltındaki tünel inşaatının maliyeti 1.8 milyar dolar olarak hesaplanıyor ve bu paranın da laboratuvarın kurulacağı ülke tarafından karşılanması gerekiyor. Adaylar da ABD, İsviçre ve Japonya. Cihazın yapımı için geriye kalan 4.9 milyar dolarlık fatura ise diğer katılımcı ülkelere çıkarılıyor.
Yazının Devamını Oku

Nereye ark ettiğini söyle, ne kadar yolsuzluk yaptığını söyleyeyim

10 Şubat 2007
Ustura adını taşıyan erkek berberinin bile vale parking levhası koyduğu bir semtte oturuyorsanız, akşam eve döndüğünüzde park yeri bulamazsınız. Bu, bana göre bir yolsuzluk çeşididir. Berberden lokanta ve gece kulübüne, her önüne gelenin valesi sizin sokağınıza park ederse, siz açıkta kalırsınız.

Belki uluslararası şeffaflık kuruluşlarının yolsuzluk endeksleri için bir kriter değildir ama, bana göre haksız rekabettir; iyi bahşiş alan kapı gibi valenin şerriyle insanı korkutarak baskın çıkmaktır, dolayısıyla yolsuzluktur.

Bilindiği üzere kaldırımların yüksekliği de vatandaşların yasakları ne kadar umursadığının göstergesidir. Satın alınan 4x4’lerin yüksekliğine paralel olarak kaldırımlar da yükselir.

Trafikteki davranış biçimi ve park etme alışkanlıklarından etik sonuç çıkaran tek kişi ben değilim. Amerikalı iki akademisyen de New York’un meşhur otopark belalılarından yola çıkarak bir yolsuzluk endeksi oluşturmuş. Columbia Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden Raymond Fisman ve California Üniversitesi’nden Edward Miguel. Her ikisi de yolsuzluk uzmanı. Birleşmiş Milletler’deki diplomatların ödemedikleri otopark biletlerinin oranı üzerinden, o diplomatların mensup oldukları ülkelerin yolsuzluk endeksini çıkarmışlar.

Diplomatik park etmeyle yolsuzluk arasında nasıl bir ilişki kurmuşlar diyecek olursanız, iki uzmanın yanıtı şu: Hatalı park etmek, yolsuzluğun standart tanımına harfiyen uyar. Yani, kişisel amaçlar uğruna yetkiyi suiistimal etmek. Bu nedenle de bir diplomatın hatalı park etmesi, ülkesindeki yolsuzluk kültürünün göstergesidir.

Dünyanın dört bir yanındaki irili ufaklı ülkelerden New York gibi bir metropole gelip de hemen bir günde park etmeyi öğrenmek kolay iş değil. Bir kere "park etmek yasaktır" diye bir levha yok. "Buraya park etmeyi aklından bile geçirme" şeklinde, kimilerine şaka gibi görünecek bir uyarı var. Sonra farklı renklere boyanmış kaldırım kenarları mevcut. Katiyen duramazsın (kırmızı), kısa süre duraklayabilirsin (beyaz), mal yükleyebilirsin (sarı) gibi.

BM’deki diplomatlar bu kuralları er geç öğrendikten sonra, kuralları takmamayı da öğreniyorlar. Dokunulmazlıkları bulunduğu için sileceğe iliştirilen park bileti bedelini ödeme zorunluluğu duymuyorlar.

Ancak işte bu vurdumduymazlık, yolsuzluk endeksi şeklinde onlara geri dönüyor. Fisman ve Miguel, 1997 yılının ekim ayından 2002’nin ekim ayına kadar geçen süre içinde kesilmiş, toplam 18 milyon dolar tutarındaki 150 bin park biletini bilgisayar yardımıyla tasnif ediyor. Biletlerin hangi diplomatik misyona kesildiği belli olduğundan istatistik çıkarmak çok kolay oluyor. En fazla kural ihlalinin, yüzde 43 ile yükleme alanlarında yapıldığı ortaya çıkıyor.

Çalışma 2002 sonrasını kapsamıyor. Çünkü o tarihten sonra New York önlemler almaya başlıyor. Park biletlerini ödemeyen ülkelerin diplomatik plaka sayısı beşten üçe indiriliyor. Kalkınma yardımları azaltılacak diye tehditler savruluyor ve bu nedenle durumlar değişmeye başlıyor.

ENDEKS BOZAN İSTİSNA

Ülkeler endeksine gelince, birinci sıraya Kuveyt oturuyor, son sırayı da Türkiye (146.) alıyor. Listenin geri kalanında çok göze batan bir uyumsuzluk yok, ancak birinci ve sonuncuda uluslararası diğer endeksler açısından maalesef problem var. Dünya Bankası’na göre Kuveyt dünyanın en yolsuz ülkesi değil, Türkiye de bu kadar temiz değil. Kuveyt’in katsayısı (-1,07), Türkiye’ninkinden (0,01) daha iyi bir derece. Park bileti klasmanında 145. gelen İsveç’in Dünya Bankası’na göre derecesi de -2,55. Yani, 145. ile 146. arasında uçurum var.

Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2006 raporuna göre Türkiye yolsuzluk sıralamasında 60. sırada yer alıyor. Yani ne birinci sıradaki Finlandiya, İzlanda ve Yeni Zelanda gibi çok iyi, ne de son sıradaki Haiti kadar kötü. Ayrıca 2005 yılına göre pozisyonumuzu düzelttiğimiz de görülüyor.

Listenin geri kalan bölümü ise Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün çıkardığı yolsuzluk endeksinin hatasız bir yansıması şeklinde. İlk ondaki ülkeler, Mısır, Çad, Sudan, Mozambik, Arnavutluk, Angola, Senegal ve Pakistan, iki endekste de aşağı yukarı aynı yerlerde. Park bileti endeksinde ilk onda fazladan Bulgaristan da var.

Türk diplomatların son sırada yer alması, kuralları ihlal etmedikleri anlamına gelmiyor. Fisman ve Miguel’in raporuna göre Türk diplomatlar, Ortadoğu ve Balkanlar’daki diğer ülkelerin diplomatları kadar hatalı park ediyor, ancak diğerlerinin aksine biletlerin bedelini ödüyorlar. Yani temiz bir sicile sahip olmak, kusursuzluğu ifade etmiyor.

Kusursuz olanlar, yine çok disiplinli bildik ülkelerden. Norveç, İsveç, Danimarka ve Kanada’dan. Onlar hiç hatalı park etmemişler. Türkiye’den daha aşağı sırada yer almaları, hesaplama yönteminden kaynaklanıyor. Diplomat sayısı, biletlerin yıllara dağılımı, ülkenin milli geliri gibi kıstasları içeren karmaşık bir denklem söz konusu.

Fisman ve Miguel, raporun yöntem ve gerekçe bölümünde, yabancı diplomatların ülkelerindeki yolsuzluk kültürünü New York’a taşıdıklarını belirtiyorlar. Türk diplomatların ise imtiyazı kötüye kullanmadıkları görülüyor.

Peki ama çok kibar ve temiz ahlaklı diplomatlar yetiştiriyoruz da, neden hepimiz onlar gibi olamıyoruz?

ABD’Yİ SEVMEYEN ÜLKELERİN DİPLOMATLARI KURALLARI DAHA FAZLA İHLAL EDİYOR

Fisman ve Miguel’in park bileti çalışması sonunda iki önemli tespit çıkıyor:

1) 11 Eylül 2001’de New York’u hedef alan terör saldırılarından sonra, diplomatların park ihlallerinde yüzde 80’e varan oranda düşüş görülüyor. Ama geçici olarak. Burada ilginç olan nokta, kural ihlalini azaltan diplomatların Müslüman ülkelerden olması. İki uzman bu trendi, 11 Eylül sonrasında Müslümanlara yönelen düşmanca davranışlara, gergin iklime bağlıyor.

2)Yapılan anketlerde, ABD’yi sevmeyenler olarak öne çıkan ülkelerden gelen diplomatların daha fazla hatalı park ettiğini, bilet paralarını ödemediğini tespit ediyorlar. Türkiye burada da kuralı biraz bozuyor. Pew araştırma kuruluşunun 2006 global eğilimler anketine göre Türklerin yüzde 69’u ABD’ye gayet olumsuz bakıyor. New York’taki Türk diplomatlar ise bu hisleri yansıtmıyorlar.
Yazının Devamını Oku

Hayır Danimarka kralı Davut yıldızı takmamıştı ama Yunanlılar hepimiz Türküz demişti

3 Şubat 2007
Bir acıyı paylaşmak, duygudaşlık etmek için ötekiyle bir olduğunu kitlesel olarak ifade eden hiçbir halk, jestini bu kadar bıktırıcı bir şekilde tartışmamıştır herhalde. Hareketi meşru kılmak ya da yargılamak için gelmişten geçmişten bu kadar çok örnek verilmemiş, en doğrusu nasıl olurdu reçeteleri yazılmamıştır. Hrant Dink’i "Hepimiz Ermeniyiz" diyerek toprağa verdiğimiz o salı gününün büyüsünü bozacak kadar uzadı tartışma. Danimarka Kralı Christian’ın Nazi zulmüne karşı Yahudilerle dayanışma olsun diye koluna sarı Davut yıldızı taktığı efsanesine kadar dayandı. Madem öyle, bu usandırıcı tartışmaya ben de katılıyorum. Bir hatırlatma, bir de düzeltme yapmak için. /images/100/0x0/55ea0a33f018fbb8f866116d

Tamam, iklim farklı bir iklimdi. İlişkilerin kimyasını iyice bozan bir cinayet yoktu ortada.

Büyük bir deprem felaketi, binlerce ölü, bir o kadar acılı yürek ve çaresizlik vardı. Yunanistan’a samimi bir üzüntü havası hákimdi. Daha iki yıl önce bir kayalık parçası yüzünden savaşın eşiğine geldikleri komşularına yardım etmek için çırpınıyorlardı.

Hürriyet empati ve dayanışma ruhuna teşekkür olsun diye "Efharisto poli file" diye başlık atmıştı. Yani; Çok teşekkürler dostum...

Bu başlık Yunanlıyı pek duygulandırmıştı. Gazeteler, radyo ve televizyonlar "Hürriyet, bize Yunanca teşekkür etti" diyordu. Biraz da şaşırmışlardı.

Ertesi gün oradan da jest başlığı geldi. Yunanistan’ın büyük gazetelerinden Ta Nea’dan: Hepimiz Türküz...

En tarifsiz kederler içinde kıvrandığımız o günlerde nasıl da içimiz ısınmıştı. Büyük Marmara depreminin ölüleri geri gelmeyecekti ama, "ben artık sen oldum, acını seninle birlikte sırtlıyorum" anlamına gelen o mesaj sıcacıktı.

Ta Nea’da o başlığı okuyan Yunanlılar ne yaptı? Gazeteyi telefon yağmuruna tutup, bu cesur jestinden ötürü tebrik ettiler.

Evet, geçmişteki ya da mevcut husumetleri hortlatan uğursuz bir cinayet yoktu ortada. Ancak, siyasilerin de katkısıyla Türk korkusuyla yetişen Yunan nesilleri için "Hepimiz Türküz" demek bu kadar kolay olmuştu işte. İnsanlık göstermek için öyle uzun boylu düşünmeye gerek yoktu.

Peki ya biz? Türklüğü duygudaşlık adına sembolik olarak ötekiyle takasa yanaşmayan biz, neden Yunanlının kendisini Türk addetmesine karşı çıkmadık o zaman acaba?

"Hayır, sen Yunanlısın, Türk olamazsın" diyen çıkmış mıydı, hatırlamıyorum.

Ama şunu çok iyi hatırlıyorum, dönemin MHP’li Sağlık Bakanı Osman Durmuş Ermenistan’dan gelen yardım ekiplerini geri çevirdiği gibi, yardım için gönderilen Yunan kanını da istemediğini ilan etmişti.

SAVUNMAYA GEREK YOK

Aslında Hrant Dink cinayeti karşısında "Hepimiz Ermeniyiz" duruşunu meşru kılmak için savunma yapmaya gerek yok.

Solingen’deki kundaklama vahşetinde ölen Genç ailesinin üyeleri için Almanların "Hepimiz Türküz" dediğinden dem vurmaya gerek yok.

İsrail’e karşı mağdurla yekvücut olmak için "Hepimiz Filistinliyiz" yürüyüşleri yaptığımızı hatırlatmamız da gereksiz.

Bu savunmalara karşılık, Türk diplomatları ASALA teröristleri tarafından öldürülürken diasporadan tek bir Ermeni’nin bile sesini çıkarmadığını hatırlatmaya da gerek yok. Bu, ses çıkarmayanların ne kadar insan olduğuyla ilgili bir konu.

Ayrıca şehit diplomatlarımızı sadece böyle günlerde hatırladığımız ve onlar için tek bir anıt bile dikmediğimizle ilgili bir konu.

BİR DANİMARKA EFSANESİ

Hele savunma için efsanelere sığınmaya hiç ihtiyacımız yok. "Tarihte de mağdur azınlıkla dayanışma için böyle jestlerde bulunulmuştur" kontenjanından gündeme düşen Danimarka örneği tamamen kent efsanesinden ibaret. Danimarka tarihi, "Kral X. Christian, Yahudilerin eşit bireyler olduğunu göstermek adına koluna sarı Davut yıldızı takmıştır" diye bir vaka yazmıyor.

Efsaneye göre işgalci Alman komutan, Kral X. Christian’dan Yahudilerin diğer vatandaşlardan ayırt edilmesi için sarı yıldız takmalarını ister. Efsanenin bundan sonrası iki versiyona ayrılır. Birincisine göre kral, "O halde ben de sarı kol bandı takarım" diye meydan okuyunca Alman bu talebinden vazgeçer. İkinci ve daha popüler olan versiyona göre ise kral her sabah yaptığı at gezintisine sarı kol bandı takarak çıkar. Onu gören Danimarkalılar da Davut yıldızı takınca, Yahudileri ayırt edemeyeceklerini anlayan Almanlar uygulamadan vazgeçerler.

Aslında Almanlar, Danimarkalı Yahudilerin sarı yıldızla damgalanması talebinde bulunmamış, 9 Nisan 1940’ta başlayan işgalden üç yıl sonra tehcire yeltenince de Danimarkalıların ustalıklı bir operasyonuyla karşılaşmışlardı. Danimarkalılar, İsveç’le gizlice bir anlaşma yapıp sayıları yedi bini bulan Yahudileri bu ülkeye kaçırmışlardı. Naziler tarafından ele geçirilip Çekoslovakya’daki bir kampa gönderilen 500 Yahudi’nin yüzde 90’ı da kurtulup Danimarka’ya dönmeyi başarmıştı.
Yazının Devamını Oku

Bakü-Ceyhan boru hattı kadınlara zararlı mı

27 Ocak 2007
İki sivil toplum örgütünün, Rusya’nın Sahalin 2 petrol boru hattıyla Bakü-Tiflis-Ceyhan hattında yaptığı araştırmaya göre her iki proje de kadınların felaketi oldu. Bu iki hattın geçtiği bölgelerde yoksulluk, fuhuş ve cinsel yolla bulaşan hastalıklarda artış meydana geldi. Nasıl mı? İşte iddialar.

Çokuluslu petrol şirketlerinin yetkilileri, Rusya ve Kafkasya’da boru hattı geçecek bölgeleri ilk kez ziyaret ettiklerinde bazı vaatlerde bulunmuşlardı. Yeni iş alanları, okul ve hastaneler açılacak, küçük işletmelere yatırım yapılacaktı.

Ancak öyle olmadı. Boru hattı rotasında yeni iş imkanları, okul ve hastanelerin yerine bol miktarda yabancı işçi, seks tacirleri, AIDS dahil cinsel yolla bulaşan hastalıklar ve çevre kirliliği çıktı karşılarına. Projenin getirdiği bu olumsuz gelişmeden en çok etkilenenler ise kadınlardı. Rus, Azeri ve Gürcü kadınları.

Bu iddiayı iki sivil toplum örgütü atıyor ortaya. Washington merkezli Gender Action ve merkezi Prag’da bulunan Central and Eastern European Bankwatch Network. Geçen nisan ayında, Rusya’nın Sahalin Adası’ndaki Sahalin 2 boru hattıyla Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının geçtiği bazı bölgelerde çalışmalar yapan iki örgüte göre projeler yerel halka hiçbir fayda sağlamadı. Kadınlara iş imkanı yaratmak bir yana, erkek nüfus bile tam kapasite istihdam edilmedi. Türkiye, Özbekistan ve Filipinler’den gelen işçiler aslan payını kaptı. Yabancı işçi akını en fazla otel ve lokantaların işine yaradı, ancak projeler tamamlandığında müşterisiz kalacakları şimdiden belli.

Bakü-Tiflis hattını kalkındırıp demokratikleşmeye de ivme kazandıracağı söylenen projenin şu anda yarattığı iklim son derece anti-demokratik. İki kuruluşun raporuna göre kadınların bulabildiği en iyi iş temizlikçilik ve aşçılık ki, özellikle Gürcistan’da bu "mevkileri" kapabilmek için rüşvet vermek gerekiyor. Azerbaycan’da da hiçbir sosyal güvence olmadan kadınlar günde 12-14 saat çalıştırılıyor.

İşte bu durum da fuhşu en cazip sektör haline getiriyor. Gerçi 3,2 milyar dolarlık Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesi başlamadan önce de seks ticareti vardı. Ancak örgüt temsilcilerinin ifadesine göre son dört yıl içinde çareyi bedenlerini satmakta bulan kadınların sayısı arttı. Gürcistan’dan Türkiye rotasında gidip gelen kamyonlar kadınların iş mekanları. Ayrıca uluslararası bağlantıyı sağlayan ana yolların uzağındaki noktalarda da artık seks işçileri mevcut.

2006’nın mayıs ayında ilk petrolün pompalandığı Bakü-Tiflis-Ceyhan hattı tam kapasiteye ulaştığı zaman Avrupa piyasasına ulaşmak üzere Hazar Denizi’nden Akdeniz’e günde 1 milyon varil petrol taşıyacak.

İşte şimdi raporu hazırlayan iki kuruluş, projenin bundan sonra yürüyecek bölümünde finansman sağlayan Avrupa Kalkınma ve İmar Bankası ile Dünya Bankası’nın yan kuruluşu olan IFC’nin, kadının haklarını koruyacak önlemler almasını istiyorlar.

Baba-oğul Bush neden ağladı? Yoksa onların da sekiz şeritli otobanı mı var

Geçenlerde Bush, Irak’ta ölen bir askerin ardından ağladı. Jason Dunham adlı bu asker, beraber devriye görevini yerine getirdiği arkadaşlarını korumak için bir el bombasının üstüne atlayarak can vermişti. Askerin annesine kahramanlık madalyasını verirken gözyaşlarını tutamamıştı Bush. Yorumlara bakılırsa aslında askerin kaderine değil, Irak’taki kendi çaresizliğine ağlıyordu.

Babası da bu olaydan yaklaşık bir ay kadar önce konuşma yaparken hıçkırıklara boğulmuştu. Küçük oğlu Jeb Bush’un, 1994 valilik seçimlerinde uğradığı yenilgiye nasıl göğüs gerdiğini anlatırken baskın çıkan duyguları yüzünden kelimeleri iç çekmelere dolanmıştı. O saat itibariyle Amerikan medyası Baba Bush’un döktüğü gözyaşlarının analizine girişmiş, oğluna beslediği bu duygulardan ötürü şapka çıkaranların yanı sıra eski başkanın bunadığını, ağır bir sinir buhranı geçirdiğini ve hatta o sırada sarhoş olduğunu ileri süren bloglar bile olmuştu.

Amerikan medyasını işgal eden olumlu ya da olumsuz yorumların temelinde aynı temel inanç yatıyordu: Erkekler ağlamaz. Ağladıkları takdirde ise bu çok olağanüstü bir durumdur. Bu nedenle böyle bir haberi döne döne, evire çevire vermek gerekir. Erkeklerin kadınlara göre daha az duygusal olduğu inancı ya da bilgisi büyük bir yenilik değil. Ancak aradaki bu farkı nörolojik açıdan yeniden deşifre eden çalışmalar mevcut.

ERKEK VE KADIN BEYNİNİN FARKI

Mesela, Amerikalı nöropsikiyatri uzmanı Louann Brizendine’in çok tartışma yaratan ve geçenlerde Türkçe çevirisi de yayınlanan kitabı "Kadın Beyni"nde (Female Brain) olduğu gibi.

Brizendine, iki cinsiyet arasındaki farkı tanımlıyor: "Kadınlar duyguları işlemden geçirme sürecinde sekiz şeritli bir otoyola sahiptir, erkekler ise sadece bir patikaya."

Dişi beyin, F-15 gibi manevra yapan yüksek performanslı bir duygu makinesi. Başkalarının duygularındaki farklılıkları gösteren nüansları yakalamaya programlanmış bir makine. Erkek ise stres ve umutsuzluk işaretlerini teşhis etmekte o kadar başarılı değil. Erkeklerin umutsuzluğu anlaması için gözlerden yaş boşandığını görmesi gerekiyor.

İşte belki de bu nedenle kadınlar, erkeklerden daha rahat ağlayacak, erkeğin görmezden gelemeyeceği kadar açık ve bir acı ve umutsuzluk sinyali gönderecek biçimde evrim geçirmişler. Kimbilir?
Yazının Devamını Oku

Suyun akma hakkı vardır ama musluktan değil

20 Ocak 2007
Su kaynakları yüzünden savaş çıkıp çıkmayacağını görmek için 2030’ları beklemeye gerek yok. O savaş çoktan çıktı. Yuvacık Barajı’nın dibi görünüp de kentte su kalmayınca Sapanca Gölü’nü sifonlamaya niyetlenen Kocaeli ile Adapazarı arasında çıktı. Adapazarı diş gösterdi, İstanbul ise kaynaklarını savurmaya alıştığından törenler düzenleyerek Ömerli Barajı’nın suyunu Gebze’ye teslim etti. "Acil eylem planını devreye soktuk" diye de bir güzel övündü Kocaeli. Oysa bunun adı eylem planı filan değil, taşıma suyla değirmen döndürmekti. Bu örnek, kuruyan sulak alanlar bir yana, Türkiye’nin giderek su fakiri olmaya başladığının şu anda yaşanan kanıtı. İşte bu nedenle Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF-Türkiye), hayat kaynağımız kurumasın diye bir yıl sürecek "Suyumuza Sahip Çıkalım" kampanyasını başlattı. Çünkü suyun her damlası çok değerli.

WWF Türkiye Genel Müdürü Dr. Filiz Demirayak’ı dinlerken beni en çok etkileyen cümle şu oldu: Suyun akma hakkı vardır. Hiçbir nehir boşuna akmaz ve her su kendi yerinde akmalıdır.

Kocaeli’nde yaşanan su dramıyla ilgiliydi sözleri. Yuvacık Barajı’ndan şehre su verilirken yüzde 47 oranında kayıp /images/100/0x0/55eb5711f018fbb8f8baf557meydana geldiğini, susuz kalınınca da uzak kaynaklarda çözüm arandığını söylüyordu. İstanbul’a da Istrancalar’dan su getirilsin diyorlardı. Nasıl olsa o sular öyle boşu boşuna akıyor diye. Oysa her suyun kendi doğasında akma hakkı vardı. O çevrede yaşayanların da o suyu kullanma hakkı. Ancak doğru yönetmek ve musluktan hesapsızca akıtmamak kaydıyla.

Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın geçen hafta başlattığı "Suyumuza Sahip Çıkalım" kampanyası, suyun doğru kullanımı konusunda sıradan vatandaşından tarım ve sanayi kesimine kadar geniş bir yelpazede farkındalık yaratmayı ve yasal düzenlemeler aracılığıyla su kaynaklarının doğru yönetilmesini hedefliyor.

Çünkü suyun yanlış yönetimi, yeraltı sularının yağmalanması ve global ısınmanın da katkısıyla hayat kaynağımızı kaybediyoruz. Son 20 yılda kişi başına düşen su miktarı 4 bin metreküpten 1430 metreküpe inmiş durumda. Gelecek on yılda nüfus artışına paralel olarak bu rakam 1100 metreküpe düşecek. Son 40 yılda su kaynaklarımızın yüzde 50’sini kaybetmiş bulunuyoruz.

Sulak alanları iyi yönetemediğimiz için üç Van Gölü büyüklüğünde bir alan ekolojik ve ekonomik işlevini yitirmiş durumda.

Sulak alanları kuruttuğumuz gibi, hálá göllerin kıyılarını doldurmak için uğraşıyoruz. Kaçak yeraltı suyu kullanımı Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri. Başta İstanbul olmak üzere, yerleşimlerin etrafındaki su havzalarını yapılaşma, kirlenme ve su dengesini bozarak tahrip ettik.

SU VAHŞETİ

Demirayak’ın deyişiyle, havalar iyi gittiği için fena halde endişelenmemiz gerekiyor. Dünya Bankası ekonomistlerinden Nicholas Stern’in İngiliz Hükümeti için hazırladığı iklim değişikliği raporu durumun vahametine ışık tutuyor.

Son birkaç yıldır, suyun bir yanda yıkıcı gücü, diğer yanda da kıtlığı yüzünden yaşanan felaketlere tanık olduk. Hint Okyanusu’ndaki korkunç tsunami, ardından Karayipler’deki kasırgalarla gelen sel felaketleri, Avrupa’daki seller ve Mali ile Nijer’den İspanya ve Portekiz’e uzanan kuraklık dalgaları.

Aşırı uçlardaki bu vakalar, dünyadaki su kaynaklarını dramatik şekilde etkileyen bazı değişimler meydana geldiğini gösteriyor. Global ısınma sonucu buharlaşma nedeniyle nehir, göl ve yeraltı suları hızla tükeniyor.

İklim değişikliğinin Akdeniz ve dolayısıyla Türkiye üzerindeki en büyük etkisi ise kuraklık olduğu halde biz, suyu vahşice tüketmeye devam ediyoruz.

Hele tarımda, vahşet dizboyu. Modern teknolojinin giremediği tarımın yüzde 88’inde vahşi sulama yürüyor.

İşte bu nedenle WWF-Türkiye, suyun yüzde 72’sinin kullanıldığı tarım sektöründen başlamış işe. Dünyanın en önemli sekiz havzasından biri olan ve suyu kıtlaşan Konya’da vahşi sulamadan damla sulamaya geçilince yüzde 72’lik tasarruf sağlanmış. Akılcı su kullanımı için de dört yerel projeye hibe desteği veriliyor. Yağışların yüzde 60’a varan oranda azaldığı Konya havzasında 50 bin kuyunun yarısı kaçak. Yani yeraltı suları fena halde yağmalanıyor.

Şehirlerde de su vahşeti hüküm sürüyor. Kentteki kullanımda kaçak ve kayıpların oranı yüzde 40. Bir litre atık su, sekiz litre tatlı suyu kirletiyor.

Aslına bakılırsa dünya genelinde de rakamlar hemen hemen aynı. BM’nin 22 Mart 2006’da Dünya Su Günü nedeniyle yayınladığı rapora göre, aslında dünyada herkese yetecek kadar içme suyu mevcut. Esas mesele suyun yanlış yönetiminde. Hükümetlerin vizyon sahibi olmamasında ki, WWF-Türkiye Su Kaynakları Program Müdürü Buket Bahar Dıvrak’ın da belirttiği üzere Türkiye’nin ulusal bir su vizyonu yok. Su yönetiminden sorumlu 14 farklı kurum var.

SU KAYBI ZİRVEDE

Ve bu kakofonik durum siyasi hesaplarla birleşince, Kocaeli’nde halkı "belediye istifa" diye sokaklara döken durum çıkıyor ortaya. Doğan Haber Ajansı’ndan aldığım bilgilere göre AKP’li belediye işbaşına geldikten sonra Gebze’ye de su vermeye başlıyor. Yani çok geniş bir alan söz konusu. Hatta bahçeleri bile Yuvacık Barajı’nın temiz-içilebilir suyuyla suluyor ve kullanılan suyun yarısını faturalandırmıyor. Bir zamanlar İstanbul’a su satması gündeme gelen Kocaeli’nde su sıkıntısı başlayınca, barajı yaptıran CHP’li belediyeyi suçluyorlar. Şebeke de yenilenmemiş olduğu için su kaybı zirve yapıyor.

Son durum şu: Normalde 52 milyon metreküp su bulunması gereken barajda dört milyon metreküp su bulunuyor. Yağış olmadığı takdirde 15-20 gün sonra Kocaeli’nin damla suyu kalmayacak.

O zaman, Adapazarı’nın tek su kaynağı olan Sapanca Gölü’ne mi göz dikilecek? Sapanca’nın olduğu yerde kalma hakkı elinden mi alınacak? Daha da ötesi Sapanca bataklığa dönüşürse ne olacak?

Bilgi için web sitesi: www.wwf.org.tr/su

TÜRKİYE’NİN SU RAKAMLARI

Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için, kişi başına düşen yıllık su miktarının en az 8 bin-10 bin m3 arasında olması gerekiyor ki, Türkiye bu rakamdan çok uzakta olduğu için su fakiri. Türkiye’yi çevredeki ülkelerle kıyaslamak gerekirse işte kişi başına düşen su miktarları ve kıta ortalamaları:

Suriye:1.200 m3

Lübnan:1.300 m3

Türkiye:1.430 m3

Irak:2.020 m3

Asya:3.000 m3

Batı Avrupa:5.000 m3

Afrika:7.000 m3

G.Amerika: 23.000 m3

Dünya:7.600 m3

Türkiye’deki suyun dağılımı

Tarım: % 72 Evsel kullanım: % 18 Endüstri: % 10

Türkiye’nin tüketilebilir tüm yüzey ve yeraltı suyu potansiyeli miktarı; 98 milyar m3 yerüstü ve 14 milyar m3 yeraltı suyu olmak üzere toplam yıllık 112 milyar m3. 2030 yılında nüfusu 100 milyona ulaşacak olan Türkiye, kişi başına düşen 1100 m3 kullanılabilir su miktarıyla, su sıkıntısı çeken bir ülke durumuna gelecek.
Yazının Devamını Oku

Bilim kadını arıyorum... Pardon bilim erkeği mi demek istediniz!

13 Ocak 2007
Harvard önümüzdeki günlerde yeni rektörünü seçecek ve üniversitenin 371 yıllık tarihinde ilk kez bir kadının bu göreve gelmesi bekleniyor. Önceki yıl dünya çapında gürültü yaratan vakayı hatırlayın. Harvard Rektörü Lawrence Summers, kadınların zihinsel yaratılış itibariyle matematik ve mühendisliğe yatkın olmadığını söylemiş, ırkçı ve ayrımcı bulunan bu lafları yüzünden de istifa etmek zorunda kalmıştı. Peki bu bilimsel bir tespit miydi, yoksa bir önyargı mı? Hem de Google arama motoruna bile bulaşmış bir tartışma.
/images/100/0x0/55ea8b9ff018fbb8f886fca1
Google’ın çok ukala bir yönü var. Hani arama yaparken, aslında şunu mu demek istediniz diye sorar ya. Hatalı yazım halinde bu fonksiyon doğruyu bulmanı sağlıyor da, bazen çok sinir bozucu olabiliyor, yaptığınız aramaya gereksiz yere burnunu sokuyor. Mesela bütün bilim insanlarının erkek olduğunu iddia edebiliyor. Şöyle bir İngilizce arama yapın:

"Biologist or physicist or scientist, she says..."

Yani biyolog veya fizikçi ya da işte herhangi bir bilimcinin -ama kadın olmak koşuluyla- ettiği bir lafı bulmaya çalışın.

Motorumuz bir yandan aşağıda sonuçları getirirken, diğer yandan yukarıda şöyle soruyor:

"Erkek biyolog veya fizikçi ya da bilimci mi demek istediniz?"

İngilizcesi: "Did you mean biologist or physicist or scientist, he says?"

Getirdiği sonuçlar arasında yığınla bilim kadını beyanatı var ama o hálá, erkeklerin açıklamalarını mı istediğimi soruyor.

İngilizce bir arama daha yapıyorum: "Teacher or nurse or housekeeper, she says..."

O da ne! Motorumuz bu soruya burnunu sokmuyor, efendi efendi sonuçları getiriyor. Fizikçiye "erkek mi arıyorsun" diye müdahale ediyor ama, öğretmen, hemşire veya temizlikçinin kadın olma ihtimalini kabul ediyor.

Tamam, bilimin tarihi erkek egemen, ancak modern teknoloji harikası arama motoruna böyle bir önyargıyı bulaştırmanın álemi ne?

Bilimde kadına yönelik önyargının en şahane örneğini önceki yıl Harvard Üniversitesi’nin Rektörü Lawrence Summers vermiş ve koltuğu altından kayıvermişti. Summers, zihinsel yaratılış itibariyle kadınların matematik, fen bilimleri ve mühendisliğe yatkın olmadıklarını söylemiş, ardından Amerika sınırlarını aşan bir tartışma kopmuştu.

BİLİM KADIN-ADAMI

Peki kadından gerçekten matematikçi olmaz mı?

Stanford Üniversitesi’nden nörobiyolog Ben Barres’in başından geçenler çok matrak. Barres aslında kadın. Hayata Barbara adıyla başlamış, 42 yaşında operasyon geçirip erkek olmuş. Hormonlar sayesinde yüzünün kılı ve kafasının keliyle tam bir erkek. Resimde gördüğünüz gibi katiyen kadınlık emaresi taşımıyor. Barres, her iki cinsiyetin mensubu olarak da bilimle uğraştığı için, kadınların maruz kaldığı önyargıların başarıyı nasıl engellediğini çok yakından biliyor. Bilim dergisi Nature’da yayınlanan makalesinde hepsini bir bir anlatıyor.

Mesela, cinsiyet değiştirdiğini bilmeyen bir meslektaşının kendisinden şöyle bahsettiğini işitiyor: "Barres’in bugünkü semineri bir harikaydı. Çalışmaları kız kardeşininkinden çok daha iyi." MIT’de kız öğrenci olduğu günlerde ise erkek öğrencilerin altından kalkamadığı zor bir matematik problemini çözünce profesör, "Herhalde erkek arkadaşın çözmüştür" diye kestirip atıyor.

En fenası da, kadın olduğu döneme oranla daha fazla saygı gördüğünü fark etmesi. "Artık lafım bir erkek tarafından kesilmeden cümlelerimi tamamlayabiliyorum" diyor. Ayrıca 42 yaşına kadar hiç bilmediği erkek muhabbetlerine de katılabiliyor. Mesela bir cerrah karşısına geçip, "Hayatımda bir kez olsun, erkekler kadar iyi bir kadın cerraha rastlamadım" diyebiliyor.

Barres’a göre erkekler, erkek olmanın getirdiği imtiyazlar konusunda kesinlikle şuursuz durumdalar, bu nedenle de cinsiyet ayrımcılığını makul bir şekilde konuşup kabullenmeleri mümkün olmuyor. Barres, bilim alanındaki erkeklerin önyargılı, ayrımcı ve ırkçı olduğunu ileri sürerken, iki bilim adamını da önyargıları körükleyecek çalışmalar yapmakla suçluyor. Harvard’dan Steven Pinker ve Cambridge’den Peter Lawrence.

KADIN HESAPÇI ERKEK MUHAKEMECİ

Pinker ve Lawrence, kadın ve erkeğin zihinsel kapasitelerinin farklı olduğunu gösteren kesin bilimsel veriler bulunduğu görüşünde. Onlara göre bilimin tepe noktalarında kadınların bulunmamasında önyargının da rolü olabilir, ancak temel faktör bu değil. Araştırmalar, kadının matematik hesabı ve sözel alanda erkeklere göre daha iyi olduğunu gösteriyor. Ancak erkekler de uzamsal algılama ve matematiksel muhakemede kadınlara göre daha iyi. Bu nedenle de matematik ve mühendislik erkeklere özgü bir alan. Bu dallarda günün birinde kadın ve erkeklerin eşitleneceği fikri de ütopik bir düşünce.

Onlar ütopya diyor, ancak istatistik bilimi farklı konuşuyor. New York Times’da yayınlanan araştırmaya göre, ABD’de fen ve mühendislik fakültelerindeki kız öğrencilerin sayısı hızla artıyor. Hem de kerli ferli üniversitelerde. Massachusetts Institute of Technology’de (MIT), fen dallarında öğrencilerin yarısı, mühendislik dallarında ise üçte birden fazlası kız. Tıp fakültelerinde öğrencilerin yarısı kız.

Ne var ki kadınlar akademik hiyerarşide erkekler gibi tırmanamıyor. Üniversitelerin fen bilimleri ve mühendislik öğretim kadrolarında kadınların oranı yüzde 10’un altında. Önyargı ve zihinsel yakıştırmaların yanı sıra, anne ve eş olmak da kadınları kariyer yolundan alıkoyuyor ama, o başka bir hikaye.

Bir kadının üniversite yönetmesi, bilimsel kariyeri açısından bir gösterge değil. Ancak Summers’ın şuursuz çıkışı yüzünden cinsiyet ayrımcılığının kalesi gibi görünen Harvard Üniversitesi’nin yeni rektörünü kadın adaylar arasından seçeceği yönünde çok kuvvetli göstergeler var şimdi. Üniversitenin 371 yıllık tarihinde hiç kadın rektör olmamış. Dokuz kişilik kelle avcıları komitesi, Summers’ın istifa ettiği geçen şubat ayından bu yana arama-taramayla meşgul. Öne çıkan adaylardan üçü, Princeton, Brown ve Pennsylvania üniversitelerinin rektörleri olan kadınlar. Ayrıca İngiltere’deki Cambridge Üniversitesi’nin rektör yardımcısı da adaylar arasında.

Aynı, Amerika kadın başkana hazır mı tartışmasında olduğu gibi, Harvard’ın da artık bir kadın başkana hazır olduğu konuşmaları yapılıyor.

Türkiye ise kadın başkanlara pek hazır görünmüyor. Çünkü rektörlerin yüzde 93,8’i erkek, yüzde 6,2’si kadın.
Yazının Devamını Oku

Zappa adında bir balık

6 Ocak 2007
Biyoloji ve zooloji áleminin bilim adamları bir keşif yaptıkları zaman gözle görülmeyen canlılara bile sevdikleri kişilerin adını verirler. Mesela uluslararası bir bilim dergisinde carmenelektraöptübeni güvesiyle harrisonfordi karıncasına rastlamıştım. Çünkü özellikle entomologlar keşfettikleri binlerce yeni tür böcek ve sineğe Latince isim bulmakta zorlandıklarından, pop ve rock kültüründen aldıkları isimlere bir son ek uydurup, Latince kılığına sokuyorlar. Böcekbilimciler arasında rock sevgisi hayli yoğun olduğundan Metallica ve Grateful Dead’in isimleri bazı haşerelerde ebedileşmiş durumda. Frank Zappa’nın ise isimler aleminde başka bir yeri var. Zappa’nın adı hem bir balığa ve denizanası türüne, hem de bir örümcek, bir gen ve bir de koskoca asteroide verilmiş.

Lisedeyken, dönemin ikonları olan iki kişinin posteri asılıydı sınıfta; Alice Cooper ve Frank Zappa. Tarih hocamız Rahşan Hanım -kendisi Ali Sirmen’in annesi olur- o tatlı sesiyle, Alice Cooper’ı kastederek "Çocuklar bu adam trafik kazası mı geçirmiş, nedir o hali öyle" deyinceye kadar da resimleri asılı kalmıştı. Rahşan Hanım "indirin" diyecek hoca değildi, biz anlardık. Alice Cooper’ın vahşi makyajlı ve yılanlı hali, kibar bir hanımefendinin kaldırabileceği bir görüntü değildi.

70’ler Zappa yıllarımızdı ve 80’lerde böcekbilimci olsam ve bir böcek keşfinde bulunsam, hiç kuşkusuz adını Frank Zappa koyardım. Bilimci olup böcek keşfetmedim ama, o yıllarda Zappa hayranı olan pek çok bilim adamı bulunduğunu keşfettim. Hem de mikrobiyoloğundan, astronomuna kadar geniş bir yelpazede Zappa hayranları mevcut. Keşiflerine verdikleri isimlerden belli. Hatta buldukları yeni bir tür örümceğe büyük rockçunun adını veren şahıslar, yaratığın gerçekten de Zappa’ya benzediğini iddia ediyor.

Robert Bosmans ve Jan Bossalaers adlı iki Belçikalı biyolog, 1981 ve 1983 yıllarında Kongo cangıllarında eklembacaklılar üzerinde araştırma yaparken ilk kez rastladıkları bir örümceği Frank Zappa’ya o kadar benzetiyorlar ki, adını hemen oracıkta koyuyorlar: Pachygnatha Zappa. Tabii bu ismin resmiyet kazanması hayli zaman alıyor. Kongo örümceği 1994 yılında resmen Zappa adını alıyor.

ZAPPALAR ÇEŞİT ÇEŞİT

Zappa’nın adı evrendeki en küçük varlıklardan olan bir bakterinin taşıdığı genden, bir gezegene kadar uzanıyor. ABD’nin Maryland Üniversitesi Deniz Biyoteknolojisi Merkezi’nden Bob Belas, idrar yollarında enfeksiyona yol açan "proteus mirabilis" adlı bakteriyi incelerken, bu canlının taşıdığı bazı genlerin bakteriyi bulaşabilir hale getirdiğini fark ediyor. Belas ve ekibi mikroskopta tanıdık genleri teşhis ettikten sonra, ismi bulunmayan bir gene rastlıyor. Gen isimleri geleneksel olarak iki ya da üç harfli oluyor ve sonuna da bir büyük harf ekleniyor. Gruptaki Zappa hayranlığı dolayısıyla genin adı bulunuyor: ZapA. Okunurken Zappa çıkıyor.

Zappa adındaki balığın hikayesi ise 1978 yılına dayanıyor. Papua Yeni Gine’de yeni bir kayabalığı türüne rastlayan Tyson Roberts, bu balıklara "confluentus" adını veriyor. Kayabalığı familyası genelde "Pseudapocryptes" olarak anıldığından bu tür de "pseudapocryptes confluentus" oluyor. Ancak 10 yıl kadar sonra Ed Murry adlı doktora öğrencisi bu balığı incelerken farklı bir tür olduğunu ve kendine özgü bir familya adı edinmesi gerektiğini fark ediyor. Böylece hem müziğini, hem de dünya görüşünü sevdiği için, biraz da adı bilimsel durduğundan, balığa Zappa confluentus adını veriyor.

Denizlerde bir Zappa canlısı daha yaşıyor. Bir denizanası. İtalya’nın Cenova kentinden denizanası uzmanı Ferdinando Boero, kendi keşfi olan türe "Phialella Zappai" diye isim takıyor.

NEREDEN NEREYE...

Ama bir keşfe Zappa adını vermek her zaman o kadar kolay olmuyor. Mesela Çek astronom L. Brozek’in 11 Mayıs 1980’de keşfettiği "3834" numaralı asteroid, nice mücadeleden sonra Zappafrank adına kavuşuyor. Aslında bu asteroid gibi yüzlercesi keşfediliyor her yıl. Bunlara önce geçici isimler veriliyor, sonra da Uluslararası Astronomi Birliği (IAU), ebedi ismini tespit ediyor. Başak takımyıldızındaki "3834" numaralı asteroid uzun süre isimsiz kalınca, John Scialli adlı astronom Frank Zappa lobisi yapmaya başlıyor. Zappa’nın adı bu gök cismi için biçilmiş kaftan. Çünkü asteroidin kaşifi bir Çek astronom ve Frank Zappa’nın da, 1989 öncesinde Prag’ın özgürlüğü için propaganda yaptığı biliniyor. Ayrıca o dönemde Çek Cumhuriyeti Devlet Başkanı olan yazar Vaclav Havel de Zappa’nın hayranı ve yakın dostu.

Ancak Scialli, dirençle karşılaşıyor. Sonunda Zappa’nın 1993’te hayata veda etmesinden bir yıl kadar sonra, IAU isim komitesinden bir başka Zappa hayranı olan Dr. Brian Marsden de kendisine destek veriyor. Ancak adını bir astronomdan alan Zappala diye bir asteroid zaten bulunduğundan ve Franklina, Franklin-Adams, Franke, Franklinken gibi isimlere sahip bol miktarda gök cismi olduğu için sonunda asteroide Zappafrank adı veriliyor.

Veriliyor ama, tartışması bitmiyor. Bugün hálá, Zappa adının bir gezegen için uygun olmadığını söyleyen astronomlar mevcut. İsim meselesinde işin suyu çıktı diye düşünen astronomlar, John Lennon, Paul McCartney, George Harrison, Ringo Starr, Eric Clapton ve Jean-Michel Jarre’ın adını taşıyan asteroidler de bulunduğu halde, 6x13 km. ebadındaki gök cismine Zappa’nın adını fazla görüyorlar. Çünkü Beatles filan bir yana, Zappa’nın müziği biraz aykırı ve rahatsız edici geliyor.
Yazının Devamını Oku